Yaşamak;yalan belki… – Mehmet Doğramacı

A+
A-

“Yaşamak;yalan belki…”

Yazdan kalan bir iki günü değerlendirmek üzere uğradığı çay bahçesinde hoparlörden taşan sanat musikisi eseri;  halet-i ruhiyesine tercüman olmak istercesine gönlünü okşuyordu. Ne zamandır sorduğu soruydu kendi kendine; neydi inandığını yaşamak?

İnsan; fıtratı gereği örnek şahsiyet arıyordu. Peygamberler bunun için gelmişti.Toplumlara numune idi onlar. Dinin, hayatın nasıl yaşanacağı onların şahsında seyredilmişti. İnsan ruhunun ihtiyacı idi yaşayanı şahıs olarak görmek. Usta-Çırak, Öğretmen-Öğrenci, Mürşid-Mürid ilişkileri bunun için vardı.

Oysa nicedir söylediklerini, inandıklarını yaşayan dört dörtlük birine rastlamamıştı. Kime tutunsa bir eksiği çıkıyor, uzandığı dal elinde kalıyor, ümidin hayalinden gerçeğin sert zeminine çarpıyordu. Sonrası, günler süren acı ve bunalım…

Bir düşünürü sevmişti. Sözlerine, konuşmalarına, yazılarına hayrandı. Onun sözleri ile “dava” diye bir yola sarılmıştı ilk gençlik yıllarında. Yıllar sonra Ona yakın biri ile tanıştı. Adam şöyle dedi; ”Kahve alışkanlığı olduğunu, iskambile düşkünlüğünü, daraldığında yakası açılmamış küfürler savurduğunu bilir misin?!..”

Şaşırdı. O yazılar ve kahve!.. O fikirler ve iskambil! Hele bir de argo sözler, küfür öyle mi? Nereye oturtacaktı ki bunu zihninde?… Yer bulamadı.

Sonra bir başkasını beğenirdi. ”İşte budur yaşayan” diye düşündü. Kültürlü bir öğretmendi. Hem milli hem dini hem de evrensel değerler bilgisine sahipti.

Ona yakın olmak için çabaladı. Bir akşam evine gittiler. Sohbet ederlerken karısına olan tavrını, ufacık çocuğuna hem de misafir yanında nasıl bağırdığını görünce bir kez daha yıkıldı: “Bu da mı elimde kalacak?” diye mırıldanarak çıkmak üzere idi ki; öğretmen dini delillerle savundu kendini. Karısına olan tavrını, çocuğuna gaddar tutumunu ayet- hadisleri arkasına alarak açıklamaya kalktı. Daha fazla dayanamazdı, izin istedi ve çıktı. Nefsî eksikliklerini,dini değerleri kalkan edinerek örtmeye son derece karşı idi. Her şeye tahammül edebilirdi ama ego için dinin kullanılmasına asla!…

Sonraki günlerde gözünde idolleşen bazı şahsiyetlerin günlük hayatlarına tanık oldu. Onlar da bir bir dökülüyordu. Şöyle adam gibi bir adam çıkmayacak mı Allah aşkına?! Çıkmamıştı.

Dünya dar geliyor, milletin sevinç soluduğu çay bahçesi de sıkıyordu. Kalktı. Camiye doğru yürüdü. Namaz çıkışında “Kuran Kursuna yardıııım, ne verirsen elinle o gelir seninleeee!” diye seslenen amcaya takıldı gözü.

Aman Allah’ım, bu nasıl nur?.. Amcanın siması projektör gibi yanıyordu. Mutlaka yaşayan biriydi bu. Yaşamasa bu nuru vermezdi Allah!.. Yaklaştı ve sordu:

-Amca bağışla, ben sende iyi bir hâl gördüm, bunu nasıl elde ettin?

Yaşayanlar ben demez, renk vermez, adeta saf-cahil gözükürlerdi. Bütün öze ermişler gibi kendini tevazu elbisesi ile örttü amca:

-Git işine oğlum… Yaşamak kiiiimmm, biz kiiiiimmmm?..

Israrlıydı. İddiasız, samimi, içten, sade bir kıyafetin altında muhteşem bir hâl vardı.

Soracak, O nasıl yapmışsa o da yapacak, gerekirse el alıp teslim olacaktı.

Aklını kullandı. Aklı hiç bırakmadı zaten yakasını. Belki ondan teslim olamıyordu.

”Çok bilenin, çok okumuşun teslimiyeti zordur” demişti yıllar önce bir zat-ı muhterem.

Ne yapabilirdi ki bu amca? Bu hâl nasıl edinilirdi? Varsayalım “Günde 50 sayfa Kur’an okurum” dese, Onu geçmek için 60 sayfa okuyacaktı. “Haftanın 3 günü orucum” dese tüm haftayı oruçlu geçirecekti. “Gece yarısı namaza kalkarım” dese, tüm geceyi ayakta geçirecekti. Hazırlandı, amca konuşmadan önce. Tekrar sordu:

-Amca n’olur söyle bu hali nasıl kazandın?
-Peki, yapabilir misin?
-Ne demek tabii yapacağım.

Amca devam etti:
-Bak oğlum, ben sabrederim. İddiam yok ama mademki hal gördün, gördüğünü sabırla kazandım.

Durdu. ”Kolay” dedi… “Nasıl sabrettiğini anlat hele!..”
Amca yineledi:
-Yapabilir misin?

Kükredi:
-Yapmazsam ne olayım, yaparım tabii!..

-İyi dinle o halde. Diyelim ki sen bir çay ocağının sahibisin. Askıya 15 bardak çay koydun ve müşterilere vermek üzere masaları dolaşıyorsun. O esnada haşarı bir genç muziplik olsun diye ayağını önüne uzattı, düştün, tepsi ile yere kapaklandın.Ne yaparsın?

Hemen patladı:
-Haddini bildirir, ağız-burun girişim edepsize!..

İhtiyar amca gülümsedi:
-Yaaa!.. Yapabilir misin diye boşuna sormamışım.

-İyi de amca başka ne yapılır ki?

-Ne mi yapılır? Bak anlatayım. Ben kalkarım yerden. Üstümü başımı temizler, o gence;”Evladım özür dilerim, ayağınız acımadı ya”, diye gönlünü alırım. Müşterilere geciktiğim için af diler yeni çaylarını hemen vereceğimi söyler, işime bakarım.

-Yoooo!… Bana gelmez amca bu iş.. Orada dur şimdi.
-Ben hep buradayım evladım. Sordun, söyledim.

Biraz düşündü. Amca haklıydı galiba. Ama zordu bu iş. Amca bu hâlini millete anlatsa ya diye geçirdi içinden. Hem çok kimseye yeni ufuklar açılır, insanlar faydalanırdı.

-Tamam amca. Yapamasam da dediğin Hak!.. Bunları anlatsan millete!..
-Ben konuşamam ki evladım, vaaz hocaların işi.
-Ya da bir hatırat yazsan.
-Çocuğum ben kim yazarlık kim, yazamam ben. Düşünürler yazar.

Duasını alıp vedalaştı amca ile. Beyninde yeni bir düşünce belirmişti. Acaba yazanlar, konuşanlar, anlatanlar yaşamaktan yeterince nasip alamıyor muydu? Yaşayanlar da konuşacak hâl kalmıyor muydu yoksa? Herhalde öyledir dedi; konuşan kâmil manada yaşamıyor,yaşayan dile dökemiyor!..

***

Bürosuna döndü. Netten görüştüğü, fikirlerini paylaştığı biri mail atmıştı:
-Bir gün şöyle otursak, fikirlerinizi paylaşsak bir çay içimi olur mu, diye soruyordu.

Cevap yazdı:
-Sakın kardeşim!.. Sakın haaa!… Beni tanımanı hiç önermem. Sen beni netten takip et ki; hayalindeki suretim yıkılmasın. Böylesi daha iyi. Benim yaşadığım yıkımı senin yaşamana gönlüm el vermiyor!… Selamlar…

***

Sonra takvim yapraklarına döndü. Her gün orada yer alan sözlerin kendisine özel mesaj içerdiğini varsayardı. Günün sözünü okudu. Bir düşünür şöyle diyordu:

“Baharı koklamak için dallara tutunmayınız. Kırılır elinizde kalır.Siz ağaca sarılın, ağaçların kökü sağlamdır!…”

Dallar, çiçekler güzeldi ama tutunacak kadar güçlü değildiler.
İlim ağacına sarılacak, alim dallarına tutunmayacaktı.
Hakikate bağlanacak, yolculara asılmayacaktı.
Hakkı sevenleri sevecek, ama sadece Hakka bağlanacaktı.
Kur’an sevdalılarından yararlanacak, fakat biricik sevdası Kur’an olacaktı.
Hakikat önderlerini Rasül bilecek, ama Rasülullah’ın mevkii hep özel olacaktı.

Beşerdi hepsi. Beşer şaşardı. İnsandı sonuçta. Bu da gayet normaldi.

Yaşamak;ilmiyle amel etmek neydi madem? Çay tepsisi ile giderken çelme atana şefkatle muamele etmek miydi? Kaç kişi yapabilirdi ki bunu? İlmi-unvanı olmayan o ihtiyarın yüzündeki nur neydi öyleyse?..

Yaşamak; yalan mıydı? Meczup biri geldi aklına.

”Hayat zaten rüya, oyuncularda gerçek mi ararsın? Komik, çok komik!..” demişti. Rüyada gerçeği aramak, nasıl işse!?..

Beyni zonkladı düşünmekten. Çaresiz; şu beyitteki manaya teslim oldu:
“Ta ezelde yazıldı bu piyes/Oyna rolünü sesini kes!”

Mehmet DOĞRAMACI