“YUNUS BİLİNMEYİ BEKLİYOR!”
“YUNUS BİLİNMEYİ BEKLİYOR!”
Bu yazımın başlığı Hilmi Yavuz’a aittir. Yavuz’un “Yunus Emre’nin Hümanizmi” başlıklı yazısı bu cümle ile bitiyor. Yazar, bu yazısında çok önemli bir hususa parmak basıp özellikle dindışı anlayışı savunan kesimin bir ısrarındaki yanlışa işaret ediyor:
“Gelelim Yunus’un Hümanizmine: ‘Yaratılanı, Yaradan’dan ötürü’ sevdiğini söyleyen bir şairin insan sevgisini, İslam’ın dışında ve bir tür seküler Hümanizm olarak okumak mümkün müdür?”
Değildir!..Yunus Emre üzerine kafa yoranların meseleye bu çerçevede yaklaşmaları gerektiğini sürekli söyleyip durduk. Kur’an’ı okumayan, okuyup anlamayan, anladığını sanıp ıstılah manası üzerinde durmayanlar, Yunus’u hep kendileri gibi bir düşünce adamı sanmış, ya da öyle anlaşılması için gayret göstermişlerdir. Bu mümkün değildir. Çünkü Yunus’u, Mustafa Tatçı’nın dediği gibi; ‘felsefi manada panteist, mistik veya hümanist kabul etmek doğru değildir. Her şeyden evvel, Yunus’un tasavvuf anlayışı Kur’an-ı Kerim’e, Hz. Peygamber’in davranışlarına, kendisinden önce yaşayan İslam mutasavvıflarının fikir sistemine dayanır.[…] Onun gayesi ilahidir. Varlığın özü mühimdir. Her şeyin özündeki varlık ‘Nur-ı Muhammedi’ olunca, eşyaya ve insana verilen değer de Allah için olmaktadır. Sevginin temelinde Allah vardır. Bu yüzden her türlü sevgi insan içindir diye hümanistler, Yunus’tan ayrı düşünürler. Yunus’un manevi dünyasına felsefi yaklaşımlarla girilemez. Onun fikir dünyasına, yine kabul ettiği fikrin kavramlarıyla girmek gerekir.”
Bunun içindir ki, ondaki insan sevgisi, beşerî unsurlar taşımaz. “Yaratılan’ı Yaratan’dan ötürü seven” Yunus, zaten ölçüsünü ortaya koymuştur: Çünkü bir Kutsi Hadis’te; “Ben bir gizli hazine idim, bilinmek istedim, insanı yarattım”, buyrulmaktadır. Buna rağmen, “Allah”ı aradan çıkarıp, onun yerine “İnsanı” koyduğunuz zaman Yunus’u kendisi olmaktan çıkarıp kendimize benzetmiş oluruz.
Bugün bu yanlışı yapanlar, yalnızca Yunus’a kötülük yapmamaktadır: Esas kötülük Yunus’u referans aracı yaparak toplumu yanlış yönlendirmekten doğmaktadır. Yıllardır süregelen dini algılama ve uygulama yanlışına Yunus’u katanlar ise daha vahim bir hata ve hatta bir anlamda inanç kaosu doğdurduklarının farkında değiller. Bakınız, Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın iddiasına:
“Başbakan; “Müslümansan gel camiye kardeşim”, diyor. Ben Müslümanım ama senin gibi Müslüman değilim, ben Müslümanlığı senin anladığını gibi anlamıyorum. Bu ülkeyi Müslüman yapan benim anladığım şekildeki İslamiyet’tir. Yani Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaşi Veli’nin, Ahmet Yesevi’nin İslam anlayışıdır. Anadolu’yu Müslümanlaştıran bu ulu kişilerdir.”
Yani Hz. Muhammed’in İslam anlayışını değil de, kendimize göre içini boşalttığımız ve Mevlana’dan, Yunus’dan Hacı Bektaş’tan ve Ahmet Yesevi’den nelerin konduğunu bilmediğimiz bir Müslümanlık mı? Kaldı ki, bu sayılan isimlerin tamamı, Allah ve Resulünün çizgisinin dışında bir İslam arayışı içinde olmamışlardır. “Ben Kur’an’ın kölesiyim, Muhammed Mustafa’nın ayağının tozuyum” diyen Mevlana’yı, nasıl kendimize benzetir ve bize göre Müslümanlığın uygulayıcısı ve yayıcısı yaparız? Yunus, kendi döneminin buhranlarına ışık tutar ve insanı, Allah ve Resulünün o saf İslam anlayışına çağırır. Ondaki şathiyeleri İslam’ın mahiyetini anlamadan yorumlamaya kalkanlar, yukarıdaki ifadede dillendirilen Müslümanlığa doğru kayarlar. Hacı Bektaş, insanın yaratılış gayesinin Allah’a kulluk olduğunun altını çizer. Bu anlamda insanları dini anlama ve uygulama yetenek ve iradelerine göre sınıflandırır: Âbidler, (Şerîat Ehli), Zâhitler, (Tarîkat Ehli), Arifler, (Mârifet Ehli), Muhibler, (Hakikat Ehli). Bütün bunların Allah’ın emir ve yasaklarına yaklaşıp uzaklaşmalarına göre mertebe kazandıklarını anlatır. Böyle bir tavrın, Anadolu Müslümanlığına dönüştürülmesinin izahını nasıl yapacaksınız?
Ve çok daha önemlisi, bütün bu “gönül adamları” Anadolu’yu iman ve bilgi ışığıyla donatırken, bugün bile devasa özellikleriyle ayakta duran ibadethanelerle donatılmasına öncülük etmişlerdir. Onların hiçbirisi camiye alternatif olacak başka bir mekan özlemi içerisinde olmamışlardır. Onların dergahlarını insan şahsiyetinin yoğrulduğu bir hamur atölyesi, insanın duygularının yıkandığı bir hamam, iradesinin pişirildiği bir fırın olarak düşünmüşlerdir.
Ahmet Yesevî’nin anlayışını da dindışı hayallere çekmek onu tanımamaktır. Onun Divan-ı Hikmet’inde, Kur’an’ın ana ruhuna aykırı bir mısra bulunmaz. “Peygamber 63 yaşında iken bu âlemden göçmüştür. Ben bu yaştan sonra bu âlemde yaşamaktan utanırım”, diyerek kendisini toprağın altına hapseden adam değil midir Ahmet Yesevî? Hal böyle iken, kalkıp bunların Müslümanlığı gibi bir beşerileşmiş din icat etmek, İslam’ı, kendi mahiyetinden uzaklaştırarak kendimize benzetmeye dönüşür.
Sözü tekrar Yunus Emre’ye getirmek istiyorum. 1992 yılında UNESKO’nun Yunus Emre Yılı ilan etmesi vesilesiyle, Amerika’daki bir Edebiyat Akademisi ile Kültür Bakanlığı İstanbul’da “Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu” düzenlemişti. Bu sempozyumda Türkiye’yi temsil eden grubun içerisinde ben de vardım. 50’nin üzerinde ülkeden 150’nin üzerinde şair gelmişti. İşin acı veren yanı, Kızıl Çin’den Rusya’dan, hatta İsrail’den bile şairler geldiği halde, bizim ülkemizden bir kesim bu toplantıyı boykot etti ve katılmadı. Onlar hayalî gerekçeler uydursalar da, sebebi belliydi: Yunus Emre için söyleyecekleri bir şey yoktu. Çünkü onu tanımıyorlardı, onu okumamışlardı. Süleymaniye Camiine yaptığımız bir ziyarette, bir Fransız şair kadın, ağlayarak secdeye kapandı ve kalktı; “Ne şanslı bir milletsiniz; Tanrı, Yunus’u sizin aranızdan çıkarmış. Bizi ondan mahrum etmiştir. Yunus bizde olsaydı, Avrupa’nın bugünkü yapısı çok daha başka olurdu”, dedi. Evet, Yüce Yaratıcı o şansı, sadece Yunus Emre ile değil onunla birlikte bir yığın Yunus kalitesinde gönül dehasıyla bize vermiş, ama biz onların gölgesinden bile uzakta ve dolayısıyla ruhen açız ve çıplağız… Bunun hüznünü duyduğum için Hilmi Yavuz’un yazısının son cümlesini başlık yaptım. Umarım bu ‘bilinme’ gerçekleşir ve bu ülke insanı bütünlüğüne kavuşur…