“Vahdet Dükkânı”

A+
A-

“Vahdet Dükkânı”

Dr. Sâfi Arpaguş*

Mesnevî’miz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur.”73

Her beyti kendi arasında kāfiyeli, aynı vezinle yazılmış manzum eserlerin genel adı “Mesnevî”dir. Ancak Mevlânâ’nın eserinden sonra bu ifâde ile akla ilk gelen eser Mevlânâ’nın Mesnevî’si olmuştur. Eser, Mevlânâ’nın halîfesi Çelebi Hüsâmeddin’in ısrârı ve isteği üzerine yazılmıştır. Rivâyete göre; Çelebi Hüsâmeddin, Hakim Senâî ve Ferîdüddîn Attar’ın eserlerinin büyük şöhret bulduğunu, insanların bu eserleri ellerinden düşürmediklerini, müridlerin irşâdı için böyle bir eserin gerekliliğini ifâde etmiş, Hz. Mevlânâ’dan böyle bir eser yazmasını istemiştir. Eserin yazılışı yaklaşık olarak 12601267 yıllarına tekābül etmektedir.

Mesnevî, bir gönül mürebbîsi olan Mevlânâ’nın insanlara sevgiyi, gerçek aşkı, örnek insan olmayı öğreten ve güzel ahlâk, dürüstlük, cömertlik, çalışmak, alçak gönüllülük, sabır, iyilik etmek, başkalarının iyiliğini istemek, doğru sözlü olmak, helâl lokma yemek, Hakk’a şükretmek ve ibâdet gibi konuların önemini anlatan tasavvufî ve tâlîmî bir eserdir. Temelde kaynağını Kur’ânı Kerîm ve hadîsi şerifler oluşturmaktadır. Mesnevî’ye “Mağzı Kur’ân” denilmesi de bu sebepledir. Eserde yüzlerce hikâye mevcuttur. Mesnevî’deki her hikâyenin bir âyet ya da hadîsi açıklamak için örnek olarak verildiği görülür. Mesnevî’de tefsir ve hadis yanında; fıkıh, kelâm, târih, tıp gibi ilimlere âit konular, zamânın örf ve âdetleri de yer almaktadır. Hikâyeler; Kelîle ve Dimne, Ferîdüddin Attâr’ın Esrarnâme ve İlâhînâme’si, Sâlebî’nin Kısasü’lEnbiyâ’sı Gazzâlî’nin İhyâü Ulûmiddîn’i ve Şemsi Tebrizî’nin Makālât’ı gibi eserlerden alınmıştır.74 Mevlânâ rûhî ve mânevî bunalımlarla çalkalanan ruhları irşad için insanlığa, asırlardır sevgiyi, dostluğu ve kardeşliği anlatma gayretinde olmuştur. Tabiî ki onun bu gayretinde eşsiz eseri Mesnevî’nin önemli bir yeri vardır. Bu sebeple Mevlânâ, insanları Mesnevî’ye çağırmaktadır:

Ey mânevî denize susamış olan, Mesnevî’den tarafa gel!

Ondan yana gel ki, her an Mesnevî de sâdece bir mânâ denizi görürsün”75 Menâkıbü’lÂrifîn müellifi Ahmed Eflâkî’nin de rivâyet ettiği üzere Mevlânâ Mesnevî’nin taşıdığı değer ve bugün ulaştığı noktaya asırlar öncesinden işâret etmektedir:

Bu mânâ (Mesnevî); güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar bütün dünyâyı kaplayacaktır. Hiçbir mahfil veya meclis olmayacak ki orada bu sözler okunmuş olmasın. Hattâ o dereceye kadar ki, mâbetlerde, zevk ü safâ yerlerinde okunacak, bütün milletler bu sözlerle süslenecek ve onlardan faydalanacaklardır.”76

Mesnevî’nin sözlerindeki sûret, sûrete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, mânâya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.”77

Bizzat Mevlânâ, Mesnevî’nin Kur’ânı Kerîm’in bir tefsîri olduğuna işâret etmektedir. Mesnevî’nin birçok yerinde Mesnevî ile Kur’ânı Kerîm arasındaki bu irtibata atıflarda bulunmaktadır. Mesnevî’nin I. cildinin önsözünde bu husûsa şu şekilde işâret etmektedir:

“Bu kitap, Mesnevî kitabıdır. Mesnevî, hakîkate ulaşmak ve Allah’ın sırlarına âgâh olmak, akıl erdirmek isteyenler için bir yoldur. Mesnevî, din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Allah’ın en büyük şaşmaz şerîatı, hakîkate giden nurlu yoludur. Mesnevî, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer. Sabahlardan daha nurlu bir sûrette parlar. Hakikati arayan gönüller için bir cennettir. Mesnevî’nin pınarları var, dalları var, budakları var, bu pınarlardan bir tânesine ‘Selsebil’ derler. Burası makam sâhiplerince, kalpleri uyanık insanlarca en hayırlı duraktır. En güzel dinlenme yeridir. Hayırlı insanlar, iyi kimseler, orada yerler, içerler, neşelenirler, ferahlanırlar. Mesnevî, îmanlılara şifâ, îmansızlara hasrettir. (Mesnevî, Mısır’daki Nil’e benzer. Sabırlılara içilecek sudur, Firavun’un soyuna sopuna ve kâfirlere hasrettir.) Nitekim, Hak; ‘Kur’ânı Kerim ile çoğunun yolunu azıtır, çoğunun yolunu doğrultur. Hidâyete eriştirir.’ demişlerdir. Şüphe yok ki Mesnevî, temizlenmiş kişiler için gönüllere şifâdır. Hüzünleri giderir. Kur’ânı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir. Gönülleri temiz insanlardan, hakîkati sevenlerden başkalarının Mesnevî’ye dokunmalarına müsâade yoktur. Mesnevî, âalemlerin Rabbi’nden gönüle inmiş hakîkatleri ihtivâ eder. Gerçekten de Mesnevî, Rabbü’l âlemin tarafından ilham olunmuş bir kitaptır. Bâtıl onun ne önünden gelebilir, ne de ardından. Allah onu korur. (Mesnevî’nin bunlardan başka vasıfları da var, o vasıfları veren de Tanrı’dır. Fakat biz bu vasıfları anarak sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tâne büyük bir harmana delalet eder…) 78

Mevlânâ Mesnevî ile Kur’ânı Kerim arasında kurduğu bu paralelliğe dayanarak kendi anlayışlarındaki kusur yüzünden Mesnevî’yi kınamaya kalkışan münekkid ve münkirlerin aslında Kur’ân’ın muhtevâ ve anlayışına karşı olduklarını düşünerek onlara karşı oldukça sert bir dille mukābelede bulunmaktadır:

Göbekli biri, ansızın eşek yurdundan şunu bunu kınayan karılar gibi baş çıkararak, “Bu söz, yani Mesnevî aşağılık bir söz… Peygamberin hikâyesi, ona uymayı anlatıp durmakta. Bunda öyle velîlerin at koşturdukları makamlara âit yüce bahisler, yüksek şeyler yok. Dünyâdan ve Allah’tan başka her şeyden kesilmeden tut da yokluk makāmına kadar derece derece, mertebe mertebe Allah’a ulaşıncaya kadar her durağın, her konağın şehri de yok ki bir gönül sâhibi, onunla kanatlanıp uçsun” dedi. O kâfirler, Allah’ın kitabını da bu çeşit kınadılar. “Bu esâtirden, eski masallardan ibâret… Öyle derin bahisler, yüce hakîkatleri eşelemeler yok bunda.” dediler. “Ey kınayan köpek! Kur’ân’ı kınamakla hükmünden kendimi kurtarırım mı sanıyorsun? Kur’ân kıyâmete kadar; “Ey kendini bilgisizliğe fedâ edenler!” diye nidâ eder. Der ki; “Siz beni masal sandınız da kınama ve kâfirlik tohumunu ektiniz. Fakat kınayıp da aslı yok, masaldan ibâret dediniz ama gördünüz ya… Siz yok oldunuz. Siz masal oldunuz. Ben Allah’ın kelâmıyım. Allah’la kāimim. Canın canına gıdâyım; arıduru, parlak bir yâkutum…”79

“Sanır mısın ki Mesnevî sözlerini okuyasın da ucuzca bedâvaca duyasın, anlayasın. Yâhut hikmet sözleri ve gizli sırlar, kolayca kulağına girsin, ağzına gelsin. Duyarsın, duyarsın ama sana masal gibi gelir. Dış yüzünü duyarsın, içyüzünü değil! Bir güzel, başına, yüzüne, çarşafını örtmüş, senden yüzünü gizlemiş! İnadından Kur’ân sana nasıl gelirse, Şehnâme, yâhut Kelîle ve Dimne de öyle gelir. İnâyet sürmesi gözünü aydınlatır, açarsa doğruyla mecâzı o vakit ayırt eder anlarsın.”80

“Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevî’nin biteceğini umma. Toprak oldukça ve kerpiç dökücü, toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe bu kitabın şiiri de uzar gider.”81 şeklinde dile getirdiği hakîkat Kur’ânı Kerîm’de bu mânâya delâlet eden “De ki; “Rabb’imin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabb’imin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir. Yardım için bir o kadarını daha getirsek yine yetmez.” âyetinin82 Mesnevî’ye uyarlanmış hâlinden başka bir şey değildir. Bu ifâdeler de göstermektedir ki, Mesnevî bir nevi Kur’ânı Kerîm’in işârî tefsiridir. İşte bu sebeple Mevlânâ Mesnevî’yi Allah’a ulaşmakta bir araç olarak görmektedir:

“Mânâ denizine susamışsan Mesnevî adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece aç ki, her an Mesnevî’yi ancak ve ancak mânâ denizi göresin. Yel, derenin üstündeki saman çöplerini temizledi mi su tek renkliliğini meydana çıkarır. Sen Mesnevî’de terütâze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir. Harfi söyleyen de, duyan da hatta harfler de bu üçü de sonunda can olur.”83

“Mesnevî’yi yayılmış bir merâ hâline getir, örneklerinin sûretlerine can ver. Can ver de bütün harfleri akıl ve can olsun, can cennetine uçup gitsin. Zâten onlar, senin sâyende can âleminden gelip harf tuzağına tutuldular, mahpus oldular”84

Asırlardır bir çok dilde üzerine şerhler yazılan, anlaşılması için geçmişten günümüze büyük bir gayret ve çaba sarfedilen bu eserin muhtevâsı ve müellifinin mezheb ve meşrebi de tartışmalara konu olagelmiştir. Tasavvufî düşüncede Mevlânâ’nın durduğu yer, eser ve tefekkürünün temel ve kaynakları konusu hâlâ gündemdeki yerini korumaktadır. O eserini şöyle vasıflandırmaktadır:

“Her dükkânın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevî’de yokluk dükkânıdır oğul!… Mesnevî’miz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur.”85

Şimdi bu husustaki geniş tahlilleri başka bir çalışmaya bırakarak, Mevlânâ’nın “Vahdet Dükkânı” olarak vasıflandırdığı bu çağlar üstü eserde tevhid ve vahdet anlayışının izlerini sürmeye çalışalım.

Vahdet telakkisi

Mevlânâ’nın İslâm inanç sisteminin temelini oluşturan tevhid akîdesinin temel ilkeleri, mâhiyeti ve İbnü’lArabî’yle birlikte tasavvufî düşüncede “vahdeti vücûd” şeklinde tezâhür eden varlığın algılanma biçimi86 üzerindeki temel düşünce ve anlayışını anlamak için yine onun Mesnevî’sine mürâcaat etmek yeterli olacaktır. “Vahdeti vücûd” anlayışının İbnü’lArabî’de ilim ve mârifet, Mevlânâ’da ise daha çok bir aşk ve muhabbet meselesi87 şeklinde tezâhür ettiği kabul edilmektedir. Ancak Mevlânâ’nın eserlerinde vahdeti vücûdun mâhiyetinden çok izdüşüm ve yansımalarına atıflarda bulunmak daha isâbetli olacaktır. Hatta dikkatle bakılırsa görülecektir ki, Mevlânâ, tevhîd inancının bir uzantısı olarak, sırasında teorik tartışmalar ve muğlak felsefî ifâdelere kapı aralayan bu anlayış ve düşünceleri günlük hayattan misaller vererek ve sembollere baş vurarak îzâha çalışmaktadır.88 Onun anlayışının evrensel boyut ve başarı kazânmasının temelindeki nedenlerinin en başında bu hususun geldiğini söylemek mümkündür.

Mevlânâ kelimei tevhîd ile bu birliğe kapı açar ve “Allah’tan başka tapacak yoktur, tapılacak yalnız Allah’tır demekle O’ndan başka varlık yoktur denmiş oldu ve birlik açıldı”89 sözleriyle söz konusu düşüncesini ortaya koyar. Hazreti şârih İsmâil Ankaravî bu ifâdeleri şu şekilde şerh etmektedir: “Kelimei tevhîd “Lâ ilâhe illallah”dır ki, bu da Allah’tan gayrı ve O’ndan uzak olma hükmünde olan bütün ilahları nefy ve Allah Teâlâ’yı ispât etmek anlamına gelmektedir. Hakîkatte hiçbir ilah yoktur, sâbit ve gerçek mevcut ise ancak Allah Teâlâ’dır. Kelimei tevhîdin sırrı açığa çıktığında “Lâ ilâhe illallah” anlaşılır. Yâni Allah’tan başka bütün ilahlar fânî ve yok olucu olup, vücûdi hakîkînin sırrı açığa çıkar ve vahdet açılıp zuhûra gelir90

Mevlânâ tasavvufî gelenekte kulun her türlü kayıttan kurtularak hakîkate ulaşması olarak algılanan fenâ makâmını, bu birliği (vahdet) idrâk ettiren basamak kabul etmektedir ve ona göre, bu birlikten hulûl ve ittihâd gibi mânâların çıkması olmayacak işler, saçma söz ve düşüncelerdir.

“Kul varlığından mutlak olarak yok olmadıkça O’nun katında birlik gerçekleşemez. Birlik hulûl değildir, senin yok olmandır. Yoksa saçma sözlerle, olmayacak işlerle bâtıl Hak olmaz”91

Mevlânâ bu hakîkati de aşk üzerinden anlatmakta ve aşkı bu hususun anlaşılmasında olmazsa olmaz bir unsur olarak görmektedir. Çünkü ona göre, aşk içinde senben vehmi ortadan kalkar. Bu ayrılık anlaşılmaz olur. Bir an için her şeye yabancı olan benlik, yine bir an her şeyle bir olduğunu görür. Bir olan varlıktan kendini ayıramaz. Çokluk tamâmen ortadan kalkar.

“Ne ben benim, ne sen sensin. Ne bensin; hem ben benim, hem sen sensin, hem sen bensin. A Hutenli güzel, seninle öyle bir haldeyim ki, yanılıyorum; ben mi senim, sen mi bensin?”92

Mevlânâ bu hususu Fîhi Mâ Fîh’te bir başka misalle vuzûha kavuşturur:

“Mecnûn Leylâ’ya bir mektup yazmak istedi. Kalemi eline aldı ve şu beyti yazdı: Hayâlin gözümde, adın dilimde, yâdın kalbimde. Ben mektubu nereye yazayım? Senin hayâlin gözümden gitmiyor, adın dilimden düşmüyor, yâdın canımın içine yer etmiş. Sen ki, benim varlığımda gezip dolaşıyorsun. O halde ben mektubu kime yazayım? deyip kalemi kırdı ve kağıdı yırttı, attı”93

Yine Fîhi Mâ Fîh’te aynı husûsa dikkat çekerken bu tevhîdin mâhiyetini canlı bir misalle anlatmaktadır:

“O’nun yanında iki ben sığmaz. Sen; “Ben” diyorsun; O da: “Ben” diyor. Ya sen öl, ya O ölsün ki bu ikilik kalmasın. Fakat O’nun ölmesi imkânsızdır, bu ne hâriçte, ne de zihinde mümkün olur. “Çünkü O ölmeyen diridir.”94 O, o kadar lutufkârdır ki imkân olmuş olsaydı, senin için ölürdü. Fakat mâdem ki O’nun ölümü imkânsızdır, o halde ikiliğin yok olması ve O’nun sana tecellî etmesi için sen öl! İki canlı kuşu birbirine bağlasan, aynı cinsten oldukları için, iki olan kanatları dörde çıkar ve uçmaları imkânsız olur. Çünkü ikilik vardır. Halbuki canlı kuşa bir ölü kuş bağlamış olsan o zamân ikilik kalmadığından uçabilirdi.”95

Mesnevî’de ifâde edilen bir hikâyede ise, dostunun evine giden birisi kapıyı vurduğu zaman içerden “kimsin?” sözüne “benim” diye cevap verir. Bunun üzerine dostu, “Mâdem ki sen, sensin, kapıyı açmıyorum” diyerek dostuna kapıyı açmaz. “Benim” diyen kimse pişman olup tevbe ve istiğfâr ile bir yıl riyâzet çeker ve tekrar dönüp dostunun kapısını çalar. Dostunun içeriden “kim o?” demesi üzerine “sensin” diye cevap verir. Böylece o kimse kabûl görür, dostu kapıyı açar ve onu içeri alır.96 Çünkü, sevenle sevilen ve dostlar arasında ikilik olmaz.

Mevlânâ böylesi bir vahdet telakkisinin mücerredliğini ise akıl misâliyle mukāyese yoluyla açıklamaktadır:

“Apaçık göremedikleri Pâdişâh, dâimâ onlarla berâberdir. Hani akıl gibi. Sen onu göremezsin ama o seninle berâberdir ve seni sınar. Duruşunu ve hareketini görür ve duyar. Ne şaşılacak şeydir ki, bu böyleyken sen aklı yaratanın seninle oluşunu câiz görmezsin”97

Mevlânâ bu konuda bütün işâret ve delillere rağmen tereddüt içerisinde kalanlara da şaştığını ifâde etmektedir. Allah Kur’ânı Kerîm’de “Nerede olursanız olun O sizinle berâberdir”98 “Biz ona (insana) şahdamarından daha yakınız”99 ve “Biliniz ki Allah kişi ile kalbi arasına girer”100 meâlindeki âyetlerle bu hususa işâret etmekte ve insana akıl ve fikirden daha yakın101 olduğunu ifâde etmektedir.

Temelde varlığın kaynağının aklı küll olduğunu, “bu cihan aklı küll’ün bir düşüncesinden ibârettir. Akıl pâdişâha, sûretler de peygamberlere benzer”102 şeklindeki bir anlayışla ortaya koymaktadır. Bu da aklı küll için ilk yaratılmış olan, her şeye tasarruf eden ve müdebbir olan nûrı â’zâm veya Hakîkati Muhammediyye103 olarak ifâde edilmektedir. Mevlânâ bu ilişkiye farklı bir boyut kazandıran ve bu birlikteliğin seyri ile oluşumunu ortaya koyan düşüncelerini ise, “halkın canları el ayak sâhibi olmadan, beden kaydına düşmezden evvel vefâdan safâda uçuyordu. Ne zaman ki “ininiz”104 emriyle hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştüler, biz Hakk’ın ayâli ve süt isteyen yavrularıyız. Peygamber de “Halk Allah’ın ayâlidir” dedi. Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye de kādirdir” dediler”105 şeklinde varlığın âlemi şehâdete inişiyle ifâde etmektedir.

Mevlânâ, “Tevhîd görüşü içinde, her meseleyi tek prensiple îzah etmek ve kesretle vahdeti bağdaştırabilmek bir takım zorlukları ihtivâ etmektedir. Mevlânâ bu noktada, her şey Hakk’ın tecellîsi ise iyiyle kötü, güzelle çirkin nasıl aynı pota içinde mütâlaa edilecektir?” sorusunu gündeme getirir. Cevap olarak da farklılığın görünüşte olduğunu ve bunun hiçbir zamân aslın bir olmasına mânî olmadığını ifâde eder ve tek bir daldan kırmızı ve beyaz güllerin, diken ve yaprakların birlikte çıkmasını bu meseleye delil getirir.

Tehâlüf sûretâ mânî değildir vahdeti asla,
Olur bir şâhtan sürh u sefîd ü hâr u gül peydâ (Nâbî) 106

“İkilik teferruattır, asıl birdir. Bir sarayda rüzgâr esse, halının ucunu kaldırır, kilimleri hareket ettirir, çerçöpü havaya uçurur, havuzun suyunu halka halka dalgalar hâline getirir, ağaçları, dalları ve yaprakları oynatır. Bütün bunlar farklı hallerdir, fakat esas bakımından birdirler. Çünkü hepsinin hareketi rüzgârdan kaynaklanmaktadır.”107 “Gerçekte cezbeden birdir, fakat sayılı görünür. Meselâ insanın yüzlerce arzusu vardır ve “tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kızarmış et isterim, meyve isterim, hurma isterim” derler. Bu şeylerin aslı birdir ve o da açlıktır. İnsan bunların birinden doyunca diğerlerini istemez. O halde on ve yüz sayıları yoktur, sâdece “bir” vardır.”108 “Bu dünyâda her kulun dikkati farklı şeylere yöneliktir: “Bâzı kimseler bir şeyin evvelîne, bâzıları da sonuna bakar. Allah’a daha yakın ve daha seçkin olanlar ise, ne başa ne de sona bakarlar. Başlangıç ve sonuç bunların akıllarına bile gelmez. Onlar Allah’ın varlığında gark olmuşlardır.”109

Mevlânâ’nın bu noktadaki diğer bir misali de şu şekildedir: Allah’a ulaşmada “yollar ne kadar çeşitli ise de gāye birdir. Görmüyor musun ki, Kâbe’ye giden ne çok yol vardır. Bâzısı Rum’dan, bâzısı Şam’dan, bâzısı denizden, Hint ve Yemen’den gider. Bunun için yollara bakarsan, ayrılık büyük ve sınırsızdır. Fakat gāyeye ve maksada bakacak olursan hepsi birleşir ve hepsinin kalbi Kâbe’de anlaşır ve orada bir olur. Çünkü oraya hiçbir anlaşmazlık ve ayrılık sığmaz”110

“Varlığımız sensin, biz yoklarız. Fânî sûretlerde kendini gösteren vücûdı mutlak sensin”111 ifâdelerindeki yokluktan maksat enbiyâ, evliyâ ve Allah âşıklarının âyânı sâbiteleridir. Bunların da henüz cisim ve vücûd kokusu duymadan evvel Hak tarafından ezelde kendisine âşık edildiği kabul edilmektedir.112 Bu anlayış da söz konusu düşüncenin bir tezâhürü olarak dile getirilmiştir. “Hepimiz yayılmıştık ve tek cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık, güneş gibi cevherdik, düğümsüz ve su gibi sâftık. O güzel ve latîf nur sûrete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı”113

Yine Mesnevî’de aynı yerde “Peygamberler arasında fark gözetmeyiz”114 âyeti gereğince bütün peygamberlerin aynı Hak nûrundan olduklarını anlatır. vahdeti vücûda işâret etmekte olduğu bu ifâdelerinin sonunda, “Mutlaka ben bunu açar anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, (bundan) korkarım”115 diyerek bu konulara girmekte biraz çekingen ve hatta zaman zaman bazı endişeleri olduğunu ifâde etmektedir.

Mevlânâ’nın burada anlattığı vahdet telakkisi Mesnevî şârihlerinden Ken’ân Rifâî tarafından şu şekilde şerh edilmektedir:

“Bir yerde yanan ışıkların sayısı on da olsa, senin yüzüne vuran aydınlık birdir. Elma suyunu yüz elmayı sıkmakla elde etsen de o bir tek elma suyudur. Şu demek ki Allah’ın birliği âleminde ikilik veya çokluk olmaz. Orada Hak vücûdundan başka varlık bulunmaz. Sen gözlerine çok renkli ve çok çeşitli görünen eşyâya dikkatli bak! Onların çeşitlilikleri içinde ışıldayan birliği görmeye çalış. Birlik ışığını görmek gerçi kolay değildir. Niceleri halvet, uzlet, riyâzet ve çilelere gönül hoşluğuyla katlandılar da yine o nûru göremediler. Birlik şarabının tadını tadamayanlar oldu. Ancak bu, seni yıldırmasın. Zîrâ tadacağın şarap öylesine leziz ve varacağın mertebe öylesine yücedir ki ayrılık ateşinin en şiddetlisine yanmaya değer. Çünkü O sevgili o kadar yüce gönüllüdür ki, nasıl olsa bir gün sana kendi nûrunu gösterecektir. O’nu sana göstermeyen perdeleri çeke çeke yırtacak ve kaldıracaksın. O’nun diktiği irfan hırkası ki, bir bakıma hakîki dervişin kisvesidir ve ancak böyle giyilir. Kısaca, görünüşlerin üstüne yüksel! Bakışlarını mânâ cihetine çevir. Sûret hem dik başlıdır, hem de mânâ gibi birlik gösterici değildir. Eğer bütün bunları yapmaya kendini kudretli görmüyorsan o zamân takdîri Allah’a bırak. O senin yapamadığını çok kolay yapar. Bir kere o kendini senin gönlüne doldurmaya görsün; bir kere için Hakk’ın nûruyla aydınlanmaya görsün. Bu ışığın yarattığı aşk her güçlüğü yenecek yegâne kudrettir. Biz vaktiyle ezel âleminde iken tek bir cevher hâlinde idik. Allah, bütün görünenleri bu cevherden yarattı. Biz o cevherdeyken gün ışığı kadar ak ve düğüm vurulamayan sular kadar berraktık. Öylesine nurdan ibârettik. Evvelâ feyzi akdes denilen ilâhî nûr, âyânı sâbite mertebesine indi ve kalenin burçları ve onların gölgeleri gibi çok sayıda şekiller ve sayılar belirdi. Sonra feyzi mukaddes mertebesinde nurlar ve ruhlar hâline girdi. Bu rûhânî vücûd mertebesinde de her ruh istîdâdına göre birbirinden ayrı bir şahsiyetle seçildi. Âdem ve Havvâ yaratıldıktan sonra, ruhların insan vücûdu denilen bir ten kafesinde belirmeleri de hep böyle oldu. Her ruh geçici bir vücûd elbisesine büründü. Sen eğer Hakk’a ve hakîkate varmak istiyorsan mancınıkla taş atarak, kale duvarlarındaki dişleri yıkacaksın! Bölümler yok olacak ve vücûd birleşecektir. Bununla berâber varlıkta birlik nüktesi, her iz’ânın kolay anlayacağı bir sır değildir. Onun nükteleri keskin kılıçlar gibi zorludur. Önüne îmân ve aşk kalkanıyla çıkmazsan parçalanırsın. Şunu bil ki kılıç, kesmekten utanmaz. Onun vazîfesi kesmektir. Sen bu kılıcın önüne kesilmeyecek hâle gelmeden çıkma!”116

Mesnevî’de dile getirilmiş olan “Renksizlik âlemi renge esir olunca bir Mûsâ, öbür Mûsâ ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsâ ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin”117 sözleriyle de vahdete işâret edildiği ifâde edilmektedir. Bu beyitlerde geçen renksizlik, vahdeti mutlakadır ki, “zâtı baht” mertebesidir. “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı yarattım” hadîsi kudsîsindeki “kenzi mahfî” odur. Esmâ ve sıfat ise meselâ “muhyî” ve “mümît” gibi birbirine zıt ve mütekābil oldukları için onların mezâhiri olan mahlûkâtta da zıddiyet bulunmak lâzım gelir. Binâenaleyh “lâ taayyün” mertebesi “âyânı sâbite” ile taayyün etmiş, o taayyün îcâbı olarak hâdiseler arasında tezat ve muhâlefet husûle gelmiş ve Mûsâ’ya karşı Firavun serkeşliğe başlamıştır118 denilmektedir.

“Yüz tâne kitap olsa hepsi de bir baptan ibârettir. Yüz tarafta da bir tek mihraba dönülür. Bu yolların hepsi tek bir eve çıkar. Bu binlerce başak, bir tek tohumdan meydana gelmiştir. Çeşit çeşit yüz binlerce yemekler vardır. Fakat yemek olmak bakımından hepsi de bir şeydir.”119 “Allah’a giden yollar mahlûkâtın nefesleri adedincedir” sözünün mânâsına uygun olarak bu beyitlerden kastedilenin mertebei ulûhiyet olduğu ifâde edilmektedir. “İyi bilin ki işler sonunda Allah’a döner”120 âyetinde ifâde edilen husûsun da yine bu mânâya müteveccih olduğu121 ifâde edilmektedir.

“Hintli, Kıpçak, Rum ülkesinin halkı ve Habeş. Hepsi de mezarlarında hoş bir halde aynı renktedir. Buna dikkat et de o rengin ve güzelliğin tamâmıyla bir yüz örtüsünden ibâret olduğunu ve iğreti bir şey bulunduğunu bil”122 derken Mevlânâ’nın bu ifâdelerden maksadı “Allah’ın verdiği renge uyun! Rengi Allah’ın renginden daha güzel kim vardır”123 âyetinde anlatılmak istenilen vahdet rengiyle bütün varlığın bir olduğunun ortaya konulmasıdır.124

Burada Mevlânâ’nın vahdet dükkânında sunduğu tevhid ve vahdete dâir düşüncelerine delâlet eden beyitleri ve onlara yapılmış olan yorumları aktarmaya çalıştık. Varlık ile bilinmek isteyerek rûhundan üfleyip varlığa vücud kazandıran ilâhî kudret arasındaki inkârı mümkün olmayan münâsebeti aktarmaya çalıştık. Bu konuda lehte ve aleyhte birçok tartışmanın tasvir ve inkârın mevcûdiyeti bilinen bir gerçektir.125 Bu inancın Mevlânâ’da tamâmıyla beşerî bir şekil aldığını söylemek mümkündür. Bu anlayış, tahakkuku hâlinde insanı, her şeyi hoş gören bir hâle getiren, insanı yokluk âlemine çeken, hayallere daldıran bir inanç olmaktan ziyâde amelî bir varlık birliği inancıdır. Hudutsuz bir müsâmaha ile insanlığı hâkim kılan, dünyâyı âhiret hâline getiren, iyiliği ve hayrı hedefleyen126 bir birliktir.

Netîce îtibâriyle Mevlânâ bu âlemde ne varsa hepsinin Allah’tan olduğunu, fakat bunların hepsinin veya hiçbirinin Allah olmadığını öğretmekte, Allahinsan, Allahvarlık ilişkilerini bir mürşidi kâmil edâsıyla etraflıca ortaya koymaktadır. Zîra, bir kapta ne varsa dışına o sızar. “Vahdet Dükkânı”nda da ancak vahdet bulunur, vahdet alınırsatılır, vahdet anlatılır. Aslında Mevlânâ düşüncesi geçmişten günümüze hikâyeler, şiirsel anlatım, semâ ve mûsikî gibi hususlarla örtülmüş gibi görünmekte ise de, Hz. Pîr’in de aşağıda ifâde ettiği üzere bütün bunların tek bir hakîkatin ortaya konulmasına hizmet için olduğu âşikârdır.

Her nereye başımı koysam, secde edilecek ancak O’dur!
Altı cihette ve altı cihetten dışarıda da ma’bûd ancak O’dur!
Bağ, gül, bülbül, semâ’ hep birer bahânedir,
Bunların hepsinden de maksat hep O’dur!127

 


* M.Ü. İlahiyat Fakültesi

73 Mesnevî, VI, 123 (b. 1528)

74 Yeniterzi, Emine, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara 1995, s, 37.

75 Mesnevî, VI, s. 2.

76 Eflâkî, Ahmet, Âriflerin Menkıbeleri, III, (trc. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1989, I, 470.

77 Mesnevî, VI, 55 (b. 655)

78 Mesnevî, I, Önsöz.

79 Mesnevî, III, 350351 (b. 423237; 428287)

80 Mesnevî, IV, 277 (b. 345964)

81 Mesnevî, VI, 179 (b. 224849)

82 elKehf, 18/109.

83 Mesnevî, VI, 8 (b. 6772)

84 Mesnevî, VI, 17 (b. 18486)

85 Mesnevî, VI, 123 (b. 1525, 28)

86 Konuyla ilgili görüşleri için bk. Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddin İbnü’lArabî’de Varlık ve Mertebeleri, (doktora tezi) Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1995; a.mlf., “İbnü’lArabî”, DİA, XX, 506507.

87 Emin Işık, “Mevlânâ’da Vahdeti Vücûd Meselesi”, Mevlânâ Bilgi Şöleni, Ankara 2000, s. 4557.

88 Mehmet Demirci, “Fîhi Mâ Fîh’te Tevhîd”, Mevlânâ’dan Düşünceler, İzmir 1993, s. 2328.

89 Mesnevî, VI, 180 (b. 2266).

90 Ankaravî, İsmâil, Mecmûatü’lLetâif ve Metmûratü’lMeârif, IVII, İstanbul 1289, VII, 3435.

91 Rubâîler, (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara 1982, s. 83; Ayrıca bk. Ahmed Avni Konuk, Fusûsü’lHikem Tercüme ve Şerhi, (haz. Mustafa TahralıSelçuk Eraydın), İstanbul 1994, III, 103.

92 Rubâîler, s. 226.

93 Fîhi Mâfih, (trc. Meliha Ülker Anbarcıoğlu), İstanbul 1990, s. 261.

94 elFurkān, 25/58.

95 Fîhi Mâ Fîh, s. 3839.

96 Mesnevî, I, 245249 (b. 30563101)

97 Mesnevî, IV, 294 (b. 3680).

98 elHadîd, 57/4.

99 Kāf, 50/16.

100 elEnfâl, 8/24

101 Ankaravî, a.g.e., IV, 857.

102 Mesnevî, II, 74 (b. 978).

103 Ankaravî, a.g.e., II, 161162; Tâhir Olgun, (Tahirül Mevlevî), Şerhi Mesnevi,IXIV, İstanbul, ts., VI, 326.

104 elBakara, 2/36; elÂ’râf, 7/24.

105 Mesnevî, I, 74 (b. 92528); Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevîi Şerif, İstanbul 1973, s. 154155.

106 Demirci, a.g.m., s. 24.

107 Fîhi Mâ Fîh, s. 3536.

108 Fîhi Mâ Fîh, s. 13.

109 Fîhi Mâ Fîh, s. 165.

110 Fîhi Mâ Fîh, s. 152153.

111 Mesnevî, I, 48 (b. 602.)

112 Ken’ân Rifâî, a.g.e., s. 112.

113 Mesnevî, I, 55 (b. 68588).

114 elBakara, 2/285.

115 Mesnevî, I, 56 (b. 690).

116 Mesnevî, I, 5556 (b. 67795); Ken’ân Rifâî, a.g.e., s. 120122.

117 Mesnevî, I, 198 (b. 246768).

118 Tâhirü’lMevlevî, a.g.e., IV, 1180; Ken’ân Rifâî, a.g.e., s. 428429.

119 Mesnevî, VI, 290 (b. 366769).

120 eşŞûrâ, 42/53.

121 Ankaravî, a.g.e., VII, 337.

122 Mesnevî, VI, 374 (b. 470910).

123 elBakara, 2/138.

124 Ankaravî, a.g.e., VII, 516517.

125 Geniş bilgi için bk. Mehmed Demirci, “Nûrı Muhammedî”, DEÜİFD, I, İzmir 1983, s. 246258.

126 Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddîn, s. 174.

127 Can Şefik, Dîvânı Kebîr, Seçmeler,IV, 62.

 

Array

KUBBEALTI AKADEMİ MECMUASI, sayı 143, yıl 36/4, Ekim 2007

ETİKETLER: