Zevkten Dört Köşe
“Başınızı yere eğin” diyor rehberimiz merdivenleri çıkarken. “Sütunlar arasından görmeyin onu, tam karşısına gelince haber vereceğim, o zaman kaldırın başınızı ve o zaman yapın geri çevrilmeyecek duanızı.”
Basamakları heyecanla çıkıyoruz. O kadar kalabalık, o kadar yoğun ki, mahşer provası dedikleri kadar var. Başka zaman olsa sürtünüp geçenlere, ayağa basanlara kızabilirdik. Burada ayaklarımız yere basmıyor ki kızalım. Uçarcasına gidiyoruz ona. Düz bir zemine çıkınca rehberimiz bizi topluyor ve ; “Şimdi, kaldırın başınızı!” diyor.
Başımı biraz ürkekçe kaldırıyorum. Aman Allah’ım!.. Zaman duruyor. Simsiyah örtülere bürünmüş, bütün haşmetiyle karşımda sevgililer sevgilisi. O resimlerde kocaman avluya nispetle ufacık görünür. Resimlerin yalan söylediğini şimdi fark ediyorum. O kadar büyük o kadar heybetli ki; sanki üstüme üstüme geldiğini, içine çektiğini hissediyorum.
Diyecek söz yok. Dilim tutuldu. Ne dua edeceğimi kestiremiyorum. Dilimden sadece şunlar dökülüyor: “ Beni huzuruna kabul ettin, buna layık mıyım ki?!”
Sonrası kaleme gelecek gibi değil. “Haydi ona koşun” diyor rehberimiz. Koşuyor ve deniz dalgası gibi hiç durmaksızın çırpınan deverana katılarak tavafa başlıyoruz. Ona bakmak bile sevapmış. Ama bakamıyorum. Utanıyorum, huzura alınmışım az şey mi?..
Tavaf, zemzem derken gruptan kopuyor; onunla baş başa kalmak üzere kapısının tam karşısına oturuyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Namaz mı kılmalı, zikir mi çekmeli, Kur’an mı okumalı?.. “Kabe’nin nafilesi tavaftır.” Hadisi geliyor aklıma. Öyle ya, namazı ülkende de kılarsın, ama buradan başka yerde tavaf edemezsin. Tekrar tavafa kalkacakken, bir el kolumu çekiştiriyor.
– Otur, doya doya seyret onu. Vakit daha çok, tavaf ederiz.
Beyaz ihramı içinde oldukça tuhaf bir zat. Gün ışığı görmemiş bir kulübede yıllarca garip yaşamış da bugün insan içine çıkmış gibi, üzerinden yalnızlık ve miskinlik dökülen bir adam. Görünüşü ilk bakışta ürperti verse de sakalı, bıyığı, duruşu öylesine bakımlı ki; içinin güzelliği yansımış dışına. Dilenci yada meczup denmeyecek kadar olgun bir duruşa sahip. Sen kimsin, ne hakla beni durduruyorsun, demek gelmiyor içimden. Kolumu tutan kuru ve soğuk parmaklarda özel bir samimiyet hissediyorum. Mıknatısa kapılan demir tozu gibiyim şu an.
– Söyle! Yazıyor, anlatıyorsun! Onu en güzel tarif eden cümle, diyerek herkese anlattığın o cümleyi söyle hadi!
Evet o cümle. Uçakta, havaalanında, otobüste hep söylediğim, ruhuma işleyen o güzel cümle. Değerli İslam Alimi Mustafa İslamoğlu’nun Kabe’yi tarif eden cümlesi:
– İnsanoğlunun kalbi taş kesilmesin diye, taşın kalp kesildiği yerdir Kâbe!
Güzel söylemiş, diyor yanımdaki zat. Hakkını vermiş Kâbe’nin, hakkını vermiş Kâbe dostlarının. Ya sen?.. Beytullah’a dair yazmadın, hele Ehl-i Beyti hiç anlatmadın…
– Amaaa, diyecek oluyorum.
– Aması yok, anlatmadın! Bilmiyorsun ki anlatasın? Bilsen atlardın hemen!
Bilmiyorsun dedi. Ama biliyorum bir şeyler. Ne desem ki? Bilmediğimi kabul edersem bildirir mutlaka, ukalalığın lüzumu yok, kabul edeceğim:
– Evet, bilmiyorum, Allah rızası için bildirir misiniz?
– Aslında biliyorsun da ayna tutulmadıkça göremiyorsun kendini.
Gözlerine ve simasına bakıyorum. Pırıl pırıl bir çehre. Aynam işte. Yüzüne dönüp soruyorum:
– Ehl-i Beyt ile Beytullah bağlantısı?
– Seninki de soru mu? Açık işte.. Beytullah burası Ehl-i Beyt de onun halkı…
Oluk oluk geliyor insanlar tavafa. Bir yanda namaz kılanlar, bir yanda Kur’an okuyanlar, bir yanda kardeşlerine hurma ve zemzem ikram ederek hayırda yarışanlar. Bir derya ki bitesi değil, bir çağıltı ki dinesi değil.
– Bana ehl-i beyti anlatın, nolur açın biraz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin diye çok konuştuk da, onlarla bize fark ettirilmek istenenden galiba perdelendik.
– Önce yanlışı düzeltelim.
– Yanlış?..
– Hane halkını saydın, hane reisini unuttun. Ehl-i Beyt 4 değil, 5 zat. Reisleri Efendimiz (sav). Efendimiz olmasa ötekiler olmaz, ötekiler olmasa ehl-i beyt oluşmaz.
– Eyvallah…
Gözlerini Kâbe kapısına çeviriyor. Uzun uzun bakıyor yarı açık altın sırmalı örtüye. Mültezeme el sürenleri, Hacer-i Esvede yanaşmak için itişip kakışanları derin derin süzüyor. Kâbe’nin kapı olan yüzünü, Makam-ı İbrahim cephesini bir kitabe okurcasına inceliyor. Kim bilir az sonra neler dökülecek dilinden?..
– İçinde kapı geçen hadisi oku bakalım.
Pat diye gelen soruya cevap vermek güç. Ama burada dilim çözülüyor. Hemen okuyorum:
– Ben İlmin şehriyim Ali kapısıdır! Hz. Muhammed (sav)
– Yaaa Haydaaaarrrr! Yaaa Murtezaaaa! Yaaaa Aliiii! Ya Şah- ı Velaaaayet, diyerek yüksek sesle haykırıyor kapıya doğru.
ŞEHRE GİRİŞ
– Ledün şehrine Ali’den girilir. Gönül Kâbe’sine girmek isteyen önce Ali kapısını açmalı!
– Evet ama nasıl açarım?..
– Ali’yi tanırsan, sendeki Ali boyutuyla tanışırsan, Ali’yi kuşanır, Ali’yle barışırsan!
– Nolur Ali’yi anlat bana!
İkindi ezanına daha çok. Uzun uzun anlatsın istiyorum.
NEREDE DOĞDU? İLK GIDASI?
– Ali farklıdır tüm sahabeden. O özeldir. Daha en başta doğumu ile özeldir.
– Nerede doğdu?
Eliyle Kâbe’yi işaret ediyor:
– İşte buranın içinde!
– Yaaaaa!!!
– Annesi Fatıma Hatun çok sancılanır bir gün. Henüz İslami tebliğ başlamamış.
Muhammedimize danışır ve girer Kâbe’ye. Sancıları dinsin diye. 3 gün kalır içeride. 3 gün sonra kucağında bebekle çıkar kapıya.
Bebek yanaşanı tırmalıyor. Adeta aslan gibi pençe atıyor. Ne annesini emiyor, ne başkasına yanaşıyor. Alemlerin Efendisi gelir. Serçe parmağını mübarek ağzından ıslatıp verir Ali’nin ağzına… Dakikalarca emer Ali. Pençe atan bebek sakinleşir. Muhammedimiz Ebu Talip’e hatırlatır:
– Amca söz vermiştin, bu bebek benim olacaktı.
“Sözüm söz, bebek senindir Ya Muhammed” der Ebu Talip. Adını Ali koyar Efendimiz! Adanmış bir bebektir Ali, ailesi onu Muhammed’e adamış daha doğmadan? Annesi sancılandığında, bir büyük aslan görmüş, bütün canavarları boğan. Haydar ve Ali nidalarını da duymuş Beytullahta içten içe…Ne anladın?..
– Kâbe’de doğmuş. Bu çok ilginç. Gözlerini evrenin kalbinde açmış dünyaya.
– O halde?..
– Önce gönlüne dönecek, önce gönlü esas alacaksın. Çünkü gönül; nazargâh-ı ilahidir!
– Daha başka?..
– İlk gıdası Risalet Pınarından! Anne sütünden önce, Efendimizin parmağı!.. Bilgi kaynaklarım, yol rehberlerim öncelikle Risalet pınarından beslenenler olacak! Referansım; ana gibi bağlandığım, vazgeçilmez sandığım, duygusal ve nefsi boyutlar değil, Risalet damarından âb-ı hayat sunanlar olacak!
– Aklın, mantığın bırakırsa tabii…
– Aaaahhh hiç sorma.. Bıraksın inşallah.
– Amiiin diyor…
Kâbe’nin yanında bu dua çıkmışsa, bu zat da âmin demişse ümitliyim… Kesmeden dinliyorum onu.
– Yüzüme bakma, sen Kâbe’yi seyret, kulağın bende olsun!
– Peki.
KALP; DÖRT ODACIK
Kâbe’yi seyre dalmışız. Cemaati gözümüz görmüyor artık. Sadece Kâbe ve ikimiz! Bu kapıya bakarak Ali’yi düşünüyoruz. İlmin kapısı Ali olduğu için Kâbe’nin 4 yüzünden bu yüzüne Ali cenahı diyorum içimden. Bir süre suskun bekleyen zat devam ediyor:
– Kalp; kaç bölüm?.
– 4 odacıktan oluşuyor kalp. 2 kulakçığı, 2 de karıncığı var sağlı sollu.
– Kâbe de 4 cenaha sahip. 4 cenahın hakkını vererek tavafı tamamlarsan onunla birleşir, içine girmiş gibi tadarsın kulluk lezzetini. İçinde Muhammed’imiz bekler seni. Ama önce dördünün de hakkı verilmeli.
– Ali diyorduk, Ali ile başlamıştık ilk yüzünü okumaya.
– Evet Ali. Şah-ı Velayet Ali… Nübüvvet bahçesinin kudret fidanı Ali…
Hüzün edasıyla anlatıyor. Kâbe neşesini tatmak, bunu onunla paylaşmak istiyorum.
– Diğer yüzleri de okuyunca zevkten dört köşe olur muyuz?
– Oluruz inşallah. Zevkin âlâsıdır ehli beyti yaşamak! Muhabbetin hasıdır onlara yârân olmak!
ALLAH, BABAMA MI SORDU?
– 3- 5 yaşlarında Ali. Hz. Hatice ile Efendimiz salat eda ediyorlar hanelerinde. Uzaktan görünce soruyor Alicik: “Bu yaptığınız hareketler nedir?” Efendimiz anlatıyor kendisinden tebliğ olunacak dini. Henüz açık tebliğ yok. Her şey gizli yürüyor.
Ali önce, bir danışayım diyerek babasına yöneliyor. Birkaç adım sonra dönüyor geri: “Allah beni yaratırken babama mı sordu? Niçin ona gideyim?. Kabul ediyorum bana da öğretin” diyor. Ne anladın?..
– Allah, babama mı sordu?.. Ve o yaşta bir çocukta bu bilinç!..
– Bırak şimdi yaşını. Anladığını söyle.
– İlk gıdası annesi değil. İlk yaslandığı yer de annesi değil..
– Yani?..
– Söyleyeceğim ama, yanlış laf etmekten korkuyorum.
– Söyle aklına geleni!
– Ali; LEM YELİD sırrını kuşanmış en başta. Birinden doğmamışçasına, ana diye bir bağı, bir kaydı olmamış hayata adım atarken. Birinden doğmamak, hayata ön yargılarla, ön kabullerle, peşin hükümlerle değil, öz fıtratı ile başlamak demek! Özü olan Muhammed’den emmiş ilk gıdayı. Kayda girmeden, kayıtsızlığı tatmış! Sınırlanmadan sınırsızla tanışmış!
– Devam et susma!
– Babasına danışmaktan vazgeçiyor. Bu da LEM YELİD sırrı çerçevesinde atalar dinine, alışılmış değerlere, algılara baş kaldırış!..
– Özeti?..
– Anne- baba gibi benimsenen kayıtlar elinin tersi ile itilince Ali haline kapı açılıyor.
DURUN! YATAN O DEĞİL, ALİ’YMİŞ!
Ali’nin çocukluk yıllarından, kardeşi Cafer ile Hz.Muhammed’in iki yanında namaz kılışlarından, Efendimizin Onu bazı seyahatlere götürmesinden bütün detayları ile bahsediyor. Sıra hicret günlerine geliyor:
– Efendimiz hicret için yola çıkacak. Üzerinde emanetler var! Onları Ali’ye teslim ediyor ve yatağına yatırıyor. Müşrikler kılıç ve mızraklarla içeri girip tam öldürecekken yorganı açan bağırıyor: “Durun! Yatan Aliymiş!.. Reislerinden biri şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibi mırıltı ile konuşuyor: “Demek yatağa Ali yatmış haaaa? Bu nasıl bir inanç, Muhammed’in yolu ne biçim bir yol, inanılır gibi değil!”
– Yattığında çocuk ama?
– Yanlış. Çocuk gibi anlatan tarihler yanılıyor. Çocuk olursa bilinçsizce yapılmış bir hareket olarak anlaşılır. Oysa Ali çok bilinçli yatıyor o yatağa. Ve en az 15 yaşında!..
– Öldürülme ihtimalini göze alarak yatmak!?
– Haydi izah et!…
– Müşrikler; alt nefis boyutlarından kalkıp gelen vesvese, vehim ve benliğe ait kaygılarım. Onların hedefi, Özümü, Muhammedi boyutumu ele geçirmek! Saldırı ne kadar büyük ve riskli olursa olsun emin olarak sığınacağım tek yer yine Hz. Muhammed. Orası eminlik mahalli…
– Başka?..
– Nebevi Emanete sahip çıkacağım. Kur’ana ve Kur’anın yaşamı olarak bize naklolan hadise, sünnete!.. O yoldan gelen ilim ve hikmet ehline…
– Daha başka?..
– Daha başkaaaa.. Bilmem…Siz buyurun..
– Hakikat; ölümü göze alanların yoludur! Büyük risk alamazsan, büyük lutuflara erişemezsin… Oyuncak değil bu iş! Laf salatası değil. Ciddi iş anladın mı?..
Evet, ciddi iş. Sırf okumak, sırf zikretmek de değil. İdrak edilenin yaşamı geldiğinde eleğin üzerinde kalmak, epey bir adamlık istiyor. Ölüm ihtimali yüksek yatağa yatacak kadar cesaret istiyor.
KAHRAMANLIK KILIÇ SAVURMAK MI?
Hicret sonrası Medine günlerinden bahsediyor, Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i ve Ali’nin bir dizi kahramanlıklarını konuşuyoruz. Zülfikârı savuran aslanın heybet ve azameti imanımızı coşturuyor. Destansı savaş sahneleri dinleyerek büyüdüm cami odalarında. Onlardan anlatsın, daha çok anlatsın istiyorum.
– Kahramanlık kılıç savurmak değil sadece!
– Ne peki?..
– Ali’ye bakalım o söylesin bize asıl kahramanlığın ne olduğunu. Muharebede bir müşrikle vuruşuyor. Uzun hamlelerden sonra deviriyor adamı yere. Tam boğazına çökmüşken Ali’nin yüzüne tükürüyor adam. Sen, ben olsak hemen çalarız kılıcı o öfkeyle değil mi?..
– Herhalde..
– Ali kılıcını kınına sokuyor ve adama kalk ayağa diyor. “Seninle az önceki dövüşüm Allah içindi. Şimdi sen tükürünce nefsim galebe edecekti kılıcıma. Onun için kalk. Ve çek git.”
Adam şaşırıyor ve böylesi bir inancın ihtişamı karşısında eriyor, kelime-i şehadet getirerek teslim oluyor!
– Hakaretin en ağırını yapmış adam Ali’ye. Ama o öldürmemiş, niye?..
– Kendine ait sandığın benliğin, sahiplendiğin nefsin varsa hakaret, aşağılama, kasıt vehmedersin! Ali bu, senliği benliği mi kalmış ki üstüne alınsın? Sensiz bensiz birlik hanesinde büyümüş O!..
…
Sensiz bensiz bir olmak, bir olanda buluşmak. Söylemesi kolay ama uygulaması?..
Zor gibi geliyor.
– Bak hacılara! Burada unvan yok, burada kisve yok, burada ırk yok. Bak şu vahdet denizine, ne güzel dalgalanıyor…
Evet , öylesine güzel bir akış, öylesine tatlı bir salınış ki, seyre doyum olmuyor.
YÜRÜYEN KUR’AN
Tavaf edenler azalıyor, cemaat yavaş yavaş ikindi için saf tutuyor.
– Kalk, namaz öncesi bir daha tavaf edelim.
Kalkıyoruz. Hacer-i Evsedi selamlayarak başlıyoruz tavafa. Ali’yi temsil eden kapının önünden Makam-ı İbrahim’e seri adımlarla ilerlerken konuşmaya devam ediyor. Aslında tavafta konuşmak doğru değil. Ama o hem yürüyor hem anlatıyor. Herhalde Kâbe’nin ruhunu anlatmak için suskunluğu tercih etmiyor, ibadet niyetiyle konuşuyor:
– Ali yürüyen Kur’andı.
– Evet bunu biliyorum. Sahabe arasında bazı ayetlerin açıklamasında ihtilaflar çıkınca mescidin ortasına dikilir ve haykırır: “Hangi ayet nerede, ne üzerine, nasıl inzal oldu bana sorun ey ashab! Ben yürüyen Kur’anım !..”
– Ne demek yürüyen Kur’an?
– Yani kendini işaretle ben Kur’anı hazmettim mi diyor?
Hatimi, rukn-u yemaniyi geçip birinci şavtı bitiriyoruz. Yürüyen Kur’an’ı açıklıyor:
– “Her an yeni bir şandadır” ayetini tasavvuf okuyanlar çok söyler değil mi?..
– Evet pek severiz, çok söyleriz.
– Ali, sistemin her an yeni şanda devam ettiğini, Kur’anın sürekli yenilendiğini, sürekli yenilenir, yerimizde saymazsak Kur’anı okuyabileceğimizi söylüyor.
– Her an yeni idraklere açık olmak diyebilir miyiz?
– Ayaklarımız ve kalplerimiz mıh gibi şeriat dairesine çivili olarak turumuza devam etmek.
Onun bu tespiti üzerine tavafın kalan kısımlarında yüksek sesle o meşhur duaları tekrarlıyoruz:
YA MUKALLİBEL KULUB! SEBBİT KALBİ ALA DİNİKEL İSLAM.
YA MUHAVVİLEL HAL! HAVVİL HAALENAA İLA AHSENİL HAL
…
Yürüyen Kur’an Ali; “Allah var idi onunla beraber hiçbir şey yok idi” hadisi okununca; “Şu anda da öyledir!” demiş… “Perde kalksa, her şey açığa çıksa vallahi benim yakıynimde zerre kadar artış olmaz “diyecek kadar vâkıfmış hakikate!..
Safların arasına sıkışarak kılıyoruz iki rekat tavaf namazını. İkindinin farzı için ayağa kalktığımızda Hakkın lütfu olarak yanıma verilen zata soruyorum Ali’nin sözlerini. Fısıldıyor:
– Daha turun başındayız. Gelinecek nihai noktayı konuşmak için erken. Daha Ali’deyiz. Kâbenin öteki yüzlerini; Fatıma’yı, Hasan’ı, Hüseyin’i seyretmedik daha!
– Sahi, Alinin evliliğini atladık!
– Atlamadık, onu Fatıma bahsinde konuşacağız.
– Gitmezsin hemen değil mi?.. Namazdan sonra devam eder miyiz?.
– Müsterih ol, bugün seninleyim, diyerek gülümsüyor.
İmam Sudeysi, ikindi için tekbir alıyor.
Mültezeme, o muhteşem kapıya dönerek durduk ikindiye!..