Yağmura, Rüzgâra ve Şehre Dair

A+
A-

Yağmura, Rüzgâra ve Şehre Dair

Babaların bir de servisçilik görevi var. Sabahleyin oğlanı dershaneye bırakmak, kızı kursa götürmek lazım. Gelirken hanımın siparişlerini de marketten almayı unutmamalı. Servis görevi bitip eve dönünce günlük gazetelere bakılacak, okunacak yazılar okunacak, belki kahvaltı yapılacak, ama öğle saatinde çocukları yeniden alınacak.

İşte şehir hayatı… Siz buna modern hayat deyin. Ne derseniz deyin; ama şunu görüyorsunuz, belirli bir yaşa değin, en azından hafta sonları da olsa, toprağa dokunmaya, kırlara çıkmaya, hayatın başka alanlarına el etmeye ve tabii güzellikleri seyretmeye imkân yok.

Çocuklar için de durum aynı. Zavallı yavrucaklar; sabah akşam ders, test, bilgisayar oyunları ve tivinin sihirli ekranına esir. Oysa çocukluk, tabiat demektir. Safiyet demektir. Doğallık demektir. Çıkıp koşacak, kır çiçeklerine dokunacak, yeni yeni maceralara koşacak, düşecek, kalkacak ve yeni tatlar keşfedecek, yeni kitaplar okuyacak, yeni şiirler ezberleyecek… Ah, nerede? Yavrucaklar adına üzülüyorum. Bırak bunları, rahat rahat uyuyamıyorlar bile. Hep bir yarışın içinde, oradan oraya savruluyor, sahte sevinçlerle tatmin oluyorlar.

Sabah oğlumu dershaneye bırakırken kendi kendime bunları konuşuyordum. Bozulan insan doğasını, hep kazanmaya, hep “başarmaya” odaklı yeni insan modelini düşünüyordum. Şehri, şehir insanını, şehre tutunmayı düşünüyordum… Çocuğu bıraktım. Hanımın bugün şükürler olsun yeni bir siparişi yoktu, bendeniz de eve gitmek yerine, yazımı yazayım düşüncesiyle ofise geçmeye karar verdim.

Dönüş yolunda yağmur yağmaya başladı. Şehrin sabahında, daha pek çok insan sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken, yağmur sokakları, caddeleri, evlerin bahçelerini ıslatmaya başladı. Sokakta birkaç kişi var; belli ki yağmura hazırlıklı değiller, ellerinde şemsiyeleri yok, oradan oraya kaçışmaya, korunacak bir yer aramaya başladılar. Oysa ben, sanki yitiğini bulmuş gibiyim. Yavaşladım. Sanki arabanın içinde olmama rağmen yağmurun altında ıslanıyormuşum gibi… Önce radyoyu kapattım. Yağmur sesini dinledim. Yol sakin. Birkaç araba var sokakta. Onlar telaşlılar. Muhtemelen esnaf olmalılar, biran önce gidip dükkânlarını açacaklar. Yağmurun şehrimize, telaşla oradan oraya koşuşan şu insanlara, acele acele iş yerini açmak için gidenlere bereket getirmesini istedim. Dualar ettim…

Yağmur sesi ve dua… Ne kadar güzel. Yağmur safiyettir, berekettir, rahmettir. İnanıyorum ki, şu anda yaptığım dualar da birer birer kabul makamındadır. Daha da yavaşlıyorum. Fakültenin bahçesine geldiğimde, arabayı park ettim, ama inmedim. Kulağım yağmur sesinde, gönlüm çocukluğumun yağmurlarında. Yağmur sonrası toprağın kokusu hatırıma geldi. Yağmur sesine karışan rüzgarın sesi ve ağaçların birbirine değen yapraklarının hışırtısı… İşte oracıkta bir köşeye çekilmiş, ıslanmamak için kendine muhkem bir yer bulmuş ve yağan yağmuru seyreden kediciği gördüm. Ne kadar memnun ve mesrur duruyor. Sanki sevgilinin gözlerine takılı kalmış aşığın bakışları gibi… Öyle sakin, öyle dingin, öyle içten bir seyrediş. Bu kediciği daha önce görmemiştim. Belki görmüştüm de fark edememiştim.

Yağmur şehrin sokaklarını caddelerindeki tozları temizlerken gözlerimizi de temizliyor. Çevremizin farkına varıyoruz. Orada duran kediciği görüyoruz. Çıksak şimdi arabamızdan, bahçede biraz dolaşsak, biraz ıslansak kim bilir daha neler göreceğiz. Neredeyse bir ömür geçirdiğimiz şu bahçede, her gün gelip geçtiğimiz şu yolda, arabamızı bıraktığımız şu parkta daha nelerin, nelerin farkında değiliz. Modern hayat, insanı körleştiriyor olmalı. Hep bir telaş, hep bir koşturmaca, hep… Oysa şehir, hayatı zenginleştirmeli, farklılıkları göstermeli, farklı olanı hissettirmeli, onu anlamamızı ve onunla empati kurmamızı bize öğretmeli. Fakat olmuyor. Modern şehirlerde insanlar, değil farklı olanı görmeyi ve anlamayı, çoğu kere kendinin de farkına varamıyor. Bir ömür gelip geçiyor.

Yağmur gittikçe yavaşladı, sakinleşti. Yağmur sesi yerini rüzgârın sesine bıraktı. Kedicik bulunduğu yeri terk etti. Ben yağmurun çağrıştırdığı güzel hayallerle birlikte arabadan çıktım… Fakülteye odama geldim. Penceremin panjurlarını çektim, bahçedeki rüzgârın kollarına kendini teslim etmiş çam ağaçlarını ve zakkumları seyrettim. Sonra yazı vazifemi yapmak için bilgisayarımın başına geçtim.

Önce internetten bir gazetelere bakayım, dedim. Tabiattan, yağmurdan, insandan, şehrin tarihinden ve değerlerinden kopuk haberleri görünce… Her şeyi, ama her şeyi siyasetin çatışma konusu yapan ve tüketen şovmenlere ilişkin haberleri görünce, bunları en azından hemen şimdi okumamak için açtığım sayfayı kapattım. Çocukluğumun yağmurlu günlerine sığınıp bir türkü tutturdum: “Gönül dağı yağmur yağmur…”

Prof. Dr. Bilal Kemikli

bkemikli@gmail.com