Hz. Mevlâna Düşüncesinde Bazı Kavramlar – Celâleddin Bâkır Çelebi

A+
A-

Dr. Celâleddin Bâkır Çelebi

 

MEVLANA VE AŞK

Her türlü kemale erişi aşkta gören Mevlana’nın bütün eserleri aşka dairdir. Zira aşk hayatin aslidir, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi aşktır. ‘Sen olmasaydın bu gökleri yaratmazdım.’ Kudsi hadisiyle; varlık alemlerinin yaratılmasındaki yegane maksadın, Cenab-i Hakkin Hazreti Peygambere duyduğu sevgi olduğu belirtilir. Mademki varlığın mayası aşktır, aşkın en ileri noktası olan Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde değere sahiptir. Mevlana bu düşünceden hareketle, binlerce beyitte ilahi aşkı söylemiştir. Onun aşka dair düşüncelerini dört grupta toplamak mümkündür. Akil ve aşk mukayesesi, aşkın üstünlüğü ve değeri, fanilere duyulan aşkın geçersizliği, aşktan nasibi olmayanların zavallılığı …

Mana Padişahı Mevlana’ya göre akıl ve ilim, gayb aleminin gerçeklerini kavramada yetersizdir. Bunlar insanı bir noktaya kadar götürür, ancak hedefe ulaştıramaz. Fakat insan aşktan kanatlara sahipse , ilim ve aşkın hayal edemeyeceği kadar yücelir. Tıpkı miraç gecesi olduğu gibi. O kutlu gecede Hazreti Peygamber ve Cebrail gök katlarında yükselirken , Sidre-i Müntehaya gelince ; Cebrail “Bir parmak ucu daha ilerlersem , yanarım.” diyerek kalmış, Hazret-i Peygamber ise Sidre’yi geçerek Cenab- Hakka yakınlığın son derecesine ulaşmıştır.Sidre-i Münteha denen yer ; gerek melek gerekse peygamber, bütün varlıkların ulaşabildiği son noktadır. Bir başka deyişle emr-i İlahiden başka her şeyin son bulduğu yerdir. Mutasavvıflar buradan hareketle , Cebrail’i beşer idrakin , ilim ve aklın sembolü , Hazret-i Peygamber’i ise gönül ve aşkın timsali olarak görürler.

Hazret-i Mevlana bu hususa işaret eder :

“Gerçi başlangıçta akil muallimdi. Sonra akil üstatken ona talebe olur.

Akıl, Cebrail gibi ; ‘ Bir adım daha gitsem; bu kol, kanat yanar.

Sen bana bakma , yürü, geç ! Benim için daha ileri yer yok.’ der. (Mesnevi,I/ 1112-14)

Bu yüzden Mevlana ; aşkı, her sufinin yaşaması gerekli bir hal olarak görür. Ona göre ancak aşkla sevgiliye, Hakk’a bağlanan gönül muteberdir. (Mesnevi,I / 1853). Cebrail gibi, akıl ile insan Allah’a ulaşamaz; yarı yolda kalır. İnsanla , Allah arası bir deniz mesafesi ise ; akıl bu denizde bir yüzücü, aşk ise bir gemidir. Yüzmek güzeldir ama uzun bir yolculuk için yeterli değildir. İnsan yüzerken yorulabilir, boğulabilir. Ama gemiye binen hedefine ulaşır. (Mesnevi IV/ 1423-27)

Diğer taraftan yalnızca görünen zahiri ibadetle de Cenab-ı Hakka ulaşmak yorucu bir iştir. Binde bir kişiye nasip olur. Nitekim ; “Kıyamette namazları, oruçları, sadakaları getirip teraziye koyarlar. Fakat sevgiyi getirdikleri zaman , bu İlahi aşk teraziye sığmaz. Bu yüzden asıl olan aşktır. (Fihi Mafih, 325-326)

Bu aşkın mahiyeti ise sözle anlatılmaz, satırlara sığmaz . Ancak tadanlar bilir:

Birisi sordu : ‘Aşıklık nedir ?’ Dedim ki : ” Benim gibi olursan bilirsin !” (Mecalis-i Sab’a, 82)

Yüce Sultanın “Ben ol da bil!” sözü Cenab-ı Hakka ulaşma yolundaki , “bilmek, bulmak, olmak merhalelerinin son derecesinin aşk ile gerçekleştiğini ifade eder. İlim ve akıl ise sadece bilmeyi sağlar. Yine Mesnevide :

“Aşk ; her ne şekilde açıklasam da, anlatsam da onu tarifte insan dilsiz kalır.

Kalem, gerçi her şeyi yazar ama , aşka gelince başı döner.

Akıl, aşkı anlatmada çamura batmış eşek gibidir. Aşkı ve aşıklığı yine aşk izah eder.

Güneşe delil, yine güneştir. Sana delil lazımsa, güneşten yüzünü çevirme.” (Mesnevi, I/ 117-121) beyitleriyle aşkın tarife sığmadığı söylenilirken , aklin acizliği bir kere daha dile getirilir.

Aşk yüzünden elbisesi yırtılanın , hırstan ve ayıptan temizlendiğini, aşkın bütün hastalıkların hekimi, kibir ve azametin ilacı olduğunu, topraktan yaratılan bedenin aşkla yüceldiğini (Mesnevi, I/22-25) söyleyen Mevlana; insanların hırs, tamah, kibir, kıskançlık ve kin gibi kötü huylardan ancak İlahi aşk ile arındığını belirtmek ister. Toplumda İlahi sevgi ile manevi alemi tanıyanlar çoğunlukta olursa aksaklıklar düzelir, huzur hakim olur. Diğer yandan insanın dünyadaki geçimi için bir sanat öğrendiği gibi , ahireti kazanmak için de bir sanat öğrenmesi , bu din sanatının , kazancının da aşk olduğu öğütlenir. (Mesnevi, II/2618-27)

Mevlana ;

“Anam aşk, babam aşk,

Peygamberim aşk, Allahım aşk,

Ben bir aşk çocuğuyum,

Bu aleme aşkı ve sevgiyi söylemeye geldim.”
sözleriyle aşkın dört hak mezhebin özü olduğunu belirtir. Buradan anlaşılan şudur ki , yalnızca dinin kurallarına uymakla yetinenler, dinin özünü tanımayıp , kabukta kalanlardır. Asil olan insanin ibadetlerine Allah aşkını katması, tam bir ihlas ve samimiyetle kulluk etmesidir.

Hazret-i Mevlana, Allah aşkının dışındaki sevgilere aşk denemez ;

“Aşk , renge ve kokuya bağlı olursa, o aşk değildir, kişiye bir utançtır.” (Mesnevi,I/224)

“Faniye olan aşk ebedi değildir. Çünkü insan bu düzenin hükmüne , ebediliğe müsait değildir.

Her an gönüle feyizler veren , goncadan daha taze olan , gözün ve ruhun safası olan İlahi aşk bakidir.

Daima diri ve ebedi olana aşık ol, Sırrını o nura kavuştur.

Onun aşkını iste, Çünkü bütün peygamberler, veliler bu aşkı , iksirin ta kendisi bildiler.

“Bu aşka bende kabiliyet yok’ deme. Kerem sahibinin ihsan etmediği bir nesne yoktur. (Mesnevi I /226-230)

“Külle aşık olanlar , cüz’ e itibar etmez. Cüz’ e meyleden , küllün isteyicisi değildir” (Mesnevi,I/ 21203) beytiyle Mevlana , Allah aşıklarının Cenab-ı Hak dışında , başka hiçbir şeye değer vermediğini, sevgisini fani unsurlara yöneltenin ise Allah aşkından yoksun olduğunu belirtir. Ancak bazen istisnai durumlar olabilir. İnsan faniye duyduğu aşkta kararlı, vefalı ve sadık ise , bu mecazi aşk onu gerçek sevgiye, ilahi aşka götürebilir :

“Vehme, hevese aşık olan sadıksa ; bu mecaz onu hakikate götürür.” (Mesnevi , I /2861)

Mecnun, Leyla’nın aşkıyla yola çıkmış, neticede Mevla’nın aşkına ulaşmıştır.

Ama insanın ne mecazi, ne hakiki aşktan nasibi yoksa Hazret-i Mevlana , bunlara sert bir dille çatar:

“Mademki aşık olmuyorsun, git yün ör, iplik eğir.

Yüz işin var, yüz renge boyanmışsın , yüz rengin var, yüz alacan…

Mademki kafatasında aşk şarabı yok,

Var, geliri bol kişilerin mutfağında kase yala…”
(Rubailer,126)

“Her kim aşk ile yanıp tutuşmamışsa; o, uçmayan, kanatsız kuş gibidir.” (Mesnevi,I/31)

Yaradılışın özünü ve insanın fani benliğinden yükselişini aşkta bulan Mevlana; aşksız geçen ömrü, ömür saymaz:

“Baht sana yar olur, yaver kesilirse;

Aşk, seninle işe güce girişir.

Aşksız ömrü hesaba sayma;

O sayıdan dışarda kalacaktır çünkü…”
(Mecali-i Saba 43)

HZ.MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE AKIL

Muhterem Dinleyenlerim,

“İnsan ruh, akıl ve sevgi üçgenidir”; diyen Hz. Mevlânâ’nın, bize mîras olarak bıraktığı zengin kültür hazinesi üzerinde, asırlardır ruh ve sevgi hakkında sayısız çalışmalar yapıldı ve yapılmaya da devam edilecektir. Ancak akıl üzerinde fazla durulmadığını görmekteyiz. Gerçekleştirmeğe çalıştığım Mesnevî Şerif Lügatı’nı hazırlarken akıl hakkında yaptığım araştırmadan sizlere kısa seçmeler arzedeceğim.

Önce konumuzu aydınlatmaya yarayacak Mevlânâ’mızın Mektûbâtı’ndan iki bölümü birlikte tetkik edelim: “Yüce Yaratan, Melekleri yarattı, onlara akıl verdi; hayvanları yarattı onlara şehveti verdi, insanlara ise hem aklı hem şehveti verdi. Aklı şehvetten üstün olan, meleklerden de üstündür; şehvet aklından üstün olan, hayvanlardan daha aşağıdır.”  (Mekt. 97)

Peygamber (A.S.) buyurdu ki: “Gerçekten de Yüce Allah’­tan, aklı yaratınca, “gel” dedi ona, geldi. Sonra “git” dedi, gitti. Sonra “kalk” dedi; kalktı. Sonra “otur” dedi, oturdu. Sonra “konuş” dedi, konuştu. Sonra “sus” dedi, sustu. Sonra, “üstünlüğüme, ululuğuma andolsun, senden daha üstün bir yaratık yaratmadım, seninle hitabederim, seninle yadigarım, senin yüzünden sevâb veririm, senin yüzünden azabederim”..(Mekt.50).

Muhterem dinleyenlerim, bu kısa açıklamadan sonra, Mesnevî-i Şerîf’de akıl hakkında Mevlânâ’mız tarafından söylenenlerden birkaç misali birlikte tetkik edelim :

Mesnevîden seçmeler :

–   Akıl, aşkı anlatmada, eşek gibi balçığa saplandı da yal kaldı; aşkı da aşıklığı da gene aşk anlattı.    (Mesn: C: l/B:115)

–  Akıl önce ona muallimdi, ondan sonra akıl ona bir şa

–  Akıl Cibril gibidir, “Ahmed der, bir adım daha atarsam, yakar-yandırır bu adım beni.”

– Aklın karartısında ne âlemler vardır; şu akıl denizi ne de engindir.

Bizim şekillerimiz şu tatlı denizde, suyun üstünde yüzen kâseler gibi yüzer durur.

İçi suyla dolu olmadıkça, denizin üstündeki kab gibi yüzer; fakat kab suyla doldu mu, kab denize batar gider.

Akıl gizlidir; görünense başka bir alemdir, şeklimiz de o de­nizin bir dalgası, yahut bir ıslaklığıdır.

Şekil, deniz olmak için neye başvurursa vursun, deniz o başvurduğu şeyden de uzağa atar onu.

Gönül, kendisine sır söyleyeni; ok kendisini uzağa atanı, görmedikçe… A at arayan tek binici kendine gel.

Can apaçık ortadadır, yakın mı yakındır da, o yüzden yit­miş, gitmiştir. Hani küpün karnı suyla doludur da, dudakları kupkurudur ya, onun gibi…

Senin gözündeki ışığın da gönül ışığıdır; göz ışığı, gönüllerin ışığından, meydana gelir.

Sonra gönül ışığının ışığı da Allah ışığıdır ki o ışık, akıl ışığından, duygu ışığından tamamıyla ayrıdır…

Demek ki sen, ışığın zıddıysan ışığı bildin; zıd belirdi mi, zıddını gösteriyor.

Varlık âleminde Allah ışığına bir zıd yok ki, zıddıyla O da meydana çıksın, görünsün.

Hâsılı” Gözler O’nu kavrayamaz. O gözleri kavrar” , bunu Musa’ya, Tur dağına bak da gör, anla.  (Mesn: C l/B: 1114)

–   İstek üzerine istek olmasa, yarı-buçuk akıl tümden bahsetmezdi.

Fakat istek üstüne istek geliyor da, o denizin dalgalan buraya dek vuruyor.  (Mesn:C:l/B:2223)

-Peygamber, kanâat nedir? Definedir dedi; sense bu defineyi zahmetten, meşakkatten ayırd edemezsin bile… Bu kanâat, yürüyüp giden bir definedir ancak; sense yürüyüp giden gamsın, zahmetsin, boşuna laf etme…

Çünkü aklın, insanlara ayakbağı kesilmiş. Ona akıl demezler; yılandır, akreptir o.  (Mesn: C: l/B: 2330)

–   Hayvanlık mertebesi, nasıl insanlığa tutsaksa, nasıl insan­lığa susamışsa, insanlık mertebesini de a ulu kişi, hayvanlık mertebesi gibi, erenlerin elinde tutsak bil. Ahmet, kulları doğru yola çağırırken, Allah   “Ey kullarım de.” buyurdu.

–   Aklın deveciye benzer, sense devesin, seni emrine râ eder; ister istemez, dilediği yere çeker götürür.

–   Erenler de aklın aklıdır; akıllar, tâ sona dek, hep devele re benzerler. (Mesn: C:l/B: 2504)

–   Nefisle akıldan ibaret olan bu kadınla erkek, iyinin kötü­nün ayırdedilmesi için gerek mi, gerek.

–   Ikisi’de şu toprak yurtta gereklidir; gece-gündüz savaşta­dır, ikisi de olaylar içindedir.

–   Kadın, durmadan evin ihtiyaçlarını diler-durur; yani sere ister, ekmek ister, sofra ister, mevkî ister.

–   Nefis, kadın gibi herşeye bir çâre bulmak peşindedir; ki mi toprağa döşenir, kimi yücelik arar.

–   Aklınsa bu düşüncelerden haberi bile yoktur; aklında fik rinde ancak Allah’ın gamı vardır.

–   Hikâyenin iç yüzü bu yemdir, bu tuzaktır; ama dış yüzün de şimdi toptan işit.

–   Mâ’nayı anlatmak yeter olsaydı dünya halkı, işten-güçten kalırdı, düzen bozulurdu.

–   Sevgi yalnız düşünce, tamamıyla mâ’na olsaydı, namazı­nın orucunun şekilleri de yok olur-giderdi.

–   Dostların birbirlerine sundukları armağanlar bile, dostluğu belirten şeylerdir.  (Mesn: C:1/B:2629)

– Aklı koca bil, şu nefis de, şu tamah da kadın. Bu ikisi karanlıktandır inkârdır, akılsa ışıktır, mumdur. (Mesn: C:l/B:2915)

– Gönül aynasının bil ki sınırı yoktur. Burada akıl ya susar ya yol azıtır, yiter-gider. Çünkü gönül ya o’dur, yahut da o’dur gönül… (Mesn:C:l/B:3501)

– Akıl, akıl olduğundandır ki işlerin sonunu görür; sonu görmeyen akıl nefis kesilir.

– Nefse alt olan akıl, nefis olmuştur. Müşteri Zühal’e mat oldu mu, yomsuz olur gider.  (Mesn:C:2/B:l55l)

– Akıl, bir başka akılla çift oldu mu, ışık çoğaldı, yol belirdi demektir.

Fakat nefis, bir başka nefisle sevindi mi, karanlık artar, yol belirsiz olur.  (Mesn:C:2/B: 26}

– Akıl bir başka akıldan güç-kuvvet kazanır. Şeker kamışı, şeker kamışından olgunlaşır. (Mesn:C: 2/B:2280)

–  Akıl, kendini renk renk gösterir ama, bu şekillerden peri gibi fersahlarca uzaktır o

Perinin de yeri mi? Meleklerden bile yücedir o. Sen sinek kanatlısın da o yüzden alçaklarda uçuyorsun.

Aklın yücelere doğru uçuyor ama, taklit kuşun aşağılarda yemleniyor.  (Mesn:C:2/B :2328)

–  Aklı ben de çok denedim; bundan böyle bir tarla arayacağım da oraya delilik tohumu saçacağım. (Mesn:C:2/B :234l)

–  Aklım bir definedir, onun yıkık yeriyim ben. Defineyi gösterirsem asıl o vakit deliyim, divaneyim. (Mesn:C:2/B:2429)

– Beden görünür, can gizli; bu böyle olmuş. Beden yem gibidir, cansa el gibi.

Akılsa candan da, daha gizli uçar; duygu cana da daha çabuk yol bulur.

Bir hareket gördün mü, anlarsın ki, o hareket eden diridir, fakat akıllı mıdır, bunu bilemezsin.

Fakat uygun hareketlere başlarsa, bakırın kimya ile altın oluşu gibi, o uygun hareketlerden anlarsın ki aklı vardır.

Kendisine vahiy gelen can, akıldan daha gizlidir; çünkü o, görünmez âlemdedir, o yandadır, o baştandır.

Ahmed’in aklı, kimseye gizli kalmadı; fakat vahyindeki ruhu, her can anlıyamadı.

Vahiy ruhuna münasip şeyler de var, fakat onları akıl anlayamaz. Çünkü o ruh pek yücedir.

Kimi delilik gibi görür, kimi şaşırır kalır; çünkü anlaması için onun, o olması gerek

Hızır’a uygun gelen işleri, Mûsâ görünce aklı kabul etmedi de bulandı. (Mesn:C:2/B: 3253)

Akılda,   şüphede olan   kişi,   perde  ardındadır.   Bazan perde kapanır.

Cüz’i akıl, bazen şaşırır baş aşağı düşer…Akl-ı külse zamane olaylarından amandadır.

Aklı, hüneri sat, hayreti satın al, horluğa yürü, ey oğul, Buhara’ya değil. (Mesn: C:3/B:l M4)

–   Parça buçuk aklın ağrısı sızısı, vehimdir zandır; çünkü o karanlıklarda yurt edinmiştir.

–   Şeyh dostun oldu mu, o vakit akıl, köpek nefsine avca üst olur. (Mesn:C:3/B: 2548}

–  Akıl, ışıklı iyi bir isteklidir. Karanlıklar ilindeki nefis ona nasıl üst olabilir?  (Mesn:C:3/B: 2558}

-Nasıl mı? Çünkü nefis kendi evindedir, akılsa gariptir. Köpek bile kendi kapısında arslan kesilir.  (Mesn:C:3/B :2559)

–  Akıl, canla anlayış elde etmiştir, canla aydınlanmıştır; artık can nasıl olurda aklın buyruğuna girer (uyar).

Can akla tesir eder de, o yüzden akıl, bir karara varır. (Mesn:C:3/B:3585}

– Herşeyi anlayan akıl, dostların aynlığıyla yayı kırık okçuya döner. (Mesn:C:3/B:3694)

– Padişah cana benzer, vezir akla. Bozuk akıl canı kötülüklere götürür.

Akıl meleği Hârût olunca, yüzlerce kötüye büyü öğretmeye girişir. Cüz’i aklı kendine vezir yapma. A padişah, akl-ı küll’ü vezir yap.

– Kendi havanı, kendi dileğini vezir yaparsan, tertemiz canı-ı namazdan da alı kor niyazdan da. Çünkü bu nevanın, bu hevesin, gözü açtır; içinde bulunduğu çağı görür ancak; akılsa din gününü düşünür.

Aklın iki gözü de işin sonundadır; o gül için dikene katlanır, onun zahmetini çeker. (Mesn:C:4/B:l256)

–  Aklın varsa, bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap….

İki akılla pek çok belâlardan kurtulursun; ayağını göklerin yücesine basarsın. (Mesn:C:4/B:l263)

–  Bu yıldız bilgisi, bu hekimlik, peygamberlerin vahiyleridir; onlar kılavuz olmasalardı, akılla duygu nereden bunlara yol bulacak?

Cüz’i akıl, birşeyden hüküm çıkaracak akıl değildir ki; ancak fen sahibinden bilgi alır buna muhtaçtır.

Bu akıl beller, anlar, bu gücü vardır, ama bunu da vahiy sahibi belletir ona.

Bütün san’atlar iyice bilki, vahiyden meydana gelmiştir; önce böyledir, sonra akıl birşeyler katar ona.

Bak da gör, bu işler, şu aklımızla olsaydı, san’at ustasız öğrenilebilirdi.

Düzenle kılı kırk yarar akıl, ama hiç bir san’at da ustasız öğrenilemez. (Mesn:C:4/B: 1294)

–    En bayağı bir san’at olan mezar kazmak san’atı var ya; nerden akla fikre gelirdi; nerden düzenle, düşünceyle elde edilirdi. Kabil de bu düşünce olsaydı, Hâbil’i başında mı taşırdı?

– Karga, Allah’ın ilhamıyla bilgi sahibi olmuştu. Kabil, “tuh aklıma,” dedi san’atta bir karga bile benden üstünmüş.

Allah, Akl-ı Küll’e, “Gözü ne kaydı, ne yanıldı” dedi: cüz’i akılsa her yana bakar durur.

Hasların ışığı, kaymayan yanılmayan akıldır; karga aklıysa ölülerin mezar ustasıdır…

Kargaya benziyen nefsin ardından koşma, kendine gel. Çünkü o seni mezarlığa götürür.  (Mesn:C:4/B: 1301)

–  Aklı dostun aşkıyla kurban et; zaten akıllar dost ne yandaysa o yandadır.

Akıllar, akıllarını o yana yollamışlardır; bu yanda kalan akılsa, sevilmeyen ahmak olan akıldır.

Şu aklın şaşkınlıkla başından giderse, saçının her teli bir baş olur, bir akıl kesilir.

O yanda, beyin düşünce zahmetini çekmez; ova da bahçe de beyinler bitirir, akıl fikir yetiştirir. {M«n:C:4/B: 1424)

–  Bu yüzden Allah Peygamberler’e, “Ey elbisesine bürünen, ey ürken, kilimden dışarı çık.”  (Kur’ân-ı Kerim 73)

Kilime başını bürüme, yüzünü örtme, çünkü dünya başı dönmüş bir bedendir, sense akılsın… Akıllara bir yol gösteren gerek…   (Mesn:C:4/B: 1453)

–  Akıllılığı sat da hayranlığı al; çünkü akıllılık bir zandı hayranlıksa görüş.

Mustafa’nın huzurunda aklı kurban et; Allah’ım yeter banı de, Allah’ım yeter.

Ken’an gibi gemiden baş çekme, ona da her şeyi bilirim diyen aklı ululuk vermişti. (Mesn:C:4/B: 1407)

Akıllılar benim ışığımla aydınlanır, nurlanır; düzenleri, belim düzenimden öğrenirler. (Mesn:C:4/B: 1475)

– Senin aklın da vezirdir, o da havasına olt olmuştur da varlığında, bedeninde Allah yolunu kesip durmadadır,

Bir öğütçü, bir Allah eri, sana öğüt verir, fakat o, onun sözlerini tesirsiz bırakır… aklını başına al, deli olma der. (Mesn:C:4/B: 1246)

– Kölenin aklı kıttı, hırsı fazla; parasını, geçimini az görünce öfkelendi; başını dikti.

Aklı olsaydı bu işi ölçer, biçerdi de suçunu görür, kendini bağışlatmaya uğraşırdı. (Mesn:C:4/B: 1493}

–  Selam olsun, Mustafa’ya, “gerçekten de Allah melekleri yarattı, onlara akıl verdi; hayvanları yarattı, onlara şehvet verdi; Ademoğullarını yarattı Onlara akıl verdi, şehvet de; kimin aklı şehvetine üst olursa meleklerden yücedir o; şehveti aklından üst olursa hayvanlardan daha aşağıdır,” buyurdu. (Mesn:C:4/B: 1497)

– Firavun’un aklı, padişahların akıllarından üstündü, fazlaydı; fakat Allah buyruğu, akıldan etmişti, kör etmişti onu Can gözüne, can kulağına Allah mührü vuruldu mu insan isterse Eflatun olsun, hayvan eder gider adamı. (Mesn:C:4/B: 1497)

– Peygamber, “ahmak kişi düşmanımızdır, yol kesen gulyabânîdir” dedi. “Akıllı olansa canımızdır, onun soluğu onun esintisi, bize fesleğendir.

Akıllı bana sövse bile razıyım, çünkü onda feyiz vericiliğinden bir feyiz vardır.

–  Fayda dediğim akıldır; ekmek, kebap değil. Ey oğul, can gıdası, akıl ışığıdır.  (Mesn:C:4/B :1954)

–  Akıl ikidir : Birincisi çalışarak kazanılan akıldır; onu mektepteki çocuk, nasıl bilgi bellerse o çeşit beliler, öğrenir elde edersin. (Mesn:C:4/B:1960)

–  Öbür akılsa Allah ihsanıdır; onun kaynağı can içindedir. (Mesn:C:4/B:1964)

–  Tahsille elde edilen akıl, ırmaklara benzer, yataklarında akar da eve öyle varır, ulaşır.

Aktığı yol bağlandı mı akamaz. Sen kaynağı kendi içinde ara. (Mesn:C:4/B: 1967)

–  Akıl, akıllı kişinin iyi kötü her şeyini ayarlıyan bir bekçidir.

İnanan akıl, adelet sahibi bir bekçiye benzer; gönül şehrinin bekçisidir, hakimidir.

Onun aklı, kendi gibi uyanıktır, hırsız onun yüzünden fa gibi delikte kalakalır…

Kedi de nedir ki, bedendeki inanan akıl arslandır; hem de arslanları bile yıkan, alt eden arslan.  (Mesn:C:4/B: 1985)

–  Akıl şahneye benzer; padişah gelince çaresiz şahne bir ucağa siner, kalır.

Akıl Allah gölgesidir, Allah ise güneşe benzer; O’nun güneşe karşı, gölgesinin parlaklığı mı otur, O’na karşı dayanabilir mi?  (Mesn:C4/B 2110)

–  Kendinden geçiş devlet kuşu uçunca Bâyezid, gene o sözü söylemeye başladı.

Aklı şaşkınlık seli kaptı, daha önce söylediğinden de güçlü söyledi. Cübbemin içinde ancak Allah var… (Mesn:C:4/B: 2123)

– Nice siyah sakallı adam vardır ki, ihtiyardır; nice de ak sakallı vardır ki gönlü zift gibi kapkaradır.

O gencin aklını defalarca denedim, işlerde pîrlik gösterdi.

Oğul pîr akıl pîridir. Pîrlik, saçın sakalın ağarmasıyla elde edilemez.

İblis’ten ihtiyar kim var? Ama değil mi ki aklı yok, hiçbir şey değildir o? (Mes:C:4/B: 2162)

– Güzelim akıl, yokluktan çıkıp yüz gösterince, Allah ona elbise giydirdi, binlerce ad taktı. (Mesn:C:4/B: 2178)

–  O soluğu güzel aklın en aşağılık adı şu: hiç kimseye muhtaç değil.

–  Çalış çabala da,akıl ve din pîri ol. Akl-ı küll gibi herkesin, herşeyin iç yüzünü gör.

–  Olgun bir aklın yoksa, özü-sözü diri bir akıllının karşısında kendini ölü say, ona sığın. (Mesn:C:4/B: 2199)

– Ahdini unutmayan, hatırlayan akıldır. Unutuş perdesini kıl yırtar.(Mcsn:C:4/B: 2289)

A yiğit, akıl şehvetin tersidir. Şehvetin çevresinde dönüp dolaşanda akıl var deme… (Mesn:C:4/B:  2301)

– Bir testere aklı ikiye bölse, gene ateş içinde altın gibi güler akıl.

–  Firavun’a, Mûsâ ben akılını dedi; ululuk sahibi Allah’ın elçisiyim, Allah deliliyim, insana sapıklıktan aman veririm. (Mesn:C:4/B:  2306)

–  A töhmetli kişi, akıl altının kırık-dökük; altın kesintisinin üstüne nasıl damga vurayım?

Aklın yüzlerce önemli işe dağılmış; binlerce isteğe, binlerce mal-mülk kaygısına bölünmüş.

Cüz’îleri aşkla toplamak gerek ki, Semerkand gibi Şam gibi hoş bir hale gelesin.

Aklını arpa-arpa zanlardan, şüphelerden derler toplarsan sana, padişahın damgası vurulabilir. (Mesn:C:4/B:3287)

–  Bu aklın ileriyi görüşü, mezara kadardır; fakat gönül sahibinin aklı, sûr üfürülünceye kadar ne olacaksa görür.

Bu akıl, mezardan topraktan ileriye geçemez; bu ayak şaşılacak şeyler alanına basamaz.

Bu ayaktan da bez, bu akıl’dan da; gizli âlemi gören bir göz ara da dileğini elde et… {Mesn:C:4/B:3309)

– Cüz’î akıl şimşeğe benzer, şimşek yalımına. Şimşek yalımı ile, ışığıyla Vahş’e erişebilir misin hiç?

Şimşek ışığı, kılavuzluk etmeye yaramaz, o ancak, ağla diye buluta buyruktur.

Bİzim aklımızın şimşeği de ağlamak içindir; yokluğun varlık iştiyâkîle ağlamasına yarar.

Çocuğun aklı, beden kâtiplerinin çevresinde dolan der, ama İnsan kendine bir şey öğretemez ki.

Hastanın aklı onu hekime çeker, götürür; ama aklı kendisine İlaç olamaz. (Mesn.C:4/B:3319)

–  Allah da, görünüşte böyle kul sıfatlarından münezzehtir; ama senin kıldığın kulluğa karşılık, içine öyle bir zevk verir ki;

Yüzlerce baş sallamağa değer; İşte, akılla can da, böyle baş sallar.

Çalışır, çabalar akla kulluk edersen, aklın vereceği şudur: seni daha fazla doğru yola götürür… (Mesn:C:4/B:3484)

– İnsan, akar su bile olsa, onu bağlar; zamanın en akıllısı bile olsa, onu bağlar; aldatır da güler ona.

Aklı bir dostun aklına dost et de, “İşleri, danışarak yaparlar” âyetini oku, ona göre iş yap. (Mesn:C:5/B:l66)

– Yüzlerce akla-fikre bir fitne olan kaş “nun”unu, göz “sad”ını, kulak “cim”ini yazdın.

Senin yazdığın o harfler yüzünden, akıl ince eleyip sık dokumaya koyuldu; a inşada eşi olmayan yazısı güzel, sil o yazıyı.

– Akla o yazıyı okuttu, o resimleri belletti de böylece o tedbirlerin dürülüp devşirilmesİni diledi. (Mesn: C:5/B:3il)

– Levh-i Mahfûz’un örneği, herkesin günlük payı ne kadarsa, o Levh’e aklının o kadar ermesi, o Levh-i Cebrâîl’in her gün, daha başka anlamasına benzer.

Akıl Cebrâîl gibidir, o gizlilik âlemini düşünmeye dalar, huyu budur çünkü.

– Aklın da, dışardaki geçim düşüncesi, günlük işlere bakması, Cebrail’in Levh’e bakmasına ne kadar mümkünse, o kadar anlamasına benzer. (Mesn:C:5/B:3l6)

– İyi bil ki, akıllardaki bu ayrılık, mertebe ve derece bakımından, yeryüzünden gökyüzüne denktir.

Akıl vardır, güneş değirmisine benzer; akıl vardır Zühre yıldızından da aşağıdır, akan yıldızdan da aşağı.

Önünden bulut kalktı mı, Allah tecellisini gören bir ışık kesilir; akıllara faydalar verir. (Mesn:C:5/B:459)

Hiç şüphe yok ki, akıllarla gönüller Arştandır; perde ardında, Arş ışığıyla yaşarlar. (Mesn:C:5/B:9l6)

– Aklım olsaydı, kötülüğe engel kesilseydi, kılıç elimde üstünlük âleti olurdu.

Güneş gibi ışık saçan bir akıl gerek ki, ancak doğru yolda, gerçek olarak kılıç çalsın. (Mesn:C:5/B:657)

– Hırsızın aklı pılı-pırtıdadır, kilitte kapıdadır; şahneden seher çağında ah edeceğinden, eyvah deyip hayıflanacağından haberi bile yoktur. (Mesn:C:5/B:722)

– Senin kocalmış aklın, çocukluğu huy edinmiştir; nefis yanında bulunduğundan bu huyu kazanmıştır, perde ardındadır.

Olgun bir aklı, aklına eş-dost edin de aklın, kötü huydan geçsin. (Mesn:C:5/B:737)

– Fakat Allah’ın hükmü, Allah’ın takdiri gelip çattı mı, görüp-gözeten aklın başı döner, sersemleşir yok olur gider.

Durup dinlenmeyi bilmeyen Allah takdiri geliverince, akılda kim oluyor? Ay bile tutulur-gider. (Mesn:C:5/B:2166)

-….Akıllar bu sırra eremez; bu sır vehmin ödünü patlatırsa, ko’ patlasın. (Mesn:C:5/B:2183)

– Zuhal yıldızının hükmettiği saatte meydana gelen aklın, .kl-ı Kül karşısında hükmü olamaz, esâmîsi okunamaz. O akıl, Utarit’ten bilgi belledi, ,Zuhal’den bilgi sahibi oldu; bizim bılgimizse, huyu-husu lütfetmek olan, işleri onarıp düzelten Allah’tandır. (Mesn:C:5/B:2586)

– …. Ne mutlu aklı erkek, çirkin nefsi kadın olana, nefsini alt edene. Parça-buçuk aklı er olur üst çıkarsa dişi nefsini, akıl alt eder… (Mesn:C:5/B:2464)

– Aklın bir ejderha bile olsa, bil ki, kötü dost zümrüttür. Aklının gözlerini kamaştırır; onun kınaması, seni tâûn illetine uğratır. (Mesn.C:5/B:2639)

– Bütün Kur’ân buyruktur, yapma demektir, korkutmaktır. Mermer taşa emredildiğini kim görmüştür.

Hiçbir bilen, hiçbir akıllı bunu yapar mı? Kerpice, taşa ki zar da kin güder mi?

A cansızlar, a ellerinden bir şey gelmeyenler, böyle yapın, şöyle edin, dedim, neye yapmadınız der mi?

Akıl tahtaya, taşa nasıl olur da hükmeder? Akıllı kişi, nasıl olur da resimle savaşır. (Mesn:C:5/B:302)

– ..Şu aklın yettiği şeylerden başka akıl edilecek şeyler var; onları parlak değerli oşkla bulabilirsin ancak.

Senin şu aklından başka akıllar da yaratmıştır Allah; gökyüzü, o akıllarla yola-yordama girer.

Şu akılla rızıklar elde edersin; öbür akılla da gökleri döşeme edinirsin.

Aklını hiç birşeye muhtaç olmayan,herkesin kendisine muhtaç olduğu Allah’ın aşkıyla oynar, ululatırsan, Allah on mislini yahut yedi yüz mislini verir sana. (Mesn:C:5/B:3234)

– Akıl ecelden titremede, aşksa sevinç içinde; taş, kerpiç gibi yağmurdan korkar mı hiç? (Mesn:C:5/B:4228)

– Akıllar keskindir ama ayağı gevşek; çünkü gönül yıkılmış tır da beden sağlamdır.

Halkın akılları, dünya işinde kıvranır-durur; ama şehvetten geçmek hususunda düşünceleri hiç mi hiç yoktur.(Mesn:C:6/B:119)

-Akıl diyor ki: onun illeti gönülden, gönül gamına beden ilâcı vermenin faydası yoktur. (Mesn.C:6/B:27l)

– Sen de aklını başına devşir, zenep noktasına gelme de, kazan gibi yüzün kararmasın…

A akîl adımını geri atma da, tutulmaya uğrama… (Mesn:C:6/B:934)

– Halkın aşk denizine batmış gemisine bak; sanki aşkın boğazı bir ejderhanın boğazı.

Gizli fakat gönüller kapan bir ejderha; dağ gibi akılları, kehribar gibi kapıvermede.

Hangi attâr’ın aklı, ondan haber aldıysa, tablalarını ırmağa döktü gitti. (Mesn:C:6/B:628)

– Akîl oldun mu, bütün olgunluğuyla aklı bilirsin, âşık oldun mu, yanıp kavrulmuş fitillerini anlarsın. (Mesn:C:6/B:761)

– ….Akıl cesede: a cansız der, dönüp varacağın denizden bir koku aldın mı hiç?

Beden de der ki: Gerçek olan şu ki ben, senin gölgenİm, a amcasının canı, gölgeden kim yardım ister?

Akıl der ki: Burda anlayan, anlamayandan daha âcizdir, öylesine bir şaşkınlık yeridir burası ki,

Burda apaydın güneş bile, zerreye bir kul gibi hizmet eder. (Mesn:C:6/B:1630)

-Aklı-fikri eren kişiler, bu yol yitirme yüzünden, burunlarının ahmaklıkla dağlandığını gördüler. (Mesn:C:6/B:1837)

– Akıl ümitsizlik yolunu tutar mı hiç? Aşk gerek ki, o yana başını ayak etsin, gitsin koşarak.

Hiçbir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil… Akıl, fayda elde edeceği şeyi arar… (Mesn:C:6/B:1970)

-Feryâd, cinsimizden olmayan dosttan, feryâd… a ulular, sizinle düşüp kalkacak iyi dost arayın.

Akıl da, güzel bir yüzdeki çirkin bir burna benziyen, ayıplarla dopdolu olan nefisten feryâd eder.

Akıl ona derler ki, aynı cinsten oluş, anlam yolundadır; suyla toprak bakımından değil… (Mesn;C:6/B:2957)

– Kara bir karınca, kara bir kilimin üstünde… Karınca gizli ama, yol alıp giden tane meydanda.

Akıl der ki: Gözünü iyi aç ta bak, onu bir götüren olmadıkça kendi kendine gider mi hiç? (Mesn:C:6/B:2968)

-Aklımız nerde ki batıyı da görsün, doğuyu da; canlara yüz çeşit şimşekler çaksın. (Mesn:C:6/B:3329)

– Akıl, kadının da eminliğini, adaletle muamelesini ister, erkeğin de; ama akıl nerede? (Mesn:C:6/B:3872)

– İnsanın kolu kanadı akıldır, aklı yoksa, başka bir aklı kılavuz edinmesi gerek.

Ya üst ol, ya bir üstünü ara; ya görüş sahibi ol, ya bir görüş sahibini ara.

Akıl anahtarı olmadıkça bu kapıyı açmaya kalkışmak, boş emektir, doğru değildir de. (Mesn:C:6/B:4086)

-Yarı-buçuk akıl, akbabadır a müflis, onun kanadı leş yemekle bitmiştir.

Abdal’ın aklı, Cebrail’in kanadına benzer; mil-mil tâ Sidre’nin gölgesine dek uçar. (Mesn:C:6/B:4l49)

Muhterem dinleyenler, Mevlâna’mızın sözleri İle aklın ehemmiyetini birlikte gördük; ancak akıl düşünce kaynağıdır.. Gelelim kısaca aklın ürünü olan düşünceye.
Mevlânâ’mız, Dîvân-ı Kebir’de:

“Her düşünce mezarının etrafında, hamile çocukları dolaşır…” buyurur.

Evet, bu söylediklerimden kimbilir ne düşünceler vâr olup, doğacaktır…

Zamanımızda üzerinde en çok durulan fikir hürriyeti hakkında, Mevlâna’mızın düşündükleriyse kısaca şöyle:

“İnananla inanmayan, bir arada olursa, fakat bir şey söylemese ikisi de birdir. Düşünce yüzünden hiç kimse sorumlu olamaz. Adamın içi hürlük dünyasıdır. Çünkü düşünceler göze görünmezler, düşüncelere göre hüküm verilmez. “Biz görünüşe, dışa göre hüküm veririz, gizli şeyleri ise Allah bilir”… Hani Allah’ın araca ihtiyacı yoktur derler ya; görmez misin, şu düşünceleri sen de, araçsız, kalemsiz, şekilsiz-renksiz nasıl belirtmede… Düşünceler, içte kaldıkça adsız sansız; onlara hüküm yürütemezsin; ne küfür diyebilirsin, ne müslümanlık. Kadı, içinden şunu ikrar ettin, bu çeşit bir satışta bulundun; gel, içinden şu düşünceyi geçirmediğine and iç der mi hiç? diyemez; çünkü hiçbir kimse gönülden geçene, hatıra gelene hüküm yürütemez… Söze geldi mi o anda, küfür yahut müslü-Imanlık olduğuna iyi yahut kötü bulunduğuna hükmedilebilir… (Fihi mâ fih, 6:23) Muhterem dinleyenlerim, konuşmamın başında söylediğim gibi Mevlânâ’mız, “İnsan; Ruh, akıl ve sevgi üçgenidir” buyuruyor. Evet, insan bu dünyada hayatta oldukça bu üçgende bütünleşen bir bütündür, bölünmez bir bütün. Anlaşılıyor ki, insanoğluna aşk da gerek, akıl da gerek.

İnsanoğlu, bezm-i ezelde, herhalde özündeki bu aşktan ötürü olacak, bütün ilâhî teklifleri teslimiyetle kabul etmiştir. Hz. Mevlânâ sözleriyle bu hakikatin ikrarını görüyoruz.

Ya Rabbî senin “göklere, yerlere, dağlara teklif edip de yüklenmekten çekindikleri hakikâti”, (Kur’ân-. Kerîm, Ahzab S: 34, A:72) sana olan sevgimden dolayı ben kabul ettim..

Muhterem dinleyenlerim, Allah’ın insanoğluna en büyük lutfu şübhesiz akıldır, fakat akla hoşgörüyü, birliği-beraberlik düşüncesini ihsan eden sevgidir, aşktır. Mevlânâ’mızın sözleriyle:

“Aşkı seç, aşkı ki, sen de seçilmiş bir insan olasın. Bilki sana en sağlam fikri aşk verir.” (Menûkıb’el Arifîn C:1/289)

 

HZ. MEVLÂNA VE AKIL

Aşk konusunda belirtildiği gibi Mevlana , akıl-aşk mukayesesinde aşkın üstünlüğünden yanadır. bunun dışında aklı hem övdüğü, hem de yerdiği görülür. Bütün sofiler gibi Mevlana’ nın yerdiği ve karşı çıktığı akıl; hissi ve maddi alemle ilgili olan tecrübi ve tabii akıl değil , bu alemin ötesine ait hükümler veren ve İlahi hakikati idrak etme iddiasında olan nazari ve metafizik akıldır. Bu konudaki itirazların büyük bir kısmı da , bilginin tek kaynağı olarak aklı esas alan ve aklın mutlak bilgi kaynağı olduğunu iddia edenlere ve filozoflaradır.

Akıl genel olarak ikiye ayrılır: Akl-ı cüz’i ve Akl-ı Külli. Cüz-i Akıl , insan düşüncesi, yani ferdi akıldır. “Hakikat -i Muhammediye” de denilen Külli akıl ise yaratıcı kudretin faal olarak görülmesine denilir.

Akl-ı kül her şeyi ortaya koyan , bulan , meydana getirendir. Cüz-i akıl , her zaman öğrenmeye muhtaçtır, Küll-i akıl ise öğretmendir. Peygamberler Akl-ı Küldür. Cüz-i Aklı Küll-i Akla Peygamberler ve Veliler bağlar. (Fihi Mafih, 220)Yeryüzünde görülen her şey külli Aklın gölgesidir. Mevlana’nın Cüz-i akla değer vermesi; “Külli akıldan bir parça olmasından, kaynağını , gücünü ondan almış olmasından dolayıdır. Diğer yandan akıl ; melek cinsindendir, ruh gibi latiftir:

“Akılla melek birdirler . Hikmet icabı iki surette göründü.

Hikmet icabı iki surette göründü.

Meleğin kuş gibi kanatları var. Akılsa , kanatsız uçmada.

Onlar birbirine yardım eden iki dost gibidir.

Hem melek , hem de akıl Hakkın keremi olup ; Adem’e yardımda bulunmuşlar ve secde etmişlerdir.

Nefis ve şeytan , bu iki kafirse Adem’e hem düşman oldular hem de haset ettiler. ” (Mesnevi III, 3215-19)

Burada belirtildiği gibi aklın değerli olmasının bir diğere sebebi de nefsin zıddı oluşudur :

“Aklın hususiyeti neticeyi düşünmektir. Nefis ise akıbeti düşünmez. “(Mesnevi, II / 1569)

“Akıl galip olursa , nefsin zayıflar. Zira ağır biniciden eşek zayıf düşer. ” (Mesnevi, II / 1877)

Ayrıca ;

“O yüce Peygamber ; ‘Akıl ; oruçtan da , namazdan da yeğdir.” diye ne güzel buyurmuştur.

Çünkü akıl cevher , onlarsa arazdırlar. Namaz ve oruç akıllılar için farz olunmuştur. ” (Mesnevi, V / 456-457)

Diğer yandan Mevlana ; “Akıl ; Hakk’a ulaşma yolu değildir. ” (Mesnevi I/ / 557) diyerek , aklın yetersizliğini dile getirir. Kastedilen Cüz-i Akıldır :

“Cüz-i akıl , keskin şimşek gibidir. Onun ışığı yolda rehber olamaz.

Şimşeğin nuru rehber olamaz, belki o buluta ağlamasını emreder.

Bil ki akıl şişeği de ağlamak içindir, ta ki yokluk , varlık için ağlasın !

Çocuk aklıyla mektepte bir şeyler öğrenir, yoksa kendi kendine bir şey öğrenemez.

Hatta , aklıyla hekime gider ama aklı tedavisinde işe yaramaz. ” ( Mesnevi, III / 342-346)

“Bu aklın görüşü mezara kadardır. Basiret ehlininki ise sur üfleninceye kadar .” (Mesnevi, III / 3334)

Zekilik taslamak denizlerdeki yüzücü gibidir. , ekseriya o sonunda boğulur gider.

Yüzücülükten vazgeç, kin tutma . Bunu ırmak veya Ceyhun sanma , deryadır bu !

Hem öyle uçsuz bucaksız ve derin bir derya ki yedi deniz ona nispetle saman çöpüdür.

Aşk , has erlerin gemisidir. Onun afete uğraması nadir , kurtuluş ihtimali fazladır.

Akıllılığı bırak da , hayrete itibar et. Akıllılık zan , hayranlıksa nazardır.

Aklı Mustafa (S.A.)’ nın yolunda kurban edip ; ‘Allah bana yeter’ le iktifa et”
( Mesnevi, IV / 1424-1429)

Mevlana bu sözlerle cüz-i aklın , insanı Cenab-ı Hakka yaklaştırmada yetersiz olduğunu , bu konuda aşkın gerekliliğini dile getirir. Esasen insana mahsus cüz-i aklın derecesi herkeste değişiktir:

“İnsanların akılları birbirinden farklıdır. Nasıl ki güzellerin görünüşleri de başka başka . ” (Mesnevi, III / 1542)

“Bazı akıl güneş gibidir.. Bir diğeri Zühre’ye , kayan yıldıza benzer.

Bazı akıl ışıksız , yanmayan bir mum gibidir. Bir başkasıysa yıldız gibi parlar. ” (Mesnevi , V / 762-763)

“Bir çok akıl birleştiği zaman, tek akıldan daha üstün olur. ”

“Bu aydın akıllılar kandil gibidir. Elbette yirmi tanesi, bir tanesinden fazla aydınlık verir. ” (Mesnevi, VI / 26-38)

İnsanın mutlaka aklımı , aydın bir akılla birleştirmesi gerekir. Zira ancak yaratılışta aklı keskin olanlar eğitimle bu melekeyi geliştirirler. :

“Aklı, ilim ve tecrübe arttırır; böylece insanlar daha bilgili olur ! derler.

Oysa bu batıldır. Zira küçük bir çocuk , herhangi bir tecrübeye sahip değildir.

O çocukken , hile ve tedbirlerle nice ihtiyarı aciz ve şaşkın bırakır.

Ancak yaratılıştan olan üstünlük , çalışıp çabalamakla artar. ” (Mesnevi III, 1546-1549)

Mademki akıl , ölçüsü herkese göre değişen nispi bir kavramdır ve birden çok akıl bir araya gelince üstünlük kazanır, o halde :

İnsanın aklı , kolu kanadı gibidir. Aklı olmayan başka bir aklı rehber edinmelidir. ” ( Mesnevi, VI/4109)

“Akıllılarla sohbet kuvvet verir. Şeker kamışı , şeker kamışından olgunlaşır. ” (Mesnevi, II / 2300)

Neticede ; Mevlana’ya göre akıl hudutludur. Ancak bazı akıllar üstündür ki , bunlar da veliler ve peygamberlerdir. Yalnızca onlar insanın cüz-i aklını külli akla , yani Hakikat-ı Muhammedi’ye , yaradılış sırrına ulaştırabilir. Bu iki akıl arasındaki bağı teşkil edenler peygamberler ve veliler, onların yolları da aşktır. Öyleyse insan mahdut aklıyla yol almaya kalkışmamalı; aklın küçük adımlarını bırakıp , aşkın kanatlarıyla ilerlemelidir.

MEVLANA VE İNSAN

Hazret-i Mevlana’nın nazarında insan son derece değerli bir varlıktır. Çünkü insan: Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratılmış, meleklerin vakıf olamadığı ilimlere sahip edilmiş, melekler Hazret-i Adem’e secde ile emrolunmuştur.

“Andolsun ki biz insanoğlunu üstün kıldık” ayetiyle Cenab-ı Hak; insanın diğer bütün varlıklardan üstünlüğünü, şan ve şerefini ilan etmiştir. İnsan “ahsen-i takvim” üzerine yani en güzel kıvamda yaratılmıştır, madden ve manen pek çok meziyetlerle donatılmıştır.

Hazret-i Mevlana; eserlerinde insanı, bu üstünlüğünü vurgulayarak ele alır:

“Alemden maksat insandır”

“İnsanın bir soluğu, bir cana değer;

Ondan düşen bir kıl, bir madene değer. (Rubailer,78)

“Zayıfım, arığım, çaresizim ama; değil mi ki ‘biz Ademoğullarını üstün ettik’ sesi ulaştı, o sesin inayet eserlerini duydum; ne zayıfım ne arığım, ne de çaresizim, dünyanın çaresini bulurum ben. Okluğumu senin oklarınla doldurdum mu, Kaf Dağ’ının bile belini çeker, bükerim.” (Mecalis-i Sab’a, 12)

“Kimi olur, temizliğimizi melekler bile kıskanırlar;

Kimi de olur, şeytan bile korkusuzluğumuzu görürde kaçar bizden .

Şu toprak bedenimiz, Tanrı emanetini yüklenmiş,

Maşallah çevikliğimize, nazar değmesin gücümüze kuvvetimize. ” (Rubailer,19)

Ancak insan kendisindeki bu değerleri idrak ettiği, varlığındaki cevheri keşfettiği zaman insan olma özelliğini taşır;

“Canında bir can var, o canı ara …

Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara …

A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara;

Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara.” (Rubailer, 22)

Allah’ın yeryüzünde halifesi olan insan, İlahi tecellilerin vücut bulduğu bir varlıktır. Önce kuru bir çamurdan yaratılan insana Cenab-ı Hak kendi ruhundan üfürmüş, insan bu ilahi nefesle adeta suret-i Rahman olmuştur.

“Sen su değilsin, toprak değilsin, başka bir şeysin sen…

Balçık dünyadan dışarıdasın, yolculuktasın sen.

Kalıp bir arktır, can o arka akan bengisu;

Fakat sen, senliğinde kaldıkça ikisinden de haberin yoktur.” (Rubailer, 205)

“Dışa bakarsan insan şeklini görür ;

Rum ülkesinden, Horasan ülkesinden bir bölük şaşılacak halk seyredersin…

Rab’bine dön buyurdu ya; dönmek şudur, şu demektir:

İçine bak da insandan başkasını gör.” (Rubailer, 218)

İnsan yalnız bedenden ibaret değildir. Ona hayat veren, Hak nuruna dost olan ruhtur. Bu gerçeği bilen ve ruhunu dosta yöneltenler gerçek insandır ve bunlar melekten üstündür.

Hazret-i Peygamberin: “Aklı daima şehvetine galip gelen kimse meleklerden daha yüksek, şehveti aklına galip gelen kimse ise hayvanlardan daha aşağıdadır.” hadisine dayanarak Mevlâna yaratıkları üçe ayırır; Birincisi meleklerdir. Bunlar yalnızca akıldır. İbadet ve kulluk onların yaradılışında mevcuttur, ibadetsiz yaşayamazlar. İkinci sınıf hayvanlardır. Bunlarda yalnız şehvet vardır, kendilerini kötülüklerden alıkoyan akılları yoktur. Üçüncü grup ise insanlardır. İnsan akıl ve şehvettin karışımından oluşur. İbadet ve kulluk sorumluluğunu taşır. İnsanın yarısı melek, yarısı hayvan; ya da yarısı yılan yarısı balıktır. Her unsur insanı kendi tarafına çeker. Balık yönü onu suya, yılan tarafı toprağa sürükler. Akıl veya şehvet, hangi unsur galip gelirse; insan o gruba dahil olur. Nitekim Peygamberler bilgi ve akıl sayesinde meleklerden üstün varlıklar olmuştur. (Fihi Mafih, 122-123 ; Mesnevi, IV/ 1518-40)

“Sende bir hayvan, bir şeytan, bir Rahman sıfatı var.

Hangisinden sayılırsan, sayı günü ona katılırsın.” (Mecalis-i Sab’a, 73)

“Sen ‘Ademoğullarını yücelttik’ ayetinin padişahısın; hem karaya ayak basarsın, hem denize.

Canla; ‘Onları denize taşıdık’ sözünü, ‘Karada taşıdık’tan öne sür; yürü denize. (İsra Suresi, 17/70)

Karada meleklerin yeri yoktur, hayvanların ise denizden haberleri yoktur.

Sen vücut yönünden hayvan, ruh bakımından meleksin. Makamın hem yeryüzü olmalı, hem de gökler.

İnsan gibi olanları ayırdetmek için , kamilin kalbinde İlahi vahyin eseri vardır.

Toprağa mensup olan vücut yerde kalır. Ruh ise yüce göklerin süsüdür. ” (Mesnevi, II/3811-16)

İnsan ruhunun meyli, Cenab- ı Hakka yakınlık olmalıdır.

Çünkü insan kısa bir süre için dünyaya gelmiş, vücut elbisesini giymiştir.

Asıl vatanı bu alem değildir. Bu yüzden Mevlana ruhtan; kara kargalar arasına sürülmüş bir doğan, ya da çevresi kuzgunlarla dolu bir bülbül veya eşek ahırındaki ceylan gibi söz eder. Fakat insan nerede olursa olsun, görünüşü neye benzerse benzesin; Allah aşkına sahipse , onun değeri göklerden yücedir.

“Doğan bembeyaz ve eşsiz olsa da fare avlıyorsa o; hor ve hakirdir.

Fakat baykuş da olsa, padişaha meyli varsa o, yüce bir doğandır, görünüşe bakma.

İnsanın boyu bir hamur teknesi boyundadır ama o, gökyüzünden de üstündür.

Gökyüzü hiç ‘Biz onu üstün kıldık’ hitabını duydu mu? Ama bunu yücelik sahibi insan işitti.” (Mesnevi, VI/136-139)

Ancak insan kendisine bağışlanan bu üstünlüğe ulaşmak için dört vasıftan kurtulmalıdır. İnsana ayak bağı olan bu dört huy, dört kuşa aittir. Tavus kuşu gibi azametli, kaz gibi hırslı, horoz gibi şehvete düşkün olmak ve karga gibi olmayacak ümitlere düşüp, uzun ömre tamah etmek. (Mesnevi, V/31-52) Suret-i Rahman olan insana bu hayvani vasıflar yakışmaz. Mevlana’nın deyişiyle “aklın çarmıhı” olan huylar insanlık şuuruna yükselmeye manidir.

Mevlana’nın insanla ilgili olarak üzerinde durduğu bir noktada insana yaradılışında bahşedilen üstünlük ve bunca meziyetlerin verilme sebebinin Hakka kulluk etme amacına dayanmasıdır.

Sonuç olarak şunu belirtmeliyiz ki ; Mevlana’nın insana verdiği değer, onun zamanına ulaşan diğer mutasavvıflara nazaran en üstün seviyededir. Mevlana; insanlık şuurunu Kuran-ı Kerim ayetlerinin ışığı altında düşünmüş, insan olmanın faziletini en özlü biçimde dile getirmiştir

HZ. MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE GÖNÜL

A gönül, vuslat diyarının devletkuşusun sen; uç, ne diye uçmuyorsun? Kimsecikler tanımaz seni, ne insansın ne peri.

Sen dilbersin, gönül değilsin, fakat binlerce gönlü elde edesin de alıp götüresin diye hileyle, düzenle gönül şekline girmişsin.

Bir an vefâlı ol da toprağa karıl; toprakla birleş, sonra bir anda kalk, Arş’tan da ferşten de, iki dünyanın sınırından da geç.

Can neden seni bulamaz? Onun kolusun- kanadısın sen; göz neden seni göremez? Görüşün aslısın, temelisin sen.

Tövbenin ne haddi var ki sana tövbe etsin? Haber kim oluyor ki seninle olsun da bir şeyden haberi olsun?

Kim oluyor o yoksul bakır ki, ilkbahar gelsin de ağaç gibi boy atıp tohumluktan çıkmasın?

Kim oluyor yoksul odun ki, ateşe düşsün de kıvılcımlar saçan bir ateş koru olmasın?

Bütün akıllar, bütün bilgiler, yıldızlardır, sense onların perdelerini yırtan bir dünya güneşisin.

Dünya, sanki kardır, buzdur, sense temmuz ayı; sen tesir etmeye başladın mı ondan bir eser bile kalmaz, erir gider.

Kim oluyor şu yoksul, kimim ben ki seninle olayım da, gene de varlığıma sahip bulunayım? Bana doğru bir baktın mı, ben de yok olur giderim, benim gibi yüzlercesi de.

Sahibimiz Tebrizli Şems’in sıfatlarının olgunluğu cebrî’nin vehimlerinden de üstündür, kaderî’nin vehimlerinden de.

***

Hakkımızda birisi birşey mi söyledi, yoksa bu iyilik, kötülük, kendiliğinden mi meydana geldi, bilmem; hoca henüz burda sakalına bak da anla artık.

Tuhafı şu ki hoca bir düzene başvurdu; çocuktu, çocuk kaldı; halbuki sakalı karaydı, başka bir renge girdi şimdi.

Söyleyeyim mi sana, hoca, yukardan-aşağıdan ne diye bahsetti durdu? Kendisi alt-üst olmadı da ondan.

Dört ayakla, iki ayakla dünyanın çevresini döndü-dolaştı amma deniz, hiç başından aşmadı hocanın.

Hoca, kendince pek iyi bir hale gelmiş, öyle sanıyor, halbuki hummaya tutulmuş hasta gibi, hattâ ondan da beter.

Delil getirmede, inad etmede, savaşmada aşırı vardıkça vardı; fakat candan, can zevkine dair delilden hiçbir haberi yok.

Bahis yolu, inattır, itirazdır, delil getirmedir; gönül yoluysa baştan başa zevktir; şevktir, baldır, şekerdir.

***

Gönlüm, hem yol gösterir; hem yol keser; hem bir çengeldir, herşey ona asılır, hem herkesin ihtiyacı olan padişah altınını basar.

Hem feryâd eder, yolumu vurdular diye bağırır gönlüm; hem de aptal yankesicilerin yolunu vurur.

Gönlüm, hem şahne gibi hırsızları arar, hem de hırsızlar gibi geceyarısı yol keser.

Gâh Tanrı buyruğu gibi başlara kasd eder gönlüm; gâh başı kesilmiş kuş gibi çırpınır, Allah-Allah der.

***

Gönlün varsa, gönül Kabe’sini tavaf et… anlam Kabe’si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun onu?

Allah, sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur.

Bir gönül incittin mi, bin kez yaya gitsen de, Kabe’yi tavaf etsen Allah kabul etmez.

Malını-mülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda o kapkara gecede ışık versin sana.

Allah kapısına binlerce altın torbası götürsen, Allah: “Bize bir şey getireceksen gönül getir” der.

Çünkü der, altın gümüş kapımızda hiçbir şey değildir. Bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür bizim.

Senin bir saman çöpü kadar, değer vermediğin yıkık gönül, Arş’tan üstündür, Kürsî’den de, Levh’ten de, Kalem’den de.

Yıkık gönül, Allah’ın baktığı varlıktır; onu yapan can ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönülü yapmak, Allah’a Hac’tan da yeğdir, Umre’den de.

Allah’ın defineleri yıkık gönüldedir… Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür.

Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da, sırlar yolu yüzüne açılsın.

Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak.

Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse, kalbinden hikmet kaynakları akar.

Dilinden sel gibi, âb-ı hayat akar; soluğun Mesîh’in soluğu gibi hastalıklara ilâç olur.

İki dünya da, bir gönülceğiz için var olmuştur; okuyanın dudağından çıkan “Sen olmasaydın” hadîs’ini duy.

Yoksa varlığın,mekânın, güneşin, ayın, yerin, şu gök kubbenin vücûdu nerden olacaktı?

Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül gene de anlatışa sığmaz.

***

Gerçek aşka tutulmamış, o sevgiyi iş edinmemiş canın, yok olması daha iyi; çünkü varlığı, ancak ayıptır onun, ardır ancak.

Aşkla sarhoş ol, ne varsa aşktan ibarettir; aşka koyulmaktan başka dosta lâyık bir iş-güç yoktur.

Aşk nedir derler. De ki: Dileği, isteği, yapıp yapmamak arzusunu, iradeyi-ihtiyân terk etmektir aşk; ihtiyârı terk etmiyen-de hayır yoktur.

Aşık, bir padişahlar padişahıdır ki iki âlem de ona saçılıp dökülür; fakat padişahın saçıya; bağışa iltifatı yoktur ki.

Ebedî olarak kalan yalnız aşktır, aşıktır, bundan başkasına gönül verme, çünkü aşktan başka ne varsa iğretidir, geçicidir.

Ölmüş sevgiliyi ne vakte dek kucaklayıp duracaksın? Canı kucakla, canı, onun ne kıyısı vardır, ne ucu-bucağı.

Baharda doğan güzün ölür gider, fakat aşkın gül bahçesinin, baharın yardımına ihtiyacı yoktur.

Baharda açılan gülün dostudur diken; üzümcük cibresinden yapılan şarap, mahmurluk verir adama.

Bu yolda bakınıp durma, bekleyip kalma; vallahi hiçbir çeşit ölüm bekleyişten beter olamaz.

Kalp değilsen yarına bırakma, bugün, hemen gönüle sarıl küpen yoksa bile bu sözümü duy, kulağına küpe et.

Beden atının üstünde titreyip durma, in, ondan daha yürük bir yaya kesil; Tanrı bedene binmeyene kanat ihsan eder.

Düşünceyi bırak, tamamıyla arıt gönlünü, hani aynada ne resim vardır, ne süs, tıpkı öyle olsun gönlün.

Bütün resimlerden, şekillerden arındı mı artık her resim, her şekil ordadır, ona vurur. O yüzü tertemiz, pırıl pırıl ayna hiçbir yüzden utanmaz artık.

Ayıptan, ardan kurtulmanı istiyorsan sına kendini, bir ona bak; çünkü o tertemiz ayna, doğru söyler, kimseden utanmaz, çekinmez.

Demirden yapılan ayna bile bu arılığa erişebildikten sonra üstünde bir toz bile kalmayan gönül ne hale gelir? Bir düşün artık.

Söyliyelim onun nelere eriştiğini; hayır-hayır söylemiyeyim, susayım da sevgili de benden duyduğunu söylemesin, çünkü sır saklayamaz o.

(Dîv.Keb.: Gölpınarl( C:2/32012 – Furûzanfer C: 1/6455)

MEVLANA VE FELSEFE

Mevlana’nın yaşadığı dönemde kelam ilmiyle uğraşan alimler akla aşırı değer vermişler; aklı sınırsız kabul ederek , din, konuların ispatında yalnızca akla dayanan felsefi delillere ve mantıki kıyaslara dayanır olmuşlardı. bu bilginler , insanın akıl yoluyla hakikate ulaşabileceğini savunuyorlardı. Bu arada materyalist düşünceyi temel edinenler ; yalnızca beş duyuyla , hissedilenleri kabul edip, batıni duygulara değer vermiyor, metafizik gerçekleri inkara yöneliyorlardı. Bu durum insanların imanını ve semavi dinlerin gereğine ısrar ettiği gaybi hakikatlere güveni zayıflatmıştı. Kelam ilmi ise, yalnızca dış duyulara ve kıyasa dayanan kuru , sınırlı bir ilim haline gelmiş; insanları görmediklerini inkar etme yoluna sürükler olmuştu.

Hal böyle iken ; Mevlana , kelam ilmine yepyeni bir bakış getirir. Bütün bu felsefi düşünceleri şiddetle eleştirir. Ona göre akıl tek başına metafizik gerçekleri kavramakta yetersizdir. İlahi hakikatlere ulaşmak için en iyi yol sevgidir, aşktır. Yalnızca dış duyulara müşahede ettiklerine inananlar yanılır :

“Münkirin her delili: ‘Ben görünenden başkasından bahsetmem, inanmam !’ sözüdür.

Hiç düşünmez ki, her nerede bir görünen varsa o , gizli hikmetlerden haber vermektedir.

Hasılı , ilacın faydasının içinde gizli olduğu gibi; her görünen şeyin de hikmeti içinde gizlidir. ” (Mesnevi, IV/21200-21203)

İnsan cüz-i aklıyla ve şahsi görüşleriyle gerçek bilgi sahibi olamaz. Herkesin görüş açısı ve derinliği farklıdır. Mevlana bu konuyu açıklamak için şu hikayeyi anlatır: Hindistan’dan bir fil getirip, karanlık bir yere koyalar. Fili seyretmek isteyen halk oraya gelince , karanlıkta göremez ve ona dokunmaya başlarlar. Filin hortumunu tutan onu bir oluğa , kulağını tutan yelpazeye, ayağını tutanda direğe benzetir. Özetle herkes filin neresine dokunduysa , kendi zannınca bir hüküm verir. Fakat herkesin elinde bir mum olsaydı , halk fili bütün halinde görüp , onun neye benzediği konusunda yanılmayacak , görüş ayrılıkları kalkacak , herkes gerçek bilgi sahibi olacaktı. (Mesnevi, III / 1264/1273). Mevlana bu örnekle filozofların yalnızca kendi dar görüşlerine itibar etmelerini tenkit eder. Herkesin kendine has bir görüşü olduğu ve tek olan gerçeğe farklı yönlerden baktığı için ; hakikati bir bütün halinde göremeyip, yanılmaya mahkum olduklarını belirtir.

Yine Mevlana felsefenin zayıf noktalarını belirtirken, akıl ve hisle deliller bulma ve kıyaslama yönlerini hatalı bulur, eleştirir. Bu hatayı ilk yapan şeytan olmuştur. Şeytan önceden büyük bir melekti. Ama Hz. Adem’e secde etmekle emrolununca ; “Benim aslım ateş, o ise topraktan yaratıldı. Bende nurlu , onda ise karanlık elbise var. ” diyerek ; kıyas ile Adem’i hakir görmüş, kibre kapılarak secde etmeyi reddetmiş, neticede Cenab-ı Hakk’ın lanetine uğramıştır.” (Mesnevi , I 3502-3509)

Böyle kuru bir akıl ile kıyasta bulunmanın yetersizliği insanı da hataya düşürür. Mevlana , bu konuda Mesnevi’de birkaç hikaye anlatır. Bunlardan biri , sağır bir adamın hasta komşusunu ziyarete gitmesiyle ilgilidir:

“Bir sağıra ; ‘Komşun hastadır !” dediler.

Sağır kendi kendine dedi ki : ‘Bu ağır kulaklı sağır, onun sözlerini nasıl duyabilir. ?

O dudaklarını hareket ettirdikçe, ben de sözlerini tahmin ve zanla ölçer , anlarım.

Ben ona ‘Nasılsın ? deyince o ; ‘Allah’a hamdolsun iyiyim der.’ der.

Şükreder , sonra ne yiyip içtiğini sorunca ; mercimek çorbası ve şerbet içtiği gibi bir şeyler söyler.

‘Afiyet olsun ‘ der ve hekimin kim olduğunu sorarım. Elbette o terbiyeli komşu bana ‘Falan kimsedir’ der.

Ben de ; ‘Onun ayağı mübarektir. Gittiği yerde hastalık yok olur.

Biz onu denedik , çok iyidir. Nereye vardıysa , maksat hasıl oldu’ derim !

O tecrübe sahibi , bu cevapları gönlünde tutarak hastaya gitti.

Halini sordu. Hastanın ‘Ölü gibiyim!’ demesine sağır şükredince , hasta üzüldü.

Sağırın söylediği sözlerden hastanın gönlünde diğer bir sıkıntı hasıl oldu.

Ne yediğini sorunca ; ‘Yılan zehiri !’ dedi. Sağır da : ‘Ziyade afiyetler olsun’ dedi.

Sonra ; ‘Hekimlerden acaba tedavi için gelen kimdir ?’ deyince,

Hasta ; ‘ Azrail’dir ! Ey adam var git !’ dedi. Sağır da ; ‘Onun işi gayet mübarektir.’ dedi.

Hasanın yanından sevinçle çıktı. Bir müddet , ‘Hal, hatır sordum’ diye şükretti.

Hasta ise ; ‘ Bu bizim can düşmanımızmış, kötü niyetli bir komşuymuş, bilmiyordum.’ diyordu.

Hastaya hal, hatır sormak teselli içindir. Bu ziyaret ise sıhhatin düşmanı oldu.

Sağırın caiz gördüğü kıyas yüzünden , on yıllık sohbeti de batıl oldu.” (Mesnevi, I / 3466-3499)

Kıyasın yetersizliğine bir başka hikaye de gül yağı şişesini kıran papağanla ilgilidir. Sahibi başına vurunca tüyleri dökülen papağan , başı kel birini görünce ; ” Sen de mi gül yağı şişesini döktün ?” diyerek kelin halini kendisiyle kıyaslar (Mesnevi, I/256-273) Ya da yerdeki idrar birikintisinin üzerinde ki saman çöpüne konan sineğin : “İşte derya , işte gemi, ben de gemisini idare eden kaptanım.” şeklindeki gülünç tasavvuru anlatılır. (Mesnevi , I/ 1129-1140)

Bütün bu örneklerle Mevlana, insanın sınırlı aklı ve dar görüşüyle yaptığı kıyasların yalnızca birer vehimden ibaret olduğunu ; felsefenin de hükümlerini bu yolla verdiği için gerçek bilgiye ulaşamadığını belirtir. Esasen Mevlana’ya göre bilgi gaye değil , ancak kişinin dünyada kendisine ve başkalarına faydalı olabilmesi için bir vasıtadır. Dolayısıyla yalnızca müşahede ve şahsi tespitlere dayanan bilgi ve bu bilgiyi temel edinen felsefe, aşktan yoksun olduğu için yaratılış sırrından habersizdir.

MEVLANA VE AHLAK

Bir gönül eğitimcisi , arayış içindeki ruhlara şifa olan Mevlana; insanlara sevgiyi, aşkı anlatırken , örnek insan olmayı da öğretir. Güzel ahlak sahibi ve gönül alemi zengin fertlerden oluşan toplumun mutlu ve huzurlu olacağı ; eğitimle kötü huylardan arınmanın , yüksek ahlaki değerler kazanmanın mümkün olduğu düşüncesindedir. “Din , nasihattir.” Ve “İslam, güzel ahlak dinidir.” hadislerinden yola çıkarak eserlerini birer öğütler manzumesi şeklinde insanlığın hizmetine sunmuştur. Mesnevi’de farklı konulara örnek olarak anlattığı her hikayeden ahlaki öğütler çıkarmak mümkündür. Güzel huyların insana kazandıracağı değeri , diğer yandan kötü huyların da insandan alıp götürdüklerini hemen her fırsatta dile getirir. Ancak ahlaki güzelliğin , ya da onun diliyle edebin gösterişte kalmaması, gönülde yerleşmesi şarttır. (Mesnevi, II / 3249-50)

Bunun için hırs, kıskançlık , kibir, yalan, iki yüzlülük, gıybet gibi kötü huylar terk edilmelidir.

Zira hırs insanın temiz bir göz, akıl ve kulak edinmesine manidir; kalbi körleştirir (Mesnevi, II / 575)

Kıskançlık; bütün kusurların mayası, en kötü huydur. (Mesnevi, II / 812-13)

Gıybet , insan eti yemeğe benzer , başkalarının arkasından dedikodu yapanların ağız kokusunu Cenab-ı Hak’tan gizlemek imkansızdır. (Mesnevi, III / 107-10 )

Kibir, daha önceden melek olan şeytanın lanetlenmesine sebep olmuş, ebediyen aftan mahrum kalmıştır (Mesnevi, I / 3401-02)

Mal düşkünlüğü, insanın boğazına takılan bir çöp gibidir. Dünya sevgisi ve mal hırsıyla dolu olanların boğazındaki bu çöp ebedi saadetin kaynağı olan ab-ı hayatı içmeye engeldir (Mesnevi, II / 132-33)

Bir toplumda rüşvet yaygın hale gelirse , adalet mekanizması felç olur, zalimle mazlum birbirinden ayrılamaz. ( Mesnevi , I / 1347).

İsraf kötüdür, en büyük israf ise insanın zamanını kötü harcamasıdır.(Mecalis-i Saba, 23).

İnsan öncelikle kendi kusurlarını düzeltmeye çalışmalı , başkalarının ayıbını görmemelidir. Başkasında kusur arayanlar, kınadıkları hale mutlaka kendileri de düşerler (Mesnevi, II / 3064).

Yalancıların yeminine inanılmaz, doğruların ise yemine ihtiyacı yoktur (Mesnevi, II / 21202-03).

Çünkü yalan gönüllerde şüphe doğurur, doğru söz ise kalbe huzur verir (Mesnevi, II / 2762).

Zalim insan zulmünün cezasını görecektir. Yoksulun gönlünü zulümle kebap eden, aslında kendi budunu kızartıp yemektedir (Mecalis-i Saba, 23)

Mevlana; alçak gönüllülük, cömertlik , sabırlı olmak, sözünde durmak, sır saklamak gibi huyları metheder.

Alçak gönüllülük, insanı yücelten bir değerdir (Mesnevi, III / 547-66).

Meyveli ağacın dalları yere eğilir, meyvesi yoksa dalları havaya uzanır. Ağaçtaki meyveler arttıkça dalların yere değmemesi için direklerle desteklerler. Tevazu konusunda , iki alemin meyvelerinin toplandığı Hazreti Peygamber ; eşsiz bir örnektir. (Fihi Mafih, 164)

Cömetler, özellikle fakir ve muhtaçlara yardımda bulunanlar cennet selvisinin dalını tutarlar, verdikleri çoğalarak kendilerine döner (Mesnevi, III / 869-70, I / 23335, II/1286 ).

Sözünde durmak, ,nsanın vefası için bir ölçüdür. Ancak sözüne vefalı insanlar övgüye layıktır. (Rubailer, 69).

Kızdığı zaman öfkesine hakim olan , Cenab-ı Hakk’ın hışmından korunur. (Mesnevi, IV / 114).

Sabır, ferahlığın anahtarıdır. Sabırla her güçlük ortadan kalkar. (Mesnevi, III / 1848).

Mevlana; sonunda pişman olmamak için her zaman ihtiyatlı olmak, başkalarının halinden ibret almak, aceleci olmamak, az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi konuların önemini de dile getirir. Bu meziyetler hiçbir zaman sözde kalmamalı, yaşanmalıdır. Zira amli olmayanın hikmetli sözü iğreti bir elbise gibidir. (Mesnevi , II / 676)

“Hakk’ın bize edeb ihsan etmesini isteyelim. Zira terbiyeden noksan olan , O’ nun lutfuna layık değildir.

Edebsizin kötülüğü yalnız kendisine değildir. Belki bütün dünyaya karışıklık , ateş verir” (Mesnevi, I / 79-80) sözleriyle Mevlana’ nın bu konuda önemli bir ikazı vardır. İnsan edebsizlerin kötülüğünden korunmak için, öncelikle dostlarını seçerken dikkatli olmalıdır:

“Samed olan Cenab-ı Hakk’ın zatının hakkı için kötü dost yılandan beterdir.
Zira kötü yılan, insanın sadece canını alır. Kötü arkadaş ise , cehennem ateşine rehberlik eder.

Kötülerle arkadaşlık eden , onlarla düşüp kalkan; şüphesiz onların kötü huylarıyla huylanır.

Kötü arkadaş, sana gölge salınca o mayasız olduğu için , bil ki senin de yolunu keser, mayanı çalar.” (Mesnevi, V / 2643-46)

Neticede Mevlana güzel ahlak sahibi olmak için iyi dostlar edinmeyi tavsiye ederken ; insanları daima iyiliğe davet eder:

“Yürü, iyilik et ; zaman iyiliği tanır.
İyilerin iyiliğini unutmaz o…
Herkesin malı kaldı, senin de kalacak;
Şu halde mal yerine iyiliğin kalması daha iyi…”  (Rubailer, 88)

HZ.MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE İLİM

Hz. Mevlânâ’nın insanlığa bıraktığı mirası olan, 26 bin beyit Mesnevî, 7 bin beyite yakın Dîvan-ı Kebîr, Fîhi-mâ-fîh, Me-câlis-i Seb’a ve Mektûbât gibi eserlerini her yönüyle anlayıp, anlatmanın imkansız olduğu inancındayım. Bu, asırlarca da mümkün olmamıştır. Çağımızın elektronik ve bilgisayar devrinde dahi, her türlü çalışmaya rağmen, neticenin analizi ve senteziyle birlikte, bir insan beynine tamamen sığacağına inanmıyorum. Hz. Mevlânâ’yı incelerken, bir bilgi, bir duygu ummaniyle karşı karşıya olduğumuzu anlanz. Bu ummandan, her ilgilenen, ancak kendi bilgisine göre ma’nalandırır, kendince anladım sanır. Kimi de karşılaştığı azamet karşısında, aczini anlar, yüce Yaratana, hayranlıkla secde etme ihtiyacını duyar.

Birkaç senedir, Hz. Mevlânâ’nın eserlerini konulara ayırarak bilgisayarla tasnif etmekteyim… Kültürlü her insanı ilgilendireceğini düşünerek, tanınan âlimlerin buluşlarını hatırlatan, birkaç misal buldum… Sizlere arzediyorum.

• Coopernik (1473-1 543) ve Galile’den (1564-1642) asırlarca önce, Hz. Mevlânâ (1207-1273): “Dünyamız fezada, yumurtanın akının içinde yüzen sarısı gibidir” der. Böylece hem dünyanın yuvarlaklığını, hem de daha yeni keşfedilen atmosferin yumurta gibi beyzi olduğunu söylemektedir.

• Dercartes (1596-1650) “Düşünüyorum demek ki vanm”

Hz. Mevlânâ: A kardeş, sen şu andaki düşünceden ibaretsin. Arta kalanı biraz et, biraz kemik ve biraz saç.

• Manyetik alanı keşfeden, Newton’dan (1642-1 727) önce Hz. Mevlânâ’mızı “Mıknatıstan bir kürenin içine bir demir parçası koysan, her taraftan çekileceğinden, o kürrenin ortasında durur.”

• Edward Jenner (1 749-1823) Aşıyı bulan âlim.

Hz. Mevlânâ’mız: “Allah hakim-i mutlaktır, ne dilerse yapar. Derdin aynından deva yapar.” Başka bir deyişle… “Hastalığı yaratır, ondan da ilacını verir.”

• Freud (1856-1939) günümüzde “Metod Freudien” dediğimiz, psykanaliz ve pskoterapik sistemi aynen Mevlânâ’mızın, Mesnevisinin ilk hikayesinde görüyoruz: Padişah ile cariye hikayesinde, cariyenin tedavisinde çağrılan tabib’in (doktor’un) hastanın nabzını tutarak illetinin sebebini bulup tedavi etmesi…

• Einstein (1879- 1955) ve atom nazariyesi.

Hz. Mevlânâ’mız: “Her bütün parçalanır.” Bu yerde ve gökte ne varsa, herbiri zerre zerre, kendi cinsine kehruba (mıknatıs) gibidir.”

Zamanın izafiyetini “Ezel ile ebed birleşirler, fakat akıl aczinden, yetersizliğinden bunu kavrıyamaz” Şu yazıyı okumaya başladığınızdan beri, zaman su gibi akıp gitti. Gelecek geçmiş oldu ve biz hiç farkına varmadık.

• Picasso (1881 – 1973), bir an bu büyük ressamın tablolarını hatırlayıp gözünüzün önüne getirin.

Bakın Mevlânâ’mız ne diyor: “O güzel, ansızın kapımdan içeriye girdi; lal renkli kadehi içerek oturdu… Oltaya benziyen saçlarını seyre daldım da, yüzüm tümden göz kesildi, gözlerim de tümden el oldu gitti.”

• Paraşüt fikrini de şu sözleri ile Hz. Mevlânâ’da bulunuyoruz:

“Birisi minareden düşse; Kadir-i mutlak olan Allah’ta o kulunu korumak istese, eteklerine rüzgar doldurur sağ-salim yere indirir”

• Son senelerde hepimizi heyecanlandıran, insanın aya seyahati. İnsanın aya ayak basmasını, Hz. Mevlânâ şöyle ifade ediyor: “Hz. Peygamberin miracı, insanın aya, ayak basmasına benzemez.”

• Hz. Mevlânâ, o devirde hiç bilinmeyen irsiyet GEN’lerini hatırlatması. Bunu mûsikî hakkında ki sözlerinde buluyoruz. “İlk atamız Adem’in cennetten kovulmadan orada duyduklarını, biz onun zerrelerini taşıdığımızdan hatırlamaktayız.”

• Mevlevîler’in dönmesi “Semâ”sı ise! Modern ilmin tesbit ettiği en ufak zerreden, gökyüzündeki en uzak yıldızlara kadar, herşeyin ve kendisinin bünyesinde var olan atomların tabii dönme hareketine, aklı da katmayı sembolize ediyor diyebiliriz…

“Şu pencereden gelen güneş ışığına bak, içinde ki zerreler sûfiler gibi dönüp durmada. Hangi vuruşla, hangi nağmeyle, kimsecikler bilmez. Oynayanlar apaçık meydanda, çalgıcılar sır gibi gizli… Hepsinden üstün bizim iç semâmız, yüz çeşit şevkle, yüz çeşit nazla Onun huzurunda dönüp durmada…

• Hz. Mevlânâ’nm bu hakikatları nasıl bildiği sualinin cevabını, Mesnevi’nin şu beyitlerinde buluyoruz:

“Şu derede akan suya bakın, güneş, ay ve yıldızlar onun yüzünde yansımada. Su akarak durmadan değişmede, amma suyun yüzünde ki yansıma devam etmede. Bu dünyadaki insanlara da düşünceler ve hakikatler yansımada. İnsanlar su gibi durmadan değişmede fakat hakikatler, bilgiler ve düşünceler yeni gelenlere yansımada”

Asırlar sonra, Lavoisier’nin (1743 – 1794) Her şeyin yaratılmış olduğunu tasdik eden “Hiç bir şey yok olmaz, hiç bir şey yoktan var olmaz” cümlesinin manasını, Hz. Mevlânâ’nm yukarıdaki ifadelerinde görebiliriz…

MEVLANA VE İBADET

Mevlana, İslamiyet’ in temel prensiplerine gönülden bağlıdır. Bu sebeple ibadet konusu eserlerinde çok açık bir dille ve geniş olarak yer alır. Bu konudaki fikirleri özetle üç temele dayanır: İbadetin gerekliliği, ibadetin samimiyetle yapılması ve ibadetin mükafatı.

Öncelikle Mevlana: “Ben cinleri de , insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. ” (Zariyat, 51-56) ayetinde bildirildiği gibi ; insanın her işe kabiliyetli olmasıyla birlikte asıl maksadının Hakk’a ibadet etmek olduğunu belirtir. İnsan kulluk etmek için yaratılmıştır. (Mesnevi, III / 3006- 10; Fihi Mafih,24-25). Diğer yandan kulluğun yalnızca düşünce ve sözlerle gerçekleşmeyeceği; ibadetlerin, insanın Cenab-ı Hakk’a inancı, sevgisi konusunda birer şahit olduğunu dile getirir:

“Sevgi (Kulluk), fikir ve manadan ibaret olsaydı, bize oruç ve namaz lüzumlu olmazdı.

Bağlılık ve sevgiden bir eser olsun diye dostlar birbirine hediye verirler .
O hediyeler, bağlılığın ve sevginin şahitleridir. Yani onlarda samimiyet ve beraberlik gizlidir.

O ihsanlar, gönülde meydana gelen sevginin görünen şahitleridir..” ( Mesnevi, I / 2725-28)

“İster namaz ve oruç , ister hac ve cihat olsun hepsi itikat için birer şahittirler.
Oruç; onun helalden bile sakındığına, harama ulaşmasının imkansızlığına şahittir.
Zekat , malını dağıttığı için şahittir. Artık başkasının malına kem gözle nasıl bakabilir ?

Ama o şahitler yalancı iseler, İlahi adaletin hakimince makbul olmazlar.” (Mesnevi, V 184-92)

“Çekirdek kabuksuz ekilirse yeşermez , kabuklu ekmek gerek.” Sözleriyle Mevlana; dinin kurallarla ve ibadetlerle sınırlanan kurallar yönünü kabuğa benzetir ve kabuğun önemini belirtir. Ancak fidanı asıl yeşerten kabuğun içindeki özdür. Bunun gibi ibadetlere önem veren de ; görünüşü bedenin hareketleri değil; özüdür. Bu öz ibadetten alınan zevktir. “Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur, biz aşktan doğmuşuz” diyen Mevlana, dinin emir ve hükümlerini yerine getirip, ibadet ederken şekilci veya taklidi olmayı bırakıp , tahkiki olmayı tavsiye eder. İbadet ederken , kul; tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde olmalı , asıl dindarlık gönülde filizlenmelidir.

Taklit konusunda Mesnevi’de şu hikaye anlatılır:

Bir sofi yolculuğu sırasında gecelemek için bir tekkeye gelir, eşeğini ahıra bağlar, suyunu ve yemini verir. Tekkedeki diğer sofiler parasızdır. Gizlice eşeği satıp parasıyla yiyecek alırlar. Akşam yemekler yenir, hep birlikte semaa başlarlar. İlerleyen saatlerde coşkunluk artar ve “Eşek gitti, eşek gitti !” diye usul tutarlar. Eşeği çalınan sofi de taklitle “Eşek gitti !” diye bağırır durur. Sabah herkes tekkeden ayrılır. Sufi eşeği almak için ahıra gidince , bulamaz. Hizmetkara sorar , o da olanı biteni anlatır. Sufi : “Neden akşam gelip bana söylemedin?” deyince hizmetkar : “Söylemek için geldim ama sen onlardan daha coşkun olarak “Eşek gitti” diyordun. Ben de arif adammış, her şeyi biliyor, benim söylememe gerek yok dedim.” (Mesnevi, II / 520-71)

Taklidin böylesine değersizliği , hatta zararı anlatılırken; Mesnevi ‘de bir başka hikaye de samimiyetin, gönülden bağlılığın önemine dairdir: Hazret-i Musa yolda bir çoban görür. Çoban Hakka münacat etmektedir:

“Sen neredesin ? Sana kulluk etsem , çarığını diksem, saçını tarasam.

Çamaşırını yıkasam, sabah akşam sütünü hazırlasam.

Elini öpsem, ayağını ovsam , yatma amanı yerini temizlesem.

Bütün koyun ve keçilerim sana feda olsun. Bu hay u huy hep senin zikrindendir. ”

Bu sözleri duyan Musa çobanı azarlar; Cena-ı Hakk ‘ı insanlara ait sıfatlarla anmanın yanlışlığını , Hakk’ın bütün bu sıfatlardan , elden , ayaktan, çamaşırdan, yiyip içmekten münezzeh oluşunu ve bu sözlerin küfür olduğunu söyler. Çoban pişman olur, gönlü dertle dolu çöllere düşer. Bu sırada Musa’ya Hak’tan vahiy gelir:

“Bir kulumuzu bizden ayırdın.

Senden istenilen kavuşturmak, yakılaştırmak iken; acaba ayrılığa sebep nedir ?.

Herkesin huyunda bir iyilik vardır. Herkese bir hususiyet bağışladım.

Ona göre iyi olan sana kötü, ona göre şeker tadı senin için zehirdir.

Yüce zatımız her şeyden müstağnidir, en yüce vasıftan da , en alçaktan da .

Hintli’nin medhi Hindi, Sindli’nin medhi Sindi ıstılahla olur.

Onların tesbihi benim içindir ama o tesbihleri kendilerini temizler.

Dile ve söze bakılır sanma . Bizim baktığımız gönül ve haldir.

Kalpte huşu varsa biz ona bakarız, görünüşte hüşusuz bile olsa .

Aşıklar her nefes yanarlar. Viran köyden vergi alınmaz.

Sözde yanılsa bile ona bir korku yoktur. Şehit kan içinde olsa da yıkanmaz. ”

Hazret-i Musa , Hakk’tan bu hitabı alınca; çobanı bulmak ve özür dilemek için aramaya başlar. (Mesnevi, II / 1737-95)

Mevlana bu hikaye ile Hazret-i Peygamber’in : “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve işlerde kolaylık gösterin” hadisi gereğince , dni kurallara uyma zorunluluğunu ; bu esasların ruhundan ayrılmamak kaydıyla sevgi, ümit ve tolerans anlayışıyla benimsetmeye çalışır. Diğer yandan ibadette şekil ve sözün değil; tam bir samimiyet , ihlas , tevekkül ve gönül bağlılığının esas olduğuna işaret eder. Ona göre taklidi ibadet edenler “saman arzusuyla Mushaf taşıyan merkep”, taklidi ağlamak da “kağnın inleyişi” gibidir. (Mesnevi, II / 501-06)

Bedeni ibadet eden , ancak ruhu secde etmeyen harap gönülleri içsiz cevizlere benzetir:

“Kulun ibadetlerine güzellik katan , ondan alınan zevktir. Çekirdeğin ağaç olması için , çekirdeğin içli olması gerekir.” (Mesnevi, II / 3432)

bu yönüyle ibadetin bir diğer özelliğide , müminle münafığı birbirinden ayıran bir mihenk oluşudur:

“Münafıkla mü’mini namazında gör. Biri riya, diğeri ibadet ve yalvarmak için kılıyor.

Oruç, hac, namaz ve zekat mü’min ile kafirleri belirtir.

Mümine ibadet ebedi bir safa , nifak sahiplerine ise can derdidir. ” (Mesnevi, I / 296-98)

İbadetleri ihlastan uzak , gösterişte kalan kimseler; miski tenine süren, ruhu nahoş kokularla dolu insanlar , ibadetleri de çöplükteki yeşillik ve apdeshanede biten gül gibidir. (Mesnevi, II / 269-73)

Mevlana, bütün ibadetlerin yerine getirilmesi konusunda titizlikle durur; fakat en çok üzerinde durduğu ibadet namazdır. Müminin miracı olan namaz , Cenab-ı Hakk’a ulaşmada ilk merhaledir:

“Çünkü şükredene nimetinin arttırılacağı vadolunmuştur. Secdenin karşılığı da Hakk’a yaklaşmaktır.

Rabbimiz: ‘Secde et de yaklaş’ . (Alak, 96/ 19) buyurdu. Bedenlerimizin secde etmesi, canı hakka ulaştırır. ” (Mesnevi, IV / 11-12 )

“Hazret-i Peygamber: ‘Rüku ile secde , Hakk’ın fazlından kerem kapısını çalmaktır. ‘ buyurmuştur.

O kapının halkasını kim çalarsa ; o, ebedi bir lütuf ve devlet bulur” (Mesnevi , V / 2056-57)

İbadetlerin en büyük mükafatı Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak, O’na yaklaşmaktır. Ancak Allah’ın lutfu ve keremi çok geniştir. İbadet edenlere sayısız karşılıkta bulunur.

“Secde ve rükua vardın mıydı, onlar cennet bahçeleri olur.
Elinle bir sadaka veya zekat versen ; onlar o alemde ağaçlık, çimenlik olurlar.
Sabrın cennet ırmağı olur, sevgi oradaki sütten pınarlar gibi.

İbadet zevki bal ırmağı, kulluktan duyduğun şevk şarap pınarlarıdır. (Mesnevi, III / 3749-84)

Dünya gibi, burada yapılan işler de geçicidir; ancak her işin karşılığı kalıcıdır.
“Hak tarlasına, tertemiz tohumlar ekilsin de onlar hiç bitmez olur mu?
O’ nun bahçesinin mahsulatı sayısızdır; bu , Allah’ ın arzı geniştir demektir.
Bu fani arz bile mahsul verirken , Hakk’ın arzı genişlikle ebedileşir.
Bu yerin mahsülü hadsiz hesapsızdır, en küçük bir taneden yedi yüz tane hasıl olur. ” (Mesnevi, IV / 780-83)

İnsan ömrünü bir altın kesesine , geceyle gündüzü de sarrafa benzeten Mevlana; bu kesenin bir gün boşalacağını , yalnızca ibadetlerle eksilenin tamamlanabileceğini söyler:

“Öyleyse eksileni karşılık koyarak tamamla ki : ‘ Secde et de yaklaş !’ ayetinin maksadı hasıl olsun.

Dünya işinde bu emek , bu gayret nedir ? Din işinden başkasıyla bu kadar uğraşma !” (Mesnevi, III / 127-28)

“Taat ve ibadetle meşgul ol. Ta son nefesine kadar bu yoldan ayrılma.
Zira sana Hakk’ın ihsan ve kerem eriştir de , son nefesin başka bir nefes olur.” (Mesnevi, I / 18120-91)

ÇALIŞMA VE TEVEKKÜL

Allah , ilim , kudret ve irade sıfatlarının sahibi olarak bütün varlıklar üzerinde tasarruf hakkına kadirdir. Allah ne dilerse onu yapar? Bu yüzden insan her hususta Yüce Allah’ın emir ve isteklerine tam bir güven hali içinde olmalıdır. İşte bu güvene tevekkül denilir. Kuran-ı Kerim’de “Allah’a güven . Vekil olarak Allah yeter.” (Azhap,33,3) ayetiyle tevekkülün gereğine işaret edilir. Ancak tevekkül; İnsanın çalışmayı terkederek kaderciliğe düşmesi , tembellik etmesi değildir. İnsan cüz-i iradesiyle doğru olanı seçmeli , çalışmalı, görünürdeki sebeplere riayet ettikten sonra , yalnızca kendisine ya da yaptıklarına güvenmeyip, tam bir samimiyetle Allah’a itaat etmelidir. Tıpkı doktorun hastasını kurtarmak için elinden geleni yaptıktan sonra , takdiri Allah’a bırakması gibi…

Mevlana , çalışma ve tevekküle dair düşüncelerini bu çerçeve içinde ele alır. Mesnevi’de bu iki konu münazara şeklinde işlenir, her ikisinin de önemine işaret edilir ancak münazaranın galibi çalışmak olur.

Mevlana öncelikle tevekkülün gereği üzerinde durur :

“Gemiye yükü yükleyince , artık yapacağın iş Hakk’a tevekkül etmektir.

O yolculukta batacak mısın kurtulacak mısın bilinmez.

“Neticeyi bilmedikçe , gemiye bir adım atmam.

Bu yolda kurtulacak mıyım, yoksa boğulacak mıyım ? Bu iki halden hangisidir anlamalıyım.

Ben , diğerleri gibi sahil ümidiyle Şüphe içinde bu yola gitmem” dersen ;

Tüccarlık yapamazsın. Onlar gayba aittir, sırdır, gizlidir.” (Mesnevi, III/ 3105-09)

Bu örnekle Mevlana insanın kuruntu, gelecek endişesi ve rızk kaygısından kurtulması için tevekkülün şart olduğuna dikkat çeker. Yine Mesnevi’de yer alan bir hikayede yeşilliklerle dolu ıssız bir adada yaşayan öküzün hali anlatılır. Akşama kadar çayırda otlayarak semiren öküz , geceleyin ertesi gün ne yiyeceği endişesine düşer, dertlenir , zayıflardı. Her gün doyasıya yemesine rağmen geceleri açlık korkusuyla geçer ; rızkı hiçbir gün azalmamışken , ömrü korku ve dertle sürerdi. (Mesnevi, V/2864-74) Bu misalle de tevekkülün insanın psikolojik sağlığı ve huzuru için gereği dile getirilir. Diğer yandan tevekkül yalnızca istikbal endişesi için değil, insanın her gün yüz yüze geldiği sıkıntıların hallinde de yardımcı olur. Tevekkül sahibi insan sadece hayırın Allah’tan gelebileceğine inandığı için her zaman huzurludur:

“Sen burnunu kanatmak istemezsin ama , burnun kanar. Bu kanayış sana sağlık verir.? (Mesnevi, III/3438)

Ancak tevekkül konusu yanlış anlaşılmamalıdır. İnsan gerekli tedbirleri aldıktan sonra Cenab-? Hakk’ın yardımına güvenir. Hazret-i Peygmberin deyişiyle; ?Önce bineğini bağla , sonra tevekkül et.? prensibi esas olmalıdır. Mevlana’ nın tevekkül anlayışı da bu temele oturur:

“Basiretsizin aklının dolaşmaya gücü olmadığından , o hep tevekkülle kör gibi yürür.

Sade tevekkülle savaş olur mu? Bu , tavla oynayanların tevekkül etmesi gibi olur.? (Mesnevi , IV/2921-22) sözleriyle Mevlana çalışmadan tevekkül etmenin anlamsızlığını dile getirir. Zira dinimizde çalışmaya büyük önem verilmiştir. “İnsanın nafakasını temin için çalışması ibadettir. ? Ya da “Yarın ölecekmiş gibi ahiret için , hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışınız.” Hadisleri ve “Dünya nasibini unutma” (Kasas, 28/77), “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) veya “Herkes kazancı mukabilinde bir rehindir” (Tür 52/21) ayetlerinin de gösterdiği gibi İslamiyet her zaman insanları çalışmaya sevkeder:

“Tevekkül iyidir, güzeldir; lakin sebebe riayette Peygamber’in sünnetidir.

Çalışıp kazanmak , tevekküle tercih edilir. Şüphesiz böylece de Hakk’ın sevgilisi olursun

Hazreti Peygamber “Tevekkülden önce bineği bağlamak önnemlidir. ” demiştir.

“Kazanan Allah’ın sevgilisidir.? Hadisindeki manayı ve tevekkülde sebebe riayet yolunu gör” ( Mesnevi, I/948-51)

“Peygamber : ” Rızık kapısı kapalıdır. Kilitleri vardır.” Buyurmuştur.

O kilidin anahtarı ; bizim çalışmamız, hareketimiz ve kazancımızdır.

O kapının kilitsiz açılmasına yol yok. Talep olunmadan ekmek vermek , Hakkın adeti değildir. ” (Mesnevi, V / 2393-95)

“Ekmediğini biçmek , bu ham bir tamahtır. Akıllı buna meyletmez. Meyve ham olursa , hastalık sebebidir.

“Falan kişi bir hazine bulmuş. Çalışmadan , dükkansız ben de bulsam” deme !

Bu baht işidir ve nadir olur. Vücutta kuvvet oldukça çalışmak lazımdır.

Çalışıp kazanmak, define bulmana mani olmaz. Sen işine bak. Hakk’ ın lütfu olursa o da gelir.? (Mesnevi, II /739-42)

Çalışmayı kutsal bir vazife telakki eden Mevlana, dilenciliği reddeder, el emeği ve alın teriyle elde edilen helal kazancı ilim ve hikmet tohumuna benzetir. (Mesnevi, I/ 1707-13). İnsan helal lokma için çalışırsa , sonunda refaha ulaşır. Bunun içinde hiçbir zaman güçlüklerden yılmamalıdır, zira külfetsiz nimet olmaz:

“Hazineyi , muhafaza için bilinmeyen viranelere gömerler.

Defineyi malum yerlere koymazlar. İşte bu yüzden ferahlık da , zahmetin altındadır.” (Mesnevi, III /1138-39)

İnsan gerçek mutluluk ve huzura kavuşmak için çalışmalı; çalışma dengesinde hem dünya, hem de ahiret kazancını gözetmelidir :

Kulun “Allah’ın dediği olur demesini tembellikten oldu sanma.

Belki bu ; daha fazla çalışmaya , gayret göstermeye , daha fazla hizmete istekli olmaya teşvik içindir.

Her neyi dilesen, bütün dileklerin muradın üzere olacak!” denilmiş olsaydı ;

O zaman senin tembellik etmen caiz olurdu. Çünkü ne söyler , ne dilersen hasıl olacaktı.

Ama “Allah’ın dediği olur. Bil ki Şüphesiz mutlak hüküm O’nundur.” denilince ;

Öyleyse niçin, yüz can ile her sabah ve akşam O’ nun kulluğunda ihtimam göstermezsin ?” (Mesnevi, V 3120-25)

Neticede görüldüğü gibi Mevlana’nın dünya ve hayat görüşünde çalışmak , bitmeyen bir dinamizim ve enerji ile güçlüklerle mücadele etmek; daha sonra Allah’a güvenip, tevekküle yönelmek gerekir:

“Önce çalış, tevekkülde kemal gülsün. Tohumunu ek , sonra tevekkül et.” (Mesnevi, I/984)

MEVLANA VE KADER – İDARE

İslam dininde imanın şartlarından kabul edilen bir konuda kaza ve kadere iman etmekle ilgilidir. Ancak insan iradesinin kader karşısındaki durumu kelam ilminde tartışma konusu olmuştur. Bazı kelamcılar ; kulun seçme hakkı olmadığını , insanın her fiilinin Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu , dolayısıyla insanın yaptıklarında sorumlu tutulamayacağını öne sürerek, irade hürriyetini reddeder. Bu fikre cebr (zorlama) , böyle düşünenlere de cebri denilmiştir. Bunun zıddı olan ihtiyar (seçme) düşüncesini kabul edenler de ; insanın sınırsız bir irade hürriyetine sahip olduğunu savunmuşlar, İlahi iradenin inkar etme noktasına gelmişlerdi.

Mevlana’nın ihtiyar ve cebr konusundaki düşüncelerine baktığımız zaman , onun bu iki görüşü de desteklemediğini; orta yolu tutarak , hem insanın irade hürriyetine sahip olduğunu, hem de İlahi taktirin mevcudiyetini kabul ettiğini görürüz.
İlim , irade ve kudret sıfatlarının sahibi olan Cenab-ı Hak; irade ve kudretiyle her kul üzerinde tasarrufta bulunur. Kulun İlahi iradeyi yenmesi mümkün değildir. Mevlana , buna örnek olarak Fihi Mafihte İbrahim Edhem kıssasını anlatır. Bir sultan olan İbrahim Edhem ava çıkar. Ceylan peşinde atını sürerken, etrafındakilerden uzaklaşır. Issız bir yere gelince , ceylan dile gelir ve : “Sen avlanmak için yaratılmadın. Cenab-ı Hak seni bu sebeple yaratmamıştır” der. İbrahim Edhem bu sözleri duyunca pişmanlıkla yaratılış sırrını kavrar. Hemen oracıkta gördüğü bir çobana kaftanını, silahını , atını verir; çobanın abasını giyip, sufilik yoluna yürür. Ceylan avlamak isterken, bir ceylanla yüce Allah’a av olur. (Fihi Mafih, 248-49) .

Taktir konusu Mesnevi’ de Firavun ve Hazret-i Musa’nın hikayesi ile işlenir. Firavun, rüyasında Hz. Musa’nın doğacağını görür. Saltanatını korumak için, tedbir alarak bütün eşleri birbirinden ayırır. Ancak ilahi kudret karşısında bütün tedbirleri geçersiz olur, Hz. Musa doğar. Müneccimlerden bu çocuğun doğduğunu öğrenince, o yıl doğan bütün erkek çocukları öldürtür. Hz. Musa’ nın annesi, çocuğunu ölümden korumak için beşiğiyle Nil Nehrine bırakır. Beşik suda sürüklenir ve Firavun ‘ un sarayına gelir. Firavun’ nun hanımı nehirden gelen bu çocuğun ölümüne mani olur, onu himayesine alır. Böylelikle Firavun’ nun bütün tedbirleri boşa gider, can düşmanı olduğunu bilmeden , Hz. Musa’yı evinde büyütür. ( Mesnevi, III / 843-980)
Mevlana, buna benzer örneklerle Kadir-i Mutlak olan Allah’ ın , ,rade ve kudret vasıflarının sahibi olduğunu dile getirir. İmanın esası olan kader inancıda bu mahiyettedir. Diğer yandan Allah, insana ilim ve din vermiş , onlara doğru yolu göstermek için kitap ve peygamberler göndermiş, bütün insanların dünyada iken yaptıklarından sorumlu olacağını , buna göre ceza veya mükafat verileceğini bildirmiştir. Bunlar insanın İlahi irade karşısında cüz-i iradeye sahip, yaptıklarından sorumlu bir varlık olduğunu belirtir. Cüz-i iradenin varlığına dair pek çok örnek mevcuttur. Mevlana’ nın bu konudaki ilk örneği , ilk insan Hz. Adem’e aittir. Hz. Adem cennette iken kendisine yasaklanan meyveyi yemiş , daha sonra hatasını anlamış; “Biz nefsimize zulmettik” diyerek pişmanlık ve tövbesini dile getirmiştir. (Mesnevi, I / 1304-08)

“Belki insanın kendisi için asıl olan şey; zararsa kusurundan , karsa gayretindendir. Yoksa Adem A.S. ‘Ey Rabbiniz, muhakkak ki biz nefsimize zulmettik’ diye nasıl dua ederdi ? İki iş arasında tereddüde düşeriz. İhtiyar (seçim) olmasaydı bu tereddüt nasıl olurdu ?  İki eli ve ayağı bağlı kimse ; ‘Bu işi mi yapsam, o işi mi ?’ der mi ?” (Mesnevi, VI / 408-14)

Mevlana , her işin kadere yüklenemeyeceğini , insanın seçme hürriyetine sahip olduğunu, tereddüt etmenin cüzi iradenin varlığına delaletini böylece açıklar. O halde , insan iradesiyle yaptığı her işten mesuldür. İnsanın yaptığı her işin sonucun , yine o kimseyi etkiler. İçkiyi içen sarhoş olur, bal yiyeni humma tutar veya çalışanın ücretini yine çalışana öderler; herkes ektiğini biçer ( Mesnevi, VI / 418-24).
Yine herhangi bir iş karşısındaki aczimiz İlahi takdire , pişmanlığımız ise irademize işarettir :

“Aczimiz, mecburiyetimizin işareti; mahcup oluşumuz da irademizin delili oldu.
Eğer irademiz yoksa, bu üzülme , bu utanma niçin ?” (Mesnevi, I / 644-45).

Mevlana, cüzi iradeyi inkar edip, her fiilini Cenab-ı Hakk’a bağlayan , sorumluluktan kaçmak isteyenlere de karşıdır :

“Sen hangi işe meylediyorsan, kendi kudretini orada görürsün. Hangi işe gayretin, isteğin yoksa ; cebr diye onu Hakk’a nisbet edersin.” (Mesnevi, I /661-62)

Bir adam , başkasının bağına girip, meyve çalarken, bağın sahibi gelip , adamı azarlar . hırsız: “Hakk’ ın bağında , Hakk’ ın bir kulu, Hakk’ ın ihsanıyla meyve yiyor.” Deyince , bağcı adamı bir ağaca bağlar ve sopayla dövmeye başlar. Hırsız itiraz edince ; bağcı : “Hakk’ ın bir kulu , Hakk’ ın sopasıyla diğer bir kulun sırtına vuruyor. Değnek de onun , sırt da onun ; ben yalnızca vasıtayım.” Der. (Mesnevi, V / 3086-95). Ya da hırsızlık suçuyla hakim karşısına çıkan : “Ne yaptıysam Allah’ın takdiri ile oldu,’ deyince ; hakim de : ‘ Ben de seni Allah’ın emri ile cezalandırıyorum’ der” ( Mesnevi, V / 3067-68)

Mevlana, bu örneklerle her işini kader ve kazaya nispet eden istismarcıları , cüzi iradeyi kabul etmeyenleri eleştirir. Çünkü bir taşa “Şu işi yap, yapmazsam seni cezalandırırım” denilmez ama ; insanlara hidayet yolunu öğretmek için indirilen Kuran-ı Kerim, emir ve yasaklara dair hükümlerle doludur. İnsanda irade olmasaydı , Cenab- ı Hak da emirlerini göndermezdi (Mesnevi V / 3035-40)

Neticede Mevlana’nın iradeye dair düşüncelerini şöylece özetleyebiliriz: İnsan ilim sahibi, üstün bir varlıktır. Seçme hakkına ve kuvvetine sahip olarak yaratılmıştır. Cüzi iradesi hürdür. Ancak akıl ve ilim sahibi olan insan, cüzi iradesini kullanarak çalışmalı, iyiye yönelmelidir. Tembellik ve miskinlik kadere yüklenemez. , fakat insan çalışmalı, tedbir almalı, cüzi iradesini kullandıktan sonra İlahi iradeye iradeye teslim olmalıdır.

HZ.MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE KADIN

İlk inançlara göre, gökyüzüne erkek denmiş, yeryüzüne kadın. Gökten yağan yağmur, toprağı suladıkça, onun sinesindeki tohumlar yeşerip, meyve vermiş. Toprak cömertçe verdikleriyle, ana adını haketmiş. Toprak ana olmuş.

“Kitab ehli” nin inançlarına göre, Hz. Adem (A.S.) topraktan Havva anamız’da O’nun bedeninin bir parçasından yaratıl­mıştır. Allah’ın “ol” emriyle, anasız babasız var olan yegâne insanlardır bunlar. Yaratılışın başlangıcından bu yana, tarihte ilk suçu erkeğe işleterek cennetten kovulmalarına sebep olan, kadın.

Bazı rivayetlere göre, Adem (A.S.) oğulları Hâbil ile Kabil arasındaki kurban kavgasına neden olan ve uğruna yeryüzünde ilk cinayetin işlendiği varlık kadın.

Ve dünya durdukça insanları kandırıp günah işlemeleri için, şeytan tarafından vasıta olarak kullanılan kadın! Şöyleki Mesnevi: “… Melun İblis, Allah’a, ey herkesin rızkını veren, avlanabilmem için, bana kuvvetli bir tuzak gerek bunu isterim senden, dedi. Allah, ona altını, gümüşü ve at sürüsünü gösterdi; halkı bunlarla aldatabilirsin dedi. iblis, çok güzel dedi; dedi ama suratını da ekşitti, sıkılmış turunç gibi dudaklarını sarkıttı. Bunun üzerine Allah, altını, inciyi, güzel mâdenleri ona armağan etti. A melun dedi, şu tuzağı da al. Şeytan dedi ki: Ey güzel yardımcı, bundan daha fazlasını ver! Yağlı, ballı şeyler, değerli şaraplar, ipek kumaşlar verdi ona. Şeytan dedi ki: Yarabbi, imdâd et; onları hurma lifinden örülmüş bağla bağlamak için bundan daha fazlasını istiyorum. Böylece de senin er olanların, ercesine koparsınlar o ipleri. Bu tuzakla, bu heves ipleriyle de senin erlerin, adam olmayanlardan ayrılsın. Ey ululuk tahtının Sultanı, insanı baş aşağı düşürecek kadar şiddetli ve aldatıcı başka bir tuzak istiyorum. Allah, şarabı, çengi önüne koydu; iblis yarı gülümsedi, yarı sevindi buna… Derken Allah, erkeklerin akıllarını sabırlarını alan kadın güzelliğini gönderince İblis parmaklarını şıkırdatarak oynamaya başladı. Ver ver, şimdi muradıma kavuştum dedi… O, aklı, fikri karar­sız bir hale getiren, o mahmur gözleri, şu gönlü çöreotu gibi yakıp kavuran dilberlerin yüzlerini, yüzlerindeki benleri, kaşları, akîka benzeyen dudakları görünce. Sanki ince bir tül per­deden Hak tecellî etmiş gibi geldi. O nazı, o edayı, o kıvrak kırıtışı görünce, Tanrı’nın, tül perde ardından tecellîsini andıran bu güzelliği seyredince İblis, sıçradı hemencecik oynama­ya koyuldu.”

Muhterem dinleyenlerim, böylece sevinerek oynayan İblis’in, yaratılışın en etkili silâh ve tuzağına sahip olduğunu görüyoruz. Ancak kadının duygusallığının ve zekâsının, bu silâhı bazan etkisiz hale getirdiğini, böylece şeytanın imtihan etmek istediği insanları kandıramayınca, hüsrana uğradığına da şahid olmaktayız. Mesela Büyük Peygamberlerden Hz. Musa’yı Fir’avun’un şerrinden kurtaran kadınlar olduğu gibi; Hz. İsâ ve Hz. Muhammed’in risâletlerine herkesden önce inanıp iman edenler, yine kadınlar olmuşlardır. Hz. Meryem ve Hz. Hatice. Böylece iblis’in bütün hüner ve gayretine rağmen kadınlar, Yüce Yaratan’ın takdiriyle, iman’a çağıran Adem (A.S.) hariç, bütün Peygamberleri doğurup analık etmişler, onlara inanmışlar, şeytanın oyunlarını bozmuş, ona âlet olmamışlar­dır…

Hz. Muhammed’in hadislerine göreyse: “Cennet anaların ayakları altındadır” (Câm’i S. 1. s. 122), “Sizin hayırlınız, ailesine en hayırlı olanınızdır ve ben, aileme en hayırlı olanınızım: kadınları, ancak kerem sahibi olan büyük kişi ulu tutar, ağırlar, onları ancak alçak olan horlar, aşağılar” (Câm’i S. 2 s.9), “Dünya, tamamıyla meta’dan ibarettir; dünyanın en hayırlı metaı ise temiz ve iyi kadındır” (Câm’i S. 2 s. 14). Söz budur ancak, kadınlar, erkeklerin yarısıdır (Câm’i S. 1 s. 85)

Değerli dinleyenlerim, bu hâdis’e göre, kadın erkeğin yarısı oldu mu, erkek de kadının yarısı olur; şu halde erkekle kadın birbirine denktir… Ancak manen denktir, insan olarak denktir. Öte yandan insan neslinin devamını sağlayan kadın, yaratıcı üstünlüğünün sebep olduğu beden zaafı dolayısıyla, korunmaya, himaye edilmeğe muhtaçtır… Bu özelliğinden meydana gelen zaaf ise, eğer buna zaaf denebilirse, bu ne muhteşem, ne güzel bir zaaftır… Herhalde bu yaratıcı üstünlüğün var ettiği zaaftan olacak ki, Kurân-ı Kerîme göre (Kurâ’n-ı Kerîm Nisa S.4. A.34), “erkekler, kadınlardan üstündür; çünkü Allah onları bir çok şeylerde kadınlardan üstün kılmıştır; kadınları mallariyle geçindirirler…” Bu âyet’teki erkekler adı, adam olmuş, erlik durağına varmış kişilere verilen ad’tır, kadın olsalar dahi… Umumiyetle kadının duygu ve nefsin, erkeğin ise aklın sembolü olarak düşünüldüğünü görmekteyiz. Ancak, kadının bu özelliğinin, cazibesini artırmakta olduğunu da inkâr edemeyiz… Yaratılışın bir cilvesi olarak, günümüzün teknoloji dünyasında, yapılan araştırmalar neticesinde, spor sahaların­da, kadınların erkeklerden beş misli zayıf olduğu tesbit edilmiş bulunuyor… Ancak bu dünyada insanlar var olduğundan be­ri, acaba hangi hadîsenin kadın mihverinin dışında kaldığı düşünülebilinir?… Nice misallerde görüldüğü gibi hayvanlar arasında dahi, yavrunun koşarak sürünün içinde anasını bul­ması; erkeğin dişisi için ölesiye savaşması gibi…

Bizlere göreyse akla ilk gelen kadın:

Anamız! Bedeninde, sinesinde, itina ile bizleri aylarca, se­nelerce barındırıp besleyen, hayata gözümüzü açar açmaz kendisine sığındığımız, doğumumuzdan ölümümüze kadar, canı pahasına bizi koruyup himaye eden fedakâr varlık…

Anamız! Dünyada ilk sevgilimiz! Karşılık beklemeden bizi seven, bizim için yorulan, fakat zaman zaman kendisini üzüp, gönlünü kırdığımız ilk sevgili…

Kadınımız! Çocuklarımızın anası! Annesi gibi, annemiz gi­bi kaderini teslimiyetle yaşayacak olan, bir ömür boyu sevinçli günlerimizin, sıkıntılı günlerimizin ortağı… Ömrünü, varını yoğunu cömertçe ailesine, evine vakfeden sevgili! Kadınımız! Eşimiz! Veya hayat arkadaşımız!

Muhterem dinleyenlerim, ezelden beri, Türk töresi, Türk an’anesi, kadına özel bir değer ve mevkî vermiştir… Kana­atimce bu töre’nin etkisiyledir ki, Cumhuriyet devrinde, medenî geçinen bir çok devletten önce, vatanamızın kurtarıcısı, Mustafa Kemâl Atatürk ve arkadaşları kadın hakları­nı resmen tanımışlardır. Orta Asya’da başlıyan ve hala devam eden bu töreyi, Türkmen aşiretlerinde açıkça izliyebiliriz. Günümüzde birçok dünya milletlerince benimsenmiş olan bu tö­renin etkisiyle, erkekle aynı haklara sahip olan kadın, bir yandan her alanda onunla yarışmada, öte yandan iyi günde de, kötü günde de, evinin hanımı olarak erkeğinin yanında yer al­mada; onun sevincini hüznünü paylaşmakta, ona daima destek olmakta, yaratılışında mevcut şefkati göstermektedir…

Muhterem dinleyenlerim, konumuzla ilgili olarak baktığı­mız da, Hz. Mevlânâ’nın babası, Bahâeddin Veled’in devri­nin en büyük âlîmi olmasını muhakkak annesine borçluyuz. O iki yaşına bastığında, babası vefat edince, Horasan ülkesinin padişahı Hârzemşâh kızı olan annesi elinden tutarak, babası Hüseyn-i Hatîbî’nin kütüphanesine götürüp: “Beni babana bu eserler yüzünden verdiler. O, bu eserleri okumakla dünya ve ma’na ilimlerini öğrenmiş, İslâm alemindeki müstesna yerini almıştır”, diyerek oğlu Bahâeddîn   Veled’in daha sonra “Sultan-ül Ulemâ” diye anılmasına sebep olan kıvılcımı yakmıştır. Bu hâdise, Hz. Mevlânâ ailesince bir an’ane olarak benimsenmiş, asırlar boyunca kadına, özel bir değer verilmesine se­bep olmuştur. Hiç şüphesiz, Hz. Mevlânâ’nın yetişmesinde, babasının ve çevresinin tesiri olduğu kadar, annesi “Mader-i Mevlânâ” Mü’mine Hatun’un da çok büyük tesiri olmuştur. Hz. Mevlânâ, eserlerinde kadına, önce insan olarak değer vermiştir… O’na göre “kadın-erkek farkı bu dünyada vardır. Ruhlar âleminde şekil olmadığından aralarında bir ayırım yoktur”

(DîV. Keb., Furûzanfer, C.4.G. 1943. Gölpınarlı, C.4, G. 142)

Hz. Mevlânâ aynı zamanda iki kadınla birlikte evli olma­mış. İlk eşi Gevher Hatun’un vefatından sonra, Kerra Hatunla evlenmiştir. Cemiyetin iyi, kötü diye tanımladığı her kadına, fark gözetmeksizin hitab etmiş.. Eserlerinde sık sık kadın erkek ilişkilerinden bahsederek, halkı aydınlatmıştır… Mevlânâ’mız hayatı boyunca kadınlara da ders vermiş, onlarla sohbet etmiş, düzenledikleri toplantılara gitmiş, kendi aralarında bir Türk An’anesi olan Semâ törenleri tertip etmelerine izin vermiştir… Kendisinden sonra da, an’ane haline gelen bu durum uzun zaman sürmüş, köylere dahi yayılarak kadınlar da kendi aralarında Semâ törenleri tertip etmişlerdir.

Tarihte memleketimizin muhtelif yerlerinde Konya’da Kü­tahya’da, Tokat’ta Mevlevi Halife ve Şeyhliği yapmış olan sa­yısız Hanıma rastlamaktayız. (Ariflerin Menkibeleri’nde ve Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik’te müteaddit.)

Mevlevi Tekkelerindeki Semahanelerde “Semâ Töreni” icra edilirken, kadınlar kafes arkasında semâ ederlerdi…

Hz. Mevlânâ ekolünde asırlar boyunca, büyük düşünürler, musikişinaslar, şairler, emsalsiz san’atkarlar yetişmiştir. O’nun kültüründen, ilminden ve irfanından, istifade edip yetişen, er­keklerin yanında kadınların da aynı derece varlığına şahit olmaktayız. Hz. Mevlânâ’nın, Fîhî mâ fîh adlı eserinde (Fihî-mâ-fîh, 20.bölüm), mayasında fenalık bulunan kadının, bu fenalığı mut­laka tatbik imkanı bulacağını belirtmektedir. Gizli herşeyin, insanın tecessüsünü uyandıracağından, şehir sokakları ekmekle dolu olsa, köpekler dahi yemekten kaçınsalar, sarılarak gizlenmiş bir ekmeğin herkesin ilgisini çekeceği misalini vererek şöyle buyurur: “Kadın nedir, dünya ne? İster söyle, ister söyleme; o neyse gene O’dur; yaptığını bırakmayacaktır o. Hatta söyledikçe daha da beter olur… Şöyle ki, halk, koltuğuna yenine sakladığın, vermemeye, göstermemeyi savaştığın o ekmeğe öylesine düşerler ki, bu düşkünlük haddi sınırı aşar-gider. çünkü “insan men edildiği şeye düşer”, kadına “Gizlen” diye emrettikçe onda, kendini gösterme isteği çoğalır durur, halkta da, o kadın ne kadar gizlenirse, onu görmek isteği o kadar artar. Şu halde sen oturmuşsun, iki tarafın da isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru düzen bir şey sanıyorsun; oysa ki bu iş bozgunculuğun ta kendisidir. Kadının mayasında kötü bir işte bulunmamak varsa, “yapma” desen de, demesen de, iyi huyuna, temiz yaratılışına uyacak, ona göre hareket edecektir o. Yok tersine, mayası pisse, gene kendi yolunu tutacaktır o. Gerçekten de yapma etme, görünme demek, isteği arttırır ancak, başka şeye yaramaz.”

Muhterem dinleyenlerim, “Ayran kâsem önümde oldukça, kimsenin balını düşünmem… Azıksızlık, ölümle kulağımı bur­sa bile, hürriyeti kulluğa satmam ben”, diyerek, hürriyete büyük ehemmiyet veren Mevlânâmız, bir rubaisinde; kadın erkek ayrımı  yapmaksızın:   “Her  insanın bedeninde,   bir  hürriyet dünyası gizlidir” buyurur (Fihî-mâ-fîh, 23.bölüm). Demek    oluyor ki, zorlama yaratılıştaki insan tînetine aykırı düşüyor. Kuvvetli bir iç güdüye sahip olan kadın insanına göre hareket etmesini bilir, kiminin yanında rahatça açılır, kötü niyetlinin yanında kapanır. Hz. Mevlânâ aklın kılavuz olması gerektiğini, nefsin arkadan geldiğini söyler… Baskı ile örtünerek ve yalnız örtünmekle iffet muhafaza edilmez…

Mesnevî’sinde: “Gönül sahibi kimselerin, kadına karşı koyamıyacağını ve ona mağlub olacağını söylemektedir”(Mesnevi C.1,B.2433) “Kadın dedin mi çaresiz ona bir erkek gerek. Hâkim dedin mi, çaresiz ona bir mahkûm gerek” (Fihî-mâ-fîh, 37. bölüm) Ancak yine de Mesnevî’sinde erkeğin kadından üstün gibi göründüğünü, gerçekte kadının erkeklere galip geldiğini somut örneklerle ortaya sermektedir… Mevlânâmız, kadını, Allah’ın yaratıcı kudretini dünyadaki en mükemmel temsilcisi; Yüce Yaratan’ın en büyük tecellilerinden birisi olarak tanımlamıştır… Kadına verdiği değeri, “Kadın Hak nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil” (Mesnevi C.1, B.2437), vecizesiyle anlamak mümkündür…

Muhterem dinleyenlerim, bütün insanlarla müşterek olan yönümüz, her birimizin bir ana’nın evladı olmamızdır. Bu ezelî ve ebedi kanuna müdrik olan milletimiz, şehit ve gazi ana­larının çokluğu dolayısıyla, bu güzel vatanımıza “Anadolu” adını vermiştir. Vatanını ana adıyla anan, böylece ana gibi sevildiğini ilân eden, dünyada tek milletiz. “Anadolu” adı, vata­nımızın ana gibi ülvîyetinin, bölünmezliğinin, bütünlüğünün, vazgeçilmez bir ilke olduğunun simgesidir.

Muhterem dinleyenlerim, Peygamberimiz (A.S.), “Cennet anaların ayakları altındadır”, buyuruyor… Bu eşsiz vatanı bir ana, bir sevgili gibi sevmekle, korumakla, milletimiz bu dün­yada cennet’e sahip olduğu gibi, öbür dünyada da cennet’e sahip olacaktır inancındayım… Bizlere göre vâr olmamızın kaynağı olan kadın, bir cömertlik, şefkat ve sevgi abidesidir…

 

MEVLANA VE DÜNYA

Kuran-ı Kerim’de: “Bilin ki dünyâ hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs; aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibaret-tir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki bitirdiği, ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da, sen onun sapsarı ol-duğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Dünya ha-yatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadîd, 57/20) âyetiyle dünya hayatı oyuna benze-tilir. Dünya; gerçek değil, aldatıcıdır. Ebedî değil, geçicidir. Elbetteki kötü olan dünya ve insanın fay-dasına sunulan dünya nimetleri değildir. Kötü olan; insanın dünyada iken yaratıcısına itaati ve âhireti unutması, hırsa kapılması, maddiyâta olan aşın düş-künlüğüdür.

Bu sebeple Mevlânâ’nın eserlerinde dünya; insa-nı maddî bağlarla sımsıkı bağlayan, yaratılışındaki gerçek sebebi idrak etmesini engelleyen bir kavram-dır. Hem dünya, hem de dünyada bulunan her şey fânîdir. Yalnızca birer surettir, insanı maddî hayata esir eden unsurlardır. Bu değersiz, sahte, geçici un-surlara bağlanmak hatadır. Zira insanın maddiyâta düşkünlüğü, ruhunu aşk ile yükseltmesini engeller. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın sevgisi ile ebedî hayatı keş-fetmek için ruhu aşağıya çeken bütün maddî kayıtlardan kurtulmalıdır. Ancak dünya bağlarından kurtulmak, çalışmak ve dinamizmden vazgeçmek değil; yalnızca hırstan ve nefsin İsteklerinden kurtulmak, dünya dolusu malı olsa bile malı mülkü kendisine kul etmek, onların kulu olmamak, dünyaya sultan olsa bile Hakk’ın kulu olduğunun bilincini taşımaktır.

Mevlanâ, din ve tasavvufun bu ortak görüşlerini eserlerinde çarpıcı örneklerle dile getirirken dünyânın değersizliğini, dünyaya bağlanmanın hata olduğunu vurgular:

Dünya, insanın can düşmanıdır (Rubailer, 71).

Dünya kendisini yeni gelin gibi göstererek insanı aldatan, ama gerçekte büyücü bir kocakarıdır. Ona aşık olan zehirden şerbet İçer (Mesnevi, VI/320-21).

Dünyaya sımsıkı sarılmak, ham meyvenin dalına sıkıca tutunması gibi hamlıktır (Mesnevi, IH/1299-1302).

Dünyaya tapan insan, âleme sultan olsa da ölüdür (Rubâîler, 196}.

Gönlünü dünyâya veren, bir parça ekmeğe îmânını satan gibidir (Rubâîler, 16).

Mevki hırsı ve dünyevî mutluluk peşinde olanlar, nefsine mağlup olmuştur (Mesnevi, 11/3091).

Dünyaya böylesine aşık olanlar; duvara aks eden ışığın güneşten geldiğini görmeyip, duvara aşık olanlar gibidir. Işığın kaynağı güneşi inkâr edip, duvara gönül verenler; ışık güneşe kavuşunca ebediyyen hüsranda kalır (Mesnevi, I/IH).

Veya dünyaya sarılan kişi, kuşu bırakıp gölgesini avlayan avcı gibidir. Sermayesi yoktur. Müflistir (Mesnevî, I/s. 111, başlık).

İnsanın kısa bir süre için misafiri olduğu dünya, ruhunu bağlayan altın bîr zincir, cennet görünüşünde cehennemdir:

“Bu konağın malı mülkü, atlası tez yürüyen cana bir zincirdir. O, altın zinciri gördü de aldandı; can o çölü aşamadı, bir
kuyu deliğinde kaldı gitti.

O delik görünüşte cennettir, gerçekteyse bir cehennem. O görünüşte gül yüzlüdür ama, zehirle dolu bir yılandır. Ey olgun olmayanlar, sakının o gül yüzlüden; çünkü o gül yüzlü sohbet çağında cehennemliktir, cehennemdir.” (Mecâlis-i Seb’a, 16)

İnsan, Allah sevgisi ile bu altın zincirden, hırsının esiri olmaktan kurtulmalıdır;

“Ey oğul bağı çöz, âzâd ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?

Denizi bir testiye dökersen, ne alır? Bir günün kısmetini…

Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkar olduğundan inci ile doldu.

Bu aşk yüzünden elbisesi yırtılan; hırstan, ayıp-tan adamakıllı temizlendi.”(Mesnevî, 1/19-22)

“Bu cihan fâni oldu, sabit âlemi ara. Suretin sıfır oldu, mânâya sığın.” (Mesnevî, 1/2337) sözleriyle Mevlanâ; bu âlemin geçici, âhiretin kalıcı olduğunu belirtir. Ancak dünyadaki hayat anlamsız bir var oluş değildir. “İlk âlem, imtihan âlemi; İkinci âlem de insanların yaptıklarının karşılığını görme âlemidir.” (Mesnevî, 11/988) ifadesiyle dünya imtihan yerine, âhiret de bu İmtihanın mükâfat veya ceza olarak sonucunu alacağımız yere benzetilir. Dünyanın geçiciliğine rağmen, dünyada yapılan her işin karşılığı kalıcıdır. Bu yüzden insan imtihan süre-sini İyi değerlendirmeli, ömrünü hayırlı ve güzel işler yolunda sarf etmelidir.

“Sizin en hayırlınız; dünyası için âhiretini, âhireti için de dünyasını terk etmeyendir.” hadisi gereğince, insan, hayatını bu ölçüye bağlı kalarak programlamalıdır. Elbetteki denge unsuru geçici olan dünyaya değil, kalıcı olan âhiret hayatına yöneliktir:

“Nebiler âhiretî, câhiller de dünyayı tercih etti-ler.” (Mesnevî, 1/664}

“Âhiret deve katan gibidir, bu cihan da devenin yünü.

Yünü tercih edersen, deven olmaz; deveye sahîpsen çok yünün olur.” (Mesnevî, IV/3165-66) sözleriyle Mevlânâ, bize doğru tercih yapmayı öğütler. Önemli olan dünyada iken âhireti kazanmaktır:

“Ten kazancı için bir sanat öğrendin. Din sanatı için de gayret gerek.

Dünyada servet kazandın. Ya bu fânî âlemi terk edince ne yapacaksın?

Âhireti kazanmak için de bir sanat Öğren ki, ihsan ve mağfiret elde edesin.

O cihan için de kazanç ister. Sanma ki ticaret yalnız bu âlemdedir.

Cenâb-ı Hak: ‘Bu dünyânın kazancı, ona nisbetle çocuk oyuncağıdır!’ dedi.

Bu, bir çocukla arkadaş olup, oyun oynayan çocuğa benzer.

Çocuklar, dükkâncılık oynarlar; gerçi kâr ve zarar gibi bir endişeleri yoktur.

Gece vakti çocuk, evine aç olarak gelir. Oyun, onun açlığını artırmıştır.

Bu dünya bir oyun yeri, ölümse gece. İşte gidi-yorsun, kesen bomboş ve pek yorgun olarak.

Din kazancı; aşktır, gönül cezbesidîr, Hak nuru-na rehber kabiliyettir.

Bu aşağılık nefis, fânî kazançları istemede. Aşağılık şeyleri kazandığın yetişir artık, insaf, yetişir.” (Mesnevî, 11/2618-28)

Doğru tercihi yapanlar, işin sonunu gören akıllı insanlardır. Zira insanın bir gün bu dünyadan ayrılması kaçınılmazdır:

“Dünya mülkü baştan başa, insanın başına baş ağrısından başka
bir şey getirmez.

A aklı kıt, başında bu kadar baş ağrısı çekme. Güneşle ayı taç edinip, başına vurunsan bile Ömür sona erince bir kerpice baş koyacaksın.” (Mektuplar, 36)

Doğru tercihi yapanlar, işin sonunu gören akıllı insanlardır. Zira insanın bir gün bu dünyadan ayrılması kaçınılmazdır:

“Dünya mülkü baştan başa, insanın başına baş ağrısından başka bir şey getirmez.

A aklı kıt, başında bu kadar baş ağrısı çekme. Güneşle ayı taç edinip, başına vurunsan bife Ömür sona erince bir kerpice baş koyacaksın.” (Mektuplar, 36)

MEVLANA VE ÖLÜM DÜŞÜNCESİ

Hz.Mevlânâ için ölüm, sevgiliye kavuşmaktır. Bir gazelinde ölüm hakkında şöyle der:

Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma…

Benim için ağlama, yazık, vah vah deme;

Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman eyvah demenin sırasıdır,

Cenâzemi gördüğün zaman firâk, ayrılık deme,

Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır,

Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma,

Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.

Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?

Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf’u ne diye kuyuda feryad etsin?

Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç

Zîrâ senin Hayy u Hû’yun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır .

Bir başka şiirinde de şöyle der:

Kardeş, mezârıma defsiz gelme; çünkü Allah meclîsinde gamlı durmak yaraşmaz.

Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile ben yine o aşkım .

Hz.Mevlânâ, hayatı boyunca Kur’an hükümlerinin âdâbına riâyet ederek, Allah’ ın haram kıldığı şeylerden çekinmiş; kendi ilmini, irfânını, benliğini, hâsılı tüm varlığını Hz.Muhammed’in varlığında yok etmiş, gerçek takvâ sahibi bir şahsiyettir.

 Mesnevî’nin V.Cildinde şöyle der:

Şerîat muma benzer, yol gösterir; ele mum almadan yol alınmaz. Yoldan yürüyüp gittin mi, bu gidişin, bu yürüyüşün tarîkattır. Ulaştın mı, gideceğin yere vardın mı, maksadına eriştin mi, bu da hakîkattır… Şerîat bilgidir; tarikat iş, güç, kulluk; hakîkatse, Allah’ a ulaşmaktır.

Şu rubâîsinde de Kur’an-ı Kerim ve Hz.Muhammed’e bağlılığını apaçık ortaya koyar;

Men bende-i Kur’ânem, eger can dârem,

Men hâk-i reh-i Muhammed-i Muhtârem,

Ger naklî koned cuz in kez ez guftârem,

Bîzârem ez u vez an suhan bîzârem.

Canım bedende oldukça Kur’ân’ın kuluyum,

Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım,

Birisi sözlerimden bundan başka söz naklederse,

O nakledenden de bezmişim ben, bu sözlerden de bezmişim. .

Hz.Mevlânâ’nın tasavvufu hiçbir zaman bir bilgi sistemi yâhut hayâlî bir idealizm değildir. Onun tasavvufu irfân, tahakkuk, aşk ve cezbe âleminde olgunlaşmadır. Gâye kulluk ve yokluktur.

O, hayatın bütün gerçeklerini kabûl eder. Miskinliği, hayattan el-etek çekmeyi reddeder. Ona göre dünyâ, Allah’tan gâfil olmaktır, hayâtın gerçekleri değil…

Hz.Mevlânâ’nın tasavvufunda varlığın, yaratılışın, hayatın mânâsı aşktır.

Aşk ise Allah’ın vasıflarındandır. O’ndan başkasına âşık olmak da geçici bir hevestir. Yaratılışın sebebi, bütün hastalıkların tabîbi, bencilliğin devası, elemlerin merhemi İlâhî Aşk’tır .

Hz.Mevlânâ’ya göre insan, duygu ve düşüncelerden ibârettir. Bir şiirinde şöyle der:

Ey kardeş! Sen yalnız duyuş ve düşünüşten ibâretsin,

Geri kalanın ise sadece et ve kemiktir.

Hz.Mevlânâ’nın kâinâtı kucaklayan insan sevgisi ve hoşgörüsü, Allah’a olan hudutsuz aşkının ve Muhammedî feyze tam mazhâr oluşunun tabîî netîcesidir.

O, Müslümanlığın üzerinde hassâsiyetle durduğu “insan yaratılmışların en şereflisidir” düstûrunun şuuruyla insanları kucaklar, yaratılmışları âşık olduğu yaratandan ötürü bir nefs mücâdelesine girmeden rahatlıkla hoş görür .

Hz.Mevlânâ’nın tüm insanlara vasiyeti ile bu bölümü noktalıyoruz.

Ben size;

Gizli ve âşikâr olarak Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.

Az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi,

Allah’ın buyruğuna boyun eğmenizi,

Kötülük etmemenizi,

Oruca ve namaza devam etmenizi,

Şehvetten uzak durmanızı,

İnsanlardan gelecek ezâya ve cefâya tahammül etmenizi,

Mallarını beyhûde yere harcayanlarla, ayak takımı ile oturup kalkmamanızı,

Kerem sahibi ve sâlihlerle beraber olmanızı tavsiye ederim,

İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.

Sözün en hayırlısı da az ve öz olandır.

Hamd yalnız tek olan Allah’a mahsustur.

Tevhîd ehline selâm olsun .

Hz. MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE ”GEL” ÇAĞRILARI

“Gene gel!, gene gel!, her ne isen gene gel!

Kafirsen, ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan gene gel…

Bu bizim Dergâhımız, umutsuzluk Dergâhı değil;

Yüzkere tövbeni bozmuşsan da gene gel!”

Bu rubaînin, Huzur-ı Pîr’de bulunan 768 şevvalinin ikisinde (11-7-1367) de, Osmanoğlu Hasan tarafından yazılmaya başlanıp 770 Rebiülahirin ilk günü (13-10-1368) de yazılması biten, iki ciltlik Dîvân-ı Kebîr nüshalarının birinci cildinin kabının içinde yazılı olduğunu görürüz.

Kimi tarafından Hz. Mevlânâ’ya, kimi tarafından ise başka şairlere atfedilen ve çok meşhur olan bu rubâî’nin yarattığı, polemik beni yeni bir araştırmaya sevketti. Her kiminse bu “GEL” çağrısı, Hz. Mevlânâ’nın ifadelerinde şekillenen tasavvuf? görüşüne, Allah’a (C.C.), yarattığı herşeye ve kendisine halife olarak seçtiği insanlara olan aşırı sevgisine uygun düşmektedir. Dîvân-ı Kebîr’i incelediğimizde bu rubaideki ifade ve neş’enin tamamının değişik gazellerde, çeşitli vesilelerle ifade edilmiş olduğuna şahit oluruz.

Bu rubai’nin manasının üzerinde kısaca durduktan sonra, Hz. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inde geçen “GEL” çağrılarını görüşünüze arz edeceğim.

Mevlevî tarihi olarak kabul edilen, 13 ncü ve 14 ncü asırlarda yazılmış olan, Sipehsâlâr ve Ariflerin Menkîbeleri’nde, Hz. Mevlânâ’nın “Sebeplerin Müsebbibi Cenab-ı Hak (C.C.) bir sebep yaratarak beni, buradaki insanları hakikat’a davet etmem için Horasan İlinden Konya vilayetine gönderdi. Geldiğimde bu diyarın insanlarının hakikatle hiç ilgilenmediklerini, fakat mûsikî ve rakstan çok hoşlandıklarını gördüm. Ben de onları dalaletten kurtarıp hakikate celb etmek için mûsikî ve raksı alet ettim.” Anlaşılıyor ki Mevlevîlerin semâı ve mûsikîsi gaye değil, insanları hakikata celb etmek için gereken vasıtalardan birisidir. Dünyanın ve bilhassa Garb aleminin asırlardır göstere geldiği ilgi bunun en bariz delilidir.

Şarkta ise, İran’da Afganistan’da, Pakistan’da ve Hindistan’da Mesnevî-i Şerife, Kur’ân-ı Pehlevî (Farsca Kur’ân) denilmektedir. Görülüyor ki Hz. Mevlânâ Farsça söyleyerek, o memleketlerin insanlarına kendi dilleriyle hitab ederek, onları dalaletten kurtarmış, başka inançlara sapmalarını önleyerek onlara Allah’ı, Allah’ın Kitab’ını, Resulünü tanıtmıştır. Hz. Şems’le birlikte hazırlanan bu strateji Türk dehasının, Allah’ın takdir ve emriyle gerçekleştirdiği, dünya tarihinde benzeri görülmemiş olup, günümüze kadar da sessiz sedasız süren bir büyük manevî fetihtir.

Allahü Teala insanları severek yarattı, onları meleklerden üstün kıldı. Adem’in şahsında insanları, Kur’ân’ın ifadesiyle, kendisine halife eyledi. Kullarını diğer mahlukata faik ve seçkin kıldı.

Kendisini Resulü Ekrem’in bastığı yerin tozu-toprağı ilan eden, Hz. Mevlânâ’nın bütün eserlerinin kaynağı, önce Kur’ân-ı Kerîm, sonra da Peygamber Efendimizin Hadisleridir. Peygamber Efendimiz insanlığı kurtuluşa, mutluluğa davet eden en büyük rehberdir. Şüphesiz Peygamberimizin varisleri olan velîler de öyledir. Dolayısıyla bütün velîler gibi Hz. Mevlânâ da, insanlığa kucağını açmış engin bir şefkat ve merhamet ummanıdır..

Allah’ın rahmetinin yanında gazabının, azabının olduğu da bir gerçektir. Ancak Kur’an-ı Kerim Zümer Süresi, Ayet 53’te “Benim adıma de ki: “Ey nefisleri hususunda haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin, doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayan’dır, merhametli’dir” A’raf Süresi Ayet 156’da: “Ve rahmeti vesiat külle şey’in= Ve rahmetim herşeyi kaplamıştır.” buyurduğu gibi, bir Hadis-i Kutside Allahu Teala: “Sebakat rahmeti gada-bi = Rahmetim gazabımın önüne geçmiştir” buyurmaktadır. (Aliyyül Karî Kırlı Kutsî Hadis Terc. (H.Hüsnü Erdem. 1963 Ankara)

Allahu Teala, “Rab’ül Âlemin”dir. (Alemlerin Rab’bidir) Rahimdir. O’nun merhameti hudutsuzdur. Peygamberimize “Biz seni ancak alemlere rahmet için gönderdik” buyurmuştur. (Enbiya Süresi Ayet: 107). Böylece Resulünü alemlere rahmet için gönderdiğini ilan ederken, Allah’ın veli kullarının da bu rahmeti ve merhameti yaşamaları, yaşatmaları gayet tabiidir.

Burada evrensel bir insan sevgisi, İslâmın insan sevgisi görülür. Engin bir hoşgörü insanlığı kucaklar, aydınlatır. Bu ışıktan nasiplenenler, Cenâb-ı Mevlânâ’nın ve doğal olarak İslâmın potasında erirler. Çünkü Hz. Mevlânâ İslâm’dan başka birşey yaşamamış. Kur’ân’dan ve Peygamberimizin sözlerinden bir zerre kadar bile sapmamış, bütünü ile İslâm’ı yaşamış, fakat kabukta kalmayıp öze inmiştir. Ufak denizde değil, ummanlarda kulaç atmıştır…

Aşk-ı îlahî ummanına gark olmuş olan Hz. Mevlânâ’nın Gel çağrılarını en geniş manasıyla görmek gerek. Bu çağrı, Hz. Mevlânâ’nın kendisinde tecelli eden Hakk rahmetinin, Allah’ın yarattığı herşeye bütün insanlığa in’ikası, insanlığı kucaklayışıdır.

Din, dil ırk renk farkı gözetmeksizin bütün insanlığa hitabeden bu çağrı, aslında güneşin ulaştığı yerleri ısıtması, aydınlatması gibi icabet edenleri aydınlatacaktır. Güneşin meyveleri yavaş yavaş olgunlaştırdığı gibi onları olgunlaştırarak, gönül kervanına katacak ve dünya var oldukça katmaya devam edecektir…

Mesneviden Bir Kaç Gel Çağrısı

Cefakâr nefis katırlarına bakmak, yola getirmek için Mustafa Hakk’ın imrahorudur.

Kerem ve ihsanın çekişiyle “Kul tealev” dedi… Gelin de sizi riyazatla terbiye edeyim, azgın ve serkeş atları alıştırır, getiririm ben…

Tanrı dedi ki: “Onlara gelin de, ey terbiyeye alışkın olmıyan katırlar, gelin del”

Fakat gelmezlerse gamlanma… o iki temkinsiz için kinlenme! Bazılannın kulakları bu, gelin sözüne karşı sağırdır… her hayvanın ayrı ahırı vardır.

Bazıları bu sesten ürker, kaçarlar… her atın ahırı ayrıdır…

Oğul, gelin de, gelin… sizi Tanrı esenlik yurduna çağırmada!…”

(Mesn. C:4-B:2005…)

Çaresiz müflis… Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.

Yıllarca bu duada bulundu. Yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı… nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti…

Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Tanrı kapısında gel sesini duyuyordu…

(Mesn. C: 6-B:1839)

Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde. Kıptilerin nöbeti, Firavun, padişah şimdi.

Bu suretle de herkese lüzumsuz gülüp duran ve kimseden esirgenmeyen nzıktan şu köpekler de birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım.

“Gelin” buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler.

(Mesn. C:6-B: 1871)

O illetli adam, ulu Yaratıcının cömertliğine güvendiğinden defsiz oynuyordu…

Ümidi, dilsiz, sessiz gel demekteydi. O davet, gönlünden utancı silip süpürüyordu…

(Mesn. C:6-B: 1987-89)

Dîvân-ı Kebîrden “GEL” Çağrıları

Onun yüce, geniş, hoş bir ülkesi var. Nasıl olursan, ne olursan ol, ona lazımsın sen; dilersen akik ol, la’l ol, dilersen kerpiç ol, taş ol; o ülkeye o da lazım, bu da.

Lal’sen de gel, taşsan da gel, bela seline düş, yuvarlan, selle denize koş, o şuh aşka konuk ol…

Balıklar gibi denizde git, gel. Kuruluğu hatırlarsan denizden karaya yüz tut…

(Furûzanfer: C5/G2134 -Gölpınarlı:Cl/G121/S164)

Gönlün, gönlün, gönlün için, gönlümü incitme… Niçin, niçin, manası ne? Perperişan edersin beni.

Gel, gel gene gel, barış da eve yönel… gitme, gitme önümden omuz silkme sen öyle…

Gel, gel de bir soluk ver bana; güzelim solukların, Ab-ı hayat gibi gönlümün ömrünü artırır…

Sen Mustafa nurusun; Kâ’be putlarla doldu… hadi, gel de Rahman’ın evinden putları at dışarıya…

(Furûzanfer: C4/G1889 – Gölpınarlı: C7/G226/S305)

Gel-gel ki tıpkı ab-ı hayat içindesin sen; gel-gel ki her derdin şifasısın, devasısın sen.

Gel-gel ki gül bahçesi seni övüyor; gel-gel de onu nerde besledin nasıl yetiştirdin, bir göster.

Gel-gel ki sen olmadıkça hastahanede hiçbir hastanın benzindeki sanlık gitmiyor.

Doğ-doğ ey güneş, sen olmadıkça havadaki acılıkta gitmez, soğukluk da.

Doğ-doğ ey Ay, gözlerin hepsi de yaslı, herkes ağlıyor, sense dönüp duruyorsun; yazıktır bu yazık.

Gel- gel ki bütün kainatın velinimetisin sen; dertten halas edensin; tavlanın zarısın sen.

Gel- gel de kuluna öğret, bellet; çünkü imamlıkta da, öğretmede de anlayıp anlatmakta da teksin sen.

(Furûzanfer: C3/G3083 – Gölpınarlı: C3/G226/S305)

Gel-gel ki sen, semâm canının canına cansın; gel ki semâ bahçesinin yürüyen selvisisin sen.

Gel ki senin gibisi ne gelmiştir, ne gelir; gel ki semâm gözleri, senin gibisini ne görmüştür, ne görür.

Gel ki güneş kaynağı bile gölgendedir senin…

Gel ki Tebrizli Şems, şekle bürünmüş aşktır; semâm ağzı aşktan açık kaldı gitti.

(Furûzanfer:C3/G1295-Gölpınarlı:C3/G148/S225)

Gel-gel ki savaş aslanlarının  aslanısın sen; ormanlıktan çıkta saflar yar…

(Furûzanfer: C3/G1306 – Gölpınarlı: C3/G149/S226)

Gel – gel ki sen, semâm canının canına cansın; semâm soyuna, sopuna,semâ topluluğuna binlerce aydın mumsun.

….gel, semâ göğüne doğan aysın sen.

Gel ki can da güzelim yüzüne hayrandır, cihan da; gel ki semâ aleminde şaşılacak bir güzelsin, görülmemiş bir yaratıksın sen. Gel ki sensiz aşk pazarında peşin bir alış-veriş yoktur; gel ki semâ madeni, senin gibi bir altını görmemiştir.

Gel ki iştiyak çekenler, kapında otura kalmışlardır; semâ merdivenini daya aşağıya in damdan.

Gel ki aşk pazarının parlaklığı dudağından gelmede; şu semâ dükkanında da paralı bir güzel var…

(Furûzanfer: C3/G1296 – GölpınaHı: C3/G147/S224)

… Gel – gel ki halkın canı da sensin, kurtuluşu da. Gel – gel ki Yakub’un ışığı da sensin, gözü de.

Gel – gel ki güzellik bağışlamadasın, ululuk vermedesin

sen; gel – gel ki binlerce Eyyub’a şifasın, dermansın sen.

Gel – gel; gerçi asla gitmemişsin amma gene de gel, her sözü, güzellikle, bir hoşça söylerim sana, gel…

Yüzlerce cana bedelsin, canın yerine sen gel, gir bedenime, otur. Güzelsin, seni seveni çek, bas bağrına…

(Furûzanfer: C3/G3050 – Gölpınariı: C3/G217/S295

Gel – gel; bu uzaklıktan pişman olursun sonra, tatlı davetimize gel, ne diye köpürüp duruyorsun?

Bu mecliste yaşayıp, dalga – dalga köpürüyor; Allah yardımcı, her yanda da Mansûr şarabı var…

Gel de Tûr dağı’na dek Mûsâ’ya yoldaş olalım; Tûr’da Tanrı’yla konuşan Mûsâ’ya “Allah’la konuştu” dendi.

(Furûzanfer: C3/G3073 – Gölpınarlı: C3/G242/S323)

Gel – gel ki bizim gibi bir dost bulamazsın sen; iki dünya da nerde bizim gibi gönüller alan güzel?

Gel – gel, her yana yel gibi koşup durma; senin geçer akçene başkasının yanında pazar yoktur…

(Furûzanfer: C6/G3050 – Gölpınarlı: C3/G144/S326)

Gel – gel ki sen, günlerin eşsiz – örneksiz güzelisin; kardeşsin babasın, anasın, sevgilisin, gönül huzurusun sen…

(Furûzanfer: C6/G3073 – Gölpınarlı: C3/G253/S335)

Gel – gel ki derdinle kara sevdalara uğradım; gir kapıdan gir kapıdan; yalnızlıktan canım dudağıma geldi…

(Furûzanfer: C6/G3097 – Gölpınarlı: C3/G16/S388)

A gönlümün hevesleri, gel – gel – gel – gel. A dileğim, isteğim, gel – gel – gel – gel.

Bağlanmışım düğüm – düğüm, dağılmışım bölüm – bölüm, tıpkı saçların gibi, A benim düğümümü çözen, a benim dağınıklığımı düzene sokan, gel – gel – gel – gel.

Yoldan, konaktan konuşma; artık konuşma, konuşma artık. A benim yolum, konağım gel – gel – gel – gel.

Yerden alıvermiştin hani, bir avuç toprak, bir avuç toprak; o toprağın içindeyim ben, gel – gel – gel – gel.

Ayırırım iyilikten kötülüğü, anlarım – anlarım bunu; güzelliğini ne anlamışım, ne bilmişim, şaşkınım… gel – gel – gel – gel.

Aşkınla yanıp yakılmasın aklım, aşkınla yanıp yakılmasın, hiçbir şey bilmiyorum, akıllı değilim hani, gel – gel – gel – gel.

A padişah Selâhaddîn, hem ortadasın, hem gizlisin; a şaşılacak şeyim, a temel direğim benim, gel – gel – gel – gel.

(Furûzanfer: C1/G156 – Gölpınarlı: C3/G16/S388)

Gökyüzünde cana, hadi geri gel diye bir sestir, geldi. Can da a güzel davetçi, merhaba, geliyorum diye seslendi.

Duydum dedi, başüstüne, her an sana yüzlerce can feda olsun; bir kere daha gel diye çağır da “Hel eta” makamına dek uçayım…

(Furûzanfer: C1/GI7-Gölpınarlı:Cl/G15/S27)

Ey Yusuf, sonucu şu gözleri görmiyen Yak’ub’a gel. Ey gizlenmiş İsa, şu gök kubbeninin üstünde bir görün.

Ayrılıktan ünüm karardı. Gönlüm yay gibiydi, kıla döndü. Yoksul Yakup ihtiyardı, ey genç Yûsuf gel.

Ey İmranoğlu Mûsâ, sana gönlümde, ne Tûr-u Sînâ’lar var. Öküz tanrılık etmede, gel artık Tûr-u Sînâ’dan.

Benzim safran gibi sarardı, boynum büküldü, çenge döndü. Beden mezarında daraldım, sıkıldım, gel ey, genişlik, ferahlık veren can. Muhammed’i gözleyen gözüm gamınla, müştakım sana diyor; “Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” ayetinin sırrı, o dağınık yüzünü göster, gel.

Güneş sona karşı sanki akşam kızıllığı, ey padişahlardan bile ödülü kapan er, ey Tanrı’yla bakan. Tanrı’yla gören göz, ey her şeyi bilen gönül, gel.

Bütün canlar, sana karşı sanki beden, sense cansın. Cansız beden neye yarar? Çoktandır gönül verdim sana, gel ey sevgili de canımı da vereyim gitsin.

Gönlümü aldığın gündenberi can ekinim biçildi gitti; sonuncu dert sensin, git; sonuncu derman sensin gel.

Ey sevgili, ilacım da sensin, çarem de sen, yüz parça olmuş gönlümün ışığı da sen; çaresiz gönlümde senden gayri ne varsa yok oldu, gel.

Senin kadrini bilmedim de felek, inadına, var diyor, okla gönlümü, vur başını taşlara; gel.

Ey mertebesi, ‘Aralarında iki ok atımı kadar yer kaldı’ ayetiyle bildirilen, ey o yücelik devletine sahip olan; ey padişahım kimsecik mahrem olmaz sana “Belki de daha yakın” makamından gel.

Ey ay gibi güzel padişah, ey yüzlerce güzelden güzel, ey su, ey ateş, gel. Gel ey inci, gel ey deniz.

Ey kendisine canımın kul, köle olduğu Şemseddîn, ey ruh’ul Emin, Tebriz senin yüceliğin yüzünden oturmaklı arşa döndü, Mescid-i Aksâ’dan gel.

(Furûzanfer: CVG16 – Gölpınarlı: CVG12/S14)

Gel – gel ki ayrılığınla ne akıl kaldı, ne din, şu yoksul gönülden sabır da gitti, karar da.

Yüzümün sararmasını, gönlümün derdini, içimin yanışını sorup durma; anlatışa sığmaz onlar; gel de gözlerinle gör.

Senin ateşinle, senin sıcaklığınla pişmiş somun gibi kıpkızıldı yüzüm; şimdiyse bayat ekmek gibi un-ufak olmuşum, yerlere serilmişim; gel de yollardaki topraklardan topla beni.

Yüzünden, ayna gibi hayaller devşirirdim; şimdi gel de sapsarı betime-benzime bak, bumburuşuk yüzümü seyret…

Dedim ki; Başında kil bile olsa yıkama, gel. Ayağına diken batmışsa çıkarmak için oturma gel;

Gel – gel de beni şu gel – git sözünden kurtar, öylesine bir gel ki, canım şundan da halas olsun, bundan da;

Haber yolladım seher yeliyle; dedim ki; ey âşıklar peygamberi, ey emin elçi, Allah için olsun tez git, tarafımdan de ki,

Suya batmışım, ateşe yanmışım dalga – dalga göz yaşlarımla, yalım – yalım gönül ateşimle; bana ne çare yazdı, budur çaren diye ne dedi, gel de bildir.

(Furûzanfer: C4/G2084- Gölpınarlı: C3/G1120/S269)

Gelin – gelin, gül bahçesine gidelim; şu devlet, şu ikbal noktasının çevresinde pergel gibi dönelim.

Gelin, bugün devletle, kutlulukla, yeni aşka düşenler gibi o sevgilinin çevresinde dönüp dolaşalım…

(Furûzanfer: C3/G1473 -Gölpınarlı: C3/G10/S46)

Gelin, gelin, gül bahçesi yeşerdi, güller açıldı. Gelin, gelin sevgili geldi çattı…

(Furûzanfer: C1/G329 – Gölpınarlı: C3/G4/S38)

Hz. Mevlânâ’nın duygu dolu, sevgi dolu, aşk dolu sözlerinin temelindeki hakikata indiğimizde, gel çağrılarının hepsinin, hiç şüphesiz Allah’a yalnız Allah’a davet olduğuna şahit oluruz… O, Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Suresi 2/115’nci ayetini yaşamaktadır. “Allah’ındır doğu da, batı da, hangi tarafa dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır. Çünkü Allah herşeyi kaplıyan geniştir, herşeyi bilen Alîmdir”. Eserlerinde, en çok “GEL” çağrısının da bulunduğu Hz. Şemseddîn-i Tebrizî hakkındaki sözleri ile de bunu açıkça ifade eder: “Kendine gel ey gafil, Şemseddîn-i Tebrizî bir bahanedir ancak. Allah (C.C.) durmadan ben varım demektedir.”

Hz. Mevlânâ hayatı boyunca ne söylediyse inanarak ve yaşıyarak söylemiştir. Duygu dolu sözleri, yaşadığı köklü bir inancın meyvesidir. Hz. Mevlânâ’nın samimiyetini, hayatının son anında Azrail (A.S.)’a “GEL” çağrısıyla, O’nu karşılama şeklinde de açıkça görmekteyiz, beyit:”Pişitera, pişiter ey can-ı men. Peyk der-i Hazret-i Sultan-ı men= Yakına gel, yakına gel; ey benim canım! Ey benim Sultanımın habercisi!”

Bu beyiti okuduktan sonra, Kur’an-ı Kerim’in 37/nci Süre, 102’nci ayet’ini okuyor:

“Kale ya ebet. İfal ma tu’meru, setecidünî inşaallahu min-el sabirin”= Ey Babacığım sana buyurulanı yap, İnşallah, (Allah İsterse) sen beni sabredenlerden bulacaksın.

(Âriflerin Menkıbeleri Şark-islâm Klâsikleri: 26.M.E.yayınları cilt 2 (3/579)

Sözlerimi imanla,inançla, şevkle, aşkla Yüce Yaratan’a, din, ırk, sınıf gözetmeksizin bütün insanları ve herşeyi yaratan’a: Gel! Gel! çağrısı ile bitiriyorum. Milletimizi zelil etmemesini, birlik ve beraberlik içinde korumasını Cenâb-ı Hakk’dan niyaz ediyorum.