Yıkılan beden evinin hikâyesi

A+
A-

Yıkılan beden evinin hikâyesi

Şefik Can Divân-ı Kebir clt.2.553

Acaba neden değerli ve aziz ömrün varını, yoğunu nefis hırsızı çalıp götürüyor da, hayat kervanında yol alanlardan hiçbir ses çıkmıyor ?

Neden senin ömrünü çalan, seni Hakk”tan habersiz bırakan uykuya ve nefis hırsızına incinmiyorsun, kızmıyorsun da, sana doğru yolu haber veren gösteren dostlara inciniyor, kızıyorsun ?

Seni, iyliğin için kıran, inciten, senin dostundur. Sana öğüt verendir, sana doğruyu gösterendir. Dünya sevgisi su üzerine yapılan resme benzer. Kararı yoktur geçer gider.

Birisi durmadan içinde oturduğu eve gizlice şöyle diyordu: “Ey ev, sakın yıkılma, eğer bir gün yıkılacak olursan bana önceden haber ver”

Bir gece ev, birden bire yıkıldı. Adam ne dedi, bilir misiniz ? Dedi ki: “ Ey ev, bunca zamandır, sana söylediğim sözlere, ettiğim vasiyetlere ne oldu ? Sözlerim hiç mi sana tesir etmedi?

Yıkılmadan önce bana haber ver, haber ver de çoluğumla, çocuğumla kaçmak için bir çare bulayım, demedim mi ben sana?

Ey ev, küçük bir habercik bile vermedin. Bu vefasızlık değimlidir? İkimiz senelerce beraber yaşamadık mı? Bunca yıllık dostluk, bunca yıllık sohbetlere ne oldu?

İnsafsızca başıma çöktün, yıkıldın da beni çoluk çocuğumla perişan bir halde, ağlar inler vaziyette bıraktın.

Ev dile geldi de dedi ki: “ Gece gündüz kaç kere, ama kaç kere sana haber verdim.

O tarafta, bu tarafta çeşitli çöküntüler, yıkıntılar oldu. Gücüm kuvvetim kalmadı. Aklını başına al, vakit geldi çökeceğim! Diye ağız açtım, durumumu sana açıkça haber verdim.

Sen ise çatlayan, ağız gibi açılan yerime öfke ile balçık sıvamaktaydın. Duvarlarım baştan başa deliklerle doldu. Sen her defasında o delikleri balçık ile sıvayıp tıkadın.

Nerede ağız açtımsa, sen hemen ağzımı kapadın, bırakmadın ki söyleyeyim! Şimdi ben sana ne söyleyeyim ey mimarbaşı?

Bu anlatılan ev bizim beden evimizdir. Sen bunu böyle bil! Ağrılar, sızılar, çöküntüleri, çatlakları göstermektedir. Ey hasta ! Bedene gelen ağrı, sızı deliklerini sen de ilaçla sıvamaktasın.

O ilaç, o macun, samanla balçığa benzer, haydi bakalım sende durmadan yarıkları, çatlakları, delikleri samanla balçıkla sıva!

Senin bedenin de ağzını açar, hal dili ile sana der ki: Ben gidiyorum, fakat hekim gelir onun ağzını kapatır, bedeni söylemeye bırakmaz.

Mahmurluğu, sersemliği ölüm şarabından bil ! Menekşe şarabını, nar şarabını bırak, vazgeç onlardan ölüm şarabı sana yeter.

Eğer içeceksen inabe şarabını, yâni pişman oluş, Allah”a yöneliş şarabını iç, Hakk”ın sevgi ekmeğini ye, tövbeyi macun yap, günahların açtığı yaralar sür! İstiğfar gıdası ile gıdalan!

Gönlünün, dininin nabzını tut, bak bakalım nasılsın ? Ne olur bir kerecikte ilaç şişesi gibi, ibadet şişesini gözden geçir de mânevi hastalığının ne olduğunu anlamaya çalış !

Aklını başına al da Allah”a sığın, ona doğru kaç ! Çünkü âb-ı hayat, ölümsüzlük suyu ondadır. Her nefeste ondan aman dile!

Eğer bir kimse sana; “istemek fayda vermez” ! derse sen ona de ki:“Eğer bir istek Cenâb-ı Allah”tan istenirse nasıl olur da fayda vermez? “

Mürid ne demektir ? koşarak murat isteyendir. Dilek isteyenin, av avlayanındır.

Sevgilim eğer beni istemediyse neden bana istek verdi ? Ve o güzel yanakların hasretiyle yüzümü sararttı ?

Bakışları beni aşk okları ile paralamasaydı, neden şu gönlüm kan kesildi ? neden gözlerimden kanlı yaşlar akıyor ?

Sonbahar ilkbaharı dilediği, özlediği için sararıp soldu, âh edip durmada. Bu sararıp solmalar, bu âh edişler sonunda bahar sultanı gelip onun baş ucuna yetişmedi mi ?

Baharı diledin, sonbahar dirildi, ölü bir halde kalmadı. Şu halde nasıl olur da Allah”ı dileyen leş kesilir, yol ortasında kalakalır, toprak olur gider ?

Bahçeye gel de; Her şey nasıl yaptığını buluyor ? bir seyret ! Her temiz tohum layık olduğu çiçeği açmaktadır.

Ey benim canım, baharın elbisesi de kürsüde vaaz edenlerin elbisesi gibi yemyeşil. Ey dost; Artık sen sus da hal dilini, can dilini aç ta o söylesin.

Şu canı cansız bırakma ! Bedenindeki canı bilmezlikten

Gelerek hayvanlar gibi cansız yaşama!

Şefik Can Divân-ı Kebir clt.2.640

Şu yalancı beye bak ! Süslü eğerini vurmuş, ata kurulmuş, gösteriş peşinde, başına da altınlarla süslenmiş bir sarık sarmış.

O kendini öyle güçlü görüyor ki, ölümü bile inkâr ediyor da; ecel neredeymiş gelsin bakalım ! diye söylenip duruyor. Ölüm ise; işte ben buradayım ! diyor ve altı yönden ona koşup geliyor.

Ecel ona der ki; Ey eşek ! nerede o debdebe, nerede o şatafat, nerede o ihtişamlı yürüyüşün ? Nerde o büyük burun, o kendini büyük görüşün ? Nerde o kinin, nefretin ?

Nerde o etrafını alan güzeller, nerede zevk-u safa, o cünbüşler, o kuş tüyünden yatak, halıyı, kilimi kimlere verdin ? Şimdi yastığında toprak, yatağında.

Aşırı derecede yemeyi içmeyi bırak, uyuyup rahat etmeyi azalt ! Gerçek dini ara, debdebeden, ihtişamdan, gösterişli merasimlerden uzak, ebediliğe eriş !

Ey ilâhi ! inciyi gübre içine düşürmüş zavallı, şu canı cansız bırakma ! Bedeninde ki canı bilmemezlikten gelip hayvanlar gibi cansız yaşama ! Allah”ın verdiği şu ekmeği gübre şekline sokma !

Biz bedenimizdeki inciyi aramak için şu gübreliğe girmişiz, kapanmışız. Ey kendini bir şey zanneden, kendini beğenen, ey baş çekip gururlanan gafil ! Sen de başını belini bükte sendeki inciyi ara !

Allah erini görünce, insanlıkta bulun, ona yardım et, eziyete, sıkıntılara, belâlara uğrayınca sabret, yüzünü büzüştürme ! Ey beden ! benim bu sözlerim, asıl kendimi kınamak içindir. Şiirin başında geçen beyde benim. Bilmiyorum ki ben, ne zamana kadar şundan bundan, iyiden kötüden, bahsedip duracağım