YANAN DEDE

A+
A-

YANAN DEDE: İMAN ALEVİNİ YÜREĞİNDE TAŞIYAN ADAM

İnanmanın tadını gel de onu fark edende gör. O zaman anlarsın, aşk nedir, teslimiyet nedir, yanmak nedir? O zaman kucaklar kainat birden seni. Dünyaya sahip olmak istersen o seni peşinden koşturur durur. Bir dolap beygiri gibi neye koştuğunu, nereye koştuğunu bilmeden döner durursun. Ama ona arkanı dön de gör bir kere yaşamanın tadını…”

Bir ruhban okulunda ders veren, Türkçe dersi veren Diyamandi böyle diyordu öğrencilerine. Öğrenci ne bilsin, nereden bilsin karşılarındaki şahsın iki ayı kimlikle evinde, sokakta ve okulda dolaşıp durduğunu… Adı Diyamandi idi. Herkes, hatta eşi ve kızı da onu Kayserili İplik Tüccarı Yuvan ustanın oğlu diye biliyordu. Rum’du, Hıristiyan’dı. Kanun gereği ruhban okulunda Türkçe dersini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı verecekti. Aranan, Türk Vatandaşı olmaktı. Rum olmuş, Hıristiyan olmuş o kimseyi ilgilendirmiyordu. Ruhban okulu kendini şanslı görüyordu bu yüzden. Çünkü ders veren kendilerinden biriydi. Dönemin iktidarı da kendini talihli sayıyordu. Rum görünen bu adam, ayağından başına kadar, Türk kimliğine sahip olduğuna inanan birisiydi. Kendi soyunu sopunu araştırmak için yollara düşmüş ve bunu da başarmıştı. Niğde’nin Bor ilçesindeki Halil Nuri Kütüphanesinde Şer’iyye sicillerini inceleyerek atalarının şeceresine ulaşmış ve Türk olduğunun belgesini bulmuştu: Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelen Karaman Türklerindendi. Ataları Kayseri’ye yerleşmiş, burada Hıristiyanlaşarak öylece kalmışlardı. Bunu öğrenmişti, içi rahattı, ama onu da gizli tutuyordu.

Daha İdadi (Lise) öğrencisi iken Mevlana’yı tanımış, ona aşık olmuş, ona bağlanıp o yolla İslam’a ulaşmıştı. İnanmış iyi bir Müslüman’dı ama onu da gizli tutuyordu.

Hukuk mektebini okumuştu. Önce Osmanlı döneminde Gassam (Miras) dairesinde avukatlık görevi almış, sonra bunu bırakarak öğretmenliğe geçmişti.

Aslında onun bütün sırları, bu geçiş koridorunda saklıdır. Niye avukatlık gibi dönemin en cazip mesleğinde para kazanmaz da gider azınlık okullarında, yabancıların okullarında “Türkçe Öğretmenliği” yapar?.. Bunu kimseye açıklamamıştır. Ülkesine, insanına karşı duyarlılığın bir bedeli gerekiyorsa, onu vermenin erdemine sahip birisiydi. Kimseyle de bölüşmedi bu fedakarlığını. Sadece bir öğrencisine yazdığı bir mektubunda buna işaret eder ve “Benim orada öğretmenlik yapmamın asıl sebebi ülkemin geleceği içindir!” der. Daha açık söylemiyor ama anlaşılan Rum kimliği ile Türk milletine hizmet etmenin ağır yükünü omuzlamıştır. Böylece milletine ve devletine kırk yıla yakın hizmet eder. Sonra vaktin geldiğini düşünür ve bu iki şahsiyetli olmaktan sıyrılmaya karar verir. Aslında o başından beri tek kimlikliydi ama öbür sun’i kimlik de yakasından düşmeliydi artık.

Diyamandi, 1942 Yılında Müslümanlığını açıklayıp “Mehmet Abdülkadir” adını alarak yeni bir hayata yönelince, önce bir kaos çemberinden geçer: Müslümanlığını açıkladığı günü, Fener Rum Patrikhanesi, evine adamlarını gönderir. Bir papaz kızı olan eşine, Mehmet Abdülkadir’i eve almamaları talimatını verir. 15 Şubat akşamı eve gelip kapılar yüzüne kapatılınca, kendi ifadesiyle “Evinden çıkar Selamsız yokuşunda birkaç paket kitabıyla o soğuk kış gecesinde İstanbul’un yarı karanlık sokaklarında yalnız başına kalıverir ortada…”

Kolay mıydı? 13 yaşında İslam’ı tanıyacak, ama onu tam 42 yıl içinde saklamak zorunda kalacaktı. İçiyle Türk dışıyla Rum, içiyle Müslüman dışıyla Hıristiyan. İçiyle Mevlevi dışıyla öğretmen: Ezan okunur, eşi ve kızı görmesin diye kapısını sıkı sıkıya kilitleyip namazını kılar. Ramazan gelir, sahursuz oruç tutar, akşam yemeklerini hep dışarıda yer. Kahvaltısı getirilice pencereyi açar sütü ya da çayı dışarı döker, ekmekleri doğrayıp kuşlara serper…

Kendisine hem özel de, hem de genele farklı roller verilmiş bir adamdır Mehmet Abdülkadir. Ama rolünü kusursuz oynar. Hiç ipleri birbirine dolaştırmaz. Günü gelir bunun mükafatını görür. Çileli bir başlangıç da yapsa, Müslüman olduktan sonraki hayatı düzene girer. Daha sakin, teslimiyet içinde, huşu halinde bir ömür sürer.

Artık Mevlana’nın peşindedir, Konya yollarındadır. Mevlana ile Allah’a ve Resulüne ulaştığı için ona şükran borcunu ödemek için hep dergahının etrafında dolanır. Bir ayağı İstanbul’da öbürü Konya’dadır.

Diyamandi’den kaynaklanan bir ad verilmiştir ona: Öğrencilik döneminde öğretmenleri ona “Yamandi molla” demektedirler. Hayata atılır, “Yamandi Efendi” olur. Yaşı ilerler “Yamandi’nin ‘di’sini atarlar. Geride “Yaman” kalır. Mevlevi olduğu için de “Dede’yi eklerler böylece “Yaman Dede” çıkar ortaya. Ama o bunu bir türlü kabullenemez: “Bana, ‘Yanan Dede’ veya ‘Yanar Dede’ deyiniz lütfen. Ben Yaman adam değilim. Yanan adamım ben…” Oturur yanmayı istediği Münacaatı’nı yazar:

Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma;

Ruhumda Yanan âteşe, nîrânıma bakma;

Hiç sönmeyecek aşkıma, îmânıma bakma;

Ağlatma da yak, hâl-i perişânıma bakma.

Ağlatma ki âlâmımı tahfîfe de başlar;

Ağlatma, serinletmededir bağrımı yaşlar;

Rahmetme sakın, gerçi dayanmaz buna yaşlar;

Ağlatma da yak, hâl-ı perişanıma bakma.

Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın;

Âteşle yaşar, yaşla değil, yâresi aşkın;

Yanmaktır, efendim, biricik çâresi aşkın;

Ağlatma da yak, hâl-i perişanıma bakma…

METİNDE GEÇEN KELİMELER:

Efgân: Feryat, Nirân: Ateş, Cehennem, Âlâm: Elemler, Üzüntüler, Tahfif: Hafifletme, Zerre: En küçük parça, Yâre: Yara, Rahmetmek: Acımak”

İşte bu alevdir ki, onun yüreğinde ölesiye kadar bir iman meşalesi gibi yanıp durmuştur.

Kur’an okunurken, Allah ve Resulü anılırken ağlayan, Mehmet Abdülkadir, soyadı Kanunundan sonra Keçeoğlu’nu benimsedi. Müslüman kimliği ve adıyla yirmi yıl boyunca, hizmetine ara vermeden devam etti.   Çok sayıda talebe yetiştirdi. Talebelerine bilgiden önce imanı ve aşkı öğretti. Sevmenin bedeline hazırlıklı olma fedakarlığını öğretti…Onun imanı tahkiki idi, taklidi değildi. Tutuşması, yanması da bu yüzdendi… Onun sohbetleri bir aşk bahçesidir. Onun talebelerine mektupları, ömür boyu saklanacak birer gönül çiçeğidir. Mektuplarında uyarır, ısrar eder hatta yalvarır… Zor kazanılan ama hemen kaybedilmesi mümkün olan imanı muhafaza için birer öğüt buketidir…

Yanan Dede, sağlam bir iman, derin bir vecd, kararlı bir irade ile 1887’de Kayseri’nin Talas ilçesinde doğarak başladığı hayat yolculuğunu 3 Mayıs 1962’de İstanbul’da tamamladı…O bağlandığı, sevdiği, uğruna her türlü çileyi göğüslediği Rabbine ulaşırken, azığında geçmişin o mücadeleli ama onurlu hayatının dükümü ile dostları götürüp ebedî istirahatgahına koydular. Bize bıraktığı en iyi miraslarından birisi de “Dahilek Ya Resülallah” isimli Nât’ı oldu. Bu Nâtında da “Yanmak” bir teslimiyet işareti olarak ön plana çıkar. Mevlana “Hamdım, piştim, yandım” der. Yanan Dede de, dünyaya Hıristiyan bir aileden ham olarak geldi, sonra hayatın farkına vardı: Kırk iki yıl boyunca pişti. Daha sonra da, Müslüman oldu bir gönül alevi içinde yaşayıp ve sonsuza yürüdü. Ruhu şâd olsun. Sözü yine biz yine ona bırakalım:

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resûlallah!

Nasıl bilmem bu nirana dayandım yâ Resûlallah!

Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resûlallah!

Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah.

Yanar kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen,

Muazzam bir sehâsın sen, dilersen rûnümâ’sın sen,

Habîb-i Kibriyâsın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen

Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah.

Gül açmaz, çağlayan akmaz, ilâhi nûrun olmazsa,

Söner âlem, nefes kalmaz felek manzûrun olmazsa,

Firâk ağlar, visâl ağlar ezel mesrûrun olmazsa,

Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah,

Erir canlar o gülbûy-i revanbâhşın hevâsından;

Güneş titrer, yanar, dîdarının, bak, ihtirâsından;

Perîşan bir niyâz inler hayâtın müntehâsından;

Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah.

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam;

Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam;

Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam;

Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah.

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek,

Nasib olmaz mı Sultânım Haremgâhında cân vermek,

Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek;

Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah.

Boyun büktüm, perişânım, bu derdin sende tedbîri;

Lebim kavruldu aşkından, döner pâyinde tezkiri;

Ne dem gönlün murad eylerse taltif eyle (kıtmîr)i;

Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallah.

METİNDE GEÇEN KELİMELER:

Dâhilek: Yalvarırım, Sana sığınırım, Hûn: Kan, Nîrân:   Nar, Cehennem ateşi, Şevk: Şiddetle arzu etme, Ezel: Başlangıcı olmayan, Bezminde:Konuşma meclisinde, Figan: Istırap ile inleme, Bağırma, Cemal: Yüz güzelliği, Devâ: İlaç, çare, Ferahnak: Sevinç, Seha: Cömert, Rünuma: Yüz gösteren, Meydana çıkan, Felek: Gökyüzü, Habib-i Kibriyâ: Allah’ın Sevgilisi, Firâk: Ayrılık, Visâl: Kavuşma. Manzûr: Görülen, Bakılan. Mesrûr: Sevinç. Gülbûy-i Revanbaş Can bağışlayan gül kokusu. Dîdar: Yüz, Çehre, Mütnhtehâ: Son bulma, Sona erme, Umman: Okyanus, Deniz, Masseylesem: Emsem, Râh: Yol, Haremgâh: Hz. Peygamber’in kabri. Âsân: Kolay, Leb: dudak, Pay: Ayak, Tezkî: Hatırlama, Taltif; İltifat et, Atşından: Susuzluğundan, Kıtmîr: Ashab-ı Kehf’in köpeğinin adı.”