Vuslat Şairi

A+
A-

Vuslat Şairi

Yakup Şafak

“Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret; güneşe, aya, batmadan ne ziyan gelir ki?

Sana batmak görünür amma doğmaktır o; mezar, hapis gibi görünür amma canın kurtuluşudur o.

Hangi tohum, yere ekildi de bitmedi; neden insan tohumu için de böyle düşünmüyorsun?”

Mevlâna Muhammed Celâleddîn-i Rûmî 1207’de bugünkü Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Belh şehrinde doğdu. (Mevlâna kelimesi, o zamanlar büyük âlimler için kullanılan bir saygı ifadesidir ve “Efendimiz” manasına gelir. Rûmî, Anadolulu demektir.) Babası, “Bilginler Sultanı” diye anılan Bahâeddin Veled, annesi Mü’mine Hatun soylu ve seçkin ailelere mensuptu. Mevlâna küçük yaşta iken ailesi, o zamanlar Moğol istilâsı karşısında bir sükûn beldesi olan Anadolu’ya göç etti. Selçuklu Sultanı I. Alâaddin Keykubat’ın daveti üzerine 1229 yılında Konya’ya yerleştiler.

Bahâeddin Veled, ardında hayatının en değerli meyvesi olan genç Celâleddin’i Türk ve İslâm dünyasına armağan bırakarak 1231 yılında ebediyete intikal etti. Onun vefatından sonra kıymetli halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî, Celâleddin Muhammed’in zâhirî ve bâtınî ilimlerde eğitimini tamamlama görevini üstlenmiş, bu aziz yâdigâra 9 yıl gereği gibi mürşidlik ederek o da 1240 senesinde bekâ âlemine göçmüştü.

Güneşe batmadan ne ziyan gelir?

Celâleddîn-i Rûmî, bu tarihten itibaren Konya’da dinî ilimleri öğretmeye ve halkı irşad etmeye başladı. Pek çok öğrencisi vardı. Özellikle fıkıh ve hadis ilimlerinde yüksek bir mertebeye erişmişti; fetva makamında bulunuyordu. Şöhreti her tarafa yayılmış ve müridleri çoğalmıştı. Ancak manevî alanda sürekli ilerlemeyi arzulayan ve bunun için mâna adamlarının peşinde olan bu yüce insan, nihayet aradığını Şems-i Tebrîzî isimli büyük ârifte bulmuştu. 1244 yılında Şems adında bu tuhaf halli gezgin dervişin Konya’ya gelip Mevlâna ile görüşmesinden sonra o, tasavvufta aşk ve cezbe yoluna girdi. Aldığı örnek eğitimin, edindiği sağlam ve esaslı ilimlerin üzerine; olağanüstü zekâsı, müstesnâ kâbiliyeti, yüksek ruhu, engin gönlü ve dinmek bilmeyen aşkı inşâ olmuştu. Şems’in, kendisini çekemeyenlerce öldürülmesi yahut Konya’dan kaçması üzerine büyük üzüntüler yaşadı. Şiir ve mûsikîye yönelip bunlarda tesellî aradı. Daha sonra eski müritlerinden Selâhaddîn-i Zerkûb’u, onun 1258’de ölümü üzerine Hüsâmeddin Çelebi’yi kendisine arkadaş ve halife edindi. Hüsâmeddin Çelebi’nin ricasıyla toplantılarda okunmak üzere, seneler süren bir zaman içerisinde ölümsüz şaheseri Mesnevî’yi kendisine yazdırdı. Bütün bir ömrü aşk, ıstırap ve mücadelelerle geçen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bedeni yorgun düşmüştü. Son zamanları hastalıklarla geçiyordu. Nihayet 17 Aralık 1273 Pazar günü gurub vakti ezelî ve ebedî sevgilisine kavuştu. (Mevlevîler bu geceyi “Şeb-i Arûs” yani düğün gecesi olarak adlandırırlar.) Cenazesi, büyük küçük herkesin, hatta Müslüman olmayan kimselerin iştirakiyle ebedî yolculuğa uğurlandı.

Kendisini “Vuslat şairi” olarak nitelendiren ve “Ben o padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. Fermanımın yazısı ebedîliktir.” “Canı sen aldıktan sonra ölüm şeker gibidir. Seninle olduktan sonra ölmek, tatlı candan da tatlıdır bize.” diyen Mevlâna’ya göre ölüm, ikinci bir doğuştu. Hastalığı esnasında ziyaretine gelip şifalar dileyen Şeyh Sadreddin’e şöyle cevap vermişti: “Âşıkla maşuk arasında zardan bir gömlek kaldı. Nûrun nûra kavuşmasını istemez misiniz?” Her vuslat yıldönümünde kendisini rahmet ve minnetle andığımız; ulusal ve uluslararası düzeyde hakkında toplantılar düzenleyip engin fikirlerinden istifade ettiğimiz büyük mürşid, ölümle ilgili düşüncelerini bir gazelinde şöyle dile getirir:

“Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı bende bu dünyanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir şüpheye düşme. / Benim için ağlama, “yazık yazık!” deme; şeytanın ayranına düşer, düzenine kapılırsan yazık olur, yazık yazık demenin sırası gelir. / Cenazemi görünce “ah ayrılık, ayrılık!” demeye kalkışma; kavuşup buluşmam o zamandır benim. / Beni kabre indirip bırakınca “elvedâ, elvedâ!” deme; çünkü kabir, can topluluğunun bir perdesidir. / Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret; güneşe, aya, batmadan ne ziyan gelir ki? / Sana batmak görünür amma doğmaktır o; mezar, hapis gibi görünür amma canın kurtuluşudur o. / Hangi tohum, yere ekildi de bitmedi; neden insan tohumu için de böyle düşünmüyorsun? /Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı; can Yusuf’u, ne diye kuyudan feryâd etsin? / Bu yanda ağzını yumdun mu aç o yanda; artık senin hay huyun, mekânsızlık âleminin havalarındadır.” (Dîvân-ı Kebîr, 3/169)

Dinî sahada çok iyi bir eğitim görmüş ve tasavvuf terbiyesi almış olan Mevlâna, özellikle Şems-i Tebrîzî ile buluşmasından sonraki hayatı, fikirleri ve getirdiği yeniliklerle tarih boyunca pek çok kimseyi etkilemiş, Müslüman toplumların kültür hayatında derin izler bırakmıştır. Aşk coşkusu ve ayrılık ıstırabıyla geçen bir ömrün sonunda o, insanlık âlemine tasavvufî öğretinin en güzel biçimde işlendiği, ilâhi aşkın en güzel şekilde terennüm edildiği eserlerini bırakmıştır. 26 bin beyte yaklaşan Mesnevi’si, daha müellifi hayattayken büyük bir rağbete mazhar olmuştur. 40 bin beyti aşan Dîvân-ı Kebîr’i âşık bir ruhun en samimi ve en coşkun örneklerini taşır. Bu devâsa eser de asırlarca şairlerin ve gönül adamlarının ilham kaynağı olmuştur. Fîhi mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbat adlı diğer eserleri de Mevlâna’nın fikirlerini açık ve berrak şekilde bizlere sunar.

Mevlânâ’nın değerini bilmek…

Kültür ve medeniyetimizi yoğuran aslî değerleri ifadede Hz. Mevlâna’nın önemi büyüktür. Asırlardır çağlayan bu gür sadâ, bugün artık hislerimizin tercümanı olarak bizim dünyaya yayılan sesimizdir. O, İslâmiyet’in güler yüzünü ve vizyonunu temsil eden, gönüllerde taht kurmuş büyük önderlerimizden biridir. Engin dehâsı, derin fikirleri, gerçekçiliği, yüksek şahsiyeti, eşsiz sevgi ve hoşgörüsüyle asırlarca insanları etkilemiş ve aydınlatmış olan Mevlâna, bugün artık, her gün biraz daha şiddete, çatışmaya ve çözümsüzlüğe doğru giden dünyamızda, bütün insanlığa düşünceleriyle ışık tutmakta ve manevî önderliğini sürdürmektedir. Millet olarak böyle değerli bir düşünüre, bir eğitimci ve gönül adamına sahip olmak, kuşkusuz büyük bir onur vesilesidir. O nedenle Hz. Mevlâna’nın 800. doğum yıldönümünü, lâyık olduğu şekilde kutlamak, UNESCO’nun kadirbilirlikle bizlere sunduğu bu altın fırsatı değerlendirmek ve kutlama yapacak diğer ülkelere de yardımcı olmak, millet olarak üzerimize düşen kaçınılmaz bir ödevdir.