UZAKLIK, YAKINLIK VE EZAN
UZAKLIK, YAKINLIK VE EZAN
Hava sıcak… Son dönemlerin en sıcak günlerini yaşıyoruz. Balkonda bir esinti var. Çayımı içip, günlük yazılı düşünme eylemimi sürdürüyorum. Zihnimdeki temel kavram uzaklık ve yakınlık fikri. Daha henüz, “yakınlık nedir?”, “uzaklık nedir?”, “nasıl yakın oluruz?” ve “nasıl uzak oluruz?” gibi temel soruları sormadan şu cümleler düşüverdi önüme:
“Bazen yakınlık uzaklıktadır. Uzaklaştıkça yakınlaşmak, yakınlaştıkça uzaklaşmak mümkündür. Her ne kadar “gözden ırak olan gönülden de ırak olur” demişlerse de, esasen özü itibariyle göz ırağı yakın, yakını ırak eder. Ama hangi göz? Hangi gözle bakmalıyım ki, uzak çok uzaktakini yakın daha yakın hale getireyim? Yine hangi gözle bakmalıyım ki, yanı başımda gözümün önündekini uzaklara sürgün edeyim? Evvelemirde uzaklık da yakınlıkta benim bakmamla ilintili. Diğer bir deyişle uzaklık da yakınlık da bakış meselesi. Bakış, yani ilgi, yani anlama çabası, yani merak, yani dikkat… Bakışımla uzaklaştırıyor, bakışımla yakın kılıyorum.
Uzaklık ve yakınlık kavramları yatay ve dikey boyutta anlamları genişleyen kavramlardır. Bir yönüyle tarihsel bir zamanı ve mekânı içerirken, öteki yönüyle de evrensel zamanı ve mekânı ifade eder. Keza yakınlık ve uzaklık, objeye, kişiye, kuruma, düşünceye ve inanca yakınlığın yanında tamamen mücerret veyahut tarihin hiçbir zamanında vücut bulmamış ve bulması da mümkün olmayan muhayyel bir şeye karşı da olabilir. Bu bakımdan “neye yakınım?” ve “neye uzağım?” soruları da, benim bakışımla sınırlı. Daha doğrusu bakışımla uzak olacağım veya yakın olacağım şey/i/leri sınırlıyor, tasnif ediyor, tarif ve tasvir ediyorum. Demek ki, bakışımdaki genişlik veya daralma mesafemi belirliyor.
Peki, bir şeye yakın olmak, ötekine uzak kalma sebebi midir? Bazen, öyledir. İki farklı anlayışa aynı anda yakın olmam tutarsızlık olarak görülebilir.”
Konuya öylesine içeriden girmişim ki, bu son, ama son olduğu kadar da temel olan soruyu sorup hemen arkasından gelen cümleyi yazdığımda, müezzin yatsı namazının ezanını okumaya başladı. Hicaz makamında okunan ezan, müezzin farkında olsun yahut olmasın, dinleyeni oturduğu yerden alıp ta yukarılara çıkarıyor. Bütün bir kâinat, uzak ve yakın olduğum yahut olmam muhtemel varlıklar adeta bir bütünün parçaları gibi müezzinin sedasında cem oluyorlar; aradaki mesafeler, zaman ve mekân oracıkta teke ve birin birine dönüşüyor.
Adeta varlıkla ilgili zihni arınma seansı olan ezan, Allah’ın birliğini ilan ederken, bütün nesneler, ona inanan yahut inkâr eden bütün insanlar, bütün mahlûkat, gecenin karanlığı ve gökyüzünün yıldızları yeniden varoluşu idrak ediyorlar. Mesafe, zaman ve an oracıkta o küçük balkonumda ezan sesine bütün bedenimi kulak ettiğim anda yok oluyor. O zaman anlıyorum, câminin cem etmesindeki hikmeti… Cami, uzaktan yakından gelen müminleri yakınlaştırarak cem ediyor. Câmi, ister kubbeli olsun isterse düz tavanlı, içine tevazuyla, ibadet ve niyaz amacıyla giren erkek yahut kadını misafir ederken esasen özü itibariyle inanana bir yön bilinci, bir yakınlık idraki ve bu yön ve yakınlığın sağladığı güven ve huzur ile dışarıda bıraktıklarından yani içeri girmekle terk ettiklerinden uzaklaşma bilinci veriyor.
Ezan “haydın namaza” ve “haydın kurtuluşa” nidalarıyla gök kubbeyi doldururken, yakınlık ve uzaklık bilincini veren bakışın bu ilahi çağrıda temerküz ettiğinin ayrımına varıyorum. Haydi kalk… Kalk, ilahi çağrıyla kendini yenile. Bilincini tazele. Bakışını onar. Haydi, kalk! Namaz mı kurtuluş yoksa namaz için kalkıp camiye gitmek, cem olmak, yakın olmak ve yakınlık bilincine ermek mi? Bizatihi namaz bu bilinci veriyor. Hem de en uzak olduğunu sandığın anda, secdeye tevazuyla alnını koyduğunda yükseliyor, arşa çıkıyorsun. Müezzin, salâta ve felâha çağırırken, esasen “kalk secde et!” diyor. Kalk secde et, en uzakta en yakına, yakının yakınına er! Er, ama her zamanda ve her mekânda “Allahu ekber” cümlesini müdrik ol. Allahu ekber, Allah büyüktür, en büyüktür… Bütün büyük bildiklerinden uzaklaş, onları unut, bakışını o en büyüğe ver, ona yakın ol.
Müezzin, belki farkına bile varmadı, ama ezan tam da biterken, bendenizin zihnini meşgul eden sorulardan birine cevap verdi. Ezanın son cümlesi, henüz ezan başlamadan evvel önüme birden düşüveren, “bir şeye yakın olmak, ötekine uzak kalma sebebi midir?” soruya cevap verdi. İlginçtir, adeta ezanın içine doğan ve bütün bir hayat boyunca ezanla iç içe olan, ezan okuyan, dinleyen ve ömründe topu topu birkaç ay ezandan uzak kalmak zorunda olan biri olarak daha yeni fark ettiğim bir anlam düzeyi bu: “Lâ-ilâhe illâ-llah” nidasıyla ezanı hitama erdiren müezzin, yakınlık ve uzaklığı bir cümlede cem ediyor. Acaba müezzin bunun ayrımında mı? Söylemek, anlama bihakkın nufûzetmek midir? Yahut okumak ya da dinlemek? Her okumamızda yahut her dinlememizde anlamı olduğu gibi idrak eder miyiz? Böyle bir zorunluluk olmasa gerek. Zira bazı metinler, her seferinde size yeni bir anlamını gösterir. O bakımdan daha evvel bendeniz ezanın son cümlesini dinlediğimde meseleye hiç uzaklık ve yakınlık açısından bakmamıştım. O son cümle, tevhidi açık seçik bir şekilde ilan eden kelime-i tevhîd, beni bugün burada etkilediği gibi etkilememiş olmalı. Belki sabah ezanında, eğer uyku kralının üzerime saldığı gaflet ordusunu yener, seher vaktinin gönlü ve aklı dinginleştiren rüzgârına teslim olup ezanı dinlersem daha başka anlamlar çıkaracak, daha başka bakışa ereceğim. Bilemem; ama bugün müezzin uzaklık ve yakınlık hususunda şu iki gerçeği ilan etti:
İlkin, “bir şeye yakın olmak, ötekine uzak kalma sebebi değildir” dedi. Bu gerçeği, lafızda yahut yenilerin deyimiyle dil gerçeği içinde ilan etti. Zira uzaklık veya uzaklaştırma anlamını içeren nefyi edatı olan “lâ” ile yakınlık ve yakınlaştırma anlamı içeren ispat edatı olan “illâ”yı bir cümlede bir araya getirdi. Bu şu demektir: Karşıt kavramların bir cümlede bulunması, karşıt eylem ve duyguların da bir arada bula bileceğine işaret eder. Daha doğrusu, müezzin, “lâ-ilâhe” derken bizi önce yaşadığımız hayatın algıları içinde büyük, değerli, aşılmaz ve çok önemli addettiğimiz paradigmalarına yakınlaştırdı; sonrada bu yakınlığın göreceli olduğunu ve yokluğa, bozulmaya, değişmeye ve dönüşmeye mahkûm olduğunu ilan etti; buna yakınlaşırken uzaklaşmak diyelim. Bütün bunları adeta feryâd ederek haykıran müezzin, daha sonra ispat boyutuna geçerek, evvelce “Allahu ekber” cümlesiyle varlık bilinci tazelenen dinleyiciyi yegâne ilâhın, sığınılacak, inanılacak ve güvenilecek yegâne limanın Allah olduğu hakikatiyle yeniden yüzleştirdi. Dinleyen, her seviyedeki insan bu yüzleştirmeye muhatap oldu. Ancak bazıları nasıl bir yüzleşmeyle karşı karşıya olduklarının ayrımında oldular. Bu yüzleşmeye biz, “size şahdamarınızdan daha yakınım” hitabının farkına vararak, yakını daha yakın kılmak diyelim. Hulasa, “bir şeye yakın olmak, ötekine uzak kalma sebebi değildir” derken müezzin, bunun bir yönüyle birine yakınlaşırken uzaklaşmakla mümkün olacağını ve bunun da yakını daha yakın kılacağını söylemiş oluyor.
Müezzin ikinci olarak, “bir şeye yakın olmak, ötekine uzak kalma sebebidir” dedi. Bu en basit anlatımıyla, sûfilerin terk kavramıyla izah edilebilir. Sûfilerin nazarında tam da bizim üzerinde durduğumuz uzaklaşmak kavramını ifade eden terk, bırakmak ve ilgiyi kesmek anlamına gelir. Ancak, biz ona boşaltmak anlamı vererek meseleyi anlamaya çalışalım. Zira boşaltmak, yeniden doldurmayı hatıra getirir. Lâ-derken, hayat boyunca zihin kovasına doldurduğumuz tasavvurlarımızı, tanımlarımızı, yargılarımızı ve algılarımızı boşaltıyoruz. Biliyoruz ki, bizi felaha erdirecek olan namaza giderken birlediğimiz ve yüceliğini ilan kabul ve tasdik ettiğimiz Allah’a yakın olmak, öncelikle zihin kovamızı boşaltmaktan geçiyor. Zihin kovamızı boşaltırken, “ilah” olarak nitelendirilen yahut biz ilah demesek de, ilahmış gibi algıladığımız bütün bağlardan kurtuluyor, uzaklaşıyor, arınıyoruz. Kovadaki su, oracıkta dura dura kirlenmiştir; onu boşaltıp, yeniden taze, tatlı ve soğuk suyla dolduruyoruz. Bu bakımdan cami, adeta serin sularıyla gelenlerin hararetini dindiren bir çeşmedir. Bu çeşmeye gelmeli, sadece namazda değil, daha sonra da kana kana bu sudan içmek için evvelden boşaltılarsak getirilen kovayı doldurup hayata karışmalı. “Lâ-ilâhe” kovayı boşaltan tılsım ise, “illâ-Allah” bu çeşmenin kornasıdır; o kornayı çevirip kana kana tevhid suyundan içmeli. Müezzin bizi çeşmeyle ve suyla buluştururken, evvelemirde bozulmaya yüz tutmuş suyu boşaltmamızı ve ondan uzaklaşmamızı salık veriyor. Demek ki, tam yakınlaşmak, daha yakın, daha da yakın hale gelmek, uzaklaşmakla, gerçek anlamda uzaklaşmakla mümkün oluyor.
Her halde, uzaklaştıkça yakınlaşmak, yakınlaştıkça uzaklaşmak ezanın manasında sırlı olsa gerek. Ne dersiniz?