YENİKAPI MEVLEVÎHÂNESİ’NİN SON ŞEYHİ ABDÜLBÂKÎ DEDE EFENDİ – Mustafa Erdoğan

A+
A-

AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL

 

MAHZUN BİR ŞÂİR: YENİKAPI MEVLEVÎHÂNESİ’NİN SON ŞEYHİ ABDÜLBÂKÎ DEDE EFENDİ

Yard.Doç.Dr. Mustafa ERDOĞAN

(Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)

I. HAYATI

1. Doğumu ve Çocukluğu

Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi olan ve daha sonradan Şeyh Mehmed Abdülbâkî Dede Efendi, Şeyh Abdülbâkî Efendi, Abdülbâkî Dede, Şeyh Bâkî, Abdülbâkî Baykara, Bâkî Baykara gibi isim ve ünvanlarla tanınacak olan Mehmed Abdülbâkî Efendi, H. 15 Ramazan 1300 (M. 20 Temmuz 1883) Çarşamba gecesi saat üç civarında Yenikapı Mevlevîhânesi’nin harem kısmında dünyaya gelmiştir.

Abdülbâkî Efendi’nin dedesi meşhur mesnevîhân Şeyh Osman Salâhaddîn Dede (1819-1887), babası Şeyh Mehmed Celâleddîn Dede (1849-11208)’dir. Annesi ise, Meclis-i Zabtiye üyesi ve Mevlevîlik tarîkatına bağlı olan Mustafa Nâilî Efendi’nin kızı Nazîfe Zelîha Hanım (ö. 1914)’dır. Mehmed göbek adı verilen bu Mevlevî “nevzâd”ına, büyük dedesi olan Nâsır Abdülbâkî Dede’nin adı verilir. Böylece dünyaya yeni gelen şeyhzâde, Mehmed Abdülbâkî adını alır.

Abdülbâkî Efendi’nin dünyasını; bir şeyh oğlu olarak daha hayata gözlerini açar açmaz kendini içinde bulduğu Mevlevîlik kültürü ve bunun getirdiği, zaten birbiriyle de bağlantılı olan, tasavvuf, şiir ve mûsikî doldurmuştur. Yenikapı Mevlevîhânesi’nde şeyh ve dervişler arasında, bunların yanı sıra babasının Gümüşsuyu’ndaki köşkünde “her birinin üstünde yaftaları ve yaftalarında adları, dikiliş tarihleri yazılı olan nadide güller” arasında büyüyen Abdülbâkî Efendi, çok küçük yaşlarda Mevlevî tarîkatı gereğince sikke giymiş ve semâ meşketmiştir. Abdülbâkî Efendi’nin babası Celâleddîn Dede’ye bağlı olan Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), Yenikapı Mevlevîhânesi’nde çiledeyken arkadaşı Ahmed Remzî Efendi’ye yazdığı 22 Nisan 1895 tarihli mektubunda Abdülbâkî ve Nutkî Efendi’lerin semâ çıkardıklarını söylemektedir. Buna göre Abdülbâkî Efendi, on iki yaşında iken semâ çıkarmıştır.

2. Tahsil Hayatı ve Hocaları

Dört yaşında dedesi Mesnevîhân Şeyh Osman Salahaddin’den besmele çekerek tahsile başlayan Abdülbâkî Efendi, evvelâ Mevlevîhâne civârındaki Kurrâhâne’de Muallim Musa Dede’den Kur’ân ve tecvid dersi almış, ardından Molla Gürânî semtindeki Dârüttahsîl adlı özel bir okula gitmiş, daha sonra da H. 1314 (M. 1896-1897)’te Davudpaşa Rüşdiyesi’ni bitirmiştir. Abdülbâkî Efendi bundan sonra devrin tanınmış âlimlerinden dersler alarak kendini yetiştirmiştir. Bu bağlamda babasından Mesnevî; Demircili Ahmed Fuad Efendi’den sarf, nahiv, mantık; Bayezid Devlet Kütüphanesi hâfız-ı kütübü İsmâil Sâib (Sencer) Efendi’den maânî, kelam, akâid, Sahîh-i Buhârî ve Şifâ-i Şerîf; Mesnevîhan Es’ad Dede’den Farsça, Sütlüce Sa’dî Dergâhı şeyhi ve Meclis-i Meşâyıh Reisi Elif Efendi’den tasavvuf ve Mesnevî dersleri alarak sonunda Mesnevî (11206) ve ilmiyye (11208) icâzetnâmeleri almıştır.[1]

Bunların yanında Abdülbâkî Efendi’nin çok küçük yaşlardan itibaren geleneksel Mevlevî terbiyesinden geçtiğini, sikke giyip semâ çıkardığını, çile çektiğini; bir şeyh oğlu ve adayına yakışır şekilde Mevlevî âdâb ve erkânını öğrenip, kültürünü tahsil ettiğini, edebiyat ve mûsikî dersleri aldığını tahmin etmek çok da zor değildir.

Yazı ve şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Abdülbâkî Efendi’nin eğitiminde özellikle iki hocasının çok büyük payı olmuştur. Bunlardan ilki Sütlüce Sa’dî Dergâhı şeyhi Hasîrîzâde Mehmed Elif Efendi(ö. 1927)’dir. Nakşibendî şeyhi Hoca Hüsâmeddîn’den Mesnevî okuyan Sütlüce’de Hasîrîzâde Tekkesi şeyhi Mehmed Elif Efendi; Sa’dî ve Şâzelî olduğu halde Mevlevîliğe de intisap etmiş ve Yenikapı şeyhi Osman Salahaddîn’den hilâfet almıştır. Abdülbâkî Baykara, Mehmed Elif Efendi’ye intisap ve ondan epeyce istifade etmiştir. Farsça bir beytinde bunu şu şekilde dile getirir:

Der-râh-ı Hudâ rehber-i mâ Şeyh Elîf’est  
Bâ-vâsıtaeş dâmen-i Hünkâr giriftîm[2]

Ayrıca Bâkî Efendi’nin şeyhi Elif Efendi için yazdığı biri methiye, diğeri mersiye ve tarih tarzında iki Türkçe şiiri de bulunmaktadır. Bunlardan “İ’tirâf-ı Acz ve Hakîkat-ı Hâl” başlıklı şiirinde Bâkî Bey, Elif Efendi’ye karşı hislerini şu şekilde ifade eder:

Hazret-i şeyhim Elîf-i münzevî
Eyleyip takrîr-i ders-i Mesnevî

Nûr ile doldurdu cism ü cânımı
Sînem oldu şâhid-i ma’nâ evi

Sanki kalbim bir kitâb-ı ma’rifet
Eyledi te’lîf Elîf-i ma’nevî

Öyle bir zât-ı İlâhî-pîşe kim
Âlem-i bâlâyı tuttu pertevi

Sâyesinde nâil-i âmâl olur
Sâlikânı dünyevî ve uhrevî

İşte bu nisbetle ahz ettim şeref
Oldum ol sultân-ı cânın peyrevi

Yoksa ben bir mürde-i bî-rûh idim
Eyledi ihyâ o feyz-i Îsevî

Hep onundur hep onun nem var ise
Gönlüm ol deryâ-yı feyzi muhtevî

Bâkı’yâ âlemde bir hîçim fakat
Mevlevî’yim Mevlevî’yim Mevlevî[3]

Abdülbâkî Baykara’nın tahsil hayatında etkili olan diğer isim ise Mesnevîhân Mehmed Es’ad Efendi (ö. 11202)’dir. Tâhirü’l-Mevlevî, Hüseyin Vassâf gibi yakın kültür tarihimizin ünlü sîmâlarını da etkilemiş olan Mehmed Es’ad Efendi de tıpkı Elif Efendi gibi Abdülbâkî Efendi’nin dedesi Şeyh Osman Salahaddîn’e intisap ve ondan istifade etmiştir. Nihâyet gün gelmiş, Es’ad Efendi Abdülbâkî Bey’i yanına çağırarak “Ceddinin vâsiyeti mûcibince ondan okuduğum Havrâ ve Zevrâ’yı sana ta’lîm edeceğim” demiştir. Abdülbâkî Bey, daha sonradan Es’ad Efendi’nin kendi isteği üzerine kaleme aldığı tercüme-i hâlinde bu hususu belirtmekte ve “… El-minnetü lillâh bazı kütüb-i Fârisiyyeyi kendilerinden tederrüs ettiğim gibi risâle-i mezkûreyi de müşârün ileyh hazretlerinden istimâ’a muvaffak oldum” diyerek bazı Farsça kitapları, ayrıca Devvânî’nin Havrâ ve Zevrâ’sını Es’ad Efendi’den ders aldığını söylemektedir.[4] Bu yazıdan Abdülbâkî Bey’in Es’ad Efendi’ye karşı saygı ve sevgisi açıkça anlaşılmaktadır. Bu hocasının vefatına da tarih manzumesi yazmış olan Abdülbâkî Bey, ayrıca Hüseyin Vassâf’ın Es’ad Dede hakkında yazdığı Es’ad-nâme adlı esere de bir takriz yazmıştır.[5]

3. Şeyhliği

Abdülbâkî Efendi, babası Celâleddîn Efendi’nin son yıllarında (H. 1321/M. 11203’ten itibaren) babasının isteğiyle ve Konya’daki Abdülvahid Çelebi’nin izniyle zâten ona vekâlet etmeye, şeyhlik destarını sarıp ism-i Celâl okutmaya ve mukâbele icrâsına başlamıştı. Mehmed Celâleddîn Efendi’nin de H. 30 Rebîü’l-âhir 1326/M. 18 Mayıs 11208’deki vefatından sonra bir süre Mevlevîhâne’nin şeyhliğine resmî olarak atama yapılmaz. Eskiden beri Yenikapı Mevlevîhânesi’nin şeyhleriyle arası pek iyi olmayan Sultan II. Abdülhamid’le iyi geçinmek isteyen Abdülhalîm Çelebi, Abdülbâkî Efendi’yi şeyhliğe resmen atama konusunda mütereddit davranmaktadır. Bu arada belki de şeyhliğe başka tâlipler çıkmıştır ya da Çelebi başka birini atamayı düşünmektedir. İşte tam bu sırada meşhur 31 Mart Olayı vuku bulur (13 Nisan 11209) ve II. Abdülhamid tahttan indirilerek yerine Sultan V. Mehmed Reşad getirilir. Sultan Reşad’ın ise şehzâdeliğinden beri Abdülbâkî Efendi ve âilesiyle ilişkileri çok iyidir. Bunun üzerine Abdülhalîm Çelebi, hem geleneğe göre bu makama en yakın kişi, hem de ahvâli ve etvârıyla şeyhliği hak ettiğini göstermiş olan henüz yirmi beş yaşındaki bir delikanlı Abdülbâkî Dede’yi Yenikapı Mevlevîhânesi’ne şeyh tayin eder. Konya’daki Ateşbaz Veli zâviyedârı ve Osman Salahaddîn Dede’nin dervişi Yakup Dede ile gönderilen “meşihatname”; 24 Temmuz Pazartesi günü Yenikapı Mevlevîhânesi’nin semâhânesinde İstanbul’daki bütün Mevlevî şeyhleriyle, birçok derviş ve devlet adamının hazır olduğu bir mecliste, Bahâriye Mevlevîhânesi postnişîni –Abdülbâkî Efendi’nin eniştesi– Hüseyin Fahreddin Dede tarafından ayakta okunmuştur. Ardından da Meclis-i Meşâyıh Reisi ve Abdülbâkî Efendi’nin hocası ve şeyhi Elif Efendi tarafından duâ edilmiş, fatihalar okunmuş ve Mevlevî gülbânginden sonra Abdülbâkî Dede babasının makâmına oturtulmuştur. Aynı yıl içinde Abdülbâkî Dede Efendi, Abdülhalîm Çelebi tarafından Yenikapı Mevlevîhânesi’nde Mesnevî okutmakla görevlendirilmiştir. Dostu Suûdü’l-Mevlevî’nin ifâdesiyle

Şimdi Bâkî-i azîzindir niyâbet nevbeti

yani; şeyhlik nöbeti, sırası şimdi Bâkî Efendi’nindir.

Sultan V. Mehmed Reşad’ın döneminde Yenikapı Mevlevîhânesi ve sâkinlerinin Abdülhamid zamanındaki çok sıkı denetimden kurtularak rahatladıklarını söylemek çok da zor değildir. Şeyh Osman Salahaddîn’e “pederim”, Mehmed Celâleddîn Efendi’ye “birâderim”, Abdülbâkî Efendi’ye ise “oğlum” diyecek kadar âileyi çok seven Sultan Reşad, daha önce Şeyh Celâleddîn Efendi zamanında yanmış olan ve harap durumdaki tekkenin derhal yeniden inşası için emir verir. Aralarında Evkâf-ı Hümâyûn başmimarı Kemâleddin Bey’in de bulunduğu bir keşif heyetinin verdiği rapor üzerine 16 Rebîü’l-âhir 1328/27 Nisan 1910 tarihinde enkaz kaldırılmış ve iki ay sonra da inşaata başlanmıştır. Sultan Reşâd’ın Hazîne-i Hassa’dan 10.000 kuruş vererek başlattığı tekkenin tamiri için Abdülbâkî Bey’in bulduğu “Bâb-ı Rızâ İ’mârı” ifâdesinin gösterdiği 1328/1910 yılında resmî bir tören düzenlenmiştir. Bu törende Şeyhülislam Pîrî-zâde Sâhib Molla Bey tarafından yeniden yapılacak tekkenin temeli atılmıştır. Abdülbâkî Efendi bu tamire dâir Defter-i Dervîşân adlı bir çeşit Yenikapı Mevlevîhânesi’nin günlüğü mâhiyetindeki esere şu notları düşmüştür:

“Kezâ bin üç yüz yirmi sekiz senesi cumâde’l-evvelin üçüncü perşembe günü zamân-ı meşîhat-ı fakîrânemde pâdişâh-ı âlem-câh es-Sultân İbnü’s-Sultânü’s-Sultân Mehmed Reşâd-ı Hâmis Hân tarafından dergâh-ı şerîfte tecdîde ibtidâr olunup bu fakîr-i hakîr dahi türbe-i şerîfe muvâcehesinde gülbâng-i Mevlevî kırâ’atine muvaffak oldum. El-hamdü li’llâhi’l-müte’âl. 3 fî sene 328.”[6]

Bu tâmirât ve yeniden inşâ, tam üç yıl sürmüş ve nihâyet yine Bâkî Bey’in bulduğu “Güşâd-ı Bâb-ı Rızâ” tamlamasının gösterdiği 1331/1913 senesinde tamamlanmıştır. Bu tamirde öncelikle Mevlevîhâne’nin mescit, selamlık dâiresi, derviş hücreleri, yemekhâne, matbah ve kiler kısmı yeniden yapılmıştır. Açılış için de resmî bir tören yapılmış ve törene bu defa halîfe ve pâdişâh Sultan V. Mehmed Reşad da katılmıştır.[7] Bunlardan başka bu devirde Yenikapı Mevlevîhânesi ile saray ve devlet adamları arasındaki ilişkiler de gelişmiştir.

Abdülbâkî Efendi, şeyhliğe resmen atanışından bir süre sonra Meclis-i Meşâyıh azâlığına seçilmiş, dokuz yıl bu görevi sürdürmüştür. Şeyh Mehmed Abdülbâkî Efendi kaynaklarda gayet zarif bir İstanbul beyefendisi, ilmi ve irfanı ile kalpleri cezbeden kâmil bir şeyh olarak tavsif edilmektedir. Meselâ Hüseyin Vassâf, Şeyh Bâkî Efendi için “ilm ü fazlı edeb ü terbiyesi, her türlü mehâsin-i ahlâkı, fart-ı tevâzuu itibâriyle cidden bâis-i iftihârımızdır” dedikten sonra şu beyti yazmıştır:

Herkesi kendine bend etti güzel ahlâkı

Şeyh-i pür-şân u şeref Hazret-i Abdülbâkî

Reşad Ekrem Koçu ise, “Son derece nâzik ve nüktedan bir zât idi; neslinden pek az kimse kalmış zarif bir İstanbul efendisi idi. Mesnevî okuttuğu zamanlar, talebeleri, bilgi salâhiyetinden başka talâkatine ve sesinin halâvetine ayrıca hayran kalırlardı” demektedir.[8]

4. Savaş ve Sıkıntı Yılları, Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı

Abdülbâkî Dede, Osmanlı Devleti’nin birçok savaş ve âfetlerle uğraştığı çok sıkıntılı bir dönemde şeyhlik yapmıştır. Balkan ve Trablusgarp Savaşları, I. Dünya Savaşı ve en son da Kurtuluş Savaşı. Tabiî ki bütün millet gibi Yenikapı Mevlevîhânesi ve mensupları da bu dönemlerdeki toplumsal sıkıntılardan etkilenmiştir. Ayrıca Abdülbâkî Dede’nin başında olduğu Mevlevîhâne bu dönemlerde topluma maddî ve mânevî çeşitli şekillerde destek olmuştur. Bu cümleden olarak, Balkan ve Çanakkale Savaşları döneminde Yenikapı Mevlevîhânesi yaralı Osmanlı gazileri için hastane haline getirilmiş, bu konuda bir de talimatname hazırlanıp ispirto ile çoğaltılarak Mevlevîhânelere gönderilmiştir. Bundan başka, I. Dünya Savaşı sırasında Cihâd-ı Mukaddes ilan edilmesi üzerine kurulan Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı’nda da Yenikapı Mevlevîhânesi dervişlerinin ve şeyhi Abdülbâkî Efendi’nin önemli bir payı olmuştur ki yakın tarihimizin ilginç olaylarından olan bu konuya biraz daha eğilmenin faydalı olacağını sanıyoruz.

Yıllar, Abdülbâkî Efendi’nin

Nerdedir bilmem acep ol dilber-i ra’nâ-yı sulh
Firkatiyle dilleri yaktı şeh-i zîbâ-yı sulh

yani, “o, barışın renkli, cazip güzeli acaba nerededir, bilmem; barışın güzel padişahı ayrılığıyla gönülleri yaktı” diyerek barışa özlemini şiirleştirdiği yıllardır. Osmanlı Devleti bir savaştan çıkmadan öbürüne girmekte, evlatları ise Trablusgarp’ta, Balkanlar’da, Sînâ’da, Yemen’de dünyanın dört bir tarafında kanlarını sebîl etmektedir. 1914 yılında Bosna’da patlayan bir tabanca dünyanın önde gelen ülkelerini kanlı bir kavganın içine sürüklemiştir. Zâten parçalanmak için fırsat kollanan “Hasta Adam” Osmanlı da başında bulunan İttihat ve Terakkî yönetiminin siyâsî ve târihî bir hatâsı sonucu kendini bu kanlı mâcerânın içinde bulur.

Bu sırada milletin perişan halini bilen, girilecek yeni bir savaşın ve sonuçlarının devlet, millet için hiç de iyi olmayacağını tahmin eden Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Mehmed Abdülbâkî Efendi, aralarındaki samimiyete dayanarak Sultan V. Mehmed Reşad’a, halife ve sultan olması hasebiyle, bu harbe girilmesine engel olması lâzım geldiğini âdetâ ihtâr eder. Pâdişâh genç şeyhe, şeyhin oğlu Rüsuhi Bey’in ifâdesiyle, şöyle cevap verir:

“Oğlum, bu harbin iki neticesi vardır: Galibiyet veya mağlubiyet. Eğer gâlip gelirsek bizim menfaatımızadır, milletin menfaatına mâni olmak ise hıyânettir. Mağlup da olabiliriz. Fakat bu deliler (yani İttihat’çılar) bir defa karar vermişler ve girmişler. Mâni olmanın imkânı yok. Önlerine geçerek mâni olmağa çalışsam, beni mahvederler. Bu ise büsbütün delilik olur.”[9]

Neticede olan olmuş ve savaşa girilmiştir. Hükûmet bir taraftan seferberlik ilân edip cephelere asker göndererek savaşın maddî yönüyle uğraşırken, diğer taraftan da artık savaştan bıkan ve barış dilberine özlem türküleri söyleyen halkın ve askerin mâneviyâtını yükseltmeye çalışmaktadır. Bunun için öncelikle Padişah’ın “Halîfe” ünvanından yararlanılarak “Cihâd-ı Mukaddes” ilan edilir. Bu yolla diğer dünya müslümanlarının yardımı temin edilmeye çalışılır. Ardından ikinci bir çare daha düşünülür ve derhal uygulamaya konur. Hükûmetin Sultan Reşâd’ın Mevlevîliği’nden de istifadeyle düşündüğü ve uyguladığı bu ikinci mânevî takviye yolu gönüllülerden oluşan bir Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı kurulmasıdır. Bundan sonrasını yine Abdülbâkî Efendi’nin oğlu Rüsûhî Baykara’nın kaleminden okuyalım:

“İşte halkın mâneviyâtını takviyeye lüzum gören hükûmetin düşündüğü ve fiiliyâta çıkardığı diğer bir teşebbüs de “Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı”dır.

Mevlevî şeyh ve dervişlerinden İstanbul’da bir alay teşkil olundu. Bütün Mevlevîler’in bu alaya kayd olunması bildirildi. Dervişler nefer, onbaşı, çavuş oldular. Şeyhler de muhtelif rütbelerde subay. Maamâfih bu alaya diğer tarîkatlerden veya hiçbir tarîkata intisâbı olmayanlar da yazıldı. Fakat hepsinin başına bir Mevlevî sikkesi giydirilerek Mevlevî addolundular.

Başlarına o zaman Konya’da bulunan Hazret-i Mevlânâ Dergâhı şeyhi ve Mevlevîler’in en ulusu sayılan Veled Çelebi (İzbudak) alay kumandanı tayin olundu.[…] Teşkil olunan alayı ve sancağı alarak Konya’ya, alay kumandanına, Veled Çelebi’ye vermek vazîfesi, çelebi efendinin İstanbul’da kapı çuhadarı (yani vekîl-i umûru) olan Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Abdülbâkî Efendi’ye tevdi olundu.

Harbiye Nezâreti (şimdiki üniversite merkez binası) önünde yapılan merasim ve edilen duâları müteâkip alay sancağı, Şeyh Abdülbâkî Efendi’ye verildi ve onun riyasetinde kâfile Konya’ya hareket etti. Konya’da diğer yerlerden gelen Mevlevîler’le kadrosunu tamamlayan alay, Hazret-i Mevlânâ türbesi önünde yapılan merasimden sonra, Veled Çelebi’nin kumandası altında Şam’a hareket etti.

Şam’da dördüncü ordu emrine verilen alayın efrâdı muhtelif birliklere verilerek talim ve terbiye gördüler. Bilâhere, bir alay hâlinde değil, diğer birliklerin efrâdı olarak cepheye gönderildiler.”[10]

Abdülbâkî Efendi, moral takviyesinden başka Süveyş Kanalı’nı İngilizler’den geri almak için yapılan Kanal Harekâtı’na katılmak üzere kurulan bu Mücâhidîn-i Mevleviyye adlı gönüllü alayına binbaşı rütbesiyle ve kumandan vekili olarak katılmıştır. 1 Şubat 1331 (1915)’de İstanbul’da bu Alay için düzenlenen tören sırasında Abdülbâkî Efendi önce bir Mevlevî gülbângi, ardından da yazdığı bir manzumeyi okumuştur. Bu manzumenin bazı beyitleri aşağıdadır:

 [fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün]

Gazve-i kübrâ için a’lâ-yı illiyyînden
Rûh-ı Mevlânâ-yı Rûmî cezbedâr olmuş gelir

Toplamış ervâh-ı pîrânı nesîm-i arştan
Semt-i bâlâdan zemîne feyzbâr olmuş gelir

Hep mürîdânın alıp çıkmış gazâ-yı ekbere
Sûy-ı rezme şevk ile Hayder-vekâr olmuş gelir

Eylemiş gûyâ tecessüm girmiş asker şekline
Pîşvâ-yı ceyş-i ebrâr-ı kibâr olmuş gelir

Çarh-ı atlastan kesilmiş sikke ve tennûresi
Bir nihâl-i sidre elde destvâr olmuş gelir

Cedd-i pâki Hazret-i Sıddîk ile hem-azm olup
Bir alem çekmiş guzâta destbâr olmuş gelir[11]

Bu alay, 31 Kânûn-ı Sânî 1331’de (1915), Mısır fâtihi Yavuz Sultan Selim’in türbesini ziyaret ettikten sonra hareket etmiştir. Neticede bu alaya katılarak Şam’a giden Mevlevîler’in bir kısmı Şam’da kalmış, dedelerin bazısı hastalanıp ölmüş, bazı Mevlevî şeyhleri Medîne’ye, Mekke’ye gidip ziyaretlerde bulunmuşlar ve Gölpınarlı’nın ifâdesiyle, İttihatçılar’ın dînî heyecanı tahrik maksadıyla ilân ettikleri cihâd-ı ekberlerine zeyl olan bu hareket, insan kaybından başka hiç bir sonuç vermemiştir[12].

Bu olayda aktif rol alanlardan biri olan Abdülbâkî Dede de alayla birlikte Şam’a gitmiş ve fakat bir süre sonra hastalığı sebebiyle İstanbul’a geri dönmek zorunda kalmıştır. Daha sonra Abdülbâkî Efendi, bu meseledeki çalışma ve gayretleri sebebiyle, Harbiye Nezâreti tarafından pâdişâh adına bir takdir belgesi ile ödüllendirilmiştir. Hâlâ Abdülbâkî Efendi’nin âilesi tarafından muhafaza edilen bu belgede şunlar yazılıdır:

“Bin üç yüz otuz iki ve otuz üç seneleri harbinde tarîkat-ı aliyye-i Mevleviyye müntesibîninden alay teşkîliyle dördüncü orduya sevk ve i’zâm husûsunda sa’y u gayret göstermiş olduğunuzdan dolayı nâm-ı akdes-i hümâyûn-ı hazret-i pâdişâhîye olarak zât-ı vâlâlarına harb medhiyyesi verildi.

Umûr-ı Harbiyye Nâzırı 1332”

5. Evlilikleri ve çocukları

Abdülbâkî Efendi genç yaşında muhtemelen babası Şeyh Mehmed Celâleddîn Efendi tarafından Şevkiye Hanım’la evlendirilmiştir. İlk çocukları olan Ahmed Gavsî 24 Mart 11202’de doğduğuna göre Abdülbâkî Efendi ile Şevkiye Hanım 11200-11201 yıllarında evlenmiş olmalıdırlar. Ayrıca bu hesaba göre evlendiğinde Abdülbâkî Efendi 17 veya 18 yaşında olmalıdır. Abdülbâkî Baykara’nın Şevkiye Hanım’dan Ahmed Gavsî ve Mehmed Celâleddîn adında iki oğlu, Fatma Kerrâ adında da bir kızı olmuştur. Ancak Abdülbâkî Efendi’nin Şevkiye Hanım ile olan evliliği çok uzun sürmemiş; şair, H. 1330(M. 1912) yılında eşinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Henüz en küçüğü anne sütü emmekte olan üç çocukla ortada kalıveren Abdülbâkî Efendi’yi bu olayın derinden yaraladığını tahmin etmek çok da zor değildir. Yine de bir Mevlevî zarafetiyle kader ve kazaya rıza gösterip eyvallah diyen Abdülbâkî Baykara, evlilik meselesine nasıl baktığını gösteren şu nükteli beyti belki de o günlerde yazmıştır:

Dört başı ma’mûr olmak isteyen âlemde hîç
Evlenip de mübtelâ-yı derd-i nisvân olmasın

Abdülbâkî Dede, bu ayrılıktan bir süre sonra, yine aynı yıl içinde Doktor Mustafa Münif Paşa’nın üvey kızı Emine Güzide Hanım’la evlenmiştir. Ömrünün sonuna kadar Abdülbâkî Baykara’yı yalnız bırakmayan Emine Güzide Hanım, kabirde de ondan ayrılamamış, 1969 yılındaki vefatından sonra Hamuşan Mezarlığı’nda hayat arkadaşı ile aynı kabre defnedilmiştir. Bu evlilikten Osman Salahaddin Rüsuhi ve Nazife Gevher adında iki çocuk dünyaya gelmiştir.

Burada yeri gelmişken Abdülbâkî Dede’nin çocuklarından sanat ve edebiyat dünyasını ilgilendiren iki isimden, Gavsî ve Rüsûhî Baykara’dan da söz etmek faydalı olacaktır. Abdülbâkî Efendi’nin çocuklarının içinde en büyüğü olan Ahmed Gavsi Baykara, 24 Mart 11202’de Yenikapı Mevlevîhânesi’nde dünyaya gelmiştir. Mekteb-i Osmani’de başladığı tahsiline Galatasaray Sultanisi, Davudpaşa Sultanisi ve Dârü’l-hilâfetü’l-Âliye’de devam etmiş, ancak çeşitli sebeplerle bu okulların hiçbirini bitirememiştir. Bu resmî tahsilinin yanısıra Mevlevîhâne’de geleneksel Mevlevî terbiyesi ve kültürü alan, çok iyi bir musikişinas olan dedesi Mehmed Celâleddin Efendi’den daha çocuk yaşta musiki dersleri almaya, kudüm vurmaya başlayan Gavsî Efendi, tekkede Halid Dede’den ney meşk etmiş, Rauf Yektâ ve Zekâîzâde Hafız Ahmed Irsoy gibi sanatçılardan da istifade ederek on yedi yaşında mutrıba çıkmış, baş dede olmuş ve bu görevi tekkeler kapanıncaya devam etmiştir. Yenikapı Mevlevîhânesi’nde Tanburi Cemil, Ûdî Nevres, Subhi Ezgi, Bestenigâr Ziya, Lemi Atlı, İsmail Hakkı ve Rakım Elkutlu gibi sanatçıları yakından tanıma fırsatı bulan Gavsî Bey, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını müteâkip kısa bir süre Adana’da çalışmış, daha sonra da neyzen olarak İstanbul Belediyesi Konservatuvarı’na girmiş ve uzun süre burada sanatını icrâ etmiştir. Çileli bir hayat yaşayan ve son yıllarını felçli olarak Darülaceze’de geçiren Gavsi Bey, 65 yaşında 15 Kasım 1967’de hayata gözlerini yummuş ve Hamuşan Mezarlığı’nda babasının yanına defnedilmiştir. Bir talebesi tarafından “Ortadan biraz uzunca, keskin bakışlarını alaycı bir gülümsemeyle derinleştiren, insanlarla hissettirmeden dalga geçen bir adamdı” diye anlatılan, genç yaşından itibaren ekmeğini sazına (neyine) yaslanarak kazanmış biri olarak tavsif edilen Gavsi Bey, küçük yaştan itibaren beste yapmaya başlamıştır. Günümüze altmış kadar bestesi kalan Gavsi Bey’in bir çoğu saz eseri olan bu bestelerinden bazıları şunlardır: Arazbar Bûselik, Hüseyni (Devr-i Kebîr), Isfâhânek, Sâzkâr Peşrevleri, Acem-Âşirân, Bayâtî Araban, Bestenigâr, Bûselik, Kürdili Hicazkâr, Nihâvend, Sâzkâr, Sultânî Yegâh (Ruzgâr) Saz Semâîleri, Kürdili Hicazkâr Şarkı (Sensiz şu hayât olsa da cennet), Sûzkâr Aksak Şarkı (Bin gülle bahâr etmedesin hayli zamandır), Sûznâk Düyek Şarkı (Dokunma kalbime, zîrâ çok incedir kırılır).[13]

Abdülbâkî Dede’nin en küçük oğlu Osman Salahaddin Rüsuhi Baykara’dır. 15 Temmuz 1913’te dünyaya gelen Rüsuhi Baykara, Abdülbâkî Dede’nin dostu Suudü’l-Mevlevî’ye göre, yaratılış ve huy itibariyle babasına en çok benzeyen oğludur. Ağabeyleri gibi resmî tahsilinin yanısıra Mevlevîhâne’de kendisine sikke tekbirlenen, semâ meşk eden Rüsuhi Bey, “şeyhim” diye bahsettiği Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Dede’den (Akyürek) istifade etmiştir. 1940 yılında XVIII. Asır Şâirlerinden Mehmed Esrar Dede, Hayatı, Tasavvufî, Edebî Şahsiyeti ve Eserleri adlı teziyle İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan Rüsuhi Bey, bir süre Eskişehir’de edebiyat öğretmenliği yapmış, daha sonra İstanbul’a dönerek kısa sürelerle arşivde ve İş Bankası’nda çalışmış, nihayet İstanbul Belediyesi’ne müfettiş olarak atanmış ve uzun süre burada görev yaptıktan sonra emekli olmuştur. Müfettişlik görevinin yanı sıra bir ara Konservatuar’da müdür muavinliğinde de bulunan Rüsuhi Bey, 9 Nisan 1989’da vefat etmiş ve Hâmûşân Mezarlığı’nda babası ve annesi ile aynı kabre defnedilmiştir.

Tabiri caizse atalarından miras olarak aldığı Mevlevîlik ve sanatkârlığı edebiyat tahsili ile birleştiren Rüsuhi Baykara’nın 1950’li yıllarda çıkan kültürel dergilerde özellikle Mevlânâ ve Mevlevîlik konulu birçok yazısı yayımlanmıştır. Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik adlı kıymetli eserini yazarken Rüsuhi Bey’den çok faydalandığını, ondan pek çok bilgi ve belge aldığını söylemekte; hatta eğer Rüsuhi Bey yardım etmeseydi birçok şey anlaşılmayacaktı, demektedir[14]. Türkçe ve Farsça başarılı şiirleri de olan Rüsuhi Baykara’nın şiirlerine örnek olmak üzere aşağıya iki manzumesi yazılmıştır.

ŞEYHİM EFENDİM AHMED REMZÎ EFENDİ HAZRETLERİ’NİN ÂLEM-İ BEKÂYA RIHLETLERİ MÜNÂSEBETİYLE NÂİLÎ-İ KADÎM’E FAKÎRİN NAZÎRESİ

Nesîm-i gonca-güşâyız izâra dek gideriz
Hezâr-ı nağme-serâyız bahâra dek gideriz

Salınsa dilber-i ra’nâ misâl-i kâmet âh
Gönül gönül diyerek kûy-ı yâre dek gideriz

Çözülse zülfü nigârın verilse bûyu yele
O rûhu nefh edecek bir diyâra dek gideriz

Ümîd-i bezm-i cemâlin olunca hicre çerâğ
Belâ belâ diyerek pâ-yı dâra dek gideriz

Fakîr’e lutf eder elbet Cenâb-ı Mevlânâ
Hevâ-yı remze uyar Kirdigâr’a dek gideriz

***

Ehl-i aşkın âlem-i mânâsı var
Muktedâsı, yâni Mevlânâ’sı var
Özge hâlettir tecellî eyleyen
Andelîb-âsâ gül-i rânâsı var

Gavsi ve Rüsuhi Baykara kardeşler 1953 yılında Konya’da başlayan Mevlânâ törenlerinin kurucu kadrosu içinde de yer almış ve 1960 yılına kadar zaman zaman posta oturarak aile geleneğini devam ettirmişlerdir.

6. Tekkelerin Kapatılması ve Sonrasında Abdülbâkî Dede

Talihin garip cilvesine bakın ki Anadolu’da yüzyıllardır yaşayan tarikat müessesesi ve bunun içindeki Mevlevîlik tarîkatı, ayrıca yaklaşık iki yüzyıldır devam edegelen ailenin şeyhlik saltanatı Abdülbâkî Dede’nin zaman-ı meşihatında yani şeyhlik zamanında sona ermiştir.

Bilindiği gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 30 Kasım 1341 (1925)’de kabul edilen ve 13 Aralık 1341 (1925) tarih ve 243 sayılı Resmi Gazete ile yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”la tarikatlar dağıtılıp yasaklanmış, mallarına el konmuş, tekke ve zaviyeler kapatılmış, ibadet toplantıları ve törenleri yasaklanmıştır.

Bu bağlamda diğer tekke ve zaviyeler gibi Yenikapı Mevlevîhânesi’nin faaliyetlerine de son verilmiş, dört yüz elli yıldır hizmet veren bu sanat ve irfan ocağının kapısına mühür vurulmuştur. Tabii bu arada kanunun çıktığı tarihte tekkede şeyhlik yapan Abdülbâkî Efendi’nin görevine de resmen son verilmiştir. Bu târîh Abdülbâkî Baykara’nın ferdî ve sosyal hayatında bir dönüm noktası olmuş; Mevlevîhâne’nin yirminci, ailesinin sekizinci şeyhi olarak bu makama gelen ve on yedi yıl şeyhlik yapan Abdülbâkî Dede’nin hayatı bu kanunla birdenbire altüst olmuştur. 1883 yılında dünyaya gözlerini açtığından beri tam kırk iki yıl bu atmosferde yaşamış, bu havayı teneffüs etmiş, ancak kanunun çıkışıyla tekkesinden çıkarılıp, görevinden uzaklaştırılmış ve bütün faaliyetlerine yasak konmuş olan Abdülbâkî Efendi; büyük bir boşluğun ortasında kalmış, bunalıma düşmüştür. Nitekim Hicran-nâme, Tahassür ü Te’essür gibi birçok şiirinde bu olayın maddî ve mânevî dünyasındaki yankılarını ve üzüntüsünü dile getirmiştir.

Kapatılmasıyla birlikte tekkenin vakıflarına da el konmuş, böylece Abdülbâkî Efendi âilesinin ve dergâhta diğer ikâmet edenlerin de gelirleri kesilmiştir. Bunun üzerine geçim sıkıntısı baş göstermiş ve Abdülbâkî Bey de ailesinin geçimini temin için iş aramaya başlamıştır. Bu meyanda bir süre Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu üyeliğinde bulunan şâir, bir süre de İstanbul Türk Ocağı müdürlüğü yapmıştır. Ancak Abdülbâkî Bey buralarda uzun zaman çalışamamıştır. Yine bu sıralarda akrabasından birinin delâletiyle Halk Fırkası’na memur olarak girmiş, ancak burada da yapamamıştır. Aşağıdaki beyti belki de geçim sıkıntısı çektiği ve iş aradığı bu dönemlerde yazmıştır:

Gülsitân-ı Mevlevî’de bir gül-i handân iken
Pây-ı ağyâra serildim hâkisâr oldum bu gün

Daha sonra, kayınpederi Doktor Mustafa Münif Paşa ve eski dostu İbnülemin Mahmud Kemal’ın Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nin başındaki Fuad Köprülü’den ricası üzerine Abdülbâkî Efendi Darülfünun’da boş bulunan Farsça hocalığına tayin edilmiştir. Darülfünun Edebiyat ve İlâhiyat fakültelerinde Farsça derslerine giren Abdülbâkî Baykara burada da çok fazla çalıştırılmamış ve 1933’teki üniversite reformu ve Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesinden sonra 1934 yılı yazında, diğer bazı hocalarla birlikte kadro dışı bırakılmıştır.

7. Son zamanları ve vefatı

Abdülbâkî Baykara’nın üniversiteden çıkarılmasıyla İbnülemin’in tabiriyle zaruret avdet etmiş, yani tekrar geçim sıkıntısı baş göstermiştir. Topkapı civarında kiralık bir evde ve çok zor şartlarda yaşamaktadırlar. Şiirlerinde tarih bulunmadığından kesin olarak bilmiyoruz, ancak Baykara, aşağıdaki nükteli beyti belki de bu dönemlerde yazmıştır:

Hâlisâne eylerim ihtâr açlıktan kişi
Ölmemekse niyyeti hânemde mihmân olmasın

Abdülbâkî Efendi’nin son görevi Makriköy Bezezyan İdadîsi (Bakırköy Ermeni Lisesi/Ortaokulu) edebiyat öğretmenliğidir. Abdülbâkî Baykara, burada sadece iki ay kadar çalışabilmiştir. Vefat ettiğinde cebinden çıkan bir belge onun bu sıralarda başka işler de aradığını göstermektedir. Bu belgede Baki Bey, daha önce çalıştığı İstanbul Üniversitesi’nden üniversitede çalıştığına ve liselerde edebiyat öğretmenliği yapabileceğine dair bir yazı istemekte ve üniversiteden de bu isteğine olumlu cevap verilmektedir.

Kaynakların söylediklerine ve bazı şiirlerine bakılırsa Abdülbâkî Baykara’ya, hayat yükü artık çok ağır gelmeye başlamıştır. İbnülemin, Tahirü’l-Mevlevî gibi bazı dostlarına dertlerini, çektiği sıkıntıları anlatmakta ve bir çare aramaktadır. Zâten astım hastası olan şairi maddî ve mânevî sıkıntılar kimi zaman öyle zor durumlara ve bunalıma sokmuştur ki şair;

“Alsa harîm-i izzete bârî Hudâ beni”

diyerek ölümü bile arzulamıştır. Nihayet Abdülbâkî Bey’in bu arzusu H. 24 Zilkâde 1353/M. 28 Şubat 1935 Perşembe günü kabul edilmiş ve şâir elli iki yaşında hayat yükünden âzâd olup çok sevdiği Mevlâ ve Mevlânâ’sına kavuşmuştur. Tâhirü’l-Mevlevî şeyhzâdesinin vefatını tarîkatların kapatılmasıyla ilişkilendirerek;

“Nây-ı hâmûş-ı tarîkat misli kaldı bî-nevâ”

yani, tarîkatın sesi duyulmayan ney’i gibi sesi kesildi, diye ifade etmiştir.

İbnülemin Mahmut Kemal İnal’a göre, Abdülbâkî Bey o günlerde tekrar Kütüphaneler Tasnif Heyeti’ne tayin olunmayı beklemektedir. Ancak bir iki tanıdıktan bu işin olmayacağına dair bilgiler almış ve bu olumsuz cevaplar, zaten zor durumdaki şairi daha da üzmüştür. Kısa bir süre sonra gelen resmi yazıda ise kendisinin malum göreve tayin edildiği bildirilmiştir. Bu iniş çıkışlar, bir kötü, bir iyi haberler şairin yorgun kalbine ağır gelmiş ve Abdülbâkî Efendi bir anda fenalaşmıştır. Kısa bir müdahaleden sonra otomobille evine götürülürken yolda Aksaray’da Ethem Pertev Eczanesi’nde vefat etmiştir.

Abdülbâkî Efendi’nin oğlu Rüsuhi Bey 3 Ocak 1951 tarihli bir mektubunda, babasının üniversiteden çıkartılmasında adını yazmak istemediği bir merhumun garaz ve kıskançlığına maruz kaldığını belirtmekte ve vefatının üniversiteden çıkartılmasından dolayı değil, alışamadığı bir hayatın doğurduğu hadiselerin bünyesinde yaptığı tahribattan ileri geldiğini söylemektedir.

Perşembe günü vefat eden şairin naaşı, vefatını takiben tekkesine götürülmüş, isteyenlerin gelip ziyaret etmesi için cuma günü de burada bırakılmıştır. Daha sonraki cumartesi günü önce Yenikapı Mevlevîhânesi’nin yakınındaki Merkez Efendi Camii’ne getirilmiş ve burada öğle namazını müteakip büyük bir kalabalık tarafından cenaze namazı kılınmıştır. Hüzünlü bir dua ve tezkiyenin ardından cenaze, Mevlevî usûlü ve âdâbına uygun olarak ism-i Celâl eşliğinde Mevlevîhâne’nin bitişiğindeki Muhibler Kabristanı da denilen Hamuşan Mezarlığı’na götürülmüştür. Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi olan Abdülbâkî Dede burada vasiyeti gereğince, Mevlevîhâne’nin kurucusu ve ilk şeyhi Kemalî Ahmed Dede’nin inzivâgâhı yanında daha önceden hazırlanan kabre defnedilmiştir.

Abdülbâkî Bey’in vefatı ve cenazı merasimi konusunda bize en ayrıntılı bilgiyi yakın dostu Suud Bey vermektedir:

“Merhûm-ı müşârün ileyh, 24 Zilkade 1353 ve 25 Şubat[15] 1935 Perşembe günü öğleden sonra Süleymaniye Kütüphanesi’ne gider. Oranın müdürü ve kendisinin şeyh ve üstâd-zâdesi olan –Hasîrîzâde– Zâhir Efendi’nin nezdinde oturmakta ve neşeli neşeli konuşup görüşmekte iken bağteten bir rahatsızlığa dûçâr olarak tedâvîsine çalışılır. Giriftâr olduğu baygınlık âsârı zâil olunca birkaç yudum kahve içer. Arzusu üzerine bir otomobile irkâb edilir. Yanına kütüphane memurlarından biri terfîk edilerek Topkapı civarında müsteciren oturduğu hâneye müteveccihen hareket olunduğunu müteâkib Aksaray Caddesi’nde baygınlığı tekerrür eder. Pek yakında bulunan Edhem Pertev Eczâhânesi’ne idhâl edileceği sırada irtihâl-i dâr-ı bekâ ediverir.(…)

Na’ş-ı magfûrı dergâhına sevk olunarak o gece oradaki hâlî odasında yatırıldı. Ferdâsı Cuma sabahı fecî’anın vukû’undan haberdar edildim. Tekyeye koştum. Cesed-i bî-rûhunu rahat döşeğinde ağlaya ağlaya ziyaret ettim. Cenâzesi daha ertesi Cumaertesi günü öğleden evvel Mevlevîhâne’den müvâcehe-i Hazret-i Merkez’e getirildi. Öğle namazını müteâkip bir cemm-i gafîr ile namazı kılındı. Pek hazîn bir duâ ve tezkiyeden sonra Mevlevîhâne’nin ittisâlindeki “Muhibler Kabristanı” denilen makbereye -usûl ve âdâb-ı Mevleviyye vechile İsm-i Celâl okunduğu halde- getirildi. Hazîre derûnunda bânî-i âsitân-ı Mevlevî Kemal Ahmed Dede Kuddise Sırrıhu’nun hâl-i hayâtında inzivâgâh ve mahall-i teferrücü olan müfrez-i mahall-i mahsusta –evvelce vâki’ vasiyet ve işâreti mûcibince- ihzâr olunan lahd-i mahsûsa konuldu. Tâbir-i diğerle, bir güher-pâre-i fazl u irfan tedfîn ü ihfâ olundu.(…)

Defni müteâkip Üsküdar Mevlevî şeyhi garâfetlü Remzî Dede Efendi Hazretleri tarafından vecdengîz bir gülbâng-i Mevlevî okundu. Nâlân u giryân dağıldık!(…)

Bâkî’ye herkes yandı ve ağladı. Cenâzesinde dört yüzü mütecâviz erbâb-ı muhabbet ve ihlas mevcut idi. Füc’eten irtihâli diğer-gûne bir hâdise-i ciğer-sûz oldu, Sinninin henüz elliden fazla olmaması merâret-i iftirâkı büsbütün tezyîd etti.”[16]

Abdülbâkî Efendi’nin vefat ettiği gün Kütüphaneler Tasnif Komisyonu üyeliğine yeniden seçildiğini söylemiştik, ondan bir gün sonra da Maltepe Askerî Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin yazısı gelmiştir.

8. Vefatı Üzerine Yazılan Tarihlerden Seçmeler

Kaderin garip tecellisine bakınız ki, ebced hesabıyla tarih düşürme konusunda döneminin en önde gelen isimlerinden olan Abdülbâkî Dede, günü gelmiş vefatıyla kendisi tarih manzumelerine konu olmuştur. Bir başka deyişle, tarih yazan iken adına tarih yazılan konumunu almıştır. Yazılan bu tarih manzumelerine geçmeden önce Abdülbâkî Gölpınarlı’nın ilginç bir tespitini burada zikretmek istiyoruz. Şöyle ki: Abdülbâkî Dede bir yıl önceki Cenab Şehabeddin’in vefatına

Gitti cihandan bu yıl şâir-i âlî-cenâb

mısraıyla bir tamiye (fazla) ile tarih düşürmüştür. Hâlbuki bu mısra Abdülbâkî Baykara’nın kendi vefat ettiği yıla tam olarak uygun düşmektedir. Bir başka deyişle, Abdülbâkî Efendi farkında olmadan kendi vefatına tarih söylemiştir.

Çevresinde tanınan ve sevilen bir şeyh ve şâir olması sebebiyle, Abdülbâkî Efendi’nin vefatına dostları ve sevenleri tarafından birçok tarih yazılmıştır. Bunların en başında yakın dostu ve yoldaşı Suudü’l-Mevlevî’nin yazdıklarını zikretmek gerekir. Suud Bey[17] yaklaşık yirmi beş yıldan beri tanıdığı, karşılıklı sevgi ve saygı ile çerçevelenmiş birçok hatırayı kendisine bırakıp giden, çok sevdiği, “azîz ve hâlis bir yâr-ı cân ve enîs-i kalb ü vicdânı” Abdülbâkî Bey’in vefatına pek çok üzülmüştür. Hem arkadaşının vefatının getirdiği üzüntü hem de onun şân-ı şâirânesine yakışır bir tarih yazmak istemesi sebebiyle Suud Bey çok uğraşmış ve neticede kendisinin şikeste beste (kırık dökük) dediği beş tarih yazmıştır. Bunlardan üçünü aşağıya alıyoruz.

Şemsi etti gurûb devrânın
Ufku reng-i siyâh-ı gam bürüdü
Bir muhib geldi söyledi târîh
Şeyh Bâkî-i Mevlevî yürüdi

***

Rıhletin ey güzîde-i hilkat
Etti kalb-i halâ’ikı me’yûs
Dedi nâlân olup lisân-ı kazâ
Gitdi Bâkî-i nükte-senc efsûs

***

Çıktı bir âh-ı tahassür ile târîh-i tamâm
Gitdi Mevlâ diyerek rûh-ı revân-ı Bâkî[18]

Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzî Dede ise kıymetli arkadaşı ve yoldaşının vefatından duyduğu üzüntüyü iki tarih manzumesiyle dile getirmiştir. Bunlardan biri aşağıdadır.

YENİKAPI MEVLEVÎHÂNESİ POSTNİŞÎNİ ABDÜLBÂKÎ DEDE’NİN TÂRÎH-İ İRTİHALİ

Ced-be-ced şeyh-i celîl-i tekye-i bâb-ı cedîd
Râzdân-ı bişnev ez ney çün hikâyet mî koned

Şâir-i muğlak edîb-i nüktedân Bâkî Dede
Yüz çevirdi nâgehân dâr-ı fenâdan tâ-ebed

Der-be-der olmaktan etti bâb-ı Hakk’a ilticâ
Gördi kim dest-i kazâ etti der-i dergâhı sed

Hâtıra gelmezdi böyle nâz-perver şeyh-i pâk
İhtiyac-âlûde olsun hasbünallahu’s-Samed

Bir muvahhid çıkdı Remzî yazdı târîh-i güher
Aldı fânîden bekâya Şeyh Bâkî’yi Ehad[19]

Tahirü’l-Mevlevî ise şeyhinin oğlu ve arkadaşı olan Bâkî Dede’nin vefatını on bir beyitlik bir manzumeyle tespit etmiştir. Tarih beyti şu şekildedir:

“Yazdım ey Tâhir mücevher harf ile târîhini
Âlem-i câvîde gitdi rûh-ı şeyh-i Mevlevî

Abdülbaki Efendi’nin vefatına tarih düşürenlerden biri de İhsan Mahvî’dir. Mahvî’nin ilgili manzumesini de aşağıya yazıyoruz:

Dergeh-i bâb-ı cedîdin şeyh-i pâk-i hâtemi
Mesnevîhân Hazret-i Bâkî-i pür-mihr ü vefâ

On sekiz yıl sıdk ile seccâde-i irşâdda
Neşr-i envâr-ı füyûz etti bi-aşk-ı kibriyâ

Nükte-perver ma’rifet-güster hakâyık-iktinâh
Âşık-ı ilm ü fazîletti edîb-i hoş-edâ

Nâydan gûş eyleyince ırci’î gülbângini
Nâgehân sûy-ı alâya oldu tennûre-güşâ

Hem-dem olsun Ehl-i Beyt’e Şems ü Mevlânâ ile
Rûhunu şâdâb-ı rahmet eylesin Hak dâ’imâ

Nâmını takdîs ile andıkça kalbimden kopar
Gizli bir feryâd bir âvâze-i vâ-hasretâ

Bir nidâ geldi sımâh-ı câna Mahvî pek hazîn
Şeyh Bâkî eyledi yâ hû diyüp ‘azm-i bekâ

Dostlarından ve son devrin meşhur isimlerinden Abdülbâkî Gölpınarlı da adaşının vefatına on dört beyitlik uzun bir manzume yazmıştır. Son beyti şu şekildedir:

“Tâm târîhin yazıp Bâkî kırıldı hâme-veş
Aşk-ı Mevlânâ ile Bâkî Efendi gitdi âh

Bunlardan başka Muhittin Celal Duru da Abdülbâkî Efendi’nin vefatına bir dörtlükle tarih düşürmüştür.[20]

II. ŞAHSİYETİ

Abdülbâkî Baykara’nın gerek dînî ve tasavvufî, gerek edebî, gerekse sosyal ve siyasî kişiliğini anlamak için, öncelikle onun yetiştiği çevrenin ve ailesinin bu konudaki tavrını göz önüne almak gerektiği kanısındayız. Çünkü onun şahsiyetinin şekillenmesinde çevresi ve ailesi birinci derecede etkili olduğu gibi, genel olarak Abdülbâkî Efendi’nin de ailesi ve çevresine ayna olduğunu söylemek mümkündür.

Abdülbâkî Dede Efendi, tıpkı dedesi Osman Salâhaddin Efendi ve babası Mehmed Celâleddîn Efendi gibi, sünnî inançlara sahip samîmî bir mü’min ve müslümandır. Zâten Yenikapı Mevlevîhânesi gibi şerîat ve tarîkat kurallarının hâkim olduğu, umumiyetle uygulandığı bir yerde dünyaya gelmesi, yetişmesi onun kişiliğinin de bu yönde şekillenmesine sebep olmuştur. Abdülbâkî Baykara aslında dînî kişiliğini, inancı ve mizacını Pîr’i Hz. Mevlânâ’nın;

“Men bende-i Kur’ân’em eger cân dârem”

mısraıyla başlayan rubaisine benzer şekilde yazdığı bir rubaide şöyle özetlemiştir:

Allah’a şükür ki müslümânım ben
Bir dîni bütün sâhib-i irfânım ben
Kur’ân’a muhâlif sözü almam gûşa
Ser-tâ-be-kadem bende-i Kur’ân’ım ben

Abdülbâkî Dede şiir defterlerinde olmayan, Hüseyin Vassaf’a kendi eliyle yazıp gönderdiği bir rubâîsinde de Allah’a ne kadar içten bağlı olduğunu şöyle ifade eder:

Sen derd-i nihânımda nihânsın yâ Rab
Âhımda figânımda nihânsın yâ Rab
Her zerrede rû-nümâ senin vechindir
Cânımda cihânımda nihânsın yâ Rab

Bu rubâînin üçüncü mısraında olduğu gibi Abdülbâkî Efendi’nin şiirlerinde zaman zaman tevhîdden öte vahdet-i vücudun izleri görülmektedir.

“Hâsılı kesrette vahdet göründü
Sâcidi mescûdu yeksândır gördüm”

diyen şâirin “da bir” redifli, bazı beyitlerini aşağıya aldığımız gazeli bunun en belirgin örneklerindendir.

Geç bu darlıktan da bak sûret de bir ma’nâ da bir
Dîde-i hak-bîne bî-şek lâ da bir illâ da bir

Gülsitânda ehl-i dil bî-şübhe bir ma’nâ görür
Gül de bir gülşen de birdir bülbül-i şeydâ da bir

Seyr edersin nûr-ı tevhîd açsa vechinden nikâb
Âdem ü iblîs bir Fir’avn ile Mûsâ da bir

Vech-i Bâkî’yi bu fânî dehrde her ân görür
Ârif-i deryâ-dile dünyâ da bir ukbâ da bir

Yine şu beyitler de aynı çerçevede değerlendirilebilir:

Sâkinân-ı âlem-i tevhîde Hak’tır rû-nümâ
Ehl-i vahdet ne müsemmâ der ne de esmâ görür

Terk edenler nefy ile isbâtı nûr-ı zât ile
Âlem-i kesrette kalmaz lâ’yı da illâ görür

Diğer taraftan Abdülbâkî Dede’nin birçok şiirinde Hz. Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e bağlılığını ve sevgisini dile getirdiği görülmektedir. Ancak bu ifadeler sadece samimi bir müslümanın Hz. Peygamber’in âilesine ve nesline olan samîmî muhabbet ve bağlılığından kaynaklanmaktadır. Bütün Mevlevîler gibi Abdülbâkî Efendi’nin de tasavvufî şahsiyetinin şekillenmesinde çok etkin bir rol oynayan, kendi ifâdesiyle bütün evliyâların efendisi ve Allah’ın zâtının sırlarının keşfedicisi olan Pîr’i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye büyük bir sevgisi, hayranlığı ve bağlılığı olduğu muhakkaktır. Bunu birçok şiirinde dile getirmekten de âdetâ zevk almaktadır.

Bâkî Cenâb-ı Pîr’e bugün bendeyim benim
Eflâke erse çok mu başım bu külâh ile

başımda tâc-ı alâ fahr-ı Mevlevî
Dil-besteyim bu fahr ile Molla Celâl’ime

Bende-i âsitân-ı Mollâ’yım
Hâk-i pâ-yı Cenâb-ı Aşk’ım ben

Ey nağme-i nây-ı kibriyâ Mevlânâ
Sûz-ı dil-i ihvân-ı safâ Mevlânâ
Maksûd bütün nây u nevâdan sensin
Âvâze-i Hak bâng-i Hudâ Mevlânâ

Bunlardan başka her ne kadar Abdülbâkî Dede’nin hayatında Melâmî çizgiler pek görülmese de şiirlerinde zaman zaman Melâmî söyleyişlere rastlanmaktadır[21].

Melâmet kisvesin giy ârif ol rind-i zamân ol sen
Velev ki halk-ı âlem hep seni dîvâne sansınlar

Neylersin gidip de Ka’be’de hacda
Aşk ile şevk ile gelip de vecde
Cemâl-i cânâna secde et secde
Pâk eyle riyâdan mihrâb-ı aşkı

Zâhidlerin sözü hepsi efsâne
Aldanma olursun sonra dîvâne
Kubbe-i âsumân olsun peymâne
Onunla içelim şarâb-ı aşkı

Sen rind ü kalender-i zamân ol
Peymâne gibi şarâb ile dol
İstersen eğer hayâta bir yol
Peygamber-i aşka intisâb et

Pek de azımsanmayacak bu tarz Melâmî söyleyişlerinin kaynağında muhtemelen geleneğe yahut Rızâ Tevfik gibi şâirlerin zirveye çıkardıkları bu tarz şiir yazma modasına uyma düşüncesi yatıyor olmalıdır.

Abdülbâkî Efendi’nin, kimi zaman Melâmî ve Bektâşî söyleyişlerine rastlansa da hiçbir zaman Mevlevî zarâfetini, nezâket ve nezâhetini terk etmediği muhakkaktır. Onun dînî ve tasavvufî şahsiyeti incelenirken öncelikle, Mevlânâ gibi inancını özetlemek için yazdığı rubâîsi dâimâ göz önünde tutulmalı, ardından şu beyti dikkate alınmalıdır:

“Bâkı’yâ âlemde bir hîçim fakat
Mevlevî’yim Mevlevî’yim Mevlevî”

Abdülbâkî Baykara’nın edebî kişiliğine dikkat edildiğinde; bir taraftan Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî topluluğunun; diğer taraftan Millî Edebiyat akımının etkisinde kaldığı fark edilir. Ancak bunların ötesinde Baykara, çoğunlukla klasik divan şiiri geleneğine uyarak şiir yazmıştır.

Yazdığı şiirlerde Bâkî mahlasını kullanan Abdülbâkî Efendi için; XX. asırda divan ve Mevlevî şiiri geleneğinin güçlü bir temsilcisidir demek yanlış olmaz. Onun edebî kişiliğiyle ilgili, son asrın biyografi üstadı İbnülemin Mahmud Kemal’ın kısa, özlü ve hakîkaten isâbetli olan değerlendirmesi şu şekildedir: “Bâkî Efendi, edîb, nâzik, nüktedân, sühanşinâs ve istediği vâdîde şiir söylemeğe muktedir bir şâir-i mâhirdir.”

Kısacası, Mevlevî şiiri geleneğinin önemli bir temsilcisi, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan süreçte yaşanan değişimlere tanıklık etmiş ve bu iniş çıkışlarla dolu hayatını başarılı bir şekilde şiirleştirmiş biri olan Baykara; divan şiirinin hemen hemen bütün nazım şekillerinde örnekler vermiş, köklü şiir geçmişimizi günümüzle buluşturan, hem aruz hem de heceyle istediği her vâdîde şiirler yazan, ancak tercihini eski şiirden yana kullanan bir şairdir. Tarafımızdan yapılan incelemede Abdülbâkî Baykara’nın bir divan oluşturacak kadar, 220’ye yakın manzumesi tespit edilmiş ve incelenmiştir. Şiirlerinde çoğunlukla aşk konusunu işleyen Abdülbâkî Baykara, zaman zaman hikemî, rindâne, şûhâne, mizâhî gibi farklı tarz ve muhtevâlarda şiirler yazmıştır. Yine Baykara’nın şiirlerinde sosyal konular da epeyce yer tutmaktadır. Örneğin Abdülbâkî Efendi’nin Cumhûriyet sonrası değişimi anlattığı, bu konuda ayrıca ele alınıp değerlendirilmesi gereken “oldum” redifli meşhur bir şiiri vardır. Tam bir sosyal tenkit niteliği taşıyan bu şiir, aslında Tanzimat’la başlayıp Cumhuriyet’le zirveye ulaşan ve bütün toplumda kılık kıyafetten kültür ve sanata, zihniyete ve inanca kadar uzayan birçok alanda yaşanan bir çatışmanın, bir ikilemin, bir değişimin çok başarılı bir şekilde şiirleşmiş hâlidir ve bize göre bu yönüyle Peyami Safa’nın ya da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarında rastladığımız bu tür çatışmaların şiirdeki karşılığını oluşturmaktadır. Aslında müstakil bir yazıya konu olabilecek, şerh ve îzâh edilmesi gereken bu şiir, Abdülbâkî Dede’nin şahsında Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki yenilikler, değişimler karşısında ne yapacağını şaşıran birçok insanın içine düştüğü çıkmazları, ikilemleri çok iyi dile getirmektedir. Türk toplumunda o dönemi yaşamış birçok insanın hâlini yansıtan bu şiirin tamamını buraya almakta fayda görüyoruz.

Kesip rîş-i sefîdim pîr iken yosma cevân oldum
Makâm-ı Mevlevî’de şeyh idim pîr-i mugân oldum

Ne sâfî Müslüman kaldım ne oldum kıpkızıl kâfir
Giriftâr-ı belâ-yı fitne-i âhir zamân oldum

Dilimde nûr-ı îmânım başımda kapkara şapka
Misâl-i fecr-i kâzip nûr u zulmetle ayân oldum

Dedim âyînede seyr eyleyince kendimi fi’l-hâl
Balıkçı Kör İvan yâhud kuyumcu Estepân oldum

Semâ-ı Mevlevî’yi terk edip öğrenmedim dansı
Selânik dönmesinden de beter bir Müslümân oldum

Unuttum ebcedi bilmem Latince harf ile yazmak
Bugün bâzîçe-i nâçîz-i etfâl-i cihân oldum

Abâ bonjur silindir şapka oldu sikke-i monlâ
Bu uydurma kıyafetlerle rüsvâ-yı cihân oldum

Ne şâhân-ı seleften nâil oldum lutf u ihsâna
Ne de meb’ûs-ı rûşen-baht olup sâhib-kırân oldum

Müderrisler bana Dârülfünûn’da eyledi sebkat
Cehâletten hamâkatten egerçi imtihân oldum

Te’emmül eyleyip Essabru miftâhu’l-ferec sırrın
Misâl-i deyr-i patrik-i zamân bî-imtinân oldum

Şu’ûn-ı hikmete baktıkça sabr etmek ne mümkündür
Bugünlerde beni afv eyle yâ Rab bed-zebân oldum

Nevâ-yı nây ile raksân olurken bir zaman Bâkî
Belâ-yı hicr ile şimdi mücessem bir figân oldum

Abdülbâkî Dede’nin edebî kişiliği bahsini onu yakından tanıyanlardan Abdülbâkî Gölpınarlı’nın sözleriyle bağlamak istiyoruz. Gölpınarlı şunları söylemektedir: “Yenişehirli Avnî’den sonra dîvân şiirinin, gerçekten bir üstâdı olan ve Mevlevî edebiyatına

Âh u efgân-ı hazînim nâydır sînem kudûm
Oldu cismim ser-te-ser bir dergeh-i Mollâ-yı Rûm

[…]

beyitleri gibi örnekler veren Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Abdülbâkî de şiirlerinin çoğunda, bu edebiyatın bir şâiri olmuştur.”[22]

Bâkî’nin şiirine gelince; bunu tahlil etmek büyük bir kitap yazmağa kalkmak demektir.  Tanzimat’tan sonra Divan edebiyatı yolunda yürüyenler arasında hiç şüphe yok ki Bâkî, en büyük şâir değilse bile en büyük şairlerdendir.

Baht-ı siyah zülf-i perîşâna benziyor
Zülf-i siyah leyle-i hicrâna benziyor

[…]

gibi, yahut Nedîm’e nazîre olarak yazdığı:
Bir zaman burc-ı safâda mâhrûlar var idi
Renglerden mey şafaklardan sebûlar var idi

[…]

gibi her beyti hakîkaten çok güzel ve mükemmel gazeller yazan
Kenâr-ı bahre ne dem ki o mâh-pâre gelür
Hezâr cûş u emel mevc-i bî-karâra gelür

[…]

Ne zaman hâtıra bûs-ı leb-i peymâne gelür
Süzülür reng-i safâ meclis-i rindâne gelür

[…]

gibi bedîalar yaratan Bâkî, Acemce’de de büyük bir üstattı. Şairlerimizden en fazla Fuzûlî ve Nedîm’i sever, Acemce yazan şâirler arasında da bilhassa Mevlânâ ve Kelîm’e meftûn olurdu. Kelîm, bilenlere malum olduğu veçhile Acem şâirlerinin en büyük üstatlarındandır. Şiiri âhenk ve selâsetle sırf tedâîlerden mürekkep bir mûsikî-i beyân-ı rûh hâline getiren Kelîm’e, Kelîm’i bile hayran edecek nazîreleri vardır.”[23]

III. ESERLERİ VE ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

Abdülbâkî Baykara Dede manzum ve mensur çeşitli eserler kaleme almıştır. Bunların en başında bir divan oluşturacak kadar önemli bir yekûn tutan Türkçe şiirleri gelir. Suudü’l-Mevlevî bunların bir kısmını “Enfâs-ı Bâkî” adı altında bir araya getirmiştir. Ayrıca Farsça şiirleri de bulunan Abdülbâkî Dede’nin bunlardan başka Hüsn ü Aşk isimli manzum bir tiyatrosu da bulunmaktadır.

Mensur eserleri ise şunlardır: Mevlânâ’ya atfedilen “semâ” redifli şiirin Abdülbâkî Baykara tarafından şerhi olan Tuhfetü’s-Sâmi’în, Tarih-i Beyhâkî Tercümesi, müsvedde bir Şairler Tezkiresi, Defter-i Dervîşân-II’ye ilaveler, ayrıca tasavvufî ve ilmî makale, yazı ve mektuplar.

Abdülbâkî Baykara her ne kadar mensur eserler, yazılar kaleme alsa da şâirliği ve manzum eserleri daha ön plandadır ve döneminde şâir olarak tanınmıştır. Biz de aşağıda şiirlerinden bazı örnekler yazıyoruz.

Birdir nazar-ı aşkta âşık ile ma’şûk
Bir ân bulunur cân ile cânân arasında

(Aşk gözünde seven ile sevilen birdir. Can ile cânân arasında bir ân bulunur.)

Vuslatınla şâd hecrinle harâb ettin beni
Tarz-ı aşkındır dili ma’mûr eden vîrân eden

(Beni vuslatınla mutlu, ayrılığınla harap ettin, gönlü yapan da yıkan da sevme tarzındır.)

Zevk alırsa çok mudur gönlüm firâk-ı yârdan
Ka’be-i maksûda yol vâdî-i hicrândan geçer

(Gönlüm sevgilinin ayrılığından zevk alırsa çok mudur, buna şaşılır mı? Zira hedef Ka’be’sine giden yol ayrılık vadisinden geçer.)

Gîsû-yı târumâra düşenler cihânda
Gülşen-sarây-ı dehre perîşân gelir gider

Mızrâb-ı aşka gönlünü teslîm eden müdâm
Bezm-i neşât-ı âleme nâlân gelir gider

Her kim olursa tâlib-i gencîne-i visâl
Dehre firâk-ı yâr ile vîrân gelir gider

Bâkî cihânda bilmedi bir kimse kadrini
Belki civâr-ı kabrine yârân gelir gider

(Dünyada perişan saçlara (kesrete) düşenler dünya sarayının bahçesine perişan gelir gider.
Gönlünü aşk mızrabına teslim eden her zaman âlemin şen meclisine inleyerek gelir gider.

Her kim sevgiliye kavuşma hazinesine talip olursa, dünyaya ayrılıkla harap olarak gelir gider.
Ey Bâkî, dünyada bir kimse değerini bilmedi, belki kabrinin civarına dostlar gelir gider.)

Ne bilsin zâhid-i huffâş-sîret kadr-i hurşîdi
Firâk-ı Şems’i yâ hû zât-ı Mevlânâ’ya sorsunlar

(Yarasa tabiatlı zahit güneşin değerini ne bilsin, ya hu Hz. Şems’in ayrılığını Hz. Mevlânâ’nın zâtına sorsunlar.)

Bend etti benim başımı bin türlü belâya
Her ukde-i gîsû-yı dilârâya gücendim

Vâ’iz bana bahs eyleme ahvâl-i behişti
Şimden gerü dünyâ ile ukbâya gücendim

Erbâb-ı kemâle veriyor süt yerine kan
Dehrin yedigi bu acı helvâya gücendim

Bâkî düşünüp bir gece encâm-ı hayâtı
Dünyâya olan beyhûde sevdâya gücendim

(Benim başımı bin türlü belaya bağladı, (onun için) sevgilinin saçlarının her düğümüne gücendim.

Ey vâiz, bana cennetin hallerinden söz etme, şimdiden sonra dünyaya da ahirete de gücendim.
Kemal sahiplerine süt yerine kan veriyor. Dünyanın yediği bu acı helvaya gücendim.

Ey bâkî, bir gece hayatın sonunu düşünüp dünyaya olan faydasız sevdaya gücendim./Bir gece hayatın sonunun bâkî olduğunu düşünüp dünyaya olan faydasız sevdaya gücendim.)

KİM ÂŞIK DEĞİL

Gözün aç var mı ey gâfil cihânda olmayan âşık
Kuruldı aşkile âlem zemîn ü âsumân âşık
Nedir bu hâl-i hayret-bahş pîr âşık cüvân âşık
Kim âşıktır kime âşık niçin eyler figân âşık
Hudâ âşık Resûl âşık bütün kevn ü mekân âşık

Tecellî eyleyince hubb-ı zâtî vech-i âdemde
Şu’ûnât-ı cihân geldi vücûda hepsi bir demde
Nihân olmuşken ey Bâkî nevâ-yı aşk nâlemde
Acep mi ben dahi da’vâ-yı aşk etsem bu âlemde
Hudâ âşık Resûl âşık bütün kevn ü mekân âşık

***

Rindân-ı aşkız meyhânemize
Şarâb-ı vahdete kananlar gelsin
Âşıkız sâdıkız vîrânemize
Sâkînin elinden çakanlar gelsin

Kestik alâkayı şimdi her şeyle
Mest olduk cânânın sunduğu meyle
Nağme-i tanburla nevâ-yı neyle
Cûş edip de raksân olanlar gelsin

Eyledik secdeyi cemâl-i yâre
Vâkıf olur mu hiç zâhid esrâre
Ka’be’den mescidden olup âvâre
Aşkın imâmına uyanlar gelsin[24]

 

KAYNAKLAR

[Baykara, Abdülbâkî], Şiir Defteri-1, 2, 3, 4, N. Abdülbaki Baykara Özel Kütüphanesi.

[Baykara] Mehmed Abdülbâkî, Tuhfetü’s-Sâmi’în, N. Abdülbaki Baykara Özel Kütüphanesi.

[Baykara, Abdülbâkî], Defter-i Dervîşân II, N. Abdülbaki Baykara Özel Kütüphanesi.

[Baykara] Abdülbâkî, “Sûfiyyenin İ’tikâdı-I”, Mahfil, C. II, S. 16, İstanbul, 1340(1921).

[Baykara] Abdülbâkî, “Sûfiyyenin İ’tikâdı-II”, Mahfil, C. II, S. 18, İstanbul, 1340.

[Baykara] Abdülbâkî, “San’atkâr Mevlevîler”, Millî Mecmua, S. 25, İstanbul, 1340.

[Baykara] Abdülbâkî, “Ahmed Eflâkî Dede”, Babalık, Yıl 14, S. 1223 (9 Kânûn-ı Evvel 1340), Konya.

[Baykara, Abdül]Bâkî, “İbn-i Seb’în”, Dârülfünun İlâhiyât Fakültesi Mecmuası, Sene 3, S. 10, İstanbul, 1928.

[Baykara, Abdül]Bâkî, “Şeyh Muhyiddîn ve İbn-i Seb’în”, Dârülfünun İlâhiyât Fakültesi Mecmuası, Sene 3, S. 10, İstanbul, 1928.

[Baykara, Abdül]Bâkî, “Tevhîd Kelâmîsinin Târîhî Safhaları”, Dârülfünun İlâhiyât Fakültesi Mecmuası, Sene 4, S. 14, İstanbul, 1930.

Baykara, Resuhi, “Mevlevîliğe Ait Fıkralar”, Mevlânâ Hayatı ve Eserleri, Haz. Hilmi Yücebaş, İstanbul, 1986.

Baykara, Resuhi, “5 Padişaha Dair Bilinmeyen Fıkralar”, Yeni Tarih Dünyası, Yıl 1, S. 1, İstanbul, Şubat 1953?.

Baykara, Resuhi, “Birinci Harb-i Umûmîde Mücâhidîn-i Mevleviyye”, Yeni Tarih Mecmuası, S. 3, İstanbul, 1953.

Duru, Muhittin Celal, Tarihî Simalardan Mevlevî, İstanbul, 1952.

Enfâs-ı Bâkî, Millet Kütüphanesi, Ali Emîrî Manzum Eserler Bölümü, Nu. 533/1.

Erdoğan, Mustafa, “İstanbul’da Kütahyalı Bir Şeyh Ailesi Seyyid Ebubekir Dede ve Ahfâdı”, İstanbul Araştırmaları, S. 7, İstanbul, 1998.

Erdoğan, Mustafa, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Mevlevî Şeyhi, Abdülbaki Baykara Dede, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Şiirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003.

Ergun, Sadettin Nüzhet, Türk Musikisi Antolojisi, C. II, İstanbul, 1943.

[Ergun], Sadettin Nüzhet, Türk Şâirleri, C. 2, İstanbul, Tarihsiz.

Göktürk, Hakkı, “Baykara Gavsi”, İstanbul Ansiklopedisi (Reşad Ekrem Koçu), C. 4, İstanbul, 1960.

Gölpınarlı, Abdülbâkî, “Bâkî”, Balıkesir Halkevi Kaynak Mecmuası, S. 26, (Balıkesir) 9 Mart 1935.

Gölpınarlı, Abdülbâki [Haz.], Divan Şiiri XX. Yüzyıl, Varlık Yayınları, İstanbul, 1955.

Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka, İstanbul, 1983.

Göyünç, Nejat, “Osmanlı Devleti’nde Mevlevîler”, Belleten, TTK Yayınları, LV/213 (Ağustos-1991).

Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Bölümü, Nu. 2309, C. 5.

Işın, Ekrem, “İstanbul’un Mistik Tarihinde Mevlevîhâneler”, İstanbul, S. 4 (Ocak), İstanbul, 1993.

Işın, Ekrem, “Mevlevîlik”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. V, İstanbul, 1994.

Işın, Ekrem-Tanman, M. Baha, “Yenikapı Mevlevîhânesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. VII, İstanbul, 1994.

İnal, İbnülemin Mahmud Kemal, Hoş Sada Son Asır Türk Musikişinasları, İstanbul, 1958.

[İnal], İbnülemin Mahmud Kemal, Son Asır Türk Şairleri, Dergâh Yayınları, I-IV C., İstanbul, 1988.

Kara, İsmail, “Sonuç Yerine: Tekkeler Kapandı mı?”, Dergâh, S. 16 (Haziran), İstanbul, 1991.

Kara, Mustafa, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zâviyeler, Dergâh Yayınları, İstanbul, 19120.

Koçu, Reşad Ekrem, İstanbul Ansiklopedisi, C. IV, İstanbul, 1960.

Mazıoğlu, Hasibe, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara, 1987.

Mehmed Ziya, Merâkiz-i Mühimme-i Mevleviyyeden Yenikapu Mevlevîhanesi, İstanbul, 1329.

Olgun, Tahir, Çilehâne Mektupları, Haz. Cemal Kurnaz-Gülgün Erişen, Akçağ Yayınları, Ankara, 1995.

Özcan, Nuri, “Baykara, Abdülbâkî“, TDVİA, TDV Yayınları, C. 5, İstanbul, 1992.

Öztuna, Yılmaz, “Baykara (Gavsi)”, Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi, C. I, İstanbul, 1994.

Tarih Coğrafya Dünyası [Mecmuası], C. 2, S. 12, İstanbul, 15 Aralık 1959.

Türk Yurdu, C. 3, S. 8-10, Temmuz1964 (Mevlânâ Özel Sayısı).

Uzel, Nezih, “Yenikapı Mevlevîhânesi”, Osmanlı Ansiklopedisi, İz Yayıncılık, C. II, İstanbul, 1996.

Yücel, Hasan Âli, Geçtiğim Günlerden, İletişim Yayınları, İstanbul, 1988.


[1] Abdülbâkî Efendi’nin doğumu, çocukluğu ve tahsili konusunda şu kaynaklara bakılabilir: Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Bölümü, Nu. 2309, C. 5, s. 213; Mehmed Ziya, Mehmed Ziya, Merâkiz-i Mühimme-i Mevleviyyeden Yenikapu Mevlevîhanesi, İstanbul, 1329, s. 264-266; Abdülbâkî Gölpınarlı, “Bâkî”, Balıkesir Halkevi Kaynak Mecmuası, S. 26, 9 Mart 1935, s. 533-534; Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul, 1960, C. 4, s. 2277-2278; İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şâirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988, C. I, s. 152; Sadettin Nüzhet[Ergun], Türk Şâirleri, , İstanbul, Tarihsiz, C. 2, s. 728; Yılmaz Öztuna, “Ali Nutkî Dede”, Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi, Ankara, 19120, C. I, s. 150; Nuri Özcan, “Baykara, Abdülbâkî”, TDVİA, İstanbul, 1992, C. 5, s. 246; Tahir Olgun, Çilehâne Mektupları, Haz. Cemal Kurnaz-Gülgün Erişen, Ankara, 1995, s. 56, 57.

[2] Hak yolunda rehberimiz Şeyh Elif’tir. Biz onun vasıtasıyla Hünkâr’ın (Hz. Mevlânâ) eteğine tutunduk.

[3] Mehmed Abdülbâkî, Tuhfetü’s-Sâmi’în, N. Abdülbaki Baykara Özel Kütüphanesi, vr. 22a-22b.

[4] Enfâs-ı Bâkî, vr. 105a.

[5] Tarih manzûmesi için bk. Enfâs-ı Bâkî, vr. 101b; Mustafa Erdoğan, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Mevlevî Şeyhi, Abdülbaki Baykara Dede, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Şiirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003, s. 339-340.

[6] Defter-i Derîşân-II, vr. N. Abdülbâkî Baykara Özel Kütüphanesi, vr. 44b.

[7] Tekkenin açılış törenine şahit olanlardan Hasan Âlî Yücel hatıralarında bu olayı şöyle anlatmaktadır: “…Nitekim Reşad Efendi padişah olunca evvelce yanmış olan tekkeyi yeniden yaptırdı. Açılma törenine geldi. Bu da ayrı bir hikâyedir. Sırası gelmişken anlatıvereyim. Tekkede şeyh, o zaman Celâl Efendi’nin oğlu Abdülbâkî Efendi idi. O çok genç idi. Biz de çocuktuk. Tekkenin yapısı bitmişti. Her yer gıcır gıcır, tertemiz, yepyeni idi. Bir gün sabahtan Mevlevîhâne’ye gittik. Orada hiçbir zaman görmediğim bir hazırlık, bir telaş vardı. Zâten gelirken yolların kumla döşendiğini, güzel giyinmiş polislerin, hâkî elbiseli askerlerin yollara dizildiğini görmüştük…Her neyse, padişah pırıl pırıl yaldızları göz kamaştıran bir araba ile tekkeye geldi. Yolu tekkenin mezarlığı içinden geçen Hünkar Dâiresi’ne koltuklarına, adamlar girmiş olarak çıkarıldı. Düz duramayan, dürülmüş bir pamuk şilte yumuşaklığında ve gevşekliğinde idi. Bâkî Efendi’nin oğlu küçük Gavsî Efendi ve benimle beraber bir iki sikkeli çocuk, Hünkâr Dâiresi’nin medhalinde duruyorduk. Gavsî Efendi’yi tanıttılar. İltifat etti.” Hasan Âlî Yücel, Geçtiğim Günlerden, İletişim Yayınları, İstanbul, 1988, s. 157-158.

[8] Hüseyin Vassaf, age, C. V, s. 213, 215; Koçu, age, C. IV, s. 2278.

[9] Resuhi Baykara, “5 Padişaha Dair Bilinmeyen Fıkralar”, Yeni Tarih Dünyası, Yıl 1, S. 1 (Şubat 1953?), s. 44.

[10] Resuhi Baykara, “Birinci Harb-i Umûmîde Mücâhidîn-i Mevleviyye”, Yeni Tarih Mecmuası, S. 3 (1953), s. 107-108.

[11] Sadettin Nüzhet[Ergun], Türk Şâirleri, C. II, s. 729.

[12] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka, İstanbul, 1983, s. 178.

[13] Hakkı Göktürk, “Baykara Gavsi“, İstanbul Ansiklopedisi (Reşad Ekrem Koçu), İstanbul, 1960, C. 4, s. 2277; Yılmaz Öztuna, “Baykara (Gavsi)“, Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi, C. I, s. 150, Özeke, s. 28-34.

[14] Gölpınarlı, age, Önsöz kısmı, s. 173, 175, 178, vb.

[15] Suud Bey, Abdülbâkî Dede’nin vefatının 25 Şubat’ta olduğunu söylemekle birlikte diğer kaynakların birçoğu 28 Şubat tarihinde birleşmektedir.

[16] Enfâs-ı Bâkî, vr. 1b-3a.

[17] Mehmed Suud Yavsı [Ebussuudoğlu, 1882-1948], Divan-ı Hümayun kayıt odası mümeyyizi Rıza Safvet Bey’in oğludur. Divan-ı Hümayun mühimme kalemi ve Ayan Meclisi kâtipliği, ayrıca çeşitli okullarda hat hocalığı yapmış, Millet Kütüphanesi’nde memur olarak çalışmıştır. Şâir ve hattattır. Mevlevî tarikatına intisabı olan Suûdü’l-Mevlevî’nin Divan’ı ve başka eserleri vardır. Geniş bilgi için bk. İbnülemin Mahmud Kemal [İnal], Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, 1988, C. III, s. 1748-1750.

[18] Enfâs-ı Bâkî, vr. 3b-4a.

[19] Enfâs-ı Bâkî, vr. 12b-13a; Hasibe Mazıoğlu, Ahmet Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara, 1987, s. 266-267. Mazıoğlu’nun çalışmasında bulunmayan diğer tarih manzûmesi için bk. Enfâs-ı Bâkî, vr. 12b.

[20] Bu tarih manzûmelerinin tamamı için bk. Erdoğan, age, s. 73-79.

[21] Abdülbâkî Dede, dönemin dînî ve edebî mecmualarından Mahfil‘de yayınlanan “Sûfiyyenin İ’tikâdı” başlıklı yazılarında çeşitli âyet, hadîs ve büyük mutasavvıfların sözlerinden deliller getirip alıntılar yaparak sünnetin önemi üzerinde durmaktadır. Adıgeçen yazılardan şimdilik onun sünnete bağlılığının delili olan aşağıdaki cümleyi nakletmekle yetiniyoruz: “Şeref ve fazîletin en büyüğü Nebiyy-i Muhterem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri’nin sünen-i şerîfesini ihyâ ve ahlâk-ı seniyye-i Muhammediyye ile tahalluk edip ahlâk-ı fâside ve zemîmeden nefsini pâk ve müberrâ eylemektir.” Bk. Erdoğan, s. 111-112, 381-386.

[22] Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 452-453.

[23] Gölpınarlı, “Bâkî”, Balıkesir Halkevi Kaynak Mecmuası, S. 26, 9 Mart 1935, s. 532-533.

[24] Abdülbaki Baykara Dede ile ilgili geniş bilgi ve Türkçe şiirlerinin tamamı için bk. Mustafa Erdoğan, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Mevlevî Şeyhi, Abdülbaki Baykara Dede, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Şiirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003.

ETİKETLER: