Seneler önceydi. Ya bir şeyler araştırıyordum ya da kitapları karıştırıyordum. Arşî’nin tezkirelerde tesadüf ettiğim;
“Yatma uyan etme ziyân
Vakt-i seher kum kum kum
Tâ olasın vâkıf-ı cân
Vakt-i seher kum kum kum”
dörtlüğü ile başlayan şiiri dikkatimi çekmişti. Daha sonra “kalk” anlamındaki “kum” redifli birçok şiire daha tesadüf ettim. Özellikle mutasavvıf şâirlerin seher vakti uyanık olmaya çok dikkat ettiklerini bu vesileyle bir kez daha öğrendim.
Ol zaman rızka manidir uyku
Somuncu Baba’yı da duymuşsunuzdur. Aksaraylı Şeyh Hamiddîn Efendi’ye mesleğinden dolaylı “Somuncu Baba” lakabı verilir. Bu melâmî-meşrep ârif ve âlim şeyh, Hacı Bayram Velî’mizin de mürşididir. Bursa Ulu Camii’nin açılışında Fatiha suresini yedi farklı şekilde tefsir edince cami cemaati onun ne büyük bir âlim ve Allah dostu olduğunu anlar. Sırrı fâş olunca Bursa’dan sessizce ayrılan bu büyük âlim ve ârif şeyhe ait olduğu söylenen ve ilk dinlediğim andan itibaren unutmadığım bir dörtlüğü var:
“Alemin her neşeli sabahında,
Göz açandan gider bütün korku,
Her seher feyz-i Hak olur taksîm,
Ol zaman rızka mânidir uyku.”
Bu dörtlüğün kime ait olduğu biraz şüpheli. Bir manzum kırk hadis tercümesinde, “Sabah uykusu rızka engel olur” mealindeki hadisin Farsça manzum tercümesinin Türkçe tercümesi olarak gördüm. Dolayısıyla şairinin kim olduğunu kesin olarak bilmiyorum. Belki bir himmet sahibi çıkıverir de bize doğrusunu söyler. Neyse, konumuza dönelim.
Sabah uykusu rızka engel olur
Hadis-i şerifte geçen rızık iki türlüdür. Biri bu dünyaya ait olan rızk-ı maddî. Diğeri ise rızk-ı ma’nevî. Bu inanç ile işine gücüne sabah erkenden gidenlerin günlerinin daha bereketli olacağına inancımız tam. Ama biz meselenin diğer yönüne, rızk-ı manevi kısmına bakacağız. Çünkü her seher kâinât, âdetâ yeniden yaratılır. Uyku yarı ölüm ise bizim her uyanışımız da yeniden doğuşumuz değil midir? Her gece ölüp her sabah dirilmiyor muyuz? Yeniden diriliyor isek, her sabah da bizim için yeni bir hayat olmaz mı? Böyle düşünenler ümitsiz olur mu? Allah’tan ümit kesilmez, sözünün altında da bu hakikatin yattığına kuşku yok.
Dervişler her gün yeniden yaratılan dünyayı, seher vakti uyanıp bir cümbüşü izler gibi seyredip zevk ederler. Esrar Dede;
“Seherde seyre geldi bâğa cânân
Neler seyreyledi bîdâr olanlar”
derken, sevgilinin bağa seher vakti geldiğini ve uyanık olanların ise onu seyrettiğini söylerken kastettiği böyle bir şey değil midir? Burada geçen cânân Allah, bağ ise bu dünya olmakta. Bîdâr olanlar, Hakk’ın birliğini hakka’l-yakîn bilen ehl-i tevhîddir. Hakka’l-yakîn sahiplerinin her sabah ne âlemlere daldıklarını varın siz düşünün.
Bursalı Hüseyin Rıf’at Efendi biz sıradan kulları unutmamış, seher vaktinin rahmet ve ihsan vakti olduğunu hatırlatan şu beyti terennüm etmiş;
“Seherler dâimâ vakt-i safâ-yı ehl-i irfândır
Seherler vakt-i rahmettir, seherler vakt-i ihsandır”
Seher vaktinin nasıl rahmet ve ihsan vakti olduğunun müşahhas bir örneğini İsmail Kara’dan (Dağ Ne Kadar Yüce Olsa: İstanbul: Dergah Yayınları; 2020, s. 151) nakledelim.
“Yaz aylarına gelen bir ramazandı. Sıcak ve uzun günler… Yayla yaptırmakta olan komşumuz, mahallenin kadınlarını ve kızlarını tahta taşımaya çağırdı. Yayla tahtası hem kalın hem de uzun olduğu için her kadın taşıyamaz. Yaylanın keresteleri de öyledir; güçlü, kuvvetli ve dayanıklı erkek ister.
Ramazan olduğu için sahuru biraz erken yapıp güneşe yakalanmadan dağı devirerek gideceğimiz yere varmalıydık. Yaklaşık iki saatlik bir mesafede.
Sahuru yaptık ve yola çıktık. Önde erkekler, arkalarında otuz civarında kadın. Gürgenler, çamlar, kestaneler ve fundalıklarla çevrili orman yoluna girdik. Bildiğin patika yol. Ay ışığının aydınlığında yokuş yukarı gidiyorduk. Taşların arasından dökülen soğuk ve tatlı sulardan birine yaklaştığımızda beraber gittiğimiz yaşlı hala benimle bir arkadaşımı geri çekerek “onlar gitsin, biz burada namazımızı kılalım.” Dedi. Yavaşladık ve suyun başına geldiğimizde oturduk. Hala abdestini aldı. Biz almaya başlamıştık ki ortalık birden kıpkırmızı kesildi. Aman Allah’ım! Ateşin içine düşmüştük. Orman, dağlar, taşlar yanıyor gibiydi. Şaşkınlık içinde halanın sesini duyduk. Kızlar! Gök kapısını açıldı, hemen duanızı yapın. Onun baktığı tarafa doğru baktık. Ethone köyünün üstünde, göğün bir noktasında narın ikiye ayrılması gibi kor halinde bir yer gördük. Şaşkın ve heyecanlı idik, kapı da kapanmaya başlamış gibiydi.
Hala içten gelen bir iniltiyle duâsını tekrarlıyordu. Ya Rabbî! Günahlarımı affeyle. Cennetine koy beni!.. Yanındaki gelinin yıllardır erkek çocuğu olmuyordu, o da bir erkek evlat istedi. Ben bekardım, helal süt emmiş ve “okumuş” birinin kısmetime düşmesi için sessizce yalvardım.
Bunları yapana kadar gök kapısı da kapanıverdi. Kendimizi toparladık, abdestlerimizi aldık, namazlarımızı kıldık. Yola koyulurken hala bizi uyardı: Gök kapısını görmek bir kısmettir kızım, herkese nasip olmaz, herkese de anlatılmaz. Onun için yetişeceğimiz kadınlar söz açmazsa siz de bir şey söylemeyin, belki de onlar görmemiştir. Gerçekten 100-200 metre önümüzdeki kalabalık bir şey görmemişti.”
Dualar kabul olur, gelinin oğlu olur ve genç kıza da bir okumuş adam talip olur. Bu vakitte edilen duanın bereketiyle okumuş bir adamla yapılan evlilikten, yazdıkları eserler olmasa, alanlarında büyük boşluk olacak olan ve Türk ilim hayatına büyük iz bırakmış Mustafa ve İsmail Kara hocalarımız dünyaya gelir.
Ne diyelim, Cenab-ı Mevlâ bizi, feyz-i Hakk’ın taksim edildiği seherleri, vakt-i rahmet ve vakt-i ihsân bilip üzerine güneş doğmayan kulları arasına idhal buyursun. Âmin
İsmail Güleç