Dün kadar yakın zamanlarda yaşadığı hâlde, unutulmağa terkedilen çok değerli bir şahsiyeti sizlerle beraber anmak istiyorum. Kendileriyle ömrünün son on bir yılında muârefem oldu. Müstesnâ yaradılışına rağmen hem fıtratında, hem de tarîkatinde gizlenen mahviyet ve tevâzu, onun, hayatı boyunca öne çıkmak istemeden yaşamasına başlıca sebep sayılabilir.
Hâliyle de kāliyle de gerçek bir Mevlevî olan Murtazā Elker Beyefendi’nin varlığından 1954 yılında Resimli Hayat mecmûasındaki (sayı: 30, s.44-45,49) “Hârika İhtiyar” başlıklı mülâkātla haberdâr oldum; ancak kendileriyle teşerrüf için 1958 yılını beklemem gerekdi. Rahmetli Süheyl Hoca (1898-1986), seksen yaşını aşmış faal dostlarına -onları hâlâ genç gördüğünü îmâ edercesine- “torunum” diye hitâb ederdi. İşte -“torun” larından biri olarak- Murtazā Elker nâmındaki bu hârika ihtiyarı, Süheyl Hoca’nın ziyâretine geldiği günlerden birinde tanıdım. Zamanın elverdiğince sizlere de şimdi tanıtmağa çalışacağım.
Murtazā Elker Bey -aslen Bursalı- tanınmış bir Osmanlı âilesine mensubdur. Babası Ali Rızā Efendi (Bursa,1816-İstanbul,11206) bu sebeble “Bursalı” nâmiyle anılır. Devletin muhtelif kademelerinde hizmet etmiş, bâzı nâzırlıklarda bulunmuş; 1876’da teşkîl olunan Hey’et-i Âyan’ın ilk âzalarından olmuşdur. Ta’lîk hattında da Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi (1770?-1849) gibi bir mûteber üstâdın şâkirdidir; celî ta’lîkle yazdığı “Simkeşhâne” kitâbesi, Bâyezid’deki bu binânın üzerinde hâlâ durur, bâzı levhalarına da rastlanmakdadır. Rızā Efendi gibi “bende-i bendegân-ı Mevlânâ” olan kardeşi Süleyman Senîh Efendi (Bursa,1823-İstanbul,11200) de Osmanlı devletine hizmeti çok bir zât olup, şâirdir; matbû (İstanbul,1275) dîvânı vardır. Onun, felekiyyât elfâzını derleyip toparladığı şu latîf beytini burada anmadan geçemeyeceğim:
“Çarh’da encüm kadar mehpâre var, ammâ ki sen,
Evc-i mihr-i hüsn ü ânsın, benzemez anlar sana…”
(Kâinatta, gökdeki yıldızlar kadar çok sayıda ay parçası -güzeller- var; ammâ güzellik ve albeni güneşinin son noktasında olan senin yanında onlar nedir ki?)
Murtazā Bey, 1291 yılı Rebîüevvel ayının (tesbît edemediğim) bir gününde (Nisan-Mayıs 1874) İstanbul’da doğmuşdur. Babasının farklı zamanlardaki üç ayrı izdivâcından olmak üzere biri kız, dokuzu erkek on kardeşdirler. Bunlar arasında Murtazâ Bey sekizinci, vakıf kuyûdat mütehassısı olarak hâtırladığım Salâhaddin Bey de onuncu sıradadır.
Murtazā Bey ilk ve orta tahsîlini baba evinde hususî hocalardan ikmâl etdi; bu arada Arabça, Farsça ve Fransızca öğrendi. Babasından ta’lîk, Ali Nihâi Efendi isimli bir hattatdan da sülüs meşk etdi. 1321/11203 yılında Rızā Efendi’nin de teşvîkıyle Sanāyi-i Nefîse Mekteb-i Âlîsi’ne girip Yusuf Nâmi Bey’den ders alarak 1326/11208’de -Meşrûtiyet’den önce- resim şûbesinden birincilikle mezun oldu.
Genç yaşında intisâb etdiği Bâb-ı Âlî’deki Sicill-i Ahvâl Komisyonu kitâbetinde ve mümeyyizliğinde, sonra Sadâret Dâiresi Âmedî-i Dîvân-ı Hümâyûn Kalemi hulefâlığında vazîfe aldı. Sultan Reşad 1327/11209’da tahta geçdikden sonra Mabeyn-i Hümâyûn üçüncü kâtibliğine tâyîn olunarak Sultan Vahîdeddin devrinin sonuna kadar bu vazîfesini sürdürdü (1341/1922). Buradan emekliye ayrılarak baba memleketi olan Bursa’ya yerleşdi; resmî “Kız Mektebi”nde resim, hususî “Bizim Mekteb”de Fransızca hocalığına devâm ederken, emeklilerin devlet işinde kullanılmaması kararı üzerine kendi resim atölyesine çekildi ve yağlı boya tablolar yapmağa başladı.
Tesbît edemediğim bir tarihde tekrar İstanbul’a dönerek Üsküdar’a yerleşdi. Yine atölyesinde resim yapmağa devam etdi. İşte, yukarda bahsettiğim mülâkāt bu esnâda neşredilmişdir. Yazının muharriri Orhan Ş.Yüksel’in belirtdiği gibi: “Asâlet, tevâzu, nezâket, ikrâm” gibi eski Türk hasletlerinin bir arada bulunduğu Doğancılar Cad. 142 numaralı evde 80 yaşındaki Ressam Murtazā Bey’in muharrirle karşılıklı konuşmaları, diğer tesbitlerle ve neşredilen fotoğraflarla birlikde aşağıya alınmışdır:
” – Peyzaj kolay olmuyor beyefendi… 80 yaşındayım… Kalkıp gidinceye kadar terliyorum… Sonra hafif bir rüzgâr…
- Anlıyorum efendim.
- Bu yüzden daha çok portre ve natürmort yapıyorum.
- Dâima klâsik mi çalışıyorsunuz?
- Hayır, bakın.
Duvardan bir natürmort indirdi.
- Fakat, dedim: bu empresyonist.
- Evet, bunda klâsik hatlardan hiçbirini bulamazsınız.
Hakîkaten portrelerin tamâmen klâsik üslûbda olmasına karşılık, peyzaj ve natürmortlarda empresyona ehemmiyet veriyor.
Üstâdın, odadaki tabloları arasında non-figüratife hiç yer vermemesi gözümden kaçmamışdı. Esâsen onunla bilhassa konuşmak istediğim mevzûlardan biri buydu, yarım asırlık sanatkâr son yılların bilmece gibi resimlerinden acaba ne anlıyordu; bu hususda neler düşünüyordu? Damdan düşer gibi sordum; ne yalan söyliyeyim, bir isyan, bir parlama; yeniye karşı şiddetli bir hücum, müdhiş bir tenkîd bekliyordum. O, insanı şaşırtan, kendine has tevâzuu ile:
- Chacun a sa manière, dedi. Her yiğidin bir yoğurd yiyişi vardır. Ben daha çok klâsik çalışıyorum. Zâten mühim olan, güzeldir; hangi tarz ve hangi isim altında olursa olsun.
- Non figüratiflerden beğendiğiniz yok mu?
- Doğrusunu isterseniz yok… Ben san’atda disipline tarafdârım. Mimarînin, müziğin nasıl disiplinleri varsa resmin de olmalıdır ve vardır.
- O halde sürrealizm…
- Hayır efendim, realitenin üstünde bir şey olamaz: “İnsan içiyle görmelidir” falan diye bir şeyler bellemişler, herkesin ağzında aynı nakarat. Bir sergide gençden biriyle konuşdum. Non-figüratif resimler doluydu.
- ‘Evlâdım, dedim, ben anlamıyorum, sen bunlardan anlıyorsan bana anlatsana.’
- ‘Efendim, bu bir görüş meselesidir. Ressam hâdiseleri kendi gözüyle görüyor. Aynını yapsa fotoğrafdan ne farkı kalır?’
Görüyorsunuz ki basma kalıp sözler… Bunlarla realitenin üstüne çıkılamaz. Bir nü gördüm meselâ, kanguru gibi bir vücûd, üç parmaklı eller, alnında göz…
- Affedersiniz nü üzerinde çalışdınız mı? Bilhassa talebeliğiniz sırasında…
- Elbette, yalnız biz erkek üzerinde çalışırdık. Esâsen ideal olan, erkek vücûdudur. Kadın vücûdu deformedir. Öyle değil mi beyefendi?
Bu suali, portresi üzerinde çalışdığı bir mütehassıs hekime sormuşdu. O, tereddüdsüz cevab verdi:
- Şübhesiz efendim.
- Tanınmış kimselerin portrelerini yapdınız mı?
- Ben, pâdişahlık zamanında mâbeyn kâtibiydim. O zamanlar Uşşakîzâde Hâlid Ziya Bey mâbeyn başkâtibiydi. Onun ve hekimbaşıların portrelerini yapdım. Şimdi Ankara Tıb Fakültesi’nin hazırladığı koleksiyon için gereken portreleri yapıyorum.
- Neden sergi açmıyorsunuz?
- Açmıyacağım diye bir şey yok, bir fırsat zuhûr edince açacağım…
Hâlâ zevkle çalışan, bu 1874 doğumlu ressamın gayretine, enerjisine şaşmamak mümkün değil… Günlerini şövalesinin başında, fırçası elinde, paleti parmağında geçiriyor. Geçiriyor değil, dolduruyor, yaşıyor. Onunla konuşurken, hiç de boşuna geçmemiş, hâlâ da dolu dizgin çalışarak yaşanan bir hayat, diye düşünüyorum.
Murtazā Bey’e ihtiyar demek için bin şâhid ister. 80 yıllık hayatında çalışmakdan bıkmamış.
- Bir 80 sene daha olsa yine aynı şekilde çalışırım, diyor.
İnanırım, modeline keskin nazarlarla bakan gözleri, tuvalinde şuurlu hareketlerle gezinen fırçası bunu isbât ediyor.”
Bu konuşmalardan anlaşılacağı üzere, 1950’li yıllarda Ankara Tıb Fakültesi Tıb Tarihi ve Deontoloji kürsüsü için bir kısmı hakîkî, bir kısmı da târiflere dayanılarak -sayısını bilemediğim- portreler hazırlayan Murtazā Bey’in bu tablolarını, yıllar sonra Feridun Nâfiz (Uzluk, 11202-1974) Hoca’yı makāmında ziyâret etdiğim vakit görmek imkânını bulmuşdum; bu hayırlı girişiminden dolayı onu da rahmetle anıyorum.
Şimdi Murtazā Bey’in farklı bir konuda bırakdığı mühim çalışmasından bahsetmek istiyorum: Kendilerinin Türkçe dışında üç lisandaki behresi müsellem olmakla berâber, mensûbu bulunduğu tarîkatin “pîr”iyle belki de “hem-zebân” olmak niyâzından, bunlar arasında Farsça’nın yeri ayrıdır. Bu gayretinin netîcesi de, muazzam semeresiyle milletimizin elindedir. Murtazā Bey’in uzun bir mesâi sonunda hazırladığı “Ferheng-i Murtazā” isimli Türkçe’den Farsça’ya bu lugatini 1940’lı yıllarda Maarif Vekâleti’ne gönderdiği vakit, kilo ile almağa kalkmışlar; “Ben hammal mıyım?” diyerek reddetmiş. Yine duyduğum kadarıyla, bu lugatinde “güneş” karşılığı olarak Farsça’da 72 kelime tesbît etmişdir; bu da mesâisinin derinliğini göstermekdedir. Sonradan 1950’li yıllarda 1200 lira telîf ücreti ödenerek kendisinden alınan bu lugat hâlen Ankara’daki Millî Kütübhâne’nin “Müsvedde Eserler” bölümünde 158 numarayla kayıdlıdır ve yaprakları numaralanmamış olarak altı büyük dosya içinde saklanmakdadır.
Murtazā Bey’in -ressamlığıyla kıyaslanamazsa da- bir başka meşgalesi daha vardı ki, bu da hattatlığı idi. Yazdığı sülüs ve ta’lîk hatları eşine, dostuna -kendi îmâli zarflara koyup- postayla gönderirdi; bu konuda bir iddiâsı da yokdu. 1958’de Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’nda -Süheyl Hoca’nın delâletiyle- cam tabaklara hüsn-i hat yazmakla vazîfelendirilmiş, tezyînatla uğraşan mesâi arkadaşlarının hürmet ve sevgisini kazanmışdı. Aynı yıllarda üstâd Hâmid Aytaç (1891-1982) da tabaklar üzerine yazmak için Paşabahçe’ye devâma başlamışdı.
(Devamı önümüzdeki haftaya…)
Prof. Uğur Derman