William Chittick: Batılılar Hz. Mevlana’yı Kaliforniya’da yoga yapan biri gibi anlattılar

A+
A-

Bizim insaniyetimiz Allah’ın suretleriyle yaratılmış olma gerçeği ile tanımlanır. Anlasak da anlamasak da bu bizim dünyadaki durumumuzu tanımlayan bir hakikattır. bu gerçeklik her birimize sorumluluklar yükler.

Göksan Göktaş   Lacivert Degi SAYI:50

Batılılar Hz. Mevlana’yı Kaliforniya’da yoga yapan biri gibi anlattılar

Karşımızda oturan, ömür sermayesinin yarıdan fazlasını İslam tasavvufunu anlamaya ve Batılılara anlatmaya adamış adamın dudaklarından dökülen her kelimenin, kalbiyle bağlantılı olduğunu hissediyorsunuz dinlerken. Anlattığı her konu için -en çetrefillisi dâhil- sanki size, o gönülden gönle akan gizli yoldan bir “şifre çözer” aktarıyor. Sözün ruhunuza yerleşmesi için dünya kelamıyla tarifi müşkül bir çaba sarf ediyor ve kolaylıkla idrak ettiriyor anlattığını. New York Devlet Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Araştırmalar Bölümü’nde yıllardır tasavvuf alanında çalışmalar yürüten, 20’yi aşkın kitaba imza atan Prof. Dr. William Chittick’ten bahsediyoruz. Kendisi özellikle Muhyiddin Ibn’ül Arabî ve Mevlana Celaleddin Rumî üzerine çalışıyor. Eşi Dr. Sachiko Murata ise Islam fıkhı üzerine çalışan ilk kadın akademisyen olarak biliniyor. Sadece Batı’nın değil, dünyanın en değerli tasavvuf araştırmacılarından biri olan Chittick ile Istanbul’da düzenlenen bir tasavvuf sempozyumu öncesi bir araya geldik. Varlığı, yokluğu, kendi öz vatanından dünya sahnesine sürülmüş insanın bitmeyen ve bitmeyecek arayışını, ezcümle; tasavvuf dairesine giren pek çok meseleyi konuştuk. Tabii ki, özellikle yıllardır üzerine eğildiği Ibn’ül Arabî ve Mevlana’ya bolca atıfta bulunarak…

Akademik yönelimleriniz dışında, sizi tasavvufla ilgilenmeye götüren, gönlünüzü avlayan temel hissiyat, “tatlı tuzak” neydi? Bu okyanusa ilk daldığınızda ve bugün tasavvuf sizin için ne ifade ediyor?

Bizim insaniyetimiz Allah’ın suretleriyle yaratılmış olma gerçeği ile tanımlanır. Anlasak da anlamasak da bu bizim dünyadaki durumumuzu tanımlayan bir hakikattir. Bu gerçeklik her birimize sorumluluklar yükler fakat özellikle günümüzde bağlı olduğumuz kurumlar insanlığımızı iyileştirme konusunda bize yardımcı olamaz. En fazla nihai mutluluğumuza hizmet etmek için imkân sağlar. Dostum Tu Weiming’in söylemekten hoşlandığı gibi Konfüçyüsçülük “nasıl insan olunduğunun öğrenilmesidir” ve muhakkak ki tasavvuf bu en yüksek düzey eğitimi almak isteyenler için anahtar öğretiler sağlar. 20 kadar kitap yazdım ve tasavvuf geleneğinin çeşitli boyutlarını ele aldım. Aklımda hep şu vardı: İnsanların kendilerinininsanlık ikilemini çözmeleri için sorumluluklarının farkına vardırmak -ki bu mesele düzgün bir insan olma meselesidir kesinlikle. Bu tartışmaya birçok taraftan bakılabilir. Kısaca bir yaklaşımın üstünden geçelim ki bu Science of the Cosmos, Science of the Soul (Kozmozun Bilimi, Ruhun Bilimi) adlı kitabımı adadığım bir yaklaşımdır. Bu mesele herkesi ilgilendirir. Lisanı İslami olabilir ama bu Hıristiyanların, Yahudilerin yahut Budistlerin aynı sorunla yüz yüze gelmediği manasına gelmez. Cevap, zahiri olarak bir dine, gruba yahut bir düşünce tarzına mensubiyette yatmıyor!

Nerede peki o aradığımız-aradığınız temel cevap?

Cevap kendi içimizde yatıyor. İnsanoğlu genelde sürü içgüdüsünü takip eder. Aslında her ne kadar biz kendimize rasyonel kararlar alıyoruz desek de bütün bilgiler bize dışardan gelir. Bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri başkasından duyarak “biliyoruz.” Bize böyle düşünmemiz söylenmiş çocukluktan eğitim hayatımız boyunca ve şimdi de tüm medya ve internet tarafından. Dünyamız ve kendimizle alakalı çeşitli düşünme tarzlarıyla beynimiz yıkanmış ve bütün bunlar bize dışarıdan nakledilmiştir. Geleneksel İslam terminolojisinde biz mukallitleriz. Yani, başkalarını taklit ediyoruz. Bilgimizi nakil suretiyle alıyoruz. Bayezid-i Bistamî’nin dediği gibi; “Siz ölü bilgiyi ölüden alıyorsunuz, ben ise ilmimi hiç ölmeyen Diri’den alıyorum.” Dinin nihai amacı (ister İslam ister herhangi başka bir din olsun) -ki tasavvuf üstatları hep bunun üstünde durmuşlardır- insanın kendi hakikatini öğrenmesine imkân kılmaktır. İslami terimle söylersek Hakk’ı bilmelidirler yani hakikati, gerçekliği; doğru, değerli ve uygun olanı. Bütün bu anlamlar Kuran’da geçen bu kelimede mevcut.

“Hakk’ı bilmek” kavramını nasıl açabiliriz?

Hakk’ı bilmek tahkiktir, yani taklidin zıddıdır. Tahkik, hakikati bilmektir; Hakk Teâla ve Hakk’ın talep ettiklerini kendi kendine ve kendin için bilmek. Peygamberin dediği gibi, “Kendinin sende bir Hakk’ın vardır, eşinin sende bir Hakk’ı vardır, misafirin sende bir Hakk’ı vardır. Bu yüzden Hakk’ı olan her şeye Hakk’ını ver.” Bu tahkikin kısa bir tasviridir. Her insan eşyanın hakikatini bilmeye ve bu Hakk’ı tutarak davranmaya davet edilir. Tahkik Hakk’ı bilmektir ve bu Hakk’ı uygulamaktır. Bu ise taklitle, hocaları ve liderleri takip etmekle elde edilemez.

Hakk’ı bulma yolculuğunda taklidin bir yerde ayağı sürçüyorsa arayışta kişiye, iradesine düşen görev nedir?

Şahsi bir arayış ve gayret gerektirir. Tabii ki sana yol gösteren mürşitlere, hocalara ihtiyacın var fakat gayen zahiri desteğin ötesine gidebilmek ve Hakk ile batıni bir bağlantı kurabilmektir. Bu bağlantı her birimizin Hakk’ın bir sureti şeklinde yaratılmış olması gerçeğinden doğar. Büyük bir çoğunluk şahsi bir keşif yoluna çıkmaktansa kültürel normlara aşırı bir teslimiyetçilik gösterir. Tasavvuf her zaman küçük bir azınlığın gayreti ve başarısından başka bir şey olmamıştır fakat tasavvufun yönlendirdiği gayeyi unutursak -ki bu gerçek manada insan olmaktır- insan olma kapasitemizi terk etmiş oluruz ve zamanın rüzgârına kendimizi teslim ederek oradan oraya sürüklenip yıpranırız.

Tam bu noktada, insanın “kâmil insan” olma sürecinde ve arayışında söylediğiniz gibi zamanın rüzgârında yıpranmaması için “ihlas” ipi can simidi mi oluyor?

İhlas, insanın kendini Allah aşkı olmayan bütün aşklardan arındırması (halis) anlamına gelen insani bir sıfattır yani tevhidi tesis etmenin sürecidir ki bu esnada başka hiçbir aşk objesine yer bırakmaz. İbn’ül Arabî ve Mevlana aşk ve tevhid arasındaki kesişmeden hep bahsederler Divine Love (İlahi Aşk) adlı kitabımda detaylıca değindim- kısacası tek olan Allah’a olan aşkı gerçekleştirmeden insan kesinlikle cahil ve sefil kalacaktır. Bütün Müslüman hocalar, aşka vasıl olmanın tek yolunun, en üstün âşık olan Allah’ın sevgilisinin yani Hz. Muhammed’in ayak izlerini takip etmek olduğunda ısrar eder ve ayette bahsedilen şu meseleye mütemadiyen atıfta bulunurlar: “De ki (Ey Muhammed!): Eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki Allah da sizleri sevsin (3:31).” İbn’ül Arabî “Aşkın Dini” (Din el-Hubb) hakkındaki o meşhur şiirini yazarken şerhinde açıkça belirtmiştir ki aşkın dini Hz. Peygamber’in sünnetidir.

Bu açıdan bakıldığında, yıllardır üzerine çalıştığınız iki büyük âlim ve arif İbn’ül Arabî ve Mevlana’nın tasavvuf öğretesi üzerine farklı söylemleri var mı sizce?

Sadece Kuran, hadis, fıkıh, fıkıh usulü, kelam, felsefe ve benzeri alanlarda esaslı bir eğitim alanlar İbn’ül Arabî’nin neden bahsettiğini gerçekten anlayabilirler. Fikrimce iki şahsiyet arasındaki temel farklılık hitap ettikleri okuyucu kitlesidir, öğretilerinin içeriği değil. Mevlana, Farsça bilen herkese hitap eder. Onun temel öğretilerinin güzelliğini ve cazibesini İslami yönüyle öğrenmek için uzman olmaya gerek yoktur. Tam aksine İbn’ül Arabî ise âlimler için yazmıştır. Yıllar önce hocalarımdan büyük filozof Seyyid Celaleddin Aştiyanî bana İbn’ül Arabî ile Mevlana’nın farkını bir anekdotla açıklamıştı: Arabî’nin ilmini yayan öğrencisi Sadreddin Konevî bir gün Mevlana’yı ziyarete gelmiş. Salonun önünde konuşarak beraberce oturmuşlar. Öğrencilerinden biri Mevlana’ya bir soru sormuş. Mevlana soruyu basit terimler kullanarak günün lisanı ve şiirsel tasvirlerle cevaplamış. Öğrenci gidince Konevî, Mevlana’ya dönmüş ve demiş ki: “Bu kadar zor metafizik meseleleri bu kadar basit bir dille anlatabiliyor olmanızı hayret verici buluyorum.” Mevlana cevap vermiş: “Ben de en basit meseleleri bile en karmaşık metafizik bir tartışmaya dönüştürebiliyor olmanızı hayret verici buluyorum.” Bugünlerde Batı’da günümüzde insanların İbn’ül Arabî gibi şahsiyetlere ilgi duymasının başlıca sebebi onun öğretilerinin hâlihazırdaki kültürel ve entelektüel normlara alternatif sunmasıdır. Haberleri okuyan herkes bilir ki dünya daimi bir kriz halindedir.

Nasıl bir kriz bu?

Bir tarih anlayışı olan çoğu insan ideolojiler, politikacılar, bilim adamları ve düşünürler tarafından daimi olarak sunulan çözümlerin problemleri daha da kötüleştirdiğini anlar. Annemarie Schimmel’in çok sevdiği bir ifadeyi kullanayım: “Modern dünya kafası kopartılmış bir tavuktur.” Modernite öncesi ve Batılı olmayan dinî formlarla ilgilenenler genel olarak kültürlerimizin ve aslında bütün dünyanın yön anlayışını kaybettiğinin farkındadır. Tasavvuf geleneğinin büyük düşünürleri, insanların yönelmesi gereken yolu hatırlatırlar. Bunu erişilebilir ve ikna edici bir lisanla yaparlar. Bu ariflerin okuyucularının dikkatine sunmak istedikleri husus, sosyal sorunlar için sunulan çözümlerin insan olmanın ne anlama geldiği noktasını ıskaladığı gerçeğidir.

İnsan olmanın ne anlama geldiğini tasavvuf nasıl açıklıyor? Bahsettiğiniz, modern insanın varoluş krizinin temelinde ne yatıyor yahut insan neyi unutuyor?

Herhangi bir grubun üyeleri olarak değil, Müslüman olsun, sufi olsun, Hıristiyan olsun ne olursa olsun fark etmez- bizimle bir birey, bir insan gibi konuşan Mevlana’dan ve Fihi ma Fih’ten alıntı yapayım: “Dünyada bir şey vardır. O da unutulmaz. Eğer bütün şeyleri unutup da onu unutmazsan bundan korkulmaz. Bunun aksine, hepsini yapıp onu unutursan hiçbir şey yapmamış olursun…””Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik. Onlar emaneti yüklenmekten çekindiler; ona hıyanet etmekten endişeye düştüler. İnsan onu yüklendi çünkü o, pek zalim, çok cahildir.” (Kur’ân, 33:72) “Biz Ademoğullarını şereflendirdik.” (Kur’ân 17:70). Allah, “Biz göğü ve yeri şereflendirdik” demiyor. Fakat o iş ne göklerin, ne yerlerin ve ne de dağların elinden gelmeyip yalnız insanın elinden geliyor. İnsan o işi yaptığı zaman artık zalim ve cahil değildir. Sen eğer: “Elimden şu kadar iş geliyor ama o işi yapamıyorum!” dersen, bunun hiçbir değeri yoktur. İnsanı başka işler için yaratmadılar. Bu tıpkı, padişahların hazinelerinde bulunan kıymetli polattan yapılmış bir Hint kılıcını kokmuş bir eti doğramak için satır yerine kullanmasına veya mücevherlerle süslü bir bıçağı kırık bir kabağı asmak için çivi yerine kullanmasına benzer.

William C. Chittick kimdir?
William C. Chittick, Ibn’ül Arabî, Mevlana Celaleddin Rumî gibi büyük mutasavvıfların eserlerini Ingilizceye kazandıran en önemli uzmanların başında geliyor. Ohio Üniversitesi Tarih Bölümü ve Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde okudu. Tahran’a giderek Tahran Üniversitesi’nde yabancı öğrenciler için Fars Dili ve Edebiyatı Doktora Programı’na kaydoldu. Aynı programa 1967’de dâhil olan Sachiko Murata ile 1973’te evlendi. Doktora tezini Ibn’ül Arabî’nin düşünce tarzını Arapça ve Farsça şerh eden Abdurrahman Câmî’nin Nakdü’n-Nusûs fî Şerhi Nakşi’l-Fusûs adlı eseri üstüne hazırladı. 1974’te Iran Emperyal Felsefe Akademisi kurulduğunda Seyyid Hüseyin Nasr gibi bilim adamlarının derslerine iştirak etti. Ibn’ül Arabî’nin Füsûsü’l Hikem’inin tamamını Japon filozof Toshihiko Isutzu ile okudu. 1980’de ABD’ye dönerek The Sufi Path of Love: The Spiritual Teachings of Rumi (Sûfi’nin Aşk Yolculuğu: Mevlana’nın Manevî Öğretisi) adlı kitabını yazdı. Akademik kariyerini 1983’ten beri New York Devlet Üniversitesi Karşılaştırmalı Araştırmalar Bölümü’nde profesör olarak sürdürüyor.

Batı’daki tasavvuf algısı

“Şunu biliyorum ki Kuzey Amerika’da pek çok küçük sûfi toplulukları var. Ancak ne tür aktiviteleri var bilemiyorum. Bir profesör olarak kendi kapasitemce tasavvuf araştırmalarına olan yoğun akademik ilginin farkındayım fakat tabii ki Budizm, Yoga veya Taoizm’e, hele Hıristiyanlığa veya Museviliğe olan ilgi kadar hiç değil. Ben Sûfi’nin Aşk Yolculuğu adlı kitabımı yayımladığımda, Hz. Mevlana akademik çevrelerde bile henüz pek tanınmıyordu. Şimdi ise herkes ismine aşina, büyük ölçüde Coleman Barks ve diğerlerinin tercümeleri sayesinde. Popüler eserlerin çoğu Farsça bilmeyen kişiler tarafından yazılmıştır. Ya da bilseler dahi tasavvuf geleneğine aşina değillerdir. Dolayısıyla Hz. Mevlana daha çok zeki bir şair olarak bilinir. Oysa kendisi büyük bir din adamı, mürşittir. Sûfi’nin Aşk Yolculuğu kitabımı onun gerçek öğretisini kendi tarihî bağlamında aydınlığa kavuşturmak için yazdım. Zira Nicholson ve Arberry gibi oryantalistler, vermiş oldukları büyük katkılara rağmen, Hz Mevlana’nın temsil ettiği İslami entelektüel geleneğe aşina değillerdi. Hz Mevlana’nın popüler tercümeleri, meselâ Barks’ınkiler, Hz Mevlana’yı sanki Kaliforniya’da evinde yoga yapan veya Silikon Vadisi’ndeki zeki ama anti-sosyal insanlarla partiler yapan biri gibi sunar. Batılı ilim adamlarının atladığı Hz Mevlana’nın öğretilerinin bu boyutuna özellikle vurgu yapmak istedim ki bu vurgu onun yazdıklarının tamamıyla İslamî tabiatlı olduğudur.

“Batı’nın üstünlükçü tavrına alternatif bulmaya hazırdım”

“Ohio’da Tarih bölümünde üniversite öğrencisiyken, 3. sınıfı Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’nde okudum. Orta Doğu Tarihi ile ilgili birçok ders aldım. İslam felsefesi ve Tasavvuf çok ilgimi çekti çünkü insanın kâinattaki yeri ile ilgili çok farklı bir perspektif sunmaktaydı. Öyle ki Batı’da büyümüş ve eğitim almış biri olarak bana öğretilenden çok derin farklılıklar içeren bir bakıştı bu. En iyi olmakla böbürlenen insanları hayatım boyunca kuşkuyla sorgulamıştım. Dolayısıyla Batı’nın zaferciliğine/ üstünlükçü tavrına bir alternatif bulmaya hazırdım.

.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.