Mesnevî-i Şerîf Tercümesi – CİLT 5 (3501 – 4235 Beyitler)

A+
A-

MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi

Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)

CİLT 5  (3501 – 4235 Beyitler)

3501 Vurmalı kerataya da kafasındaki  Şeytan çıksın. Eşekçiler, nodullamadıkça eşek gider mi hiç?
Bey, eline bir topuz alıp sokağa çıktı. Gece yarısı yarı sarhoş bir halde geldi, zahidin evine girdi.
Kızgınlıkla zahidi öldürmek niyetindeydi. Zahit, evde bulunan yünlerin altına girip gizlendi.
Zahit, beyin sözlerini yün bükenlerin yünleri altına gizlenmiş, işitiyordu.

3505. Orada kendi kendine dedi ki: Adamın çirkinliğini, yüzüne karşı ancak ayna söyliyebilir, çünkü onun yüzü serttir.
Ayna gibi demirden bir yüz gerek ki sana çirkin yüzüne bak desin.

Delkak’ın,   Seyyid   Şah-ı   Tirmiz’i   mat   etmesi

Padişah, Delkak’le satranç oynardı. Delkak, padişahı mat etti mi padişah, derhal kızardı.
Bunu kibrine yediremez, tu Allah müstehakını versin diye satranç taşlarını birer birer Delkak’in başına vururdu.
Al, işte şahın bu senin bu kaltaban derdi. Delkak, aman padişahım der, sabrederdi.

3510. Bir gün, yine padişah mat oldu. Bir oyun daha oynamalarını emretti.   Delkak, zemheride çıplak kalmış adam gibi tirtir titriyordu.
Bir oyun daha oynadı, yine padişah yutuldu. Tu Allah müstehakını versin zamanı gelince,
Delkak, sıçradı, bir köşeye kaçtı; korkusundan altı tane halının altına girdi.
Yastıklarla o altı halının altına gizlenip padişahın .satranç taşlarından aman buldu.
Padişah, ne yapıyorsun, bu ne? deyince, padişahım dedi. Tu Allah müstehakını versin!

3515. Ateşler püskürüyorsun. Senin gibi öfkeci bir padişaha döşeme altından başka bir yerde doğru söz söylenebilir mi?
Sen mat oldun ama ben de şahın çarpmasından mat oluyorum. Onun için halıların altından Tu Allah müstehakını versin diyorum!
Mahalle, o beyin bağrış, çağrışiyle, kapıyı tekmelemesi, vurun, tutun diye nara atmasiyle doldu..
Sağdan, soldan halk dışarı fırladı. Ey ulumuz, af zamanıdır.
Onun beyni kurumuş. Şimdi onun aklı, fikri, çocukların aklından, fikrinden az.

3520. Hem zahit, hem ihtiyar. Bu halindeki şu zahitlik, onu kat kat zayıflatmış. Bu zahitlikten de bir feyze nail olamamış.
Zahmetler çekmiş de sevgiliden bir hazine elde edememiş. İşler yapmış da bir pul kazanamamış.
Ya o iş, onun harcı değilmiş, ya henüz mükâfat vakti gelmemiş.
Ya o çalışma, çıfıtça bir çalışma, yahut da mükâfata erişmesinin bir zamanı, bir saati var.
Ona bu dert, bu musibet yeter. Şu kanlı ovada kimsiz, kimsesiz kala kalmış.

3525. Gözleri ağrıklı, bir bucağa çekilip oturmuş, yüzünü ekşitmiş, suratını asmış.
Ne bir göz hekimi var ki derdine yansın, ne onun aklı var ki bir göz ilâcı arayıp bulsun, gözüne çeksin.
Kendi zannına uymuş, çalışıp çabalamaya koyulmuş, işim, iyileşecek diye bir ümide kapılmış.
Halbuki onun tuttuğu yolla sevgilinin vuslatı arasında ne uzun bir mesafe var. Çünkü o, baş aramıyor, reis olmayı istiyor.
Bir an, Tanrıyle, nasibim bu hesapta hep zahmet mi diye âdeta didişmede..

3530. Bir an hep uçuyor, ele geçmiyor, bizim kolumuzu kanadımızı kırıyorsun diye bahtiyle kavga etmede.
Kim, renge, kokuya mahpus  kalırsa zahit olsa bile huyu iyi olmaz, dar canlıdır.
Bu daracık duraktan çıkmadıkça nasıl olur da ahlâkı düzelir, gönlü ferahlar?
Zahitlere, genişliğe çıkmadan yalnız bulundukları zaman bıçak ve ustura vermeye hiç gelmez.
Darlıklarından, muratlarına eremediklerinden, dertlerinden karınlarını deşiverirler.

Mustafa aleyhisselâmın, Cebrail aleyhisselâmın geç görünmesi yüzünden daralıp kendisini Hıra dağından atmaya kalkışması ve Cebrail aleyhisselâmın kendini atma… önünde devletler var diye kendisini göstermesi

3535.  Mustafa’yı ayrılık derdi kapladı, daraldı mı, kendisini dağdan atmaya kalkardı.
Cebrail, sakın yapma. Kün emrinde sana nice devletler takdir edilmiştir deyince,
Yatışır, kendini atmaktan vazgeçerdi. Sonra yine ayrılık derdi gelip çattı mı,
Yine gamdan, dertten bunaldı mı kendisini dağdan aşağı atmak isterdi.
Bu sefer Cebrail görünür, ey eşi olmayan Padişah, yapma bunu derdi.

3540. Hicap keşfedilip de o inciyi   koynunda buluncaya kadar bu haldeydi.
Halk, her çeşit mihnetten ötürü kendini öldürüp dururken mihnetlerin aslı olan bu ayrılığı nasıl çeksin?
Halk, canını feda edene şaşar. Fakat bizim her birimiz fedayi huyluyuz.
Ne mutlu o kişiye ki bedenini, feda edilmeye değer bir dosta feda etmiştir.
Herkes, bir fennin, bir sanatın fedaisidir. Ömrünü o yolda sarf eder, ölüp gider.

3545. İster doğularda olsun, ister batılarda, herkes, nihayet ölür. O zaman ne âşık kalır, ne maşuk!
Hiç olmazsa bu devletli, zaten şu hünere gönüllü, kendisini feda etmiş. Onun öldürülmesinde yüzlerce hayat var.
Âşık da onca ebedî, maşuk da, aşk da. İki âlemde de dileğine ermiş, iyi bir ad san kazanmış.
Ey ulular, âşıklara acıyın. Onların şanı, helak olduktan sonra bile helak olmaya hazır bulunmaktır.
Beyim, onun kabalığını affet. Onun derdine, betbahtlığına bak.

3550. Onu affet de Tanrı da seni affetsin, suçlarını yarlıgasın.
Sen de gafletle az testiler kırmamışsındır. Sen de affa ümit bağlamışsındır.
Affet de ahrette sen de af edilesin. Kader, ceza vermede kılı kırk yarar.

Beyin, o  şefaatçilere ve komşulara, neden küstahlık edip  testiyi kırdı?  Bu hususta şefaat kabul etmem. Onun cezasını  vermeye yemin ettim diye cevap  vermesi

Bey dedi ki: O kim oluyor ki bizim testimize taş atıp kırıyor?
Benim civarımdan erkek aslan bile yüzlerce çekingenlikle, korka korka geçmede.

3555.  Neden kulumuzun gönlünü incitti, bizi konuğumuzun yanında utandırdı?
Onun kanından daha değerli olan şarabı döktü de kadınlar gibi bizden kaçıp da gizlendi.
Fakat tut ki bir kuş gibi uçsun, benim elimden nerde canını kurtaracak?
Kahır okumla kanadını kırar, onun arda kalası kanadını koparırım.
Benden kaçıp da bir katı taşın içine girse, gizlense yine onu tutar, o taşın içinden çıkarırım.

3560. Ona bir kılıç çalayım da   bütün kaltabanlara ibret olsun!
Herkese yobazlık satsın, bu yetmiyormuş gibi bir de bize satmaya kalkışsın ha! Onun da cezasını şimdicik vereceğim, onun gibi yüz tanesinin de.
Öyle kızmış, öyle kan dökülücüğü tutmuş ki ağzından ateş püskürüyordu.

Zahidin   komşulariyle  şefaatçilerinin  ikinci  defa olarak   beyin   eline,   ayağına   kapanarak   yalvarmaları

O şefaatçiler, onun o hay hayına karşı birçok defalar elini, ayağını öpüp,
Dediler ki: A beyim, sana kin gütmek yaraşmaz. Şarap dökülüp gittiyse ne çıkar? Sen şarapsız da hoşsun.

3565.   Şarap, neşe sermayesini senden alır.   Suyun letafeti senin letafetine imrenir.
Padişahlık et, ey merhamet sahibi, ey kerem sahibinin oğlu, kerem sahibinin oğlu kerem sahibi bağışla.
Her şarap, bu boya, bu yüze kuldur. Bütün sarhoşlar sana haset ederler.
Senin, gül renkli şaraba hiç ihtiyacın yok. Gül rengini bırak, gül renklilik sensin zaten.
Ey zühre’ye benziyen yüzü kuşluk güneşi olan, ey rengine karşı gül rengi yoksul bir hale gelen bey,

3570. Şarap, küpte gizlice senin yüzünün iştiyakiyle kaynayıp coşar.
Sen baştanbaşa denizsin, ıslaklığı ne istersin ki? Sen, tamamiyle varlıksın, yokluğu ne ararsın ki?
Ey parlak ay, tozu ne yapacaksın? Ay bile, senin yüzüne bakar da sararır.
Sen hoşsun, güzelsin, her türlü hoşluğun madenisin. Neden şaraba minnet edersin ki?
Başında “Biz insan oğullarını ululadık” tacı, boynunda “Biz sana kevser ırmağını verdik” gerdanlığı var.

3575. İnsan cevherdir, gök ona arazdır. Her şey fer’idir, her şeyden maksat odur.
Ey akıllar, tedbirler, fikirler kulu kölesi olan bey, mademki böylesin, kendini neden böyle ucuza satıyorsun?
Sana hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır. Bir cevher, neden arazdan ihsan ister ki?
Yazıklar olsun, kitaplardan bilgi arıyorsun ha, helvadan zevk istiyorsun ha!
Bir bilgi denizisin ki bir ıslaklıkta gizlenmiş; bir âlemsin ki üç arşın boyunda bir bedene bürünmüş!

3580. Şarap nedir, güzel ses ve çalgı dinlemek, yahut bir güzelle buluşmak nedir ki sen onlardan bir neşe, bir menfaat ummadasın!
Hiç güneş, bir zerreden borç ister mi, hiç zühre yıldızı, bir küçücük küpten şarap diler mi?
Sen keyfiyeti bilinmez bir cansın keyfiyet âlemine hapsedilmişsin. Sen bir güneşsin, bir ukdeye tutulmuşsun: işte bu, sana yakışmaz, yazık!

Beyin tekrar onlara cevap vermesi

Bey dedi ki: Hayır hayır.. Ben, o şarabın adamıyım. Ben, bu hoşluktan alınan zevke kanaat edemem.
Ben yasemin gibi olmayı, gah şöyle, gah böyle eğilip bükülmeyi isterim.

3585 Bütün korkulardan, bütün ümitlerden kurtulup söğüt gibi her yana eğilmeliyim.
Söğüt dalı gibi sağa sola dönmeli, onun gibi rüzgârda çeşit çeşit oynamalıyım.
Şarabın verdiği neşeye alışan, nerden bu neşeyi beğenecek hey hocam!
Peygamberler, Tanrı neşesine dalmışlardı, onunla yoğrulmuşlardı da onun için bu neşeden vazgeçtiler.
Onların canları, o neşeyi gördüğünden onlara bu neşeler, oyuncak görünmüştü.

35120. Diri olan bir güzelliğe dostluk eden, artık ölüyü nasıl kucaklar?

“Bilseniz ahiret, ebedî hayat yurdudur” âyetinin tefsiri. Yani o âlemin kapısı, duvarı, suyu, testisi, meyvası, ağacı hep diridir. Söz söyler ve söz duyar. Onun için Mustafa aleyhisselâm “Dünya bir leştir, onu istiyenler de köpeklerdir” buyurdu. Ahirette dirilik olmasaydı o da leş olurdu. 
Leşe, ölü olduğundan leş derler, pis kokusundan ve mundarlığından değil

O âlem, zerre zerre diridir. Her zerresi nükteden anlar, söz söyler.
Onlar, ölü olan cihanda oturmaz, dinlemezler. Çünkü ot, ancak hayvanlara lâyıktır.
Kim, gül bahçesinde meclis kurar, yurt tutarsa külhanda şarap içer mi hiç?
Pak ruhun makamı, illiyyin’dir. Pislikte yurt edinense kurttur.

3595. Tanrı mahmuruna tertemiz şarap kadehi sunulur. Bu kör kuşlaraysa şu kara ve tuzlu su.
Kime Ömer’in adaleti, el vermezse onca kanlı kaatil Haccac, âdildir.
Kızlara cansız bebekleri oyuncak diye verirler. Çünkü onlar, diri oyuncaktan bir şey anlamazlar ki.
Küçük erkek çocuklar, erliklerinden bir şey anlamazlar, güçleri kuvvetleri yoktur. Onun için onlara tahta kılıç daha yeğdir.
Kâfirler, peygamberlerin kiliselerde yapılmış olan resimleriyle kanaat ederler.

3600. Fakat o ay parçaları, bizim için apaydın olduğundan resimlerine aldırış bile etmeyiz.
Onların birer sureti, bu âlemdedir ama birer sureti de ay gibi gökyüzündedir.
Bu suretteki ağızları, onlarla düşüp kalkanla konuşur, nükteler söyler. O suretteki ağızları ise Tanrı ile konuşur.
Görünen kulak, bu sözü duyar, beller. Can kulağıysa Kün emrinin sırlarını işitir.
Ten gözü, insanın şeklini görür, beller. Can gözü, Mazagalbasar sırrını görür, hayran olur.

3605. Görünen ayak, mescit safında durur, mâna ayağı, göğün üstünde tavafta bulunur.
İşte her cüz’ü böyle say… bu, vakit içindedir, zamana bağlıdır, oysa ondan da hariçtir.
Zamana bağlı olan, ecele kadar durur, öbürüyse, ebediyete dost, ezele eştir.
Bir adı iki devlet sahibidir, bir sıfatı iki kıble imamı.
Ona ne halvetin lüzumu vardır, ne çilenin. Hiçbir bulut, onu örtemez.

3610. Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir?
Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhran kalmadı. Küfür, iman oldu, küfran kalmadı.
Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçmiştir. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır.
Kendi huylarından çıkmış tek olmuş… canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir.
O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir.

3615. Padişahın sıfatlarından bir elbiseye bürünmüş, kuyudan mevki ve ikbal sayvanının üstüne uçmuştur.
Tortulu bir şey saf oldu mu böyle olur. Tıpkı onun gibi o da tasın dibinden üstüne çıkmıştır.
Tasın dibindeyken tortuluydu, toprak cüzülerı, ona karışmış, o şomluk onu bulandırmıştı.
Hiç de hoş olmayan dost, onun kolunu kanadını bağlamıştı. Fakat o, aslında yüceydi.
“Yeryüzüne inin” sesi gelince onu Harut gibi baş aşağı asakodu.

3620. Harut, gökteki meleklerdendi, bir azar yüzünden öylece asılı kaldı.
Baş aşağı asılı kalmasının sebebi, baştan çıkması, kendisini baş sanması ve yalnızca öne geçmeye kalkışmasıydı.
Sepet, kendisini suyla dolu görünce nazlandı, istiğnaya girişti de sudan çekildi hani.
Fakat ciğerinde bir katrecik suyu bile kalmadı. Bunun üzerine deniz, acıdı da onu tekrar davet etti.
Denizden sebepsiz bir hizmet karşılığı olmaksızın rahmet gelir. Bu, ne kutlu andır.

3625. Tanrı  hakkı için denizin etrafında dönüp dolaşmak, denizde gezenlerin yüzleri, sarı olsa bile aldırış etmemek gerek.
Denizin etrafında dönüp dolaşmak ki Tanrı’nın lûtfu, bağışlaması gelip çatıversin de sararmış yüz, bir mücevher bularak kızarsın.
Yüzün sarı rengi, renklerin en iyisidir. Çünkü o yüze kavuşmayı beklemektedir.
Fakat bir adamın yüzünde parlayıp duran kırmızılık, o adamın canının, bulunduğuna kani olmasındandır.
Halbuki insanı zayıflatan, alçaltan, sarartıp solduran tamahtır. Bu solgunluk ve arıklık, bedene ait illetlerden değildir.

3630. Hastalıksız  bir  sarı  yüz  görse  Calinas’un  bile aklı şaşar.
Fakat tamahı bağladın mı Tanrı nurlarına dalarsın. Mustafa, bunun için “Tamaha düşenin nefsi alçalır” demiştir.
Gölgesiz nur, lâtiftir, yücedir. Kafes kafes vuran nura, bir kalburdan aksetmededir. O kafes şeklindeki gölge, kalburun gölgesidır.
Âşıklar, bedenlerinin çıplak olmasını isterler. Fakat erkekliği olmıyana ha elbise olmuş, ha olmamış!
O ekmek ve sofra, oruçlulara çıkar. At sineğine çorba nedir, tencere ne?

Padişahın   Eyaz’a,   halini   söyle   de   müşküle  düşenlerle seni     kınayanların  müşküllerini hallet. Onları bu müşkülde bırakmak erlik değildir diye bir kere daha emretmesi

3635. Bu söz, hadde hesaba sığmaz… Ey Eyaz, sen şimdi ahvalini söyle.
Senin ahvalin, bir yenilik madeninden meydana gelmede. Sen bu hallere nasıl razı olabilirsin ki?
Hadi, o güzel hallerini anlat da şu beş duyguyla altı cihet ahvalinin başına toprak saç!
iç ahvali, söze gelmiyorsa sana tek ve çift perdesi altında dış halini söyleyeyim:
Bil ki sevgilinin lûtfiyle ölümün acılıkları bile cana şeker kamışından daha hoş gelmede.

3640.  O  tatlı   nebattan  denize  bir  toz  uçsa  denizin tuzluluğu kalmaz, baştanbaşa tatlılaşır.
Ey emniyetli dost, bunun gibi yüz binlerce haller gelir, sonra yine geldiği gibi gayp âlemine gider.
Her günün hali, düne benzer. Ahval, ırmak gibi akar durur, onu bağlıyacak hiçbir şey yoktur.
Her günün neşesi, bir başka çeşittir. Her günün düşüncesinde bir başka eser vardır.

İnsanın bedeni, bir konuk evine, çeşitli düşünceler de ayrı ayrı konuklara benzer. Arif, o neşeli ve gamlı düşüncelere razıdır, âdeta gariplerin hatırını hoş eden Halil Peygambere benzer. Onun kapısı da konuğu ağırlamak için daima kâfire de açıktı, mümine de, emin olana da açıktı, haine de. Bütün konuklara güler yüz gösterirdi.

Delikanlım, bu denen bir konuk evidir. Her sabah, oraya koşa koşa bir yeni konuk gelir.

3645. Sakın bu, benim boynumda kaldı deme. Şimdicik yine uçar, yokluk âlemine gider.
Gayb âleminden gönlüne ne gelirse konuktur, onu hoş tut.

Bir eve konuk geldi.  Ev sahibinin karısı, yağmur başladı,  konuk boynumuzda kaldı dedi.

Birisine ansızın konuk geldi. Ev sahibi, konuğunu gerdanlık gibi boyuna taktı.
Sofra çıkardı, ağırladı. O gece mahallelerinde sünnet düğünü vardı.
Erkek, kadınına gizlice dedi ki: Bu gece iki yatak ser.

3650. Bizim yatağımızı  kapı yanına  yap,  konuğun yatağını  da öbür tarafa.
Kadın, olur iki gözümün nuru, baş üstüne. Hizmetler eder, güler yüz gösteririm, merak etme dedi.
Yatakları yaptı, sünnet düğününe gitti.
Yüce konuk, kadının kocasiyle kaldı. Geceleyin kuru, yaş bir çerez çıkardı.
Yediler, içtiler. O iki temiz adam, gece geç vakte kadar oturup konuştular, gece yarısına dek iyi kötü, başlarından geçenleri anlattılar.

3655. Çerezden, konuşup görüşmeden sonra konuk, uykusuzluktan kalktı, kapı yanındaki yatağa girip yattı.
Adam, utancından ona bir şey diyemedi, canım, senin yatağın bu taraftaki.
Sen yatıp uyuyasın diye yatağı, şuraya serdik diye bir söz söyleyemedi.
Karısiyle kararlaştırdıklarının aksine, konuk için serilen yatağa girdi, öbür yatakta da konuk yatıp uyudu.
O gece şiddetli bir yağmur başladı. Bulutların çokluğu, hayret verecek bir derecedeydi.

3660. Kadın gelince konuk öbür taraftadır, kapı yanında yatan kocamdır diye,
Anadan doğma soyunup yorganın altına girdi, konuğu birkaç kere de istekle öptü.
Dedi ki: Hani bir şeyden korkuyordum ya. Başıma geldi mi geldi, geldi mi geldi.
Yağmur, çamur yüzünden konuk kakıldı kaldı. Beylik sabunu gibi elinden çıkmasına imkân yok.
Bu yağmur çamurda o, nerden gidecek? Başına canına andolsun, adam başımıza kaldı!

3665. Konuk, bu sözleri duyunca hemen sıçrayıp dedi ki: Kadın bırak beni. Ayakkabımı ver benim, çamurdan korkum yok.
Ben gidiyorum, Allah size hayırlar versin. Yolculukta can, bir an bile eğlenmez.
Yolcu, derhal geldiği yere dönmeli. Bir yerde kalıp eğlenmek, yol keser.
Kadın, o soğuk sözü söylediğine pişman oldu. Çünkü o eşsiz mihman ürküp yola düşüyordu.
Kadın, lütfen, hoş gör, ben şaka olsun diye söyledim deyip.

3670. Secdeler etti, bir hayli yalvarıp sızlandı ama fayda etmedi. Konuk, yola düşüp bunları hasret bıraktı.
Bu yüzden adam da yasa battı, kadın da. Çünkü artık o konuğun yüzünü, leğendeki akisten değil, kendi yüzünden görmüşlerdi.
Konuk gitmede, ova, konuğun miriyle cennet gibi aydınlanmadaydı.
Adam, bundan sonra bu işin derdinden utancından evini konuk evi haline soktu.
Fakat kadının gönlünde de, erkeğin gönlünde de o konuğun hayali, her an derdi ki:

3675 Ben, Hızır’ın dostuyum size yüzlerce cömertlik hazinesi saçacaktım, fakat ne yapayım? Kısmetiniz değilmiş!

Her gün, gönüle gelen düşünce o gün, sabah çağı gelen konuğa benzer, ev sahibine hükmeder, huysuzlukta bulunur. Ev sahibi olmanın şanı, konuğu görüp gözetmek, ağırlamak ve nazını çekmektir.

Konuk evine her gün nasıl bir yüce konuk gelirse onun gibi her an da sana bir fikir gelir.
Canım, fikri bir adam say. Çünkü adam, fikirle değerlidir, fikirle diridir.
Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme. O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.
O, hayrın aslından yeni bir sevinç, yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.

3680. Gönül dalındaki sararmış,    kurumuş yaprakları ayırır, daldan yeni ve yeşil yapraklar bitmesine yardım eder.
Bu âlemden öte bir âleme yeni bir zevk gelsin diye eski sevinci, kökünden çeker, çıkarır.
Gam, üstü dallarla yapraklarla örtülü yeni kökü bitirsin diye çürümüş, porsumuş olan eski kökü yerinden söküp çıkarır.
Gam, gönülden neyi döker, yahut koparırsa karşılık olarak mutlaka daha iyisini verir.
Hele derdin, gamın,   yakın ehline kul olduğunu iyice bilene daha fazla lütuf tarda bulunur.

3685. Bulutla şimşek, asık suratlılık, ekşi yüzlülük göstermese asma yaprağı, doğuya benzeyen gülümsemelerini gösterir mi hiç?
Kutluluk, kutsuzluk, gönlüne gelir, konuklar. Bunlar, evden eve giden yıldızlara benzerler.
Senin burcunda konakladı mı onun talihi gibi sen de tatlı bir hale, gel, çevikleş.
Böyle hareket et de o yıldız, aya gitti, ulaştı mı o gönül sultanına senden şükür etsin.
Sabırlı ve her şeye razı olan Eyyub, tam yedi yıl Tanrı konuğunu, belâyı hoş tuttu.

36120. O sert ve yüzü pek âlâ da Tann’ya dönünce ondan yüzlerce çeşit şükürlerde bulundu da,
Dedi ki: Eyyub, ben sevgililerini öldürdüğüm halde sevgisinden bir kere bile yüzünü çevirmedi.
Tanrı bilgisine vefakârlıkta bulundu, utancından belâ ile âdeta sütle bal gibi kaynaştı, karıştı.
Senin de gönlüne yeniden yeniye belâlar geldikçe o belâları güle güle karşıla.
Ey yaradanım, beni o belânın şerrinden sakla bekle. O yüzden gelecek ihsanları bana haram etme, beni o lûtuflara kavuştur.

3695. Rabbim, uğradığım belâlara karşı lütfet de şükredeyim, geçip giderse ona hasret çekmeyeyim de.
O suratı asık derdi koru. O acılığı şeker gibi tatlı say.
Bulutun da görünüşte yüzü asıktır ama gül bahçesini bezer, çalı çırpıyı kırar.
Gamı bulut gibi bil de o asık suratlıya pek surat asmaya kalkışma.
Belki o inci, elindedir, olur ya, Onun için çalış çabala da senden razı olsun.

3700. Hattâ böyle olmasa bile bu huyu âdet edinir, o güzelim huyla huylanır, o huyu artırırsın da,
Başka yerlerde de böyle hareket edersin ve bir gün birdenbire muhtaç olduğun şeye erişiverirsin.
Neşene mâni olan düşünce, Tann’nın emriyle, Tanrı’nın hikmetiyle gelir.
Sen ona felâket deme delikanlım. Belki bir yıldızdır, belki kutluluk kıranındadır.
Sen ona feri deme, asıl tut da onunla daima maksadına eriş,’üstün çık.

3705. Onu fer’i sayar, muzır tutarsan gözün, aslı gözler durur.
Halbuki bekleyiş, çeşnide zehirdir âdeta. Bu gidişle daima ölüm halinde kalırsın.
Onu asıl bil, kucakla da bekleyiş ölümünden kurtul.

Padişahın, Eyaz’a iltifatı

Ey doğru özlü, daima yalvarıp yakarmada olan Eyaz, doğruluğun, denizden de artıktır, dağdan da!
Ne istek zamanı bir hataya düşüyorsun, dağ gibi aklın saman gibi uçuyor..

3710.  Ne öfke ve kin zamanı sabrın gevşeyip karar ve sebatını terk ediyor!
Erlik budur işte. Yoksa adam, sakalla, aletle adam olmaz, öyle olsaydı eşeğin aleti erlerin padişahı olurdu.
Tanrı, Kur’anda kimlere er dedi? Nerde bu beden, oraya varacak?
Babacığım, hayvan ruhunun ne değeri var? Kasapların pazarından geç de gör.
Yüz binlerce baş, gövde üstüne konmuştur. Değerlerini yağdan, kuyruktan kıyas et.

3715. Orospu olur ki aletin dönüp dolaşması yüzünden aklı fareye döner, şehveti aslana.

Bir babanın, kızına “Kendini koru, kocandan gebe  kalma” diye  tembihte bulunması

Zengin bir adam vardı. Bu adamın da zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı.
Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası kızın dengi değildi.
Kavun, karpuz oldu, sulandı mı yarmazsan telef olur gider.
Babası da kızın baştan çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birisine verdi.

3720. Kızına dedi ki: Kendini kocandan koru, sakın gebe kalma.
Ne yapayım? Bu yoksula seni vermek zorunda kaldım. Bu adamı garip say, garipte vefa olmaz.
Ansızın her şeyi bırakır, kaçıp gider. Çocuğu, başına dert olur kalır.
Kız dedi ki: Babacığım, dediğini tutarım, öğüdün pek doğru, kabulüm.
Babası, her iki üç günde bir kere kızına aman ha sakın diye öğüt veriyordu.

3725. Derken kız, birdenbire gebe kalıverdi; ikisi de gençti.
Kız, bunu babasından gizledi. Çocuk, karnında beş, yahut altı aylık oldu.
Artık iyiden iyiye belli oldu. Babası dedi ki: Bu ne? Ben sana ondan kendini koru demedim mi?
Öğütlerim, yelmiydi ki hiç sana tesir etmedi?
Kız, baba dedi, nasıl tahammül edeyim? Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk.

3730. Pamuk, ateşten nasıl çekinebilir? Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz, çekinir?
Babası dedi ki: A kızım, ben sana onun yanına gitme demedim. Yalnız menisinden kendini koru dedim.
Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin.
Kız, peki, beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? Bu, pek gizli bir şey, anlaşılmaz ki dedi.
Babası, gözleri süzüldü mü anla ki beli geliyor deyince,

3735.  Kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba!
Her bayağı akıl, hırs ve öfke zamanı, yerinde durmaz ki!

Nefsiyle savaşmamış, aşk derdi çekmemiş, gölgede yetişmiş, yalnız halkın kendisine secde etmesini, elini öpmesini, hürmetle bakıp “işte zamanede sofi budur” diye parmakla göstermesini dilediğinden sofilik yoluna girmiş biri vardı. Çocukların, sen hastasın diyerek hasta ettikleri muallim gibi bu da kendine gururlanıp vehimle hasta olarak ben cihat eriyim, bu yolda bana pehlivan diyorlar. Büyük savaşta eşim yoktur, küçük savaş bence nedir ki! Gazilerle savaşa gidip zahiren de hünerler göstermeliyim dedi ve savaşa gitti, ve savaşta yüreksizlik ve gevşeklik gösterdi. Âdeta aslanın hayalini görmüş, erlikler göstermiş, bu erliklerle sarhoş olup ormana aslan avlamaya gitmişti. Halbuki aslan hal diliyle ona diyordu ki: “Öyle değil.. Yakında bilir anlar., sonra yine yakında bilir, anlarsınız.”

Bir sofi, askerle savaşa gitti. Ansızın savaş başladı.
Sofi, ağırlıklarla çadırda kalan    zayıflarla beraber kaldı. Erler, ta savaş yerine kadar at sürdüler.
Ağır kişiler, toprak gibi yerlerinde kala kaldılar, îleri gidenlerin ileri gidenleriyse yürüyüp ilerlediler.

3740. Savaşlar edip üstün gelerek birçok ganimetlerle geri döndüler.
Sen de al diye sofiye de armağan sundular. O, o armağanı attı, hiçbir şey almadı.
Neden kızgınsın? dediler. Savaştan mahrum kaldım dedi.
Sofi, savaş safında hançer çekip savaşmadığı için bu iltifattan memnun olmadı.
Bunun üzerine esir getirdik dediler, birini al, öldür.

3745. Başını kes de gazi ol. Sofi, buna biraz sevindi, yüreklendi.
Suyla alınan aptestin yüzlerce aydınlığı, nuru, feri vardır ama su olmazsa teyemmüm edilir.
Sofi, bağlı esiri alıp gaza etmek üzere çadırın arkasına götürdü.
Oraya tutsakla gitti ama biraz gecikti. Neden o yoksul bu kadar gecikti diye meraka düştüler.
iki eli bağlı tutsak. Onu öldürüvermeliydi. Öldürmede neden bu kadar gecikti, sebebi ne? dediler.

3750 Birisi, işi anlamak üzere ardından gitti. Bir de ne görsün? Kâfir, sofinin üstüne çıkmamış mı?
Erkek, dişinin üstüne biner gibi o tutsak da yoksulun üstüne aslan gibi binmiş.
Elleri bağlı olduğu halde hiddetle sofinin boynunu ısırmada.
Dişleriyle boğazını dişlemede. Sofi, kâfirin altına düşmüş, aklı başından gitmiş.
Eli bağlı kâfir, bir kedi gibi, elinde mızrak olmadığı halde onu berbadetmiş,

3755. Dişleriyle onu yarı öldürmüş. Boynundan akan kanla sakalı kıpkırmızı kesilmiş.
Sen de eli bağlı olan nefsinin elinde tıpkı o sofi gibi alta düşmüş, kendinden geçmişsin.
Yoldaki bir tepecikten âciz kalmışsın. Halbuki önünde yüz binlerce dağ var.
Bu kadarcık bir tepeden korkup ölüye döndün, önünde aşılacak dağ gibi beller var, nasıl gideceksin?
Gaziler, hiddete gelip derhal acımadan o kâfiri kılıçlayıp öldürdüler.

3760. Kendine gelsin diye de sofinin yüzüne sular saçtılar, gül sulan serptiler.
Sofi, kendine gelip onları görünce ne oldu yahu? diye sordular.
Ey aziz, Tanrı hakkı için bu ne hal? Neden böyle bu derece kendinden geçtin?
Yarı ölmüş, elleri bağlı bir tutsaktan neden böyle korktun, aklın başından gitti, bu hale düştün?
Sofi dedi ki: Başını keseceğim sırada o açgözlü, bana öyle bir hışımla baktı ki..

3765. Gözünü açtı, dolandırdı da öyle bir bakış baktı bana ki aklım başımdan gitti.
Gözünü dolandırması, bana âdeta bir ordu göründü. O nasıl korkuydu? Anlatamam!
Hikâyeyi kısa keselim, işte o bakıştan korktum. Kendimden geçip yere yıkıldım.

“Eli bağlı bir kâfirin göz süzmesinden kendinden geçiyorsun, elinden hançer düşüyor. Sende bu yürek, bu öt varken sakın sakın, savaşa gelip de rüsvay olma, sen tekkenin mutfağını gözle”  diye  gazilerin  öğüt  vermeleri

Gaziler dediler ki: Sende bu yürek varken sakın savaşa girişmeye yeltenme.
Eli bağlı bir kâfirin göz süzmesiyle gemin kırıldı, gark oldun.

3770. Erkek aslanlar, saldırdılar mı kılıçlariyle başlar top gibi yerlere yuvarlanır.
Erlerin savaşına âşinâ değilsin, böyle bir zamanda kan denizinde nasıl yüzebilirsin sen?
Boyunlara inen kılıçların tak tak diye çıkardığı ses, (bir mahalle öteden duyulan) çamaşır dövenlerin tak takını hiçe sayar.
Nice başsız bedenler, yerlerde çırpınır.. Nice bedensiz başlar, kan denizinde habbelere döner.
İnsanları yok eden yüzlerce er, savaşta atların ayakları altında yok olur gider.

3775. Sen, bir fareden ürküp uçan bu akılla o savaş safına karışıp nasıl kılıç çekeceksin?
Savaş bu, bulgur aşı değil ki yenlerini sıvayıp girişesin.
Bulgur aşını kaşıklamaya benzemez, gel de burada kılıcı gör. Bu safta demirden yaratılmış bir Hamza lâzım.
Savaş, öyle hayal gibi bir hayalden ürküp kaçan her yüreksizin işi değil.
Savaş, Türklerin işidir, nazenin kadınların değil. Nazlı nazenin kadınların yeri evdir, eve git sen de!

Tanrı rahmet etsin, Ayyazi’nin, şehit olma ümidiyle yetmiş kere göğsü açık savaşa girmesi, nihayet küçük savaşta şehit olmadan ümidini kesip büyük savaşa yüz tutması ve halvete girmesi. Bu sırada gazilerin davulunu duyup nefsinin, zincirini sürüyerek savaşa gitmeyi istemesi ve onun bu istek yüzünden nefsini töhmet altına alması

3780. Ayyazi dedi ki: Tam doksan kere belki yaralanırım diye,
Çırılçıplak savaşa girdim, okların önüne gittim, belki birisi gelir saplanır dedim.
Fakat boğaza, yahut can alacak bir yere ok isabeti, devlet sahibi bir şehitten başkasına nasip olmuyor.
Vücudumda yaralanmadık bir tek yer yok. Bedenim, oktan kalbur gibi delik deşik oldu.
Fakat bu ne yiğitlik, ne de zekâ işi. Baht işi bu, Bir türlü can alacak bir yerime ok isabet etmedi.

3785. Şehitliğin kısmet olmadığını    anlayınca halvete  gittim, çileye girdim.
Kendimi büyük savaşa attım, riyazata, zayıflamaya koyuldum.
Halvetteyken kulağıma gazilerin savaşa giderken çaldıkları davul sesleri geldi.
Sabah çağıydı, can kulağımla duydum, nefsim, içimden seslendi.
Kalk, savaş zamanı geldi, yürü. Kendini savaşa at.

37120 Dedim ki: Ey vefasız habis nefis, savaşa meyletme nerde, sen nerdesin?
Ey nefis, doğru söyle, bu hilebazlık, nedir? Yoksa şehvete düşkün nefis, ibadete yanaşmaz bile.
Doğru söylemezsen üstüne saldırır, seni riyazatla  adamakıllı sıkar, sıkıştırırım.
O anda nefsim, içimden seslendi, dilsiz, ağızsız, fasih bir surette söz söylemekteydi:
Beni her gün burada öldürüp duruyorsun. Canıma, kâfirlere yapılan eziyetleri yapıyorsun.

3795. Kimsenin halimden haberi yok.. Sen, beni uykusuz, yemeksiz öldürüp durmadasın.
Bari savaşta bir yarayla şu bedenden kurtulurum da halk da erliğimi, fedakârlığımı görür.
Dedim ki: A nefisceğiz, hem münafık olarak yaşamadasın, hem münafıkça ölmedesin, nesin sen?
İki âlemde de mürai imişsin, iki âlemde de hiçbir şeye yaramazmışsın meğer.
Bu beden sağ oldukça halvetten çıkmamayı nezrettim.

3800.  Çünkü bu beden, halvette ne yaparsa kadına, erkeğe görünmek için yapmaz.
Halvetteki hareketi de ancak Tanrı içindir, huzuru ve sükûnu da. Orada niyetinde başka bir şey bulunamaz.
Bu büyük savaştır, o küçük savaş. Her ikisi de Haydar’la Rüstem’in harcıdır.
Öyle bir farenin kıpırdamasiyle uçup gidecek akıl sahibinin harcı değil!
O çeşit adama kanlar gibi savaştan, kılıçtan uzak durmak gerek.

3805. O da sofi, bu da. Yazık o sofiye! O, bir iğneyle ölmede, bu kılıçlara karşı durmada.
Sureti sofidir ama canı yok. Bu çeşit sofiler öbür sofilerin de adını kötüye çıkarır.
Toprakla karılmış olan şu bedenin kapısına, duvarına Tanrı, gayretiyle yüzlerce sofi resmi yaptı.
Büyüden o suretler oynasınlar da Musa’nın asâsı gizlensin dedi.
Sopanın doğruluğu, suretleri yer, siler süpürür. Fakat Firavun’a mensup olan göz, tozla toprakla doludur.

3810. Öbür sofi, harb safına, yaralanmak için yirmi kere girer.
Savaş zamanı müslümanlarla beraber kâfire saldırır, bir kere bile geri dönmez.
Yaralanır, yarasını bağlar, tekrar saldırır, savaşır.
Beden, bir yarayla ölmez diye   savaşta yirmi kere yaralanır.
Bir yarayla can vermeye açıklanır; doğruluğu elinden canının kolayca kurtulacağından üzülür!

Bir savaş eri, her gün gümüş parayla dolu torbasından bir kuruş çıkarır, hendeğe atardı. Nefsinden bir vesvese, bir hırs ve istek koptu. Mademki bu paraları hendeğe atıyorsun, bari birden at da şu eziyetten kurtulayım. Tamamiyle ümit kesiş de iki rahatlıktan biridir dedi. O er, nefsine, sana bu rahatlığı da vermeyeceğim dedi.

3815. Birisinin elinde kırk kuruşu vardı.   Her gece birini denize atardı.
Bu suretle de nefsine iyice eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak isterdi.
Müslümanlarla savaşa gider, onlar düşmandan yüz döndürseler bile o geri dönmezdi.
Bir kere daha yaralanır, onu da bağlardı. Belki yirmi kere bedeninde mızrak ve ok kırılırdı.
Bu suretle savaşa savaşa nihayet kuvveti bitti, yere düştü. Aşkının doğruluğuyla doğruluk makamına ulaştı.

3820. Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur’an’dan “Erler vardır ki Tanrıyla ettikleri ahdi bozmadılar, ahıtlarına doğrulukla sarıldılar” âyetini okuyun!
Mademki bu beden, ruha bir alettir, şu halde bu hakiki ölüm değildir.
Nice ham kişiler vardır ki görünüşte kanlarını döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa kaçtı.
Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı. Bindiği at kanlar saçtı ama nefis diri.
At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham, kötü, perişan bir halde kala kaldı.

3825. Her kan döken şehit olsaydı öldürülen kâfir de kutlu bir şehit sayılırdı.
Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler.
Yol kesen ruh olmuştur, onun kılıcı olan beden bakidir ve o savaş arayan erin elindedir.
Kılıcı, o kılıçtır, fakat, o adam değil. Fakat bu görünüş, seni şaşırtır.
Nefis, değişti mi bu beden kılıcı, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrı’nın elindedir.

3830. O öyle bir erdir ki gıdasız, tamamiyle dert. öbür erlik ise toz gibi ortası delik bir şeydir!

Bîr adamın, Mısır halifesine kâğıda yapılmış bir cariye resmîni göstermesi, halifenin o resme âşık olarak Musul emîrinin cariyesi olan o kızı alıp getirmek üzere bir beyi Musul’a göndermesi, savaşta bu yüzden birçok adamın ölmesi, birçok yerin yıkılıp gitmesi

Bir kovucu, Mısır halifesine, Musul padişahının: huri gibi bir cariyesi olduğunu söyleyip dedi ki:
Onun bir cariyesi var ki âlemde onun gibi güzel yok.
Güzelliğinin haddi yok, söze sığmaz, anlatılmaz ki. işte resmi, şu kâğıtta, bir bak!
O ulu halife, kâğıttaki resmi görünce hayran oldu, elindeki kadeh düştü.

3835. Derhal Musul’a büyük bir orduyla bir er gönderdi.
Eğer o ay parçasını sana teslim etmezse orasını tamamiyle yak yık.
Verirse bir şey yapma, bırak, yalnız o ay parçasını getir de yeryüzündeyken ayı kucaklayayım dedi.
Er, binlerce Rüstem’le, davul ve bayraklarla yola düştü, Musul’a yollandı.
Sayısız asker, şehri mahvetmek üzere tarlama çevresine üşüşen çekirgeler gibi oraya üşüştüler.

3840. Savaş için her yana Kafdağı gibi mancınıklar kurdurdu.
Oklar yağmur gibi yağmada, mancınıklarla atılan taşlar gök gürler gibi gürlemeye, kılıçlar şimşek gibi çakmaya başlamıştı.
Savaş, tam bir hafta sürdü, kanlar döküldü. Taştan yapılma kale mum gibi eridi, yerle yeksan oldu.
Musul padişahı, bu korkunç savaşı görünce içeriden bir elçi göndererek,
Müslümanların kanını dökmekten maksadın ne? Bu şiddetli savaşta ölüp gidiyorlar. Meramın nedir?

3845. Maksadın, Musul şehrini almaksa böyle kan dökmeden de olur bu iş.
Ben şehirden çıkayım gel, sen gir. Tek mazlumların kanı, seni tutmasın.
Yok, muradın mal, altın ve mücevherse bunu, bu şehirden almak, zaten kolay bir şey dedi.

Müslümanların kanları daha fazla    dökülmesin diye Musul padişahının, o cariyeyi halifeye bağışlaması

Elçi, o erin huzuruna gelince er, cariyenin resmîni verdi.
Bu kâğıda bak dedi, bunu istiyorum. Derhal teslim etsin, yoksa ben üstünüm.

3850. Elçi gelip maksadı söyleyince o erkek padişah dedi ki: Bu suret eksik olsun, tez götür.
Ben, iman ahdında puta tapanlardan değilim. Putun, puta tapanda olması daha doğru.
Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal âşık oldu.
Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf’un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder.
Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.

3855. Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi?
Ruh, nasıl olur da o nefese feda olurdu da onun esintisinden Meryem gebe kalırdı?
Her biri, yerlerinde buz gibi dona kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki?
O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar.
Onların bu koşmaları, “Tanrı’yı teşbih” tir. Can için bedeni temizlemededirler.

3860. O yiğit er de kuyuyu yol sanmış, çorak yerden hoşlanmış, oraya tohum ekmeye kalkışmıştı.
O yatıp uyuyan, rüyada bir hayal görür, onunla buluşur, düşü azar.
Uyanıp kendine gelince görür ki o oyunbazlık, uyanıkken olmamış.
Vah der, beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli hayalin işvesine kapıldım.
O yiğit er de beden yiğidiydi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir kuma saçtı gitti.

3865. Aşk bineği, yüzlerce gemi atmış, ölümden bile korkmam diye nara atmaktaydı.
Aşk ve sevdada Halifeden pervam bile yok. Varlığımla ölümüm birdir bence diyordu.
Fakat böyle ateşli ateşli ekmeye kalkışma. Bir iş eriyle danış.
Fakat meşveret nerde, akıl nerde? Hırs seli, adama yıkık yerleri kazdırır, tırnaklarını uzatır.
Bir güzele âşık olanın önünde de sed vardır, ardında da. öyle adam, artık önünü, ardını az görür.

3870. Kara sel, cana Kasdetmeye geldi mi bir tilki, aslanı kuyuya düşürür.
Dağ gibi aslanlar, kuyuda olmıyan bir hayali görürler de kendilerini kaldırıp atarlar.
Hiç kimseyi kadınlarla mahrem tutma. Çünkü erkekle kadın, ateşle pamuğa benzer.
Tanrı suyu ile yunmuş bir ateş gerek ki bulûğa erme sırasında bile Yusuf gibi kötülükten çekinsin.
Selvi boylu lâtif Zeliha’dan aslanlar gibi kendisini çeksin.

3875. O yiğit er de Musul’dan döndü, yola düştü. Yolda bir ormana, bir yeşilliğe geldi.
Aşk ateşi, öyle bir parlamıştı ki yerle göğü fark etmiyordu.
Çadır içinde o ay parçasına kasdetti. Akıl nerde, Halifeden korkma nerde?
Şehvet, bu ovada davul dövdü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turpoğlu turp:
Yüzlerce halife, o anda o erin ateşli gözüne bir sinekten aşağı görünür.

3880. O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu.
Aleti, dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kıyamettir koptu.
Er sıçradı, götü başı açık bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı.
Birde ne görsün, ormandan kara bir erkek aslan, kendisini ordunun içine kapmış koyvermiş.
Atlar, ürküp köpürmüşler, her çadır ve ahır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş.

3885. Erkek aslan, ormanın gizli bir yerinden fırlamış, havaya deniz dalgası gibi tam yirmi arşın sıçramıştı.
Er, pek yiğitti, aldırış bile etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi aslanın önünü kesti.
Kılıçla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüzlü dilberin bulunduğu çadıra koştu.
O hurinin yanına gelince aleti hâlâ dimdikti.
öyle bir aslanla savaştı da erliği, yine sönmedi, hâlâ ayaktaydı.

38120. O tatlı ve ay yüzlü güzel, onun erliğine şaşıp kaldı.
istekle ona kendisini teslim etti. O anda o iki can, birleştiler..
Bu iki canın birbirleriyle birleşmesi yüzünden gayıptan bir başka can gelir erişir.
Kadının rahminde meniyi kabule mâni bir şey yoksa bu can, doğuş yoliyle gelir, yüz gösterir.
Her nerde iki adam, sevgiyle, yahut kinle birleşseler, bir üçüncü can, mutlaka doğar.

3895. Fakat o suretler, gayp âleminde doğarlar. Oraya varınca onları gözünle de görürsün.
O sonuçlar, senin birleşmelerinden doğdu. Kendine gel de her eşe hemen sevinme.
Vaktini bekle. O zürriyetlerin sana ulaşacağından emin ol.
Onlar, amelden ve sebeplerden doğmuşlardır. Her birinin sözü vardır, mekânı vardır.
O güzelim perdelerden sesleri erişir: Ey bizden gafil olan, hadi, çabuk yücel!

31200. Kadının canı da kıyamet gününü bekler, erkeğin canı da. Bu âlemde emeklemen nedir ki? Daha çabuk adım at.
O er, o yalancı sabah yüzünden yolunu kaybetti de sinek gibi ayran kabına. düştü işte.

Başkomutanın, yaptığı cinayetten pişman olarak o halayıkcağıza, bu işi Halifeye söylememesi için ant vermesi

Birkaç gün murat alıp murat verdiler. Fakat sonra o büyük suçtan pişman oldu.
Ey güneş yüzlü, bu işe dair Halifeye bir şey söyleme diye cariyeye yemin verdi.
Halife cariyeyi görünce sarhoş oldu, onun tası da damdan düştü.

31205. Onu, övdüklerinin yüz misli güzel buldu. Hiç görme, işitmeye benzer mi?
Övme, akıl kulağı için bir tasvirdir. Fakat suret, bil ki gözün harcıdır, kulağın değil.
Birisi, bilir bir adama sordu: A sözü güzel er, hak nedir, bâtıl ne?
O er, adamın kulağını tutup bu bâtıldır dedi, gözse haktır onun her şeye yakîni vardır.
O, yani   duymak, buna   nispetle   bâtıldır. emin kişi, sözlerin çoğu da nispetten ibarettir.

3910. Yarasa güneşten gizlenir, perde ardına girerse güneşin hayalinden gizlenmiş değildir.
Korku, ona bir hayal verir. İşte o hayal, onu karanlığa çeker.
Nur hayali, onu korkutur da karanlık gecelere sarılmasına sebep olur.
Sen, düşmanın hayali ve tasavvuru yüzünden sevgiliye ve dosta sarılmışsındır.
Ey Musa sana keşfedilen tecelli nurları, dağa vurdu. Fakat o hayaller kuran dağ, senin hakikatinin ziyasına tahammül edemedi.

3915. Kendine gel de hayaline kabiliyetim var diye gururlanma, bu yoldan hakikate ulaşacağını umma.
Savaş hayalinden kimse korkmaz. Savaştan önce yiğitlik yoktur; bunu bil, kâfi.
Puşt da, savaş hayaline kapılır, aklından Rüstemler gibi yiğitlikler geçirir.
Hamam duvarına yapılan Rüstem resmine her ham kişi saldırabilir.
Fakat duymadan meydana gelen bu hayal, göz önüne geldi mi puşt kim oluyor? Rüstem bile âciz kalır.

3920. Çalış da o duyduğun şeyi gör.   Bâtıl olan hak olsun.
Ondan sonra kulağın, göz tabiatını kazanır. Bir yün yumağı gibi olan kulakların, göz kesilir.
Hattâ bütün bedenin aynaya döner. Her tarafın göz ve gönül haline gelir.
Kulak, bir hayal meydana getirir, o hayal de O güzelliğin vuslatına miyancıdır.
Çalış, bu hayal çoğalsın da miyancı olan bu hayal, Mecnun’a kılavuzluk etsin.

3925. O ahmak Halife de bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte.
Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü.
Ebedî kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil!
Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki?
Bil ki bu âlemde de bir emniyet bucağı vardır. Yalnız münafıkın sözünü az duy, çünkü o söz, zaten söz değildir.

Ahîreti inkâr edenlerin delilleri ve biz bu âlemden başka  âlem  görmüyoruz sözünden ibaret olan o delillerin zayıflığı

3930. Ahireti inkâr edenin delili, her an ancak şudur: Eğer başka bir âlem olsaydı onu görürdük.
Bir çocuk, aklın eserlerini görmüyor diye akıllı adam, akla ait şeyleri nakletmez mi ki?
Akıllı bir adam da aşk ahvalini görmezse aşkın kutlu ayı eksilmez ya!
Yusuf’un güzelliğini kardeşlerinin gözleri görmedi. Fakat Yakub’un gözünden gizli kalmadı ki.
Musa’nın gözü, asayı bir sopadan ibaret gördü ama gayb gözü de onu bir yılan, bir kıyamet gördü.

3935. Baş göziyle can gözü savaştaydı, can gözü, üstün geldi, delil gösterdi
Musa’nın gözü, elini el gördü ama can gözüne karşı o elden bit nurdur parladı.
Bu söz, kemal bakımından sonsuzdur. Hakikatten haberi olmıyan mahrumlara hayal görünür.
Çünkü onca hakikat, ferçten ve boğazdan ibarettir. Onun yanında sevgilinin sırlarını az söyle.
Bizce fere, ve boğaz hayaldir.    Bunun   için de can, her an cemalini bize gösterir.

3940. Kim ferç ve boğazına düşmüş, bu düşkünlüğünü kendisine âdet ve huy edinmişse ona denecek söz, ancak “Sizin dininiz sizin, benimki benim” sözünden ibarettir.
Böyle bir inkâra karşı sözü kısa kes. Ey Ahmet, eski kâfirle az konuş!

Halifenin, buluşmak üzere o güzelin yanına gelmesi

Halife buluşmayı diledi, bu maksatla o cariyenin yanına gitti.
Onu andı, aletini kaldırdı. O cana canlar katan, o sevgisini gittikçe artıran güzelle buluşmaya niyetlendi.
Kadının ayakları arasına oturdu. Oturdu ama takdir, zevkinin yolunu bağladı.

3945. Farenin catırdısı kulağına değdi. Aleti indi, uyudu, şehveti tamamiyle kaçtı.
Bu ıslık, yılan ıslığı olmasın, çünkü hasır kuvvetle oynamakta dedi.

Cariyeciğin,  Halifenin şehvetinin  zayıflığını  görüp o beyin kuvvetini hatırına getirerek gülmeye  başlaması   ve   Halifenin   bu   gülüşten  bir  şey anlaması

Cariye, Halifenin gevşekliğini görünce kahkahalarla gülmtğe başladı.
O erin, aslanı öldürüp geldiği halde hâlâ aletinin inmediğini hatırladı.
Kahkahası arttıkça arttı, uzadıkça uzadı. Kendini tutmaya çalışıyordu ama bir türlü dudaklarını kapatamıyordu ki.

3950. Esrara   alışık   olanlar   gibi   boyuna   gülüyordu. Kahkaha, kârına da üstün gelmişti, ziyanına da.
Ne düşündü, aklına ne getirdiyse fayda vermedi; aklına getirdiği şeyler de gülmesini artırıyordu. Sanki bir selin bendi, birden yıkılmıştı.
Ağlayış, gülüş gönlün gamı, neşesi.. BU ki her birinin ayn bir madeni vardır.
Her birinin bir ayn mahzeni vardır ve o mahzenin anahtarı, kapalı kapılan açan Tanrı’nın elindedir.
Bir türlü gülmesi dinmiyordu. Nihayet Halife alındı, huysuzlandı.

3955. Hemencecik kılıcını kınından sıyırdı. Habis dedi, neden gülüyorsun? Söyle.
Bu gülüşten gönlüme bir şüphe düştü. Hileye kalkışma, doğru söyle.
Yalanla beni kandırmaya kalkışırsan, yahut boş bir bahane icat edersen,
Ben bunu anlarım, gönlümde bunu anlıyan bir nur vardır. Doğruyu söylemek gerek vesselam.’
Bil ki padişahların gönüllerinde ulu bir ay vardır. Bazı bazı gaflet yüzünden bulut altına girer ama ehemmiyeti yok.

3960. Gönülde gezip dolaşma zamanı bir ışık vardır ki hiddet ve hırs vaktinde liğen altında gizlenir.
O anlayış, şimdi benim dostumdur. Söylenecek sözü söylemezsen,
Bu kılıçla boynunu vururum. Bahanen hiç fayda vermez.
Doğru söylersen seni azad ederim. Tanrı hakkı için neşeni kırmam.
Yedi mushafı birbiri üstüne koyup sözünü tutacağına yemin etti.

Cariyeceğizin kılıç korkusiyle o sırrı  Halifeye açması, Halifenin doğru söyle, bu gülüşün sırrını bildir, yoksa seni öldürürüm demesi

3965. Cariye âciz kalınca ahvali anlattı. O yüz Zâl’e bedel olan Rüstem’in erliğini söyledi.
Yoldaki gerdeği, o sırada vukua gelen halleri bîr bir nakletti.
Erin kılıcını çekip gidişini, aslanı öldürdükten sonra gelişini, aletinin hâlâ gergedan boynuzu gibi ayakta olduğunu söyledi.
Ondan sonra namuslu Halifenin gevşekliğini ve farenin bir çıtırtısından aletinin söndüğünü görünce dayanamayıp güldüğünü bildirdi.
Tanrı sırları meydana çıkarır. Mademki sonunda bitecek, kötü tohum ekme.

3970. Su, bulut, ateş ve bu güneş, sırlan toprağın altından çıkarır.
Yaprakların dökülmesinden  sonra gelen bahar, kıyametin varlığına bir delildir. :
Bahar, o sırları meydana kor, şu yeryüzü ne yediyse rüsvay olur;
Yedikleri, ağzından, dudaklarından biter, çıkar. içindeki neyse meydana gelir.
Her ağacın kökündeki sır ve   o ağacın yemişi tamamiyle üstünde görünür.

3975. Gönlünü inciten her gam, içtiğin şarabın tesiriyledir.
Fakat nerden bileceksin o mahmurluk, o baş ağrısı, hangi şaraptan meydana geldi?
Bu baş ağrısının, o tanenin meyvasından olduğunu aklı, fikri olan anlar.
Dalla meyva, tohuma benzemez. Meni, hiç insanın bedenine benzer mi?
Heyula, esere benzemezken tohum, hiç ağaca benzer mi?

3980. Meni, ekmekten meydana gelir, fakat ekmek gibi midir? insan, meniden olur, fakat hiç meni gibi midir?
Cin, ateşten yaratılmıştır, fakat nerden ateşe benzer? Bulut buhardandır, fakat buhar gibi değildir ki.
İsa, Cebrail’in üfürmesinden vücut buldu. Fakat suret bakımından onun gibi midir, yahut ona benzer mi?
Âdem, topraktan yaratılmıstır, toprağa benzemez. Hiçbir üzüm, üzüm çotuğu gibi değildir.
Hırsız, darağacının ayağı gibi midir? İbadet, ebedî cennete benzer mi?

3985. Hiçbir asıl esere benzemez. Şu halde zahmetin ve baş ağrısını aslını bilemezsin.
Fakat bu mücazat, mükâfat, bir aslı olmadan vücuda gelmez. Tanrı, hiçbir suçsuz kulunu incitmez.
Asıl neyse, o şeyi çeken odur. Ona benzemez ama ondandır.
Şu halde bil ki çektiğin zahmet, yaptığın suçun sonucudur. Sana inen bu tokat bir şehvetten ötürüdür.
İbret almaz, o suçu bilmezsen bile hiç olmazsa derhal ağlayıp sızlamaya koyul, yarlıganma dile.

39120. Secde et, yüzlerce defa  Yarabbi de, bu gam, yaptığım suçun karşılığıdır ancak!
Ey rabbim, sen zulümden, sitemden temizsin. Nasıl olur da suçsuz olarak insana bir dert, bir gam verirsin?
Ben suçu belli beyan bilmiyorum, fakat bu derde sebep de mutlaka bir suçtur.
Sebebi örttüğün gibi o suçu da ört.
Çünkü ceza, benim suçumu ortaya koymaktır. Ceza sebebiyle hırsızlığım meydana çıkar.

Padişahın, işi anlayınca o hıyaneti örtüp affetmeyi ve kendisinin, Musul padişahına zulmettiği için “Kim kötülük ederse kendine eder” ve  “Şüphe yok, rabbin gözetleme yerindedir, seni görür” âyetleri mucibince bu kötülüğe uğradığını anlayıp intikam almaya kalkışırsa, bu zulüm ve tamahın cezasını çektiği gibi o intikamın cezasına da uğrayacağını kestirerek cariyeyi o beye vermeyi kurması

3995. Padişah,  kendi  kendisine  suçunu,   kabahatini, kızı ele geçirmek için ettiği ısrarı anıp tövbe etti, Tanrı’dan yarlıganmak diledi.
Dedi ki: Başkalarına yaptığım şeyler, ceza haline geldi, bana gelip çattı.
Mevkiime güvenip başkalarının eşine kasdettim. Bu kasıt, bana döndü, kuyuya düştüm.
Başkasının kapısını dövdüm, o da tuttu, benim kapımı dövdü.
Kim, başkalarının karısına kötülük ederse bil ki kendi karısına pezevenklik eder.

4000. Çünkü bir kötülüğün cezası, tıpkı onun gibi olan bir kötülüğe uğramaktır. Suçun cezası, o suçun misli olur.
Sen, başkasının karısını, bir sebeple kendine çektin mi aynen sen de onun gibi, hattâ ondan da üstün bir deyyussun.
Ben, Musul padişahının cariyesini zorla aldım, benden de onu derhal aldılar.
Emniyet ettiğim bir adam olan lalam, hain çıktı, bana hıyanette bulundu.
Kin gütme, öç alma zamanı değil. Ben kendi elimle bir ham iştir, yaptım.

4005. O beye de kin güdersem yapacağım zulüm, yine başıma gelir.
Şu ceza, bir kere başıma geldi ya, bunu sınadım, artık sınanmışı tekrar sınamam.
Musul padişahının derdi, boynumu kırdı âdeta. Artık başkasını incitmem.
Tanrı, bize mükâfatı anlattı. “Döner, kötülüğe gelirseniz biz de cezanızı veririz” dedi.
Burada ileri gitmek, faydasızdır. Sabırdan, merhametten başka iyi bir iş yok.

4010. Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti büyük Tanrı, bize acı!
Ben onu affettim, sen de yeni suçumu da affet, eski suçlarımı da.
Sonra cariyeye sakın dedi, bu senden duyduğum sözü kimseye söyleme.
Seni,   beyinle  evlendireceğim.  Tanrı   hakkı için sakın bu hikâyeyi bir daha anma.
Anma da o, benden utanmasın.   Çünkü o, bir kötülükte bulundu ama yüz binlerce de iyilik etti.

4015. Ben, onu defalarca sınadım, ona, senden de güzel kadınları emniyet ettim.
Hiç dokunmadı. Bu olan şey, benim yaptığımın cezası.
Bundan sonra o beyi huzuruna çağırdı. Âlemi: kahretmeyi düşünen hışmını yendi.
Ona kabul edilecek bir bahane buldu. Dedi ki: Ben bu cariyeden soğudum.
Sebebi de şu: Çocuğumun anası, bu cariyeyi kıskanmada, âdeta bir tencere gibi kaynayıp durmada, yüzlerce sıkıntılara uğradı.

4020. Oğlumun anasıdır, onun nice hakları vardır. Böylece cevir ve cefalara lâyık değildir o.
Kıskançlığa başladı, kanlar yutmada. Bu cariye yüzünden pek şiddetli acılara düştü.
Hâsılı bu cariyeyi birine vereceğim. Buna karar verdikten sonra azizim efendim, senden daha iyisini bulacak değilim ya.
Sen onun için canınla oynadın. Artık onu senden başkasına vermek doğru değil.
Onu, o beye nikahlayıp verdi, öfkesini, hırsını kırdı geçirdi.

“Onların  rızıklarını  biz  taksîm  ettik”  hükmünce Tanrı, birisine eşeklerin şehvet  ve kuvvetini verir,  birine peygamberlerle meleklerin kuvvetini. Baştan  hava  ve hevesi  atmak  ululuktur. Hava ve hevesi terketmek, Peygamber’e mahsus bir kuvvettir.
Şehvete mensup olmıyan tohumlar,
Kıyametten baska bir şey koparmaz.

4025. Onda erkek eşeklerin gücü, kuvveti yoktu. Fakat peygamberlerin erliği vardı.
Hışmı, şehveti, hırsı terk etmek, erliktir. Bu, peygamberlik damarıdır.
Söyle, damarında eşek erliği olmasın da Tanrı onu daima Ulu beylerbeyi diye çağırsın.
Tanrı’dan uzak merdut bir diri olmaktansa Tanrı’nın görüp gözettiği bir ölü olmam daha yeğ.
Şu erliğin içi, sırrıdır, öbürü deriden ibaret. O, adamı cennete götürür, bu cehenneme!

4030. Cennetin, hoşa gitmeyen şeylerle çevrildiği, kaplandığı söylenmiş, cehennemin hava ve hevesten meydana geldiği haber verilmiştir.
Ey Eyaz, ey Şeytan’ı öldüren erkek aslan, eşek erliğini azalt, akıl erliğini çoğalt.
Bu kadar yüzlerce âlemin anlayamadığı şey, sence bir çocuk oyuncağı oldu. İşte sana er!
Ey benim emrimin lezzetini bulan, ey emrime vefakârlıkta bulunmak üzere canlar veren!
Emre, emrin lezzetine dair mânevi hikâyeyi dinle şimdi!

Padişahın, divanda bulunanlara bir mücevher gösterip “Bu ne değerde,” diye vezire vermesi, vezirin, mücevherin değerinde ileri gitmesi, padişahın “Kır bu mücevheri” diye emir vermesi üzerine, ben bunu nasıl kırayım, falan filân diye özür getirmesi

4035. Padişah, bir gün divana gitti. Bütün memleket büyüklerini divanda toplanmış buldu.
O nurlu padişah, bir mücevher çıkarıp vezirin eline vererek.
Dedi ki: Bu, nasıl bir mücevher, değeri nedir? Vezir, yüz eşek yükü altın değerinde bir mücevher dedi.
Padişah, kır bu mücevheri deyince dedi ki: Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin, malının iyiliğini dileyen bir kişiyim ben.
Değer biçilmez böyle bir mücevherin zayi olmasını nasıl reva görebilirim?

4040. Padişah vezirin sözünü takdir etti, ona bir elbise ihsan etti. O cömert ve er padişah, inciyi ondan aldı.
O cömert padişah, vezire giydiği elbiselerden başka daha ince ağır elbiseler verdi.
Onları bir müddet söze tuttu. Yeni şeylere, eski vakalara ait bahislerde bulundu.
Sonra mücevheri perdecinin eline verdi, bir isteklisi olsa dedi, ne değer acaba?
Perdeci, bu mücevher dedi, ülkenin yarısı değerinde. Tanrı, ülkeyi tehlikelerden korusun!

4045. Padişah, kır bu mücevheri dedi. Perdeci, ey kılıcı güneş gibi parlayan padişahım,  bunu kırıp ufalamak pek yazıktır, pek yazık!
Değeri şöyle dursun, şu parlaklığa bak. Gündüzün nuru bile ona uymada!
Bunu kırmaya nasıl elim varır?  Nasıl olur da padişahın hazinesine düşman olurum? Dedi.
Padişah, ona elbise verdi, gelirini artırdı. Onun aklını övmeye başladı.
Bir müddet  sonra mücevheri bir beyin eline verdi. Onu da bir sınadı.

4050. O da öyle söyledi, bütün beyler de. Her birine ağır elbiseler ihsan etti.
Elbiselerini artırdı, o aşağılık kişileri yoldan çıkardı, kuyuya attı.
Elli altmış bey, hepsi de veziri taklit ederek böyle söylediler.
Gerçi dünyanın değeri taklittir ama her mukallit de sınanmada rüsvay olur.

Mücevherin elden ele devrederek Eyaz’a gelmesi. Onun, öbürlerine uymayıp, padişahın vereceği mala mülke aldanmaksızın, elbiselerin çokluğuna ve hataya düşenlerin aklını öğmesine kapılmaksızın mücevheri kırması. Mukallidi müslüman saymak doğru olamaz. Nadir olarak mukallit de, o Tanrı korumasıyla, inanışında dayanır ve bu imtihanlardan selâmetle kurtulur. Çünkü Hak birdir, ona benzeyen ve insanı yanıltan çok zıtlar vardır. Mukallit, o zıddı tanıyamaz, bu yüzden Hakk’ı da tanımaz. Fakat o, Hakk’ı tanımasa bile Hâk, ona inayet gözüyle bakarsa bu tanımazlık, mukallide ziyan vermez.

Ey Eyaz, söylemiyorsun, bu parlaklıkta, bu güzellikte olan bir mücevherin değeri nedir?

4055. Eyaz, söyleyebileceğimden de artık deyince Padişah, peki dedi, hadi öyleyse hemen onu kır, hurdahaş et.
Eyaz’ın yenlerinde taş vardı. Derhal onları çıkarıp mücevheri kırdı, unufak etti.
Belki o saf ve temiz delikanlı, bu işi rüyada görmüştü de yenine, koltuğuna iki taş gizlemişti.
Yusuf gibi hani. O da işinin sonunun nereye varacağını kuyu dibinde görmüştü.
Kime fetih ve zafer, haber verirse onca murada erme de birdir, ermeme de.

4060. Kimin payandası, sevgilinin, vuslatı olursa o, kırılmadan, savaşmadan ne korkacak?
Karşısındakini mat edeceğini iyice bilen, at gitmiş, fil gitmiş, aldırır mı? Onca bunlar, zaten saçma şeylerdir.
At arayan, atını alıp götürse al götür der, önüne düşecek o at değil ya.
İnsan, atla bir soydan olur mu? Adamın ata olan sevgisi, öne geçmek içindir.
Suretler için bu kadar elem çekme. Suret baş ağrısı olmaksızın mânayı elde et.

4065. Zahit, işin   sonunu düşünür.   Soru, hesab günü hâlim ne olacak diye dertlenir.
Ariflerse başlangıçtan, önden haberdardır, sonu düşünme derdinden de kurtulmuşlardır.
Arifte arif olmadan önce korku da vardı, yalvarış da. Fakat Tanrı takdirini bildiğinden, işin önünden haberdar olduğundan bu bilgi, her ikisini de ortadan kaldırmıştır.
Evvelce mercimek ektiğini bildiğinden ne mahsul elde edeceğini de bilir.
Ariftir, korkudan da kurtulmuştur, ürkmeden de. Tanrı kılıcı, o hay huyu kesmiş, ikiye bölmüştür.

4070. Evvelce Tanrı’dan korkar, umardı. Korku yok oldu, o yalvarış meydana çıktı.
Eyaz da o değerli mücevheri kırınca beylerden yüzlerce feryat ve figan koptu.
Bu ne korkusuzluk, Tanrı hakkı için bu nurlu mücevheri kıran kâfirdir dediler.
O topluluğun hepsi de körlüklerinden Padişahın inci gibi olan buyruğunu kırmıştı.
Mücevherin değeriyle sevginin sonucu, gönüllerinden gizli kalmıştı.

Beylerin, neden bu mücevheri kırdın diye Eyaz’ı kınamaları, onun cevap vermesi

4075. Eyaz dedi ki: Ey ünlü ulular, Padişahın buyruğu mu daha ileri, mücevher mi?
Sizce, Tanrı hakkı için söyleyin, Padişahın emri mi daha üstün, yoksa bu güzelim mücevher mi?
Ey mücevhere bakan, Padişaha aldırış bile etmeyen beyler, önünüzde gül var, ana cadde değil!
Ben gözümü Padişahtan ayırmam. Müşrik gibi taşa yüz tutmam.
Boyalı taşı seçip Padişahın buyruğunu geri bırakan canda hiçbir gevher, hiçbir değer yoktur.

4080. Gül renkli oyuncağı ardına at. Onlara renk vereni aklına getir ve şaş.
Dereye gir, testiyi taşa çal. Kokuya, renge ateş ver.
Din yolunda yol kesicilerden değilsen kadınlar gibi renge, kokuya tapma.
Bu sözler üzerine o yüce erler, bu hatalarına özür olmak üzere başlarını önlerine eğdiler.
O anda her birinin gönlünden belki iki yüz kere ah çıktı bir duman gibi ta göğe kadar ulaştı.

4085. Padişah, ihtiyar cellâda emir verdi:   Bu çerçöpü, benim yüce tapımdan uzaklaştır!
Bu aşağılık adamlar, bu yüce makama lâyık değiller. Bir taş için benim buyruğumu reddettiler.
Buyruğum, bu çeşit fesatçılarca bir boyalı taş için hor hakir oldu.

Padişahın    beylerin    öldürülmesini    emretmesi, Eyaz’ın “Af, daha doğrudur” diye şefaata bulunması

Bunun üzerine merhametli Eyaz, sıçradı, o ulu Padişahın tahtına doğru koştu.
Secde edip boğazını tutarak, padişahım dedi, senin gibi yüce bir padişahın sultanlığına gökyüzü bile hayran olmuştur.

40120. Ey hüma kuşu, hümalar kutluluğu senden bulur, cömertler, cömertliğe senden ererler.
Ey kerem sahibi, âlemdeki    kerem ve ihsanlar, senin bağışlamana karşı mahvolur gider.
Ey lütuf sahibi, kırmızı gül seni görünce utancından gömleğini yırtar.
Yarlıgama, senin yarlıgamanla doymuş, tilkiler, senin affınla aslanlara üstün olmuştur.
Senin buyruğuna karşı korkusuzca harekette bulunan, affından başka nereye dayansın?

4095. Bu suçluların gafletleri, küstahlıkları, ey af madeni padişah, senin affının çokluğundan meydana geldi.
Gaflet, daima küstahlıktan meydana gelir. Ululama gözden kuru ağrıyı giderir.
Gaflet ve kötü bir alışma olan unutkanlık, ululama ateşiyle yanıp gider.
Onun heybeti adama uyanıklık ve anlayış verir, adamın içindeki unutkanlık ve yanılma çıkar, kalmaz.
Yağma zamanı, halkın uykusu gelmez. Kimse, hırkamı çalmasınlar diye uyumaz.

4100. Hırka korkusiyle bile uyku kaçarsa artık can ve ‘       boğaz korkusu ile kim uyur ki?
Buna tanık, “Rabbimiz, unutup işlediğimiz suçlarla bizi suçlu sayma” âyetidir. Çünkü unutma da bir bakımdan suçtur.
Unutan, onu lâyık olduğu veçhile ululamıştır. Yoksa hiç savaşta adamı uyku tutar mı?
Unutma, çaresiz gelip çatar ama buna tutulmamak için de sebeplere yapışmak lâzım.
Çünkü onu ululamada gevşeklik gösterdi mi insanda ya unutma meydana gelir, ya yanlış.

4105. Sarhoş gibi hani. O ada cinayetlerde bulunur, sonra da mazurdum, ne yapayım der.
Ona derler ki: Doğru ama a kötü işli, o zıkkımı sen içtin, dileğinle, isteğinle zıkkımlandın.
Sarhoşluk, sana kendi kendine gelmedi, onu sen davet ettin. O dileği de kendin meydana getirdin.
Sarhoşluk, senin kastın, çalışıp çabalaman olmasaydı da kendi kendine sana gelip çatsaydı can sakisi, senin ahdını korur, gözetirdi.
Sana arka olur, senin adına o, özür dilerdi. Tanrı sarhoşluğuna kul köle olayım.

4110. Ey her çeşit elde edilen şey, kendisinden olan Tanrı, bütün âlemin af ve ihsanı, senin ihsanından bir zerredir.
Aflar, senin affını överler, insanlar, sakının, ona benzer, ona eşit yoktur.
Onların canlarını sen bağışla, huzurundan da kovma. Ey muradına erişen, senin damağının tadıdır onlar.
Yüzünü görene acı, nasıl olur da seni gören, acı ayrılığını çekebilir?
Ayrılıktan bahsediyorsun, ne yaparsan yap da bunu yapma.

4115. Senin tuzağına tutulup yüz binlerce defa ölmek bile senden ayrılmaya bedel olamaz.
Ey suçluların feryadına yetişen, ayrılık acısını erlerden de uzaklaştır, kadınlardan da.
Senin vuslatını umarak ölmek hoştur. Fakat ayrılığının acısı, ateşin üstündedir.
Kâfir bile cehennemde bana bir baksaydın cehennemde olduğuma gam mı çekerdim deyip durur.
Çünkü o bakış, bütün eziyetleri tatlılaştırır; büyücülerin el ve ayaklarının kan diyetidir o bakış.

Firavun,   büyücüleri   öldüreceği    zaman    onlar, “Zararı   yok.. Biz,  Tanrımıza  döneriz”   dediler, bunun tefsiri

4120. Gökyüzü “Zararı yok” sesini duydu.    Gökyüzü, sanki o savlıcana bir top kesildi.
Firavun’un vuruşu bize zarar vermez ki dediler, Tanrı’nın lütfu, başkalarının kahrından üstündür.
Ey insanları azgınlık, sapıklık yoluna süren, sırrımızı bilsen a can gözü kör herif, anlarsın ki biz kendimizi kurtarıyoruz.
Kendine gel de bu yana yanaş, bu erganunun “Keşke kavmim, rabbim beni ne yüzden yarlıgadı, bilselerdi” sesini dinle.
Tanrı ihsanı, bize bir Firavunluk verdi ki senin Firavunluğun kaç para eder, senin saltanatın geçici.

4125. Ey Mısır’a ve Nil ırmağına kapılıp gururlanan! Başını kaldır da ebedî ve ulu saltanatı gör.
Sen şu pis hırkayı terk edersen Nil ırmağını can nilinde gark edersin.
A Firavun, kendine gel de Mısır’dan el çek. Can Mısır’ının içinde yüzlerce Mısır var.
Sen, halka “Ben rabbinizim” deyip durursun ama bu iki sözden de gafilsin.
Rab olan rablık ettiği kişiden nasıl titrer? Ben demeyi bilen, nasıl olur da cisim ve can bağına bağlı kalır?

4130. İşte bak, buracıkta bizler ben diyoruz, çünkü benlikten kurtulduk; zahmetlerle, belâlarla dolu benlikten halâs olduk.
A köpek, o benlik sana kutlu gelmedi. Fakat bizce mühürlenmiş bir devlet oldu.
Bu benlik, sana kin gütmeseydi bize böyle güzel bir ikbal, bir devlet olur muydu?
Yokluk yurdundan kurtuluyoruz, buna şükrane olarak şu darağacının başında sana bir öğüt verelim:
Bizim ölüm darağacımız, göç burakıdır. Senin saltanat yurdunsa gururdan, gafletten ibarettir.

4135. Bu yaşayış, ölüm suretinde gizlidir. O ölümse yaşayış kabuğunda gizli.
Nur, ateş şeklinde görünmede, ateş de nur şeklinde. Yoksa dünya, hiç gurur yurdu, aldanma durağı olur muydu?
Kendine gel, acele etme. Önce yok ol. Battın mı nur doğrusundan başgöster.
Ezel benliğinden gönül hayretlere düştü; bu benlik, soğuk bir hale geldi, ayıp ve ar kesildi.
Can, o bensiz benlikten hoş bir hal aldı, âlem benliğinden sıçrayıp çıktı.

4140. Benden kurtuldu da şimdi ben oldu. Aferinler, olsun zahmetsiz benliğe!
O kaçmada, benlikse peşine düşmüş. Onu, onsuz gördüğünden ardını bırakmamakta, koşup durmakta.
Sen, onu istedikçe o, seni istemez. Fakat öldün mü istediğini elde edersin.
Diri oldukça ölü yıkayıcı seni yıkar mı? Sen istedikçe istediğin seni arar mı?
Bu bahiste akıl, yol gösterici olsaydı Fahr-i Razı, din sırrını bilirdi.

4145. Fakat “Tatmıyan bilmez.”    Onun için onun aklı ve kurduğu hayaller de, ancak hayretini artırdı.
Bu ben, nerde düşünceyle açılacak, bulunacak? O ben, yokluktan sonra açılır, bulunur.
Bu akıllar, araştırma yüzünden ittihat ve hulul uçurumuna düşer.
Ey yakınlaşma yüzünden yokluğa erişmiş, yıldız gibi güneş nurlarına dalmış olan Eyaz!
Hattâ ittihat ve hululle değil de meni gibi beden haline gelmiş olan dost!

4150. Ey af etmeyi sandığına almış, kendine mal edinmiş zat, affet. Sen lûtufta en ileri gidensin.    Bütün lütuf edenler, senin ardındadır.
Ben kim oluyorum ki af et diyeyim? Ey padişahım, ey Kün emrinin hulâsası!
Ben kim oluyorum ki ey bütün benler, eteğine sarılmış olan padişahım, benliğimden geçmeden seninle beraber bulunayım?..

Eyaz’in şefaat etmede kendisini suçlu sayması ve bu suçtan özür dilemesi, özür dilemede de yine kendini suçlu bilmesi. Bu sınıklık, padişahın ululuğunu bilmekten ilerigelir. Peygamber, “Ben, Tanrıyı en iyi bileniniz ve Tanrı’dan en çok korkanınızım” dedi. Ulu Tanrı da “Söz budur, bundan ötesi yok; Tanrı’dan, onu bilen kulları korkar” buyurmuştur.

Hilimle dolu olana ben nasıl olur da acımayı öğretmeye kalkışır, bilgi    sahibine nasıl olur da bilim yolunu gösterebilirim?
Beni sillelerle, tokatlarla zebun etsen bile hakkın var. Ben, yüz binlerce tokata lâyık bir kulum.

4155. Ben huzurunda ne söyleyeyim de sana bir şey anlatmaya kalkışayım? Yahut da ne yüzle kerem şartını sana hatırlatmaya girişeyim?
Sence bilinmeyen ne var? Alemde hatırında olmayan nedir ki?
Sen, bilgisizlikten arısın; bilgin de âlemde bulunan şeylerden herhangi birini unutmadan arıdır.
Bir hiç olanı tuttun, adam ettin; onu güneş gibi nurlarla parlattın.
Mademki beni adam ettin, yalvarırsam yalvarışımı kerem et, dinle.

4160. Benim suretimden izhar ettiğin şefaati da yine sen ediyorsun demektir.
Çünkü bu yurt, benim malımdan, mülkümden bomboş, burada benim hiçbir şeyim yok. Evde kuru, yaş, ne varsa benim değil.
Duamı su gibi akıttın, sebatını da bağışla ve o duayı kabul et.
Önce bana duayı ilham eden sensin, sonunda duamı da sen kabul et.
Kabul et de o âlem padişahı suçluların suçunu bu kulu için af etti diyeyim.

4165. Ben kendimi beğenmekteydim, baştanbaşa dertten ibarettim. Padişahım, her dertliye deva verdi.
Cehennemliktim, kötülüklerle, serlerle doluydum. Onun ihsan eli beni bir kevser haline getirdi.
Cehennem kimi yakar, yandınrsa ben o yanan şeyleri cesette tekrar çıkarır, bitiririm.
Kevserin işi nedir? Her yanan, onun vasıtasiyle biter, yenilenir.
Kevser, katra katta keremlerini ilân eder; cehennemin yaktığı şeyleri ben yine yerine getiririm der.

4170. Cehennem, güz mevsiminin soğuğuna benzer. Keserse ey gül bahçesi, bahar gibidir.
Cehennem, ölüme, mezar toprağına benzer. Kevserse sur üfürülmesi gibidir.
Ey cehennemde bedenleri yananlar, Tanrı keremi, sizi kevsere çağırmadadır.
Ey daima faal olan diri Tanrı, lütfen “halkı, benden faydalansınlar diye yarattım;
Ben onlardan faydalanayım diye değil” buyurmuştur. Bu, senin cömertliğindir; bütün noksanlar, o cömertlikle düzelir.

4175. Bedene tapan şu kullarını affet. Af denizinin af edişi, yerinde bir iştir.
Halkı ırmak gibi, sel gibi affet, yıka, ant, kendi denizine daldır, temizle.
Aflar, her gece şu gönülden çıkar, güvercinler gibi sana uçar, ulaşır.
Seher çağı yine onları uçurur, geceye kadar şu bedenlere hapsedersin.
Yine akşam çağı, o sayvanın, o damın aşkı ile kanat çırparak uçarlar.

4180. Bedenden vuslat ipini kopardılar mı sana senin huzuruna gelirler. Çünkü senden ikbal ve devlete erişmişlerdir.
Baş aşağı geri dönmeden emin olarak “Biz, şüphe yok rabbimize dönenleriz” diye havada kanat çırparlar.
O keremden de “Gelin, yücelin” diye ses gelir, O dönüşten sonra artık o hırs, o keder kalmaz..
Alemde çok gariplikler çektiniz. Ey ulular, kadrini bilin.
Bu ağacın gölgesinde nazla sarhoş olarak ayaklarınızı uzatınız.

4185. Din yolunda zahmetler çeken ayaklarınızı ebedî hurilerin kucaklarına, ellerine uzatın.
Huriler, merhametli bir halde birbirlerine işaret ederek bu sofiler, seferden döndüler.
Güneş nuru gibi saf sofiler, bir müddet toprağa düştüler, pisliğe karıştılar.
Fakat ayaklarında, üstlerinde başlarında hiçbir pislik olmaksızın tertemiz olarak güneşin nuru gibi yüce yüce güneş değirmisine geldiler.
Yüce Tanrı, bu suçlular da başlarını duvarlara vurdular.

41120. Kendi hatalarını, suçlarını anladılar. Padişahın oyununda mat oldular ama,
Şimdi ah ederek ey lütfu, suçlulara yol gösteren Tanrı diye sana yüz tuttular.
Lütfet, yolda kirlenenleri tez af Fıratında, yıkanılacak kaynakta yıka, arıt.
Arıt da uzun zamandır işlenegelen suçtan yıkansınlar, temizlerin safına katılıp namaz kılsınlar.
Sayıdan dışarı olan o saflarda “Bizler saflarız” nuruna gark olsunlar.

4195. Söz, bu halin övüşüne gelince kalem de kırıldı, kâğıt da yırtıldı.
Hiç deniz, bir kaba sığar mı? Aslanı bir kuzu kapıp götürebilir mi?
Perde ardındaysan perdeden çık da o şaşılacak padişahlığı gör.
Sarhoş kavim, kadehini kırdılar ama senden sarhoş olanların özrü vardır.
Onların sarhoşluğu, ikbal ve malla değildir ey işleri tatlı Tanrı, senin şarabından sarhoş olmuştur onlar.

4200, Ey padişahlar padişahı, onlar senin hususiyetinden sarhoş olmuşlardır. Ey af eden Tanrı, kendi sarhoşunu affet.
Hitap ettiğin zaman senin hususiyetinin lezzeti, insanı, öyle bir sarhoş eder ki, yüz küp şarap insanı öyle sarhoş edemez.
Mademki beni sarhoş ettin, had vurma bana. Şeriat, sarhoşlara had vurmaz.
Aklım başıma gelsin de o vakit döv. Zaten ben ayılmayı istemiyorum ki.
Ey lütuflar ve ihsanlar sahibi Tanrı, senin şarabını içen, ebedî olarak aklından da kurtuldu gitti, had vurulmasından da.

4205. Onlar, sarhoşluklarının verdiği yoklukta ebedi olarak kalırlar. Sizin sevginizde yok olan gayri ayılıp kalkamaz.
İhsanın bize yürü der, yürü ey aşkımızın ayranına kapılmış olan!
Sinek gibi ayranımıza düşmüşsün.. Sen, sarhoş değilsin ey sinek, şarabın ta kendisisin.
Ey sinek, gerkesler, senden sarhoş olurlar. Çünkü sen, bal denizine at sürmüşsün.
Dağlar, zerreler gibi senin sarhoşundur. Nokta da senin elindedir, pergel de, çizgi de.

4210. Halkın titrediği fitne, senden titrer.. Her değerli mücevher, sence ucuzdan ucuzdur.
Tanrı, bana beş yüz ağız verseydi de ey can ve ey cihan, seni anlatsaydım.
Halbuki bir ağzım var, o da ey sırları bilen Tanrı, senden utancından kırık dökük!
Fakat yokluktan daha kırık dökük olmam ya.. Bunca ümmetler, onun ağzından zuhur etti.
Yüzlerce gayb eserleri, Tanrı’nın lütuf ve ihsa-niyle yokluktan dışarı çıkmayı beklemede.

4215. Ey keremine kurban olduğum Tanrı, başım, senin havanla dönmede.
Sana rağbetimiz, senin dileğinle oluyor. Nerde bir yol yürüyen varsa onu Tanrı cezbesi çekmektedir.
Hiç yel olmadan toprak havaya kalkar mı? Hiç deniz olmadan bir gemi, denize ayak atabilir mi?
Abıhayat önünde kimse ölmez.. Halbuki abıhayat, senin suyunun yanında bir tortudan ibarettir.
Abıhayat, can kıblesidir. Dostlar, bağlar, bahçeler, suyla yeşerir, güler.

4220. Ölümü içenler, onun aşkiyle dirildiler; gönüllerini candan da çekmişlerdir, abıhayattan da.
Aşkının suyu mademki bize el verdi, abıhayatını bizce hiçbir değeri yok artık
Her can, abıhayattan diridir. Fakat abıhayatın suyu da sensin.
Her an bana bir ölüm, bir haşir verdin de o keremin neler yaptığını gördüm.
Senin yeniden dirilteceğine güvenim var; o yüzden bu ölüm, bana uyku gibi görünmede ey Tanrı.

4225. Her an yedi denize de serap olsa ey suyun suyu, sen onu kulağından tutar, getirirsin.
Akıl, ecelden titrer durur, halbuki aşk, neşe içindedir. Taş, toprak parçası gibi yağmurdan korkar mı hiç?
Bu cilt, Mesnevi’nin beşinci cildidir. Can göğünün burçlarındaki yıldızlara benzer.
Yıldızları tanıyan gemiciden başkasının duyguları, yıldızla yol bulamaz.
Başkaları, yıldızları ancak seyrederler, ne kutlularından haberleri vardır, ne kırandan.

4230. Geceleri tâ sabahlara kadar böyle şeytanları yakıp yandıran yıldızlarla aşinalık et.
Her biri, kötü zanna kapılmış Şeytanı defetmek için gök kalesinden âdeta neft atmaktadır.
Yıldızlar, Şeytana akrep gibidirler, fakat müşteriye en yakın bir dosttur onlar.
Yay, okla Şeytanı oklar, bir yere mıhlarsa ekinleri, meyvaları sulamak için kova, suyla dolu.
Balık, gerçi azgınlık gemisini kırarsa da dost için öküz gibi ekin eker.

4235. Güneş, geceyi aslan gibi paralarsa da lâal, onun yüzünden atlas elbiselere nail olur.
Yokluktan başgösteren her varlık, birine zehirdir, öbürüne şeker.
Dost ol, kendi kötü huyundan ayrıl da zehir küpünden bile şeker ye!
Faruki tiryak, ona şeker kesilmişti de onun için zehir, Faruk’a bir zarar vermedi.

-Beşinci cildin sonu-

[divide style=”2″]

3501 – 4235  Beyitlerin Notları

S. 285, B. 3506 dan sonraki ballık: Delkak için bakınız: c. 2, s. 217, b. 2333 ün izahı.

S. 289, B. 3548: Arapçadır.

S. 292, B, 3582: Ukde, güneşin tutulma noktasına denir.

S. 292, B. 35120 dan sonraki başlık: “Bu dünya yaşayışı, ancak saçma ve oyuncak bir şeydir. Şüphe yok ahiret yurdu ebedîdir; bilseler.” Sûre 26 (Ankebut), âyet 64.

S. 293, B. 3597: Bezden yapma bebeklerle oynamak ve erkek çocukların sopayı apışları arasına alarak ata binme oyunları, o zamanlar da varmış. İkincisine “Sadi”nin bîr gazelinde de tesadüf ediyoruz.

S. 294, B. 3604: c. l, s. 392, b. 3449 un izahına bakınız.

S. 294, B. 3608:İki kıbleden maksat Kudüs’le Mekke’dir. Mekke’deki Kabe kıble olmadan Kudüs’teki Mescidi Aksa’ya dönülerek namaz kılınmıştı. Bir gün, öğle namazı kılınırken kıble Kabe oldu ve Peygamberle beraber sahabe Kabe’ye döndüler. Namazın geri kalan kısmı Kabe’ye doğru kılındı. Bu yüzden, bu vakanın olduğu yere yapılan mescit de. “Mesçid el-kıbleteyn – İki kıble mescidi” adını almıştır. İki kıble imamı da Peygamberdir.

S. 300, B. 3612: Arap alfabesinin ilk harfi olan elif, dümdüz bir çizgidir ve noktanın uzatılmasından meydana gelmiştir. Noktası olmadığı gibi hareke de almaz. Bu bakımdan onu kayıtsızlık ve hürlükle vasıflandırmışlardır. Aynı zamanda boy da elife benzetilir. Sofiler de elife birçok mânalar vermişlerdir.

S. 295, B. 3619: c. l, s. 120, b. 926 nın izahına bakınız.

S. 296, B. 3631:   S. 159, b. 1943-1944 an izahına bakınız.

S. 299, B. 3673: Misafir odası, köylerde pek ziyade revaçlıdır. Her köyün bir misafir odası vardır. Bu odaya, varlıklı köylüler tarafından sırayla bakılır. Her gece bir köylü, oraya yemek gönderir. Bundan başka ayrıca varlıklı köylülerin de birer misafir odası bulunur. Bu âdetin, Selçuklular devrinden beri olduğunu bu beyitlerden anlamaktayız.

S. 299, B. 3675 ten sonraki başlık: Sofilerde konuğa pek hürmet edilir. Hattâ “Her geceyi kadir, her konuğu Hızır bil” sözü, aralarında atalar sözü olarak söylenegelmiştir.

S. 300, B. 3689: c. l, s. 207, b. 2096 nın izahına bakmış.

S. 301, B. 3694-3695 Arapçadır.

S. 302, B. 3712: Kur’an’ın 9 uncu sûresi olan Tevbe sûresinde münafıkların yaptıkları mescitten bahsedildikten sonra Peygamberin mescidi anlatılırken “Orada erler vardır ki tertemiz olmayı severler, Tanrı da tertemiz olanları sever” denmektedir, (âyet 108).
24 üncü sûrede de (Nur) “Erler vardır ki alışveriş ve kazanç, onları Tanrı’yı anmadan, namaz kılmadan, zekât vermeden alıkoymaz. Kalblerle gözlerin döndüğü günden korkarlar” denmektedir (âyet 37). Kur’anın daha başka sûrelerinde böyle azimde ilerletmiş adamlara “erler” denmektedir. Bu bakımdan Sofiler, “erler – rical” tâbirini, bir mertebeyi gösteren tâbir olarak kabul ederler. Burada erkeklik, kadınlık meselesi bahis mevzuu olamaz. Mesela, bir kadın hakkında da “Rical mertebesine erişmiştir” derler.

S. 308, B. 3786 dan sonraki baslık: 102 nci sûresinin (Tekâsür) 3 ve 4 üncü âyetleridir.

S. 308, B. 3789: “İleri geçenlerin ileri geçenleri., işte Tanrı’ya yaklaşmış olanlar onlardır” Sûre 66 (Vakıa), âyet 10, 11. Bu âyet, ilk müslüman olanlar hakkındaysa da Peygamber “Her zaman Ümmetim içinde ileri geçenler vardır”   diyerek   imanda,     insanlara  hayırlı  olmada  ve  ibadette ileri gidenler hakkında da olduğunu anlatmıştır.

S. 311, B. 3820:  “İnananlardan  erler    vardır ki Tanrı ile ahdettikleri şeyi tutarlar.    Onlardan bir kısmı ahitlerini   yerine   getirmiştir,  henüz   bekliyenler  ve   hiçbir
surette ahdini değiştirmeyenler de vardır. Sûre 83  (Ahzab), Ayet 23.

S. 314, B. 3859:    59 uncu sûreyle  (Haşr)  61 inci sûre (Saf)   “Göklerde  yeryüzünde  ne  varsa   Tanrı’yı”  tesbih eder. O, yücedir ve hüküm sahibidir” diye başlar.

S. 314, B. 3866-. Arapçadır.

S .320, B. 3940:    “Sizin dininiz sizin, benimki benim.” Sûre 109   (Kâfirûn), âyet 6.

S. 323, B. 3979:    Heba denilen Heyula, aslan Yunanca bir kelimedir. Hükema felsefesinde maddenin esas vasfıdır ki her şekli ve sureti kabul edebilir. Teknedeki
hamurdan  istenilen  şekil ve suretlerde ekmek, çörek ve simit yapılabildiği gibi  heyula, yani  maddenin  esası da ağaç, kuş, insan, hayvan, taş, toprak…. her şey olabilir.

S. -324,  B. 3994 ten  sonraki başlık:  “İyilik  edenin iyiliği   kendine, kötülük  edenin   kötülüğü  yine  kendine, Rabbin, kullarına zulmetmez.” Sûre 41 (Secde), âyet 46
“Şüphe yok Rabbin, gözetleme yerindedir, görür.” Sûre 89  (Fecr), Ayet 14.

S. 325, B. 4000: “Bir kötülüğün cezası, ona benzer bir kötülüktür. Kim affeder, işi düzeltirse mükâfat Tanrıya aittir. Şüphe yok o, zâlimleri sevmez.” Sûre 42 (Şûra),
âyet 40.

S. 325, B. 4008: “Rabbiniz, size acıyabilir. Fakat döndünüz de yine fenalık yaptınız mı biz de döneriz. Cehennemi, kâfirlere zindan ettik.” Sûre 17 (Esra), ayet 8.

S. 327, B. 4024 ten sonraki başlık: “Rabbinin kısmetini “olar mı paylaştırıyorlar? Dünyadaki geçimlerini de, aralarında biz paylaştırdık, bazılarını derece bakımından bazılarına üstün ettik de bu suretle bazıları, bazılarını hizmetlerinde kullanırlar. Rabbinin rahmeti, onların topladıklarından, biriktirdiklerinden hayırlıdr.” Sûre 43 (Zuhruf), âyet 32. Bu başlıkta iki beyit vardır. Bunların ikincisi Hakîm-i Senâî’nin “Esra-nâme” sindendir.

S. 327, B. 4030: Böyle bir hadîs vardır, bundan önceki ciltte de geçti.

S. 333, B. 4101: “Tanrı insana gücü yettiği derecede teklifte bulunur. Herkesin kazandığı iyilik de kendinedir, kötülük de, Rabbimiz, unuttuğumuz, yanıldığımız şeylerden dolayı bizi hoş gör. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, takatimiz olmayan şeyi yükleme bize. Bizi bağışla, bizi yarlıga, bize acı. Sen sahibimizsin, sen bize kâfir kavme karşı yardım et…” Sûre 2 (Bakara), âyet 286, son âyet.

S. 335, B. 4119 dan sonraki başlık: Bu âyet için bakınız: S. 273, b. 3339 un izahı.

S. 335, B. 4120: Top ve çevgân oyununda topu çelen ucu eğri sopaya sevlican da denir.

S. 335, B. 4128: Rab, öğreten, belleten ve her şeyi, yavaş yavaş kemaline götüren mânalarına gelir. Bu bakımdan meselâ Hıristiyanlıkta İsa’ya da “Rab” denir. Âlemlerin rabbi Tanrı’dır, ona karşı her şey “merbub”dur. Yani onun terbiyesine muhtaçtır.

S. 337, B. 4144: Mevlâna’nın babasının, memleketi olan Belh’i terkedip Konya’ya gelmesine sebep olan ve büyük tefsiriyle meşhur bulunan Fahreddin-i Razi için bakınız:
C.1, s. 132, b. 1350’nin izahı.

S. 337, B. 4147: Hulul, bir şeyin bir şeye girmesi, sızması, ittihat iki şeyin birleşmesi demektir. Kelâm yani islâm felsefesinde hulûl, Tanrı’nın kula girmesi suretiyle kulun Tanrılaşması, ittihat da Tanrı ile kulun birleşmesi inanışıdır ve her ikisi de bâtıldır. Şeriatçılar, Vahdeti vücutta ileri gidenlere bu iki inanışı isnadetmişler, onlar da biz Tanrı’dan başka bir varlık tanımıyoruz. Hulul ve ittihat için iki varlık olması lâzımdır
diye bunu şiddetle reddetmişlerdir.

S.-337, B. 4152 den sonraki başlık: Bu başlıktaki hadis, Buhari ve Müslim hadîslerindendir (Ankaravî, s. 863). Ayetin tamamı şudur: “İnsanları, yeryüzünde yürüyen hayvanlarla dört ayaklı hayvanları renkleri çeşitli olarak yarattık. Söz budur ancak: Tanrı’dan, bilen kulları korkar. Şüphe yok ki Tanrı yücedir ve yargılayıcıdır.” Sûre 35 (Fâtır) âyet 28.

S. 339, B. 4173-4174: “Ben, halkı benden faydalansınlar diye yarattım, ben onlardan faydalanayım diye değil” mealinde bir hadîsi kutsi rivayet edilmiştir.

S. 340, B. 4194: “Melekler, bizden hiçbiri yoktur ki onun muayyen bir durağı olmasın. Biz saf saf dururuz; derler.” Sûre 37 (Sâffât), âyet 164-165.

S. 341, B. 4201-4202: Had, şeriatta herhangi bir suça karşılık verilen ceza demektir. Sarhoşluğun cezası 80 sopadır. Sopanın birkaç kişi arasında atılması, sopa atanın dirseğini vücudundan ayırmaması ve döğülen adamın ayaklarına vurulması lâzımdır. Fakat had sarhoşa sarhoşken vurulmaz, sarhoşluğu geçtikten sonra vurulur.

S. 341, B. 4205: Arapçadır.

S. 343, B. 4232-4234: Bu beyitlerdeki akrep kelimesi, hem akrep, hem de akrep burcu manasınadır. Kavis hem yay, hem de kavis burcudur. Tir, hem oktur, hem Utarid yıldızı. Müşteri, hem bildiğimiz bir şey satın almak istiyen, hem de müşteri yıldızı, delv, hem kova, hem delv burcu, hut hem balık, hem hut burcu, sevr de hem öküz, hem de sevr burcudur. Müslümanlıkta, gökten haber çalmak üzere gökyüzüne çıkan şeytanlar, şahaplarla yakılır, bir teşehhüp hâdisesi olan bu hâdiseye halk yıldız aktı der. Aynı zamanda ay, akrep burcundayken o saat kutsuzdur ve sefere gitmek, iyi değildir. Hâsılı Mevlânâ, bu kelimelerin iki mânalariyle ve bu inanışlarla bir sanat yaparak “Yıldızlar, şeytanlara birer akrep gibidirler ama kutlu bir yıldız olan müşteri için en yakın akraba kesilirler. Kavs, tir’le şeytanı oklarsa da delv, ekini ve meyvaları yetiştirmek için suyla doludur. Hut, azgınlık gemisini kırıp parçalarsa da dost için sevr gibi tarla sürer” diyor.

S.343, B. 4235: Bu beyitte de, esed, hem aslandır, hem de esed burcu. Eskilere nazaran lâal, alelade bir taşken güneş ziyasiyle o tatlı kırmızı rengi alır. Bu beyitte de “Güneş, geceyi bir esed gibi paralar, parçalar, fakat lâal, onun yüzünden atlas elbise giyinir” diyor ve esed kelimesinin iki mânasiyle oynuyor.

S. 344, B. 4238: Rivayete göre Rum kayseri, ikinci halife Ömer’e bazı hediyeler göndermiş. Bunların arasında bir katrası bir adamı derhal öldürecek bir şişe de zehir varmış. Ömer, elçiden bunu öğrenince şişedeki zehri tamamiyle içmiş ve ölmemiş (Ankaravî, s. 877), Tiryak-ı Faruki eski tıpta zehirlenenlere verilen bir ilâçtır.

İ l a v e

318 inci sahifeden itibaren “Mısır Halifesi” nden bahsedilmektedir. Abbasoğulları, Halifeliği, Hulâgû’nun Bağdad’ı almasından sonra tarihe karışmış ve bu halifelerin otuz beşincisi olan “El-Zâhir bi-emrillâh Ebu-Muhammed Hasan” in oğlu ve otuz altıncısı olan “El Mustansır-billâh Ebu-Ca’fer el-Mansur’un kardeşi Ahmed, gizlenmiş, bir müddet sonra da Mısır’a gidip Türk sultanlarından Melikızzâhir Rükneddin Baybars’a sığınmış. Mısır Kazil-kuzât’ı önünde soyunu ispat ederek, 659 recebinin dokuzunda “El-Mustansır-billâh Ebu-Kaasım” lâkabiyle halife olmuştu. Baybars, Bağdat halifeliğinii tekrar diriltme niyetiyle El-Mustansır’ı, bir orduyla Irak’a göndermiş, 660 H. de Moğollar tarafından bu ordu mağlûp edilmiş, El-Mustansır da kaybolmuştu. Yerine yine Abbasoğullarından Ebül-Abbas Ahmed, “El-Hâkim bi-emrillâh” lâkabiyle halife olmuştu. Mısır’daki üçüncü halife El Müstekfî billâh-i evvel Ebürrebi’ Süleyman, 701 de Halife olduğuna göre Mevlâna’nm Mısır halifesinden bahsetmesine bakılırsa V inci cildin, 660 H. den bir hayli zaman sonra yazıldığına hükmetmek lâzımdır. Mısır halifeleri, hiçbir vakit müstakil olmamışlardır. Halbuki Mevlâna, halifenin Musul’a bir ordu gönderdiğini hikâye ediyor. Bu bakımdan acaba bu hikâye, bir vakıayı hikâye midir ve Mısır Fatımîlerine mi aittir?

Biz, buna ihtimal veremiyoruz. Mevlâna gibi “Kıyas’a bile yanaşmayan ve Kur’anı telâkki bakımından “Zahiri Eseri” denebilecek olan bir Alimin tamamiyle “Müevvile” ve “Bâtiniyye” den olan İsmaili halifelerine “Halife” demesine imkân yoktur. İlk Mısır halifesinin Irak’a ordu çekmesi düşünülürse belki bu hikâye, bu savaş esnasında halk tarafında uydurulmuştur. Hâsılı Mevlâna 672 H. de vefat ettiğinden bu “Mısır halifesi” ya “El-Mustansır” dır, yahut da 660 tan 701 e kadar halife olan “El-Hâkim bi-emrillâh” tır.

Bu satırları yazmadan maksadımız, V inci cildin, Mevlâna’nın son zamanlarında yazılmış olduğuna tarihi bir kayıt bulabilmektir. VI inci cildin tamamlanmaması ve Sultan Veled’in “Tetimme”si de zaten son cildin, Mevlana’nın vefat yılında bittiğini gösteren en büyük delildir.

destar1

MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi

Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)

divider11