ULU ÂRİF ÇELEBİ

A+
A-

2.2.1.2. ULU ÂRİF ÇELEBİ (V. 719 / 1319-20)

İlk dönem Mevlevî tarihinin en ilginç siması hiç şüphesiz Ulu Ârif Çelebi’dir. Gelenek babası Sultan Veled’i “Mevlânâ’nın sırrı” olarak nitelerken bunun devamı mahiyetinde Ârif Çelebi’yi “Mevlânâ’nın ya da yedi velinin nûru” 679 olarak vasıflandırır. Bu ifade zımnında; Çelebi’nin sûfî karakter ve tavrında Mevlânâ’nın ya da aktâb-ı seb’a-i Mevleviyye’nin hakikatinin, dışa yönelik/zâhirî planda teşahhus ettiği iddiasını taşır. Dolayısıyla bu durumun tabii bir neticesi olarak babası Sultan Veled’in başlattığı tarikatın teşekkülü ve yaygınlaşma faaliyeti Ârif Çelebi nevbetinde daha yoğun ve somut bir hal almış, Mevlevî gelenek oluşum, cemaatleşme ve yapılanma sürecini -elbette ki ilk dönem için- onun zamanında büyük ölçüde gerçekleştirmiştir.

Çelebi hakkında en geniş malumatı muhlis bendesi Eflâkî’nin yine Çelebi’nin emrine ittisâlen Mevlevî aktâbına dair kaleme aldığı derleme eserinde, “Menâkıbü’l-Ârifîn”de buluruz. Eflâkî’nin eserinde resmettiği Ârif Çelebi genel hatlarıyla “her türlü kayıttan ve alayıktan âzâde, manevi saltanat ve tasarrufu gayet güçlü ve buna bağlı olarak velayet gayretini bütünüyle kuşanmış rind-meşreb bir sûfî, abdâl ve ahrârın büyüklerinden, atalarının kendisine miras bıraktığı manevi otoriteyi kamilen hisseden ve hissettiren, şeriata inkıyâd eden ve fakat resmi kurallara mürâîce tabi olmak yerine hakikat mucebince amel eden müteheyyic bir veli” portresi ile karşımıza çıkar. Çelebi meşrebi dolayısıyla zaman zaman gerek sûfî gelenek mensuplarınca ve gerekse tasavvufa neyzen bakışla nazar kılanlarca ve hatta kimi zaman da Mevleviyye mensuplarınca eleştirilmiştir. Bununla birlikte Menâkıbü’l-Ârifîn sahibinin yeri geldikçe sıksık vurguladığı üzere zâhirden çok batının maslahatını gözetmesi ve tahkik ettiği hakikatin gereğince davranış sergileme azmi dolayısıyla o kendi iç dünyasında bu eleştirileri batıl ve beyhude addetmiştir.680

Eflâkî onun hakkında “meşhur ve başta gelenler halkasında (halka-i sudûr) zikrolunan bir kazıyyedir” kaydıyla şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır:

“Âriflerin sultanı Ârif Çelebi Hazretleri -erva’llâhü ramsehû ve tayyebe nefsehû-, abdâlın büyüklerinden ve hal erlerinin kâmillerinden idi. Suret âleminin haraplığında (sûret âleminin niteliği olan gelip geçiciliğe göre hareket etmek hususunda) ve akıllıların kurallarını (dayanak edindiği kâideleri) yerle bir etmekte seçkin mana rindlerinden idi. Daima rusûma ehemmiyet veren büyüklerin (sâdât) adetlerini yıkıp parçalamak çabasındaydı ki bu mütevessimler önünde muhakkik uluların adetidir. Aynı şekilde Cem’in câmının örtüsü ve istiğrâk sağrağı ve sâğarının (hepsi kadeh manasına gelen kelimelerdir) çadırında kendi manasının şâhidini, nâmahremlerin gözünde(n) perdelenmiş ve görünmez kılardı. Hayır, belki (bilakis ve hatta) basîret sahibi (dîde-ver) kimselerin de gözünü bağlayıp görmez hale getirerek Celâlî celâletin gelin odasında nihân olurdu.

Nitekim buyurmuştur: Eğer senin yolunda namahremler varsa, şarap kadehinden perde yapabilirsin.

Kendi kemal (ile dolu) cemalini (cemâl-i bâ kemâl) bu eksik nâmahremlerin nazar oklarına hedef kılmak istemezdi ta ki halkın hücumundan (ğulüvv-i âmme), kendi menfaat ve arzuları peşinde koşan insanların kabulüne (şayan olmaktan) ve ağyâr ile bir arada olmanın doğurduğu baş ağrısından âzad ve fâriğ olsun. Hazretin haremine mahrem olan kimseler imkan ve her şey kendisine apaçık olan (Hakk’ın) inâyeti ölçüsünde gizlilik yolundan müşâhedeler ediniyorlar ve kendi rahmetinden her ne gösterir ise görüyorlardı.

Gayretin fazlalığı dostun perdesi oldu / Böylesi bir gayret dolayısıyla seni görmüyorlar.

Yine ömrünün çoğunda ferahlamak için seferlerle ve esrarla dolu kitapları mütâlaa ile meşgul oldu.”681

ifadelerini kullanırken adeta Şems-i Tebrîzî’nin kuralları altüst eden tarzını hatırlatmaktadır.

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin torunu ve Sultan Veled’in oğlu olan Ârif Çelebi, 8 Zi’l-ka’de 670 / 6 Haziran 1272 Pazartesi günü Konya’da dünyaya gelmiştir.682 Annesi Fâtıma Hatun Mevlânâ halifelerinden Şeyh Salâhaddîn Zerkûb Konevî’nin kızıdır. Mevlânâ, oğlunun evliliğinden uzunca bir süre sonra dünyaya gelen 683 torununa, “Feridûn” ismini -ki annesinin babası Şeyh Salâhaddîn’in ismidir- manevi bir hediye olarak ta kendi lakabı “Celâleddin”i vermiştir ve babası Sultânü’l-Ulemâ’nın âdeti olduğu üzere torununa “Celâleddîn Emîr Ârif”684 şeklinde lakabıyla hitab edilmesini uygun görmüştür.685

Ailenin hasretle beklediği bu çocuğa ana rahmine ilkah anından itibaren686 dedesi Mevlânâ tarafından özel bir alaka gösterildiğini, himmet ve inayette bulunulduğunu Eflâkî çeşitli vesilelerle dile getirir.687 Büyükbaba bir yandan çocuğa ve annesine paha biçilmez altınlar bahşederken (aynı zamanda devrin sultanı, vezirler ve büyükler de çeşitli hediyeler göndermiştir) diğer bir yandan da sema ederek ve gazeller söyleyerek sevincini ızhar etmektedir.688 Meşhur bir gazelinde şöyle söyler Mevlânâ:

Bu Ferîdûn bize mübarek olsun! Ki din sultanı olacaktır (olsun) Feridun.

Gökteki ay gibi parlak ve aydın, şekerle dopdolu mısır gibi tatlı olsun Feridun.

Saadet meydanında top oynatsın, devlet Şebdîz’ine (Yağız devlet atına) eyer vursun Feridun.

Her türlü kin ve düşmanlıktan arı duru bir halde Ay gibi daima sevgi ve temizlik içinde ikbal burcundan doğsun Feridun.

Gam Dahhâk’ının boynunu yücelik ve temkin kılıcıyla vursun Feridun.

Allah’a hamdolsun, o, şimdi devlet köşkünde, köşkün rütbe ve şerefini artırmada.

Yetmiş yılı Zi’l-ka’de ayının sekizinci Salı günü öğle namazından iki saat sonra anasından doğdu Feridun.

Hüsrevler soyundandır, elbet Şirin gibi mahbubdur Feridun

Ana tarafından da baba tarafından da soylu bir padişahtır, kara gözlü huriler misali ebeden geldi Feridun.

Baliğ olup ta aklı kemale erince, benim bu şiirimi takdir edecek beğenecektir Feridun.

Onun ömrü binlerce yıl uzun olsun. Sen de bu duaya candan âmin de ey Feridun.689

Ârif Çelebi yedi aylık olduğunda boğazında peyda olan çıban dolayısıyla ağır bir hastalık geçirmiştir. Hatta doktorların çaresizliği ve durumunun vehameti dolayısıyla anne ve babası hayatından ümit kesince Sultan Veled diğerleri gibi Ârif Çelebi’yi de kaybetme endişesi ile babasına müracaat ettiğinde Mevlânâ kalem ve mürekkep istemiş, yedi enine ve yedi de boyuna olmak üzere çizgiler çizerek bir vefk hazırlamış ve sonunda da “Akıllıya bir işaret yeter” yazmıştır. Bunun üzerine Ârif Çelebi iyileşmiştir. Mevlevî çevrelerde bu olay Ârif Çelebi’nin yedi ya da yetmiş yıl yaşayacağı şeklinde yorumlanmış ise de işin hakikati Ârif Çelebi’nin 49  yaşında göçmesiyle aydınlanmıştır. 6120 Ârif Çelebi’nin bu hastalıklı hali bütün hayatı boyunca peşini bırakmamış gibi gözükmektedir.

Nitekim gençliğinde Konya’da Türbe’de birkaç ay yatakta kalmasını gerektirecek derecede, doktorların çaresiz kaldığı ağır bir rahatsızlık dönemi geçirdiğini, babası Sultan Veled’in sık sık iyâdetine geldiğini Eflâkî nakleder. Çelebi keramet göstererek hastalığını Celâleddîn Sipehsâlâr’a havâle etmiş ve nihayet sıhhat bulmuştur.691 Benzer şekilde seyahatlerinden birinde, Alanya şehrinde şiddetli bir hastalık geçirmiş hatta hayatından ümit kesilmiş iken gösterdiği kerametle sıhhat bulduğu belirtilir. 692 Anlaşılan odur ki Çelebi, çocukluğunda geçirdiği ağır rahatsızlığın yükünü ömür boyu sırtında taşımıştır. Hatta bu durum kimi zaman deva niyetine şarap içmek durumunda kalmasına sebebiyet verir. Muhtemeldir ki deva, bir müddet sonra müdâm’a dönüşmüştür.

Eflâkî, oldukça sevimli bir çocuk693 olan Ârif Çelebi’nin büyükannesi Kirâ-yı Bozork tarafından da çok sevildiğini, 694 dedesi Mevlânâ’nın Hz. Peygamber’in sünnetine ittibaen gönlünü hoş tutmak için onunla birlikte çocuklaştığını, Çelebi Hüsameddin’in de her hususta olduğu üzre ona tabi olarak eşlik ettiğini dile getirir.695 Ârif Çelebi’nin lalası Fahreddîn adında bir zattır ve bu kişi Çelebi’yi sık sık Çelebi Hüsameddin’e götürmekte, Çelebi Hüsameddin de çok sevdiği çocuğu evine götürüp ikramlayarak şöyle dediği nakledilir:

“Ne olurdu! Veled hazretleri Ârif’i bana verseydi, ben de ona canı gönülden lalalık etseydim, onun terbiyesiyle gerektiği gibi canı gönülden meşgul olup onu layıkıyla yetiştirseydim. Fakat kıskançların kötülüğünden korkup ona görünmeden lalalık ediyor ve onun haline etkili olmaya çalışıyorum. Ümit ederim ki, o, ruhanilerin parmakla gösterdiği bir kişi olur ve ruhunun nurları dünyayı kaplar. Onda yedi velinin nuru olduğu için sonunda kutupların imamı olur”696

Ulu Ârif Çelebi’nin eğitimi hakkında kaynaklarda neredeyse hiç bilgi yoktur. Eflâkî’deki bir kayıttan onun Malatyalı Mevlânâ Salâhaddîn’den altı yaşında Kur’ân dersi aldığı anlaşılmaktadır. 697 Sipehsâlâr bu şahsı ikinci Sibeveyh olarak nitelendirdiğine göre Çelebi’nin kendisinden dil ve edebi sanatlar üzerine de bir eğitim aldığı düşünülebilir. Divanındaki telmihlerin işareti nazar-ı dikkate alınırsa iyi bir eğitim aldığı söylenebilir. Şu var ki ârif Çelebi dedesi ve babası gibi resmi ilimlerde de kamil bir şahsiyet olarak lanse edilmemiştir. Bununla birlikte kendisinin de babası gibi musikide mahir oluşu bu sahada da eğitim aldığı fikrini intâc etmektedir.

Kendisini dünyaya bağlayacak her türlü kayıt ve alâyıktan âzâde münferit bir hayat tarzını benimsediği anlaşılan Ârif Çelebi’nin evliliğe sıcak bakmaması gayet tabiidir. Ne var ki babası belki de neslin ve geleneğin devamı açısından bu hususa ehemmiyet vermekte ve Ârif Çelebi’nin evlenmesi konusunda ısrar etmekteydi. Nihayet manevi bir işaretin Sultan Veled tarafından evliliğine hamledilerek yorumlanması üzerine Ârif Çelebi Emîr Kayser Tebrîzî’nin kızı Devlet Hatun ile evlenmiş ve evliliğinden iki erkek ve bir kız çocuk sahibi olmuştur. Babası Sultan Veled erkek torunlarından ilkinin adını Emîr Âlim ikincisininkini ise Emîr Âdil olarak koyarken büyüğe Bahâeddin, küçüğe de Muzaffereddîn lakabını verir. Çelebi’nin kızı ise “Despinâ” adıyla meşhur Melike Hâtun’dur.698 Bu arada Çelebi’nin ailesi ile birlikte baba ocağı Mevlânâ medresesinde değil de Mevlânâ’nın türbesi civarında ikâmet ettiğini de belirtelim.

Kaynaklar Ârif Çelebi’nin, dedesi Mevlânâ ile çeşitli düzeylerde irtibatını sıklıkla vurgulamaktadırlar. Evvel emirde Sultan Veled için de sıkça söz konusu edilen suri benzerlik dile getirilir. Mesela Eflâkî’nin, Mevlânâ göçtükten sonra üzüntüsünden bi-karar bir hale gelen Kirake Hatun (Fatıma Hatun)’dan aktardığı menkıbede rüyasında kendisine görünen Mevlânâ’nın kendisini Ârif Çelebi’nin beşiğinde aramasını telkin ettiği vurgulanır. Böylelikle anne, henüz beşikte olan yavrusunun hizmetinde bir müridi olarak değerlendirilir.699 Hatta oğluna karşı takındığı bu tavır Tokat şehrinin ileri gelen hanımları tarafından eleştirildiğinde Fatıma Hatun, oğlunda Mevlânâ’yı müşahede ettiği ve Mevlânâ’nın kendisini Ârif Çelebi’ye havâle ettiğini, böylelikle ona mürid olduğunu700 ifade ederek kendisini savunmuştur.

Ârif Çelebi’nin tavır ve edası ile dedesi Mevlânâ’yı andıracak derecede bir benzerliğe sahip bulunuşu babası Sultan Veled tarafından da ifade edilmiştir. Çelebi her ne zaman medreseye girse Sultan Veled’in hürmet nişanesi olarak ayağa kalkıp ona yer vermesi bazı kimseler tarafından tenkid edildiğinde Sultan Veled

“Tanrı’ya yemin ederim ki, Arif medresenin kapısından içeri girdiği anda babam hazretlerinin içeri girdiğini sanıyorum. Onun salınışı, nazlı nazlı yürüyüşü, ölçülü biçili hareketleri tıpkı babamınkidir. Babamı da gençliğinde bu sıfat ve biçimde görüyordum. Onun semâdaki hareketleri, Mevlânâ’nın hareketlerine benzemiştir. Arif onun zamanında daha süt emiyordu. Eğer daha büyük olsaydı bu tavırlarını onu çok fazla izleyerek kazanmış olduğuna hükmederdim. Nitekim doğası ölçülü biçili olan insanlar, birbirlerine baka baka birbirilerinden tarzlar ve hareketler çalar, kendilerini birbirlerine benzetmeye çalışırlar. Fakat bizim Arif’imizin bu anlayışlılığı, akıl sağlamlığından değil, belki Tanrı vergisidir, sonradan kazanılmış bir şey değildir.”

şeklindeki ifadesiyle babası ile oğlu arasında benzerliğe dayalı bir irtibatı dile getirmiştir.701 Ayrıca Eflâkî Sultan Veled’in daima “Bizim Arif’imiz, velilik denizidir ve babamızın nuruyla da dopdoludur” dediğini de nakleder.702 Ârif Çelebi’den Mevlânâ kokusunun geldiği halası Melike Hâtun da ikrâr eder.703

Sultan Veled henüz bekârken, Mevlânâ’nın mana âleminde, onun kulağına gayb âlemine özgü bir küpe taktığını ve bununla Ârif Çelebi’nin kastedildiğini belirten704 Eflâkî, Sultan Veled’in oğlunu “Şeyhu’l-Ervâh / Ruhların Şeyhi” olarak tavsîf ve hitab ettiği705 oğlu Ârif Çelebi’yi bir yandan takdir ederken kimi zaman da tenkid ettiği ve azarladığını belirtir. Bu tenkid ve azarlarının da oğlunu kötülerin gözünden sakınmak maksadıyla yapıldığını hakikatte eleştirilerinin hiçbir zaman vâki’ olmadığını dile getirir. Kızı Şeref Hatun, babasının kardeşi hakkında şu sözlerini nakletmektedir:

“Arif Çelebi’ye hayranım. Bu nasıl bir kuştur, onun ne kadar da yüksek bir uçuşu var. Onu ne zaman görsem halim başka türlü oluyor. Benim nazarımda büyük bir yemin ve İsm-i A’zam olan babamın ruhu hakkı için sanmıyorum ki öyle bir insan yeryüzüne ayak basmış olsun. Ve babamın buyurduğu yedi velinin nurunu ben onun simasında görüyorum.” … Babam (Mevlânâ) bana “Bahâeddîn, gerçek çocuk, şeyh oğlu değil, kul ve mürit olandır. Umulur ki Arif bizim neslimizin veliliğini kemale erdirir. Çünkü bizim Arif’imiz hal çocuğu ve nazar deryasıdır. Hakikat bilgisi onda son dereceyi bulacaktır. O abdâlların sultanıdır. O, olgunluk içinde olgunluklara kavuşur diye buyurdu.”706

Sultan Veled’in eleştirdiği hususlardan biri oğlunun tarikat hiyerarşisine uymayarak babası ve şeyhi Sultan Veled’den, onun makam ve hallerinden bahsetmek yerine Mevlânâ hakkında konuşması, mensubiyetini doğrudan Mevlânâ’ya ittisal ile bununla iftiharı ve referanslarının daima Mevlânâ’ya olması yönündedir. Nihayet Çelebi’nin Mevlânâ ile mülakatı hiç denecek kadar kısa bir süre gerçekleşmişti ve Mevlânâ bu âlemden göçtüğünde Ârif Çelebi henüz 1,5 yaşındaydı. Çelebi bu itiraza cevabında babasına karşı hürmet tavrını elden bırakmayarak bu tutumun hakikatte kendi hevesi ile gerçekleşmediğini, Mevlânâ’nın lütuf ve inayetinin eseri olduğunu belirterek babasının tahsinini kazanır. Bu itibarla Ârif Çelebi de babası gibi “Mevlevî” nisbesini haiz olduğu söylenebilir.707

Çelebi’nin baba ve dede ocağı medreseden ayrılarak ikâmetgâh olarak Türbe’yi tercih ettiği bilinmektedir.708 Zaman zaman baba ile oğul arasında vuku bulan bir soğukluğun giderilmesi için Sultan Veled, Şeyh Begi’den Ârif Çelebi’yi bir şekilde medrese getirilmesini istediği, medresede hazırlanan sofranın ardından musiki meclisi tertib edildiği ve Ârif Çelebi’nin burada enstrüman eşliğinde peşrev, bir nevbet, bir basît söylediği, meselenin tatlıya bağlandığı nakledilir.709

Sipehsâlâr, Çelebi’yi Mevlânâ’nın yakın çevresindeki müridleri arasında sayar.710 Eflâkî ise meseleyi bir adım daha ileri götürür ve Mevlânâ’nın henüz beşikte iken (altı aylık) Ârif Çelebi’ye lafza-i celâl telkîninde bulunduğunu ve “Bugünden sonra bizim Arif’imiz tam bir şeyhtir, baş olmaya ve başbuğluğa layıktır, beşikten mezara kadar olgunlaşacaktır” ifadesiyle hilafetini dedesinden aldığını vurgular. Hem Mevlânâ hem de Nakiboğlu Mevlânâ Tâceddin birer şiirle bu durumu dile getirmişlerdir.711Ayrıca Eflâkî Sultan Veled’in 681 / 1282-3 yılında ergenlik çağına yeni girmiş 11 yaşındaki oğlunu kendi tahtına oturttuğunu ve kendisinin de uzakta oturduğunu naklederken bir anlamda hilafetinin de verildiğine işaret etmektedir.712

Ulu Ârif Çelebi’nin ömrünün büyük bir kısmını çeşitli amaçlarla Konya dışına düzenlediği seyahatlerde geçirdiği bilinen bir husustur. Araştırmacıların pek çoğu bu seyahatlerin büyük ölçüde Mevlevîliğin yaygınlaştırılması maksadına matuf bulunduğu kanaatindedir. Oysaki Çelebi’nin gittiği hemen her yerde daha önceden tayin edilmiş bir halife ve teşekkül etmiş bir cemâatin varlığı söz konusudur. Bu sebeple ileri sürülen kanaatte haklılık payı olsa da seyahatlerde birinci derecede etkili olan gayenin başka yönlerden aranması gerekir. Özellikle Çelebi’nin karakterindeki âzâdelik onun mekan olarak ta bir yere uzun süre bağlı kalamaması gibi bir sonucu doğurmaktadır. Nitekim bu   durumu   adeta   hayatının   gayesi   addettiği   fikrini   uyandıracak   ifadeleri söz konusudur.713 Gerçekleştirdiği seyahatlerin hepsi kendi insiyatifi dâhilinde olmayıp en azından Irâk-ı Acem seyahati babasının tavsiyesi üzerine gerçekleşmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki bazı seyahatleri de babasının rızası hilafına vuku bulmuştu. (Mesela Amasya ve Kastamonu seyahati) Bütün bunlara ilave olarak çelebinin mizacındaki dalgalanmalar onun sıhhati açısından da seyahat etmesini gerekli kıldığını ifade etmeliyiz.

Batı Anadolu ile İlhanlı payitahtı Sultaniye arasında kalan geniş coğrafyada gerçekleşen bu seyahatlerin bir bölümünde Çelebi’nin maiyyetinde bulunan Eflâkî ne yazık ki bilgileri kronolojik ya da rotaya bağlı bir tertip ile vermemektedir. Bu sebeple Çelebi’nin buralara ne zaman ve hangi sıra ile gittiği genellikle meçhulümüzdür. Bununla birlikte henüz babasının sağlığında başladığı seyahatlerinin ilkinin orta ve kuzey Anadolu’da gerçekleştiği söylenebilir. Çelebi gittiği hemen her yerde bölgenin idarecileri ve önde gelen şahsiyetleri ile görüşmüş, pek çoğu da kendisine mürid olmuştur. Bunun yanı sıra önemli merkezlerde şayet daha önceden yoksa zaviye ve hankahlar tesis edilerek halifeler tayin edilmiştir.

Eflâkî’nin eserinde verdiği bilgiler derlenerek Çelebi’nin seyahatleri genel olarak coğrafi bir çerçevede Kuzey Anadolu (Sivas, Tokat-Niksar, Amasya, Kastamonu), İç Anadolu (Akşehir, Beyşehir, Kırşehir, Niğde, Larende), Batı Anadolu (Kütahya, Ladik, Birgi, Menteşe İli-Aydın) ve Irâk-ı Acem (Bayburt, Erzurum, Merend, Tebrîz, Sultaniye) başlıkları ile kategorize edilebilir.

A- KUZEY ANADOLU

Çelebi’nin en az üç kere gittiği Sivas şehrinde bulunan zaviyenin şeyhi muhtemelen hakkında büyük inayet beslediği candan muhiplerinden Ahi Muhammed Dîvâne’dir. Çelebi inayetiyle Muhammed Divane’nin müptela olduğu bir rahatsızlığı iyileştirmiştir.714 Ayrıca Sivas’ta mugayyebâttan haberler veren ve halkın fazlaca rağbet gösterdiği Eflâkî’nin tasvîrine bakılırsa süfli kılıklı heterodoks bir rum abdalı olan Erzurumlu Hâce ile giriştiği mücadelenin715 sebep olduğu iç karışıklık; Konya, Kayseri rindleri ile Sivas hakimi ve Çelebi’nin candan müridi bulunan Samagar oğlu Arap Noyan’ın716 olaya müdahil olması ve henüz sağ bulunan Ahi Muhammed Dîvâne’nin galeyana gelen halkı sakinleştirmesi neticesinde son bulmuş ve Çelebi şehirden ayrıldıktan (Tokat’a) sonra Erzurumlu Hâce’nin vefat etmesiyle ortalık durulmuştur.717 Çelebi seyahatini tamamlayıp Konya’ya döndüğünde babası Sultan Veled bu hareketini medhetmiş, tahsîn ve aferinlerde bulunmuştur.718

Bu durum Sivas ve Tokat gibi göçebe Türkmen kültürünün hakim olduğu şehirler ile Kayseri ve Konya gibi yerleşik şehir hayatının hakim olduğu şehirlerde cari din ve tasavvuf anlayışları arasındaki çatışmanın tipik bir örneğidir. Çelebi başka yerlerde de benzer çatışmaların içinde olmuştur.719

Eflâkî babasının Özbek Han’ın sarayında vefatı haberini aldığı Kayseri-Sivas seyahatinden de bahseder. Kayseri Samağar Noyan’ın valilik merkezidir ve Sivas ise özellikle Memlük Sultanı Baypars’ın Anadolu’dan çekilmesinden sonra Samağar’ın oğlu Arap Noyan’ın hakimiyetine girmiştir. Bu seyahate Amasya kadısı Mevlânâ İmâmeddin, Sivas hatibi Sâdeddin  ve onun kardeşi Mecdeddin Hafız da  iştirak etmişlerdir.720

Dânişmend İli’nin merkezi Tokat’ta Çelebi’nin Halifesi Konyalı Ârife Hoşlikâ adında bir hanımdır. Burada bir süre misafir kalan Konyalı Mevlânâ Rukneddîn Urmevî el-Veledî’nin oğlu Nâsıreddîn Vâiz’in Çelebi hakkındaki bir sözü dolayısıyla Arife Hoşlikâ kendisine itiraz etmiş, Nasıreddîn de incinerek Niksar’a gitmişti. Çelebinin kerameti ile hastalanıp Tokat’a döndüğünde arz-ı ubudiyetini Çelebi’ye iletmelerini vasiyet ederek göçtü. Daha sonra Sivas’tan Tokat’a gelen Çelebi kendisini affettiğini belirtmiştir. 721 İhtimal ki Eflâkî’nin “yâr-ı Rabbânî, melikü’l-fuzalâ ve kıdvetü’l-müfessirîn” gibi ifadelerle vasfettiği bu şahıs Fütüvvet-nâme ve Kitâbü’l-İşrâkât gibi eserlerin sahibi olan Mevlânâ Nâsırî’dir.

Tokat aynı zamanda Mevleviyye mensubu pek çok elit hanımefendinin bulunduğu bir şehirdir. Mesela Sultanın karısı Gumac Hatun, Muineddin Pervâne’nin kızı Hâvendzâde ile Şarapsâlâr’ın, Müstevfî’nin ve daha başkalarının kızları gibi ileri gelen hanımlar burada bulunuyorlardı. Eflâkî bir vesile ile Ârif Çelebi’nin annesi Kirâke (Fâtıma) Hatun’un da burada bulunduğundan bahseder. 722 Muhtemelen bu durum dolayısıyla bu bölgede bir hanım halifeye ihtiyaç doğmuştur.

Çelebi Tokat’ta ayrıca itibarlı bir sûfî ile münakaşada bulunmuş,723 Pervane’nin kızının alakadar olduğu Hoca Münir Hankâhı’nda Şeyh Bahâeddîn Cendî için tertip edilen posta iclâs merâsiminde kendisibe yapılan saygısızlığa karşı şiddetli bir tepki göstermiştir.724

Çelebi Amasya’ya birden fazla sefer düzenlemiştir. Amasya’da Çelebi Hüsâmeddîn’in halifelerinden Alâeddîn Amâsî bulunmaktaydı ve bu halîfe ile Ârif Çelebi arasında da münakaşa vukû’ bulmuştur. Söz konusu münâkaşa meşreb farklılığına dayanıyor olsa da Eflâkî bu durumu Alâeddîn Amâsî’deki kemâl esikliğine hamleder. Konunun ve Çelebi’nin Amasya seyahatinin detayları Şeyh Alâeddîn hakkındaki müstakil bölümde arz edilecektir.

Amasya-Kastamonu seyahati, Çelebi’nin babasının rızâsı hilâfına çıktığı seyahatlerden biridir. Sultan Veled’in Konya’dan ayrılmasını istememesine rağmen seyahate çıkan Çelebi Amasya’dan Kastamonu’ya geçerken haramilerin baskınına uğramış ve yaralanmıştır. Çelebi bu kadarlık zahmetin babasının hatırını hoş tutmamasından ileri geldiğini ifade ederken gösterdiği kerametle haramiler Kastamonu’lu Süleyman Paşa’nın emrine girerek İslam askeri safında gazâ ile uğraşmışlardır. 725 Ârif Çelebi ziyareti esnasında Süleyman Paşa’ya dedesi Mevlânâ’nın bir kerametine konu olan ve diğer dedesi Şeyh Salahaddin’e düşen ayakkabılardan birini hediye etmiştir.726

Söz konusu Süleyman Paşa, XIV. yüzyılın başlarında Kastamonu ve Sinop civarında Beyliğini kuran Şemseddin Yaman Candar’ın oğludur. İlhanlı hükümdarı Geyhatu727 tarafından kendisine iktâ olarak verilen Eflani ve civarında beyliğini kuran Şemsettin Yaman’a Selçuklu sarayına intisabından dolayısıyla Can-dar’lık payesi verilmiştir. Beyliği süresince İlhanlılar’ın hâkimiyetini tanıyan Şemseddin Yaman yaklaşık 1308 yılında ölünce yerine oğlu Süleyman Paşa geçmiştir. Bir süre Eflani’de oturan Süleyman Paşa, 1309’da Kastamonu ve ardından Safranbolu’yu ele geçirerek hâkimiyet sahasını genişletmiş ve beyliğin merkezini Kastamonu’ya taşımıştır. Zamanla Sinop’u da alarak oğlu İbrahim Bey’in idaresine veren Süleyman Paşa da babası gibi ilk zamanlar İlhanlı hakimiyetini tanımış, ancak 1327’de Demirtaş’ın Anadolu genel valiliğinin sona ermesi ve 1335’te İlhanlı Hanı Ebu Said Bahadır’ın ölümü üzerine bağımsızlığını ilan etmiştir. Mevlânâ ailesi ve Mevlevî çevrelerle dostça münasebetler geliştirdiği anlaşılan Süleyman Paşa’yı Ârif Çelebi iki defa ziyaret etmiştir.728

Mekteb-i Sultani Müdürü Mehmet Behçet’in verdiği malumata göre Süleyman Paşa’nın mezarı Mevlevihane haziresindedir ve üzerinde “yeşil bir örtü ile örtülü, ahşap, yüksek, özelliği olmayan bir sanduka” mevcut olup, sanduka üzerindeki camlı levhada ise “Hadimü’l-Mevlana Candari Süleyman Paşa aleyhi’r-rahmetü” kaydı bulunmaktadır.729 Bu kayıt Kastamonu’da bu tarihte bir mevlevîhânenin varlığı fikrini intâc etmektedir.

B- IRAK-I ACEM

Ârif Çelebi, Anadolu toprakları dışına, “Irâk-ı Acem” olarak adlandırılan bölgeye de iki seyahat gerçekleştirmiştir. İlki Gazan Han’ın Moğol tahtına geçtiği 694/1295 yılı ya da müteakip yılda vuku bulmuştur ki Eflâkî kendisinin de iştirak mettiği bu seyahatin gayesini “Çelebi’nin Irak-ı Acem ülkesini görmek bu ülkelerin uluları ile tanışmak arzusu” şeklinde belirler.730 Sefer sırasında Erzurum’da Han’ın avcıbaşısı olan ve “son derecede itikat sahibi, doğru, arif ve Rum padişahının emir-zadelerinden biri” olarak nitelendirdiği Kılavuz oğlu Tuman Bey ile karşılaşmıştır. Ayrıca Eflâkî bu Bey’in şahit olduğu kerameti dolayısıyla Çelebi’nin müridi olduğunu, pek çok hediyeler arzederek avcıyken Çelebi’ye av oluşunu ifade eden bir gazeli vird edindiğini ve Tebriz’e kadar Çelebi’ye  eşlik  ettiğini  bildirdikten  sonra  Tebriz’de  Çelebi’den  ve   maiyetinden ayrıldığını ifade eder. Han’ın huzuruna vardığında Han Tuman Bey’e Dânişmendiye vilayetlerinde birçok köy bağışlamış ve özel bir ferman (tibgar-i yarlığ) vermiştir. Tuman Bey de bunların hepsini Çelebi hazretlerine feda ederek ömrünün sonuna kadar her yıl paralar (vezayif) gönderip hizmetlerde bulunmuştur.731 Böylelikle Türbe ve mensûbânı hizmetinde kullanılan vakıf ve bağış gelirlerinin günden güne arttığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen Çelebi bu seyahatte Merend şehrine de uğramıştı.

İkinci seyahat ise varış noktası İlhanlı payitahtı Sultâniye olarak belirlenmiş şekilde doğrudan babasının talebi üzerine gerçekleşmiştir. Sultan Veled dönemin İlhanlı hakanı Olcaytu Herbende’ye nasihat etmesi için oğlunun acilen Sultaniye’ye gitmesini istemiş ne var ki sefer hazırlıkları devam ederken Sultan Veled’in aniden hastalanması ve bu dünyadan göçmesi yolculuğun bir müddet te’hirini gerektirmişti. Bu seyahatte de Ârif Çelebi’nin maiyyetinde bulunan Eflâkî yolculuğa 715 / 1315-6 yılında başlandığını bildirir.732

İlhanlı hükümdarları içerisinde dini kararsızlığı fazlaca göze çarpanlardan biri Olcaytu Herbende (sonradan muhtemelen kelimenin Fars dilinde istihfaf ifade eden anlamı göz önüne alınarak tagayyür etmiş şekliyle Hüdâ-bende)’dir. 733 Küçükken annesi tarafından vaftiz ettirilmiş olmakla birlikte sonradan Budizm’i tercih eden Han zevcelerinden birinin teşvikiyle İslamiyet’i kabul etmiş, koyu bir dini tutum takınmış, başlangıçta Hanefi iken sonradan vezirlerinin tesiri ile Şafiîlik mezhebini benimsemiştir. Konuyla ilgili tartışmalar sonrası 1309-10’lu yıllarda Şiîlik mezhebine geçmiş, daha önce kestirdiği sikkelerdeki dört halifenin adları yerine bu sefer 12 İmam’ın isimleri yazılmıştır. Olcaytu’nun Şiî/Râfızî akidelerdeki ifratı hutbelerde Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi sahabilerin anılmasının men’ine kadar uzanmış ve hatta Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in naaşlarının Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ravzasından başka bir yere nakline dahi teşebbüs edebilecek kadar ileri gittiği anlaşılmaktadır. Durumu haber aldığında son derece rahatsız olan Sultan Veled Olcaytu’nun ikazı dolayısıyla oğlu Ârif Çelebi’yi kendisine göndermek istediyse de vefatı dolayısıyla seyahat bir müddet gecikmiş ve Ârif Çelebi yoldayken Olcaytu da vefat etmiştir (1316). Son anlarında bile Han’ın ihmal edilmemesi yönünde tavsiyede bulunduğuna göre Sultan Veled’in bu ikaz ve irşad vazifesine gayet ehemmiyet verdiği anlaşılmaktadır.734 Çelebi’nin babasının vasiyeti üzerine ve vefatı dolayısıyla gecikmeli olarak çıktığı Sultaniye seyahatinde konaklarından birisi Bayburt’tur. Kafile burada 716 yılı Ramazan ayını (Kasım – Aralık 1316) halife Bayburtlu Ahi Ahmed’in zaviyesinde geçirmiştir. Bu sırada Bayburt ve Erzurum havalisinin hâkimi, Erzurum Yakutiyye Medresesi’nin banisi Hoca Yakut’un daveti üzerine onun sarayına geçilmiş ve Ramazan bayramının arifesinde Çelebi Hoca Yakut’a Olcaytu’nun (v. 13 Aralık 1316) vefatını haber vererek nasihatte bulunmuştur.735

Çelebi en az iki sefer Merend şehrine gitmiştir ve ikincisinde maiyetinde pek çok bilginler ve emirlerle birlikte Sultan Veled’in müritlerinden ve Keygatu Han’ın yakınlarından Emîr Muhammed Sekurcî, Gazan Han’ın yakın adamlarından (în’âklarından) Caca’nın oğlu Polad Bey 736 de bulunmaktaydı. Çelebi anlaşıldığı kadarıyla Mevlânâ’nın doğu diyarlarında oldukça yaygın olan şöhretinden istifade etmek isteyen, kendisini “Mevlânâ’nın mazharı” olarak tanıtan ve Mevlânâ’nın bazı şiirlerine nazireler yazan Şeyh Cemaleddin İshak-ı Merendî ile münakaşaya girişmiş, çıkan münakaşa kavgaya dönmüş kılıçlar çekilmiş ve halk Çelebi’nin etrafını sarınca Şemseddin Muhammed Sekurcî ve Polad Bey adamları ile birlikte yetişerek çıkan arbedeye mani olarak Çelebi’yi kurtarmışlardır.

Şeyh İshak’ın birkaç gün sonra garip ve ani ölümü üzerine şehir halkı bu durumu Çelebi’nin manevi gücüne hamlederler ve dönüşte uğradığı Merend’in bütün halkı Çelebi’yi karşılayarak hizmetlerde bulunmuş, Eflâkî’nin mübalağasıyla halkın çoğu müridi olmuştur.737

Çelebi Tebriz’e gittiğinde Eflâkî de yanındadır. Orada kendisini ağırlayan Ahi Ahmed Kazzâz’ı zorla semaa sokmuş ve kendisine külahını hediye etmiş, kulağına sırlar fısıldamıştır. Ahi Ahmed müridi ve belki de halifesi olmuştur.738 Bu olay Eflâkî tarafından Sultani’ye ziyaretinden hemen önce zikredildiğine ve Çelebi’nin gayretkar tavrına bakılırsa ikinci seferde gerçekleşmiş olmalıdır.

Tebriz’den Sultaniye’ye doğru giderlerken Çelebi’nin atların seyislerine kızarak sövüp sayması, seyahate iştirak eden Kubbe-i Gazan muitlerinden ve Tebriz fazıllarından Kırşehirli Şihâbeddin Makbulî tarafından ayıplanarak Çelebi Rum cahillerinden olmakla itham edilince Eflâkî’nin itirazı ile karşılaşmıştır. Akabinde başına gelen felaketi Çelebi’nin kerametine hamleder ve özür dilemiş ve muhtemelen özrünün bir nişanesi olarak Necmeddin Kübrâ halifelerinden Şeyh Necmeddin Dâye’nin 739 tefsirinin bir nüshasını Çelebi’ye hediye etmiş ve haddinden aşın hizmetlerde bulunmuştur. Çelebi de bu tefsiri vaizlerin sultanı Kastamonulu Mevlânâ Alâeddin’e vermiş ve Eflâkî’ye göre böylelikle o zamana kadar Rum diyarında nüshası bulunmayan tefsir bu topraklarda da tanınır olmuştur.740

Ârif Çelebi 715 / 1315-6 yılında başladığı seferin nihai menzili olan İlhanlı payitahtı Sultâniye’ye741 yaklaşık bir yıl sonra 716 (1317 başların)’da ulaşmıştır. Burada kendisini Barak Baba’nın halifelerinden ve Sinop şehri kadısının oğlu olan ilahi dost Hayran Emîrci, şehrin ileri gelenleri ile birlikte karşılayarak makamına götürür. Çelebi’nin misafiri olduğu Hayran Emirci ile tanışıklığı daha öncelere dayanmaktadır. Nitekim Eflâkî Hayran Emirci’nin evvelce Konya’ya gelerek Türbe’yi ziyareti esnasında Çelebi’nin kendisi için bir sema tertib ettiğini ve kendisine, gözünün düştüğü beyaz külahını hediye ederek “Ümit olunur ki gelecek Ramazan Bayramı’nda tekrar sizin semânızda oluruz” dediğini bildirir.742 Gerçekten Çelebi zaviyeye inince hemen semaya başlar, nekkareler çalınır ve Çelebi’nin maiyetindeki guyendeler adeta meclistekileri büyülerler.

Oysa Sultaniye’de o günlerde olağanüstü bir durum söz konusudur, Olcaytu Herbende henüz yeni vefat etmiştir, halefi Ebû Saîd henüz payitahta ulaşmamıştır ve üstelik Çelebi de bu durumun gayetle farkındadır. Han’ın taziyesi devam ettiği için Çelebi’nin ve maiyyetinin takındığı bu tavır Hoca Reşîdüddîn Fazlullah ve Hoca Tâceddîn Ali Şah gibi vezirler tarafından hoş karşılanmamış “Vakitsiz ve büyüklerin icazeti olmaksızın bu cesareti nasıl ve niçin gösterdiler? Ebû Saîd743 gelmeden, Çoban hazır olmadan bu matem ortasında sevinmek kimseye yakışmaz” gibi ifadelerle itiraz vaki olmuştur. Çelebiye elçi olarak yollanan hanın câmedârı Hoca Said çelebi’yi görünce kendinden geçmişti. Çelebi kendisine şöyle cevap vermiştir: “Aziz büyüklerine de ki, sizin padişahınız öldüyse, bizimki Bakidir. Siz bunun için matemdeyseniz, itaatkâr kullar da bir sevinç içindedir.” Eflâkî bu olayın 8 Zi’l-hicce 716 / 21 Şubat 1317 günü gerçekleştiğini ve Han’ın ölümünden kırk sekiz gün geçtiğini bildirir.744

Çelebi’nin Sultaniye’de bir yıl ya da daha fazla kaldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Eflâkî bir kerametini naklederken Çelebi’nin 9 Zi’l-Hicce 717 / 12 Şubat 1318’de Sultâniye’deki halife Şeyh Sührâb Mevlevî’nin zâviyesinde bulunduğunu belirtmektedir.745 Kaynaklar bu zat hakkında neredeyse hiç bilgi vermemektedirler. Gölpınarlı’nın da belirttiği üzere “Mevlevî” nisbesini nazar-ı itibâra alarak bu zatın Mevlânâ halifelerinden olduğu söylenebilir.746 Şu var ki 8 Zi’l-ka’de 704 / 2 Haziran 1305’te doğan Ebû Said Bahadır Han’ın doğumu üzerine kurulan Sultaniye şehrinde Mevlânâ’nın vefatından 30-35 yıl kadar sonra bir halifesinin zâviye tesis etmesi kanaatinden hareketle oldukça ileri bir yaşta olması gerektiği düşünülebilir. Burada ifade etmemiz gereken bir başka ihtimal de zaviyenin eski yönetim merkezi Tebriz’den yeni payitahta taşınmış olabileceğidir.

C- ORTA ANADOLU

Çelebi’nin orta Anadolu’da ziyaret ettiği yerler genellikle uzak bölgelere seyahatler esnasında konaklanan merkezler olarak karşımıza çıkar. Bu merkezlerin hemen hepsinde şu veya bu şekilde bir Mevleviyye nüfuzu zaten söz konusudur. Gittiği hemen her yerde Çelebi’yi karşılayan bir halife ve misafir olabileceği bir zaviye söz konusudur.

Mesela Çelebi zamanında Akşehirde de bir teşekkülün varlığı anlaşılmaktadır. Nitekim halifelerin sultanı Akşehirli Ahi Musa’dan naklettiğine göre Eşrefoğlu’nun Akşehir’deki hizmetkarı Hoca Kamereddin Naib Çelebi etrafında büyük bir kalabalığın toplanmasını sakıncalı görerek onu Akşehir’den çıkarmayı düşünmüş ve Çelebi kerameti eseri bu durumundan ötürü onu azarlamıştır.747

Yine yakın bölgedeki Beyşehir’de Beylerbeyi (melikü’l-ümerâ) Eşrefoğlu Mübârizüddîn Çelebi Mehmed Bey, Ârif Çelebi’yi Beyşehir’e davet etmiş ve kendi hizmetine ilaveten oğlu Süleyman Şah’ı da Çelebi’nin hizmetine vererek müridi yapmıştı. Oğlunun akibetini sorması üzerine Çelebi Süleyman Şah zamanında mülkünün   harap   olacağına   işaret   ettiğinde   üzülür.   Gerçekten Süleyman  Şah, Timurtaş’ın748 Anadolu genel valiliği döneminde öldürülür ve yağma edilen ülkesi harab olmuştur.749

Çelebi’nin Orta Anadolu’da ziyaret ettiği yerlerden biri olan Kırşehir’de amcası Alaaddin Çelebi’nin oğlu (büyük ihtimalle torunu olmalıdır) Kırşehirli Çelebi Alâeddîn Hişâvend ile tartışmaya girişmiş ve onun Mevlânâ hanedanı ile bir alakasının kalmadığını kendisinin ise şem-şir-i Mevlânâ olduğunu ve hatta suvvum-şir olduğunu dile getirir. Eflâkî’nin kaydında her ne kadar Alaaddin de “Çelebi” olarak anılmış ve Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin Çelebi’yi affettiği bilinen bir gerçek olmakla beraber Arif Çelebi hanedanın, manevi mirasının kendi kısmeti olduğunu belirtir.750

Çelebi’nin Niğde’ye de gittiği anlaşılmaktadır. Burada Nâsıheddîn Sebbağ adında ünlü bir halifesi vardır. Eflâkî’nin “o diyarın ileri gelenlerinin çocuklarını elde etmiş, gönül sahibi, temiz kalpli, saygın bir adam” olarak vasfettiği bu halîfenin bir de köpeği, “kıtmir”i vardır. Anlaşılan bu halife beldenin ileri gelen büyükleri, efendi ve bilginleri tarafından sema’ın haramlığı konusunda eleştirilmektedir. Nitekim kendisinin tartışmaya davet ederek Seyyidler hankahına çağırıldığını Eflâkî haber verir.751 Yine Şeyh Nasıheddîn’e köpeğine olan iltifatı dolayısıyla itirazda bulunan bir sûfî köpeğin sadakatini ve kerametini gördükten sonra itirazından vazgeçerek Çelebi’ye mürit olması üzerine Çelebi şöyle der: “Bizim köpeklerimiz de mürşittir. Artık aslanlarımızın ne olacağını bundan anla.” 752 Çelebi’nin bu köpeği pek sevdiği anlaşılıyor. Nitekim Ladik’e (Denizli) gideceği zaman kıtmiri de beraberinde götürmüş giderken Halife Nasıheddin’e bakan köpeğe Şeyh sâdıkâne bir cevapla ihtarda bulunmuştur. Çelebi bir yere haberci yollaycak olsa Kıtmir’i de yanına katar, onu eliyle beslerdi diyen Eflâkî Kıtmir’in pek çok kerametinden söz eder.753

Ârif Çelebi’nin muhtemelen ömrünün son demlerinde ziyaret ettiği Karamanoğulları’nın idârî merkezi olan Lârende şehrinde Kalemîoğlu Ahi Muhammed Bey’den bir zaviye yaptırmasını, aşk ve sema ile meşgul olmasını istemiş ve böylelikle Ahi Muhammed ferecî giyerek mürid olmuştur. Ahi Muhammed’in etrafında kalabalık bir grubun toplandığı sırtında kabâsı altında atı olan oldukça çevik ne var ki velîler aleminden uzak bir genç olarak lanse edildiği menkıbede onun, yaşı oldukça ilerlemiş ve zayıf düşmüş bulunan diğer Mevleviyye mensupları arasında bu misyonu yüklenebilecek vasıfları haiz olarak öne çıktığı hissi vardır. Eflâkî’nin kendisinden “mefhari’l-hulefâ / halîfelerin övüncü” olarak bahsetmesi kendisine hilâfet verildiğini kanıtlar. 754 Bununla birlikte Gölpınarlı’nın ifadelerinden anlaşıldığı üzere Çelebi tarafından buraya gönderilmiş 755 olmayıp Çelebi’nin bu yöreye gelişinde buradaki Mevlevî çevreden seçildiği kanaatindeyiz. Hatta belki de hilafeti çok sonra verilmiştir. Bununla birlikte Kalemîoğlu’nun kendisine verilen emre uyduğu ve Sultânü’l-Ulemâ’nın eşi Mevlânâ’nın annesi Mü’mine Hatun ile oğlu Alâaddîn Çelebi’nin merkadlerinin hemen yanı başına bir zaviye inşa ettiği anlaşılmaktadır.

Şikârî, Karamanoğlu Seyfeddin Süleyman Bey’in (v. 1361) de bânîsine nisbetle “Kalemiyye Zâviyesi” olarak anılan bu dergahta Mevlânâ’nın vâlidesi yanında medfun olduğunu naklederken dergâhın yanında bir de medresenin (Dîvanoğlu Medresesi) bulunduğu bilgisini verir.756 Dergâh’ın 754 (1353) tarihli Karamanoğlu Mevlevî Mirza Halil Yahşi Bey tarafından yapılan vakfa dair vakfiye bilinmektedir. Mevlânâ’nın eşi ve Sultan Veled’in annesi Gevher Hâtun’un da burada medfûn bulunduğu nakledilirse de yeri tam olarak belli değildir. Daha sonra özellikle Karamanoğlu Beyleri tarafından dergahın yeniden inşa ya da tamir edilerek yeni vakıflar tesis edildiği anlaşılmaktadır.757

Kalemîoğlu hakkında fazlaca malumat bulunmayıp Eflâkî “Aşkla yetiştirdiğim her mürit, feleğin okundan ve Mirrîh/Merih’in 758 temreninden kurtulur.” beytini kendisine isnâd eder.

D- BATI ANADOLU (UÇ VİLÂYETLERİ)

Çelebi Lâdik (Denizli) şehrine giderken Çelebi Kütahya’daki zaviyede konaklamış ve muhtemelen bir Kurban bayramını burada geçirmiştir.759

Lâdik (Denizli) Beyi Şücâeddin İnanç Bey Çelebinin müridlerindendir. Kardeşi Doğan Paşa ile birlikte Çelebi’yi misafir etmişler ve bir sema meclisi tertip etmişlerdi. Bu sırada İnanç Bey içinden Çelebi’nin başındaki Beyaz Mevlevî Külahı’nı kendisine vermesini dilerken Çelebi yanına gelerek Külahı’nı onun başına giydirerek şu tavsiyede bulunmuştu: “Dostluk yolunda elbisenin ve külahın değeri mi olur? Sen Hakk’ın erlerinden, içinde sır ve sürûr (sa da serverî: başbuğluk) bulunan bir baş iste. (Böyle) bir ser (baş) daima o sırla birlikte kalır. Onu dönen değirmen bile sersem etmez ve ezmez” Bunun üzerine İnanç Bey bütün emirleri, kardeşleri, oğulları ve hane halkıyla birlikte baş koyup mürid olduklarını ifade eder. 760 Lâdik’te sadece Nazır’ın oğlu irâdet getirmemiş ve çevresinin ısrarı üzerine Çelebi’den bir kerâmet göstermesini dilemişti. Çelebi’nin müjdesi ile bir erkek çocuğa sahip olmakla o da iredet getirmiştir.761

Bununla birlikte Denizli’de Çelebi ile uyuşmazlığa girişen bir Mevlevî cemâatinin de varlığı söz konusudur. Başlarında Necmeddin Kavsare (Kadı Necmeddin)’in bulunduğu bu topluluk ile Ârif Çelebi ve dervişleri arasında bir soğukluğun vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Eflâkî, Mevlânâ hanedanının halifelerinin büyüklerinden Lâdikli Kadı Necmeddin’in bu vilayeti kendi velayeti ile fethettiğini fakat Çelebi’ye baş kaldırarak bunca yıllık hukuku kaybedip yüz çevirdiğini birkaç yerde bildirir.762 Bu durum Çelebi’nin ikinci kez Ladik şehrine gelişinde iyiden iyiye belirginleşerek halifelerin halifesi Kadı Necmeddin Kavsare ile arası açılmış, cemaat ikiye bölünmüş ve şehirde ikinci bir Mevlevî zaviyesi kurulmuştur. Çelebi yeni dergâha Mevlânâ Kemâleddin, Mevlânâ Muhyiddin ve Mesnevihan Tâceddin’i halife olarak tayin edip icazet vermiş, ardından şehrin bütün uluları onlara uyarak kul ve mürit olarak yeni bir zaviye yapıp bilinen mukabele ve semâya başladılar. Çelebi’nin burada Necmeddin Kavsare’ye alternatif olarak üç halîfe tayin etmesi, Kadı Necmeddîn’in otoritesinin sağlamlığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bunun sonrasında Kadı Necmeddin her  ne kadar özürler  dileyerek affedilme girişiminde  bulunduysa da Eflâkî’nin ifadesine göre tavırlarındaki mürâîlik dolayısıyla Çelebi nezdinde kabul görmemişse de ilişkiler büsbütün koparılmamıştı da.763

Kendi zaviyesine davet ettiği Çelebi’nin ve beraberindeki “huzûr ashâbı (Mevlânâ makâmı huzûr olarak adlandırılır)” olarak nitelenen müridlerin tavır ve davranışları (şûr-heyecan ve dîvânece semâ’) Kadı Necmeddîn’in müridleri tarafından alaya alınmış ve hatta hakkında ileri geri konuşan ve inkarda bulunan şehir a’yânından birinin bu hali Nakiboğlu Mevlânâ Taceddin tarafından Çelebi’ye şikayet edilmişti. Çelebi o kişiye sert bir nazarla bakınca adam yere yığıldı. Eflâkî bu olayı Mesnevî’nin III. defterindeki “Bir adamın, Hz. Musa’dan hayvanların ve kuşların dillerini öğrenmeyi istemesi” hikâyesi ile özdeşleştirir.

Hikâyeye göre Hz. Musa zamanında bir adam kendisinden kuşların ve hayvanların dilini öğrenmeyi murad eder. Hz. Musa ise bu durumun hakikatte onun aleyhine olacağını bildiği için geri dursa da ısrarlı talebi ve Hakk’ın hiçbir duayı reddetmeyen Keremi dolayısıyla kendisine bazı hayvanları anlama kabiliyeti verilince aczini bilmeyerek istidadının ötesinde yüklendiği bu kudret, o kişinin ziyanına sebep olmuştur. İrâde ve kudret, imtihanın ve iyi-kötü ayrışmasının olmazsa olmazı olarak değerlendirilmiştir.764 Çelebi’nin kerâmetine şahit olan ve mızraklı birinin bahçeye girerek o adama vurduğu vizyonunu gören Şemseddin Ber-Üstâd’a, gelen kişinin Baha Veled’in misal aleminden gelen ruhu olduğunu765 belirterek kendi zaviyesine dönerken o adamın cenazesini kaldırıyorlardı.766

Çelebi, Denizli’den ayrılıp Eğirdir bölgesine ulaştığında Kadı Necmeddin vefât etmiştir.767

Esasında Çelebi ve ashabının genel tutum ve davranışlarının Denizli’de rahatsızlık uyandırdığı anlaşılmaktadır. Hatta bir keresinde vuku bulan kıtlık ve yağmurun yağmayışı   halk   tarafından   Çelebi’nin   ashabının   edebsizliği   dolayısıyla   Hakk’ın hışmının vukuuna hamledilerek şehirden çıkmaları istenmiştir. Çelebi ve maiyeti şehri terk ederek Tavas Kalesi’nin emiri Şücâeddîn İlyas Bey’in768 bağına geçer. Orada münâcâtta (yağmur duası) bulunup ta yağmurun yağışı ardından tekrar dönebilmişler ve halk tarafından kabul görmüşlerdir. Yine de bir grubun muhalefete devam ettiği de anlaşılmaktadır.769

Çelebi Ladik şehrinde (Muhtemelen İnanç Bey’den önce) büyük bir orduyla Alemeddin Bâzârî sahrasına inmiş bulunan Germiyan Emiri Alişiroğlu I. Yakup Bey’i770 ziyarete gitmişti. Yakup Bey her ne kadar Çelebi’yi karşılayarak izzet ü ikramda bulunduysa da Kur’ân okunup marifete dair sohbet başladığı sırada sergilediği laubali tavır Çelebi’nin öfkesini celbetmiştir. Bunun üzerine Çelebi sinirlenip atına atlayarak yola koyulmuş ve bir yandan da Alişiroğluna küfretmektedir. Birdenbire başlayan fırtına ordugahı dağıtmaya başlayınca Alişiroğlu çadırından çıkıp bu durumu Çelebi’nin öfkesine hamleder ve önce adamlarını gönderir, ardından da kendisi hiddetle yola koyulur. Çelebi naiblere iltifat etmemiştir. Ne var ki Alişiroğlu ordusunun sübaşısı ve Aydınoğlu’nun damadı Emir Sadeddin Mübârek Kâbız’ın (ya da Fâiz) elçiliği ile tekrar tevbe/özür ve iradetini arz ederek bağışlandığının alameti olarak ta Çelebi’nin külahını ister. Muhtemelen hatırlı bir şahsiyet olan Emir Sadeddin Mübarek’in samimiyeti ile Çelebi kendisini bağışlamış ve külahını çıkarıp “Külah başında oldukça onun başına hiçbir büyük düşmandan zarar gelmez. Onun sonu hayırlı olacak ve Müslüman olarak ölecektir” sözleriyle uğur olarak Yakup Bey’e göndermiştir. Çelebi, Kütahya’ya geldiğinde Çelebi Yakub Bey, kızı da yanında olduğu halde gelip mürid olmuştur.771 Burada Eflâkî’nin Yakup Bey’i “Çelebi” ünvanı ile anması ayrıca dikkat çekici bir husustur ki çalışmamızın son bölümünde bu konudan söz edeceğiz.

1308 yılında Alişiroğlu’nun subaşılarından olan Aydınoğlu Mübârizeddîn Mehmed Bey’in Birgi’yi fethinin hemen akabinde Çelebi ilk kez bu diyarı ziyaret etmişti. Zaten öteden beri Mevlânâ hanedanı ile sıcak bir ilişkisi bulunan Mehmed Bey, Çelebi’den fetih, nusret ve devlet-i aynî istediğinde Çelebi kendi çomağını ona verip “Kim sana karşı koyar ve senden kaçarsa, bu çomakla onun başını yar ve bil ki, bugünden sonra bu il ve Hüdâvendigâr illerinin çoğu senin eline geçecek, birçok fetihler sana, çocuklarına ve torunlarına müyesser ve senin emirliğin de hepsine egemen olacaktır” müjdesinde bulunmuştur. Mehmed Bey çomağı alıp başına koydu ve “Çelebi’nin çomağını kendi nefsimin ve kendi çomağımı da din düşmanlarının kellelerine vuracağım” dedi. Gerçekten o günden sonra o diyara hakim olan Mehmed Bey’in bütün evladı muhlis muhip ve halis gazilerden oldular.772

Aydınoğlu Mehmed Bey hakkında Sultan Veled’in özel bir alakası olduğu anlaşılmaktadır. Nakledildiğine göre Sultan Veled kendisi hakkında “Bizim sübaşımız” ve “Sultanü’l-Guzât (Gazilerin Sultanı)” ifadelerini kullanır, hakkında pek çok inayette bulunarak Moğol-Türk emirleri arasında en çık onu över ve diğer emirleri de şecâat, sehâvet ve mertliği ondan öğrenmeye teşvik ederdi. Mehmed Bey’in de kendisine yıl be yıl çeşitli nezirler ve hediyeler gönderdiği, himmet ve inâyet dileyerek erlerin ahitlerini muhafaza hususunda ercesine sebât gösterdiği belirtilmektedir. Bu manevi himaye ve inayet onun soyuna da aksettiği vurgulanır.773 Nitekim Aydınoğlu Mehmed Bey’in oğlu Gazi Umur Paşa774 da Çelebi’ye mensub idi.775 Birkaç sefer denizde gaza esnasında Mevlânâ ve Çelebi’nin manevi desteğine şahit olmuş ve bir gece rüyasında Çelebi’yi görüp Çelebi manalar saçıp ona bir beyit okumuştu ve bu rüyadan sonra Umur Bey Sakız adasını fethetmiş, burayı haraç kesip kendi hassesi haline getirmiştir. 776

Çelebi’nin diğer bir seyahati de Menteşe İli’nedir. Bu diyarın idaresini elinde bulunduran Mevlânâ hânedanının muhiplerinden Mesud Bey’in hanımının büyük inanç beslediği bir Türkmen Şeyhi düzenlenen sema toplantısında Çelebi’ye saygısızlık yapınca bu duruma sinirlenen Çelebi, sema esnasında şeyhin elinden tutup ortaya çekerek bir rubai okumuştur. Çelebi, Şeyh’i bıraktığında yere düşen Şeyh birkaç gün sonra vefat edince bu durumdan son derece etkilenen Mesut Bey Çelebi’ye gelerek özürler dileyip çeşitli hediyeler arz etmiş ve diyar halkı gibi hem kendisi irâdet getirmiş hem de oğlu Şücâeddîn Orhan’ı mürid yapmıştır.777

Ârif Çelebi, 24 Zi’l-hicce 719 / 5 Şubat 1320 Salı günü ebedi ve ilâhî olan nurlu aslına göçmüştür. Eflâkî tam bir ihlasla bağlı olduğu şeyhinin intikâlini oldukça lirik bir şekilde anlatır.

Çelebi son seferinde Lârende’den Aksaray’a gitmiş ve burada gördüğü bir rüyada dedesi Mevlânâ kendisini fânî dünyada ikâmet süresinin dolduğunu belirterek ebedi aleme davet etmiştir. Bunun üzerine Konya’ya yönelen Çelebi, şehre ulaştığında ufak bir rahatsızlık zuhura gelmiş ve hastalığı günden güne artmıştır. Çelebi göç vaktinin yaklaştığının farkındadır ve sık sık bu durumu dile getirmeye başlar. Günlerden bir Cuma günü namazdan sonra tertip edilen semâ’dan sonra Türbe’de merkadinin bulunduğu yerde bir müddet uyuyarak kendisini oraya sırlamalarını vasiyet etmişti. Hastalığı bir müddet daha bu şekilde seyretmiş ve o günlerde (22 Zi’l-hicce 719) vukû’ bulan deprem ve artçıları Eflâkî tarafından Çelebi’nin intikâli ile alakalı olarak değerlendirilir.

Eflâkî kendisine çocuklarını kime emanet ettiğini sorduğunda “Onlar Hüdâvendigâr’a aittirler. Bizimle ilgileri yoktur. Onların tasasını o hazret çeksin” cevabını vermiştir. Kendisine vasiyeti ise Türbenin hizmetinden ayrılmaması ve muhafaza etmesi, oradan ayrılmaması, Menâkıbı yazmakla meşgul olması yönündedir.

Cenaze merasimi bir gün sonra yani 25 Zi’l-hicce 719 / 6 Şubat 1320 Çarşamba günü gerçekleştirilmiştir ve Türbe içerisinde evvelce işâret ettiği yere sırlanmıştır. Sandukası üzerinde Eflâkî’nin şeyhinin vefatı üzerine söylediği rubâîler kayıtlıdır.

Eflâkî’nin Çelebi hakkında kimi nakilleri, kendisinin şarap kullandığı fikrini uyandırır. Hatta Gölpınarlı “Çelebi şaraba da çok düşkündür ve hemen daima içmededir.” İfadesini serdederek konuyla ilgili kanaatini net bir şekilde dile getirmiş, Eflâkî’de kayıtlı menkıbeleri sıralayıp “Acaba Ulu Ârif Çelebi şaraba neden düştü?” sorusunu sorup cevapsız bırakmıştır. Bununla birlikte sorunun devamında Mevlânâ ile Sultan Veled’in şarap ile ilgili bazı beyitlerini kaydedip onların da şarap kullanıp kullanmadığı yönünde kat’î bir fikrinin olmadığını ifade etse de üslubu kullandıkları ve bu durumun da hâs ve seçkin kimseler için yasaklanmamış olduğu yönünde bir düşünce ihsâs eder mahiyettedir.778

Oysa ki Menâkıbü’l-Ârifîn’i telhîs ve teşrîh ederek bir eser vücûda getiren Abdülvehhab Hemedânî, Sevâkıbü’l-Menâkıb’da Çelebi Ârif hakkındaki sekizinci zikre bir mukaddime ile başlamıştır ve bunun sebebini şu şekilde açıklar:

“Şeyh Ahmed Eflâkî Ârifî, Çelebi Ârif hazretlerinin âşık mürîdlerinden ve sâdık âşıklardan idi. Onun sözlerini ve hâllerini yazmaya olan aşırı muhabbeti Eflâkî’yi şer’an ve örfen bozukluğa meydan vermeyecek şekilde cümlelerini kelimesi kelimesine yazıp nakletme hassâsiyetinden uzaklaştırmıştır. Öyle ki, içki içmek ve güzele bakmak gibi hikâyelerin arkasındaki mânâlardan seven ve inkâr eden kişilerin gözüne dalâletten başka bir şey takılmıyordu. Bu da bazı kişilerin inancının bozulmasına, bazılarının da ilhâdına sebep oluyordu. Bu bölüme mutlakâ bir mukaddime (giriş yazısı) ve o hikâyelere de te’vîl (yorum) gerekiyordu.”779

Meseleyi Ârif Çelebi özelinde ele almazdan evvel konuyla ilgili genel mahiyette bir değerlendirmede bulunacağız.

Dini nassların çeşitli düzeylerdeki sübût ve delâleti ile şarap/hamr esas olmak üzere sarhoşluk veren her türlü içkinin/eşribe kullanılması, temiz ya da necis addedilmesi, mütekavvim bir mal hüviyeti taşıyıp taşımadığı ve içene ne tür bir yaptırımın uygulanması gerektiği gibi hususlar hukukî/fıkhî alanda mevzu-i bahis olmuştur. Konuyla ilgili olarak çeşitli bakış açılarının sergilenmesiyle, sosyal ve kültürel hayata dair önemli ipuçlarını da ihtiva edecek biçimde, İslam toplumunda yüzyıllar boyu gelişen birikimin doğurduğu edebiyat içkiden uzak durulması gerektiği konusunda ortak bir anlayış üzerinde müttefiktir. Hatta çoğu zaman içki alışkanlığı ya da kullanımına götürebilecek yardımcı ve dolaylı fiillerin dahi hoş görülmeyerek içki yasağı çerçevesinde mütâlaa edildiği görülür. Bununla birlikte kimi kaçınılmaz haller/zarûretler söz konusu olduğunda yasağın nisbî olarak kalktığı durumlar da dile getirilmiştir. Mesela içkinin, sarhoşluk amacıyla içilmesinden ayrı bir husus olarak zarurî durumlarda ve gereğince ilaç olarak kullanımı kural olarak caiz görülmektedir.

Umumî olarak sergilenen bütün bu menfi duruş ve karşıt tavır alışlara rağmen İslam toplumu içerisinde içkinin/şarabın şu veya bu sebep ve şekillerde kullanıldığı da bir vakıadır. Hatta bu vakıanın toplum zihnindeki yansımasının bir neticesi olarak çeşitli edebi ürünler de vücûda gelmiştir.780 Mamafih zaman zaman bazı sûfî çevrelerce de gerek dil/ifâde ve gerekse muamelât düzeyinde şarâb ve benzerlerinin kullanılıyor oluşu başta ulemâ-yı rüsûm olmak üzere kimi ortodoks dini zümrelerin çeşitli düzeylerdeki tepkisine yol açtığı da bir hakikattir.

Diğer taraftan sûfî meşâyihin, sadece şarap gibi menhiyyâtın değil, kural olarak mübah olan yiyecek ve içeceklerin bile tüketilmesini belirli şartlara mebnî kıldığı ve bu şartların dışında kaldığı sürece “şehevât”781 başlığı altında değerlendirerek sakınılmasını salık verdiği görülmektedir.782 Bu bağlamda sûfî düşünce, ahkâmın belirlenmesinde bilinen usûlün yanı sıra kendi husûsî usûlüne dayanarak ta istinbâtta bulunmuş783 ve böylelikle bir yandan mensublarına hakikati çeşitli seviyelerde temsîl ve ifade ederken diğer taraftan da muhatab olduğu ithamlar karşısında suskun kalmamıştır.

Konu etrafında süregelen tartışmalara ve bu tartışmaların doğrudan ya da dolaylı olarak doğurduğu edebiyata bakıldığında, meselenin hâssaten muamelât ve ifâde açısından değerlendirildiği ve bu hususlara dair açıklamalar getirildiği görülecektir.

Evvel emirde belirtmeliyiz ki şerîat dâiresi içerisinde tayin edilmiş kurallar muvâcehesince şarabın haram olduğu sûfî düşünce tarafından müsellemdir.784 Bununla birlikte kendi içerisinde oldukça mütenevvi’ bir yapılanma arz eden muhtelifü’l-meşreb tasavvuf erbâbının her bir zümresi için farklı ahkâm söz konusudur.

Mesela kendilerine Hakk’ın cezbesi galebe gelerek ehadiyyet ya da “cem’ ba’de’l-fark” mertebesinde fânî olan, böylelikle de aklın tedbir ve tasarrufunun dışına çıkmış sûfîler “meczûb” olarak nitelendirilmişlerdir. Bu zümre aklın tasarruf ve tedbîrinin hâricinde bulundukları için kendileri hakkında şer’an kalem kalkmıştır. Bu nedenle şerîat ahkâmına muhâlif bir davranışta bulunmaları dolayısıyla sorumlu tutulamazlar. Şu var ki bu zümrenin aynı zamanda halkın terbiye ve irşâdı açısından kendilerine iktidâ edilebilir kimseler olmadığı da yine sûfî gelenek tarafından bildirilmiştir.785

Bir diğer zümre olan melâmîler ise halkın teveccühü ve bunun doğuracağı şöhret786 vs. durumları seyr u sülûkte âfet bilip tuzak görerek hâssaten bu husustan çekinmeleri dolayısıyla hemen her durumda halkın geneli tarafından beğenilen hallerini setretmek, hoş karşılanmayan fiil ve tutumları sergiler görüntüsü vermek suretiyle kendilerini perdeleyen zümredir.787 Bu zümre içerisinde aslında içmediği halde şarap içer gibi gözükmek te gizlenme gayesi ile kullanılan bir davranış modelidir.788

Bununla birlikte söz konusu her iki tavır da bizzat bu tavra sahip olan sûfînin hüviyeti ile örtüşür mahiyette/tahkîkî düzeyde olmayıp sırf taklîd seviyesinde kalındığında789 fayda değil zarar getireceği bizzat muhakkik sûfî ve meşâyih tarafından dile getirilmiştir. Bu açıdan her iki zümre kendi içerisinde tasnîfe tabi tutulmuştur7120 ki meselenin düğümlendiği kilit noktalardan birisi budur. Nitekim kimi tasavvuf erbabı melâmet-meşreb sûfîlerin setr-i hâl için takındıkları tutumu hakikatinden uzaklaştırarak suri şekliyle gündelik hayatlarına taşımış ve şarap içmek gibi kimi ma’siyetleri melâmet anlayışının asliyetine âid bir tutummuşcasına zarûrî ve mübâh addetmişlerdir.791 Bu kimseler çoğu zaman muhakkik sûfîler ve büyük velilerin esrâr-âmiz sözlerini sathi ve yanlış değerlendirmeleri792 ya da bir başkasının dalâlete sürüklemesi neticesinde tarîk-i müstekîmden ayrılmaktadırlar.793 Mevlânâ bu tür mukallidleri şiddetli bir dille ta’zir ve tenkîd eder.794

Sûfî düşünce şarap içmenin bazı durumlarda tecvîz ya da tercîh edilebileceğine de işâret etmiştir. Bu durum meşâyih tarafından kıyas metoduna istinâden açıklanır. Nitekim bir kimse, fânî hayatının bekâsı gibi zarûrî durumlar söz konusu olduğunda ihtiyaç miktarınca şarap kullanmak konusunda serbesttir. Söz konusu sûfîler bu fıkhi hükme kıyasta bulunarak bâkî hayatın bekâsı için de ihtiyaç hâsıl olur ise, lüzumu çerçevesinde şarap kullanmanın mübah addedilebileceği kanaatini serdederler.795 Hatta kimi dervişlerin ebedî saâdetine kesinlikle mâni’ olacağı anlaşılan dünyevî alâkalarından kurtulmaları için şarap içmekten daha büyük bir günahtan kurtulmak maksadıyla şarap içme günahının tercîh edilebileceği yönünde uygulamalar dahi sergilenmiştir.

Meselenin bu açıdan bir başka yönü de bütünüyle şerîatin öngördüğü kurallarla ilgilidir ki özet olarak hakikate erişmiş bir sufiden teklîfin düşüp düşmeyeceği mevzusunda odaklanır. Gerek Mevlânâ ve gerekse başka pek çok sûfî hakikatin zuhûru ile şeriatlerin bâtıl olacağı kanaatini ifade etmekle birlikte, o zamanda cârî olan şeriatin sahibine (Peygamber’e) hürmeten şeriatın hükümlerinden herhangi bir şekilde sapmayı edep dışı görerek menetmişlerdir.

Bütün bu açıklamalara rağmen sûfî tabakât ve menâkıb kitaplarında zaman zaman örneklerine rastladığımız şarap içme fenomeni gibi şer’î kuralların haricinde bulunan davranış ve tutumların gerekçeleri, akli düzeyde açıklanmıştır. Mesela Mesnevî Şârihi Ahmed Avni Konuk, insân-ı kâmilden şerîata muhâlif olarak zuhûr eden fiillerin beş esâsa müstenid olduğunu belirtmektedir:796

  1. Kader Sırrı: “cem’den sonra fark” halinde irşâd makâmında bulunan ve halkın kendisine tabi olduğu kamil mürşidler, Hakk Teâlâ tarafından şeriatın zahirine muhalif fiilde bulunmak gibi ma’sıyete karşı korunmuş vaziyettedirler. Bununla birlikte zaman zaman çeşitli sebeplerden ve hikmetlerden ötürü şeriata muhalif filer sergiledikleri de vakidir. Bu durum arifin kendi ayn-ı sâbitesi’nin ve isti’dâdının iktizâsınca hayrı ya da şerri âmil oluşu ile ilgilidir. Nitekim evliya için ismet şartı söz konusu değildir. Bayezîd’e “Ârif isyân eder mi?” diye sorduklarında “ وَكَانَ أَمْرُ اللَّھِ قَدَرًا مَّقْدُورًا ” [Allah’ın emri kesinleşmiş bir hükümdür.] (Ahzâb, 33/38) ayeti ile cevap vermiştir.797
  2. Taklîb-i A’yân: Kerâmet nev’inden olmak üzere mesela şarabın tahavvüle uğramak suretiyle bal şerbeti gibi şer’an helal olan başka bir madde mesela dönüşmesidir. Bu durumda esasta fiilde şerîata muhalif bir durum söz konusu olmayıp görünüşte bu şekildedir.798
  3. Ruhsat-ı Şer’iyye: Zaruret halinde mahzurlu olan şeylerin mübâh hale gelişi hükmüne kıyasla zarûrî durumlarda bu fiillerin ruhsata binaen işlenmesi.
  1. Emir ve İlhâm: Hızır ve Musa (a.s.) kıssasında görüldüğü üzere bazı durumlarda Hakk’ın özel bir emir ve ilham ile kullarına o zamanda cârî şerîate muhâlif gözüken kimi davranışları emretmesi söz konusu olabilir. Bu durumda Hakk’ın emrine ittisâl icâb eder.
  2. Suver-i Gaybiyye: Şerîate muhâlif görünen husus esasında gayb âlemine aid sûretlerin mücessem ve mücessed şekillerde ve çeşitli kalıplarda şehâdet aleminde görünmesidir. Bu durum Hakk’ın kerem ve lütfu ile “müşâhede” lezzetinin hâsıl olması için sufiye bir ikrâmı olarak değerlendirilmiştir. Gaybî suretler çeşitli şekillerde ve kalıblarda şehâdet âlemine gelirken şeriata muhalif bir kalıba da bürünmüş olabilir.799

Mesele ifade açısından değerlendirildiğinde, sûfî meşâyihin, suri şarap ile çeşitli tasavvufî hakikatler arasında teşbîh yönleri belirleyerek hakikatin dil düzeyinde ifâdesi hususunda ilgili kelime ve kavramlarla birlikte “şarab”ı istiârî bir üslupla kullanmışlardır. Nitekim bu istiâre esasında Kur’ân kaynaklıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de cennetin tasvir edildiği bir ayette800 bahsedilen dört ırmaktan birisi “içenlere lezzet veren şarap” ırmağıdır.801 Sûfîler bu Kur’ânî ifâdeyi eserlerinde yoğun bir şekilde kullanmışlardır. Dolayısıyla sûfî edebiyatında örneklerine sıkça rastlayabileceğimiz üzere gerek şarab/hamr ve gerekse ilgili sair kelimelerle birlikte geniş bir anlam haritasını kuşatacak şekilde metaforik bir mazmunlar silsilesi meydana gelmiştir. Örnek metinler olarak Attâr ve Senâî’nin eserleri, Mevlânâ’nın özellikle gazelleri, İbn Fârız’ın “Kasîde-i Hamriyye”si başta olmak üzere Dîvân’ı ve nihâyet çoğu zaman okuyucuyu şaşkınlık içerisinde bırakacak kadar geçişken bir dil kullanmış olan Hafız’ın gazelleri örnek olarak gösterilebilir. Bununla birlikte şarap, sekr ve ilgili diğer kavramlarla kastedilenin benzerlik dolayısıyla sadece ve sadece istiârî düzeyde olduğu bu konudan bahseden hemen her türde eserde gerek sarahaten ve gerekse satır aralarında dile getirilmiştir.802 Mesela Gazzâlî (ve Fahreddîn Irâkî’den de örnek vermeli) şöyle der:803 “orijinal metni görüp tercüme etmeli”

Sûfîler manzum ve mensur eserlerinde şarabın ve ilgili kavramların insan üzerindeki tesirini göz önünde tutarak içen kişinin halinin değişmesi ile tasavvufi hal ve makamların da kişide meydana getirdiği değişimi teşbih yönü olarak belirlemişlerdir.804 Böylelikle şarap ve ilgili kavramların birer istiâre ya da mecâz olarak genellikle ilâhî aşkı ve aşkın hallerini ifâde etmek üzere kullanılmış, dikkatler suri ifadenin ardında işâret edilen manaya yoğunlaştırılmıştır. Dolaylı olarak bu işaretlerle itirazların önüne geçilmeye de çalışılmıştır.

Misal olarak tasavvufta muhabbet makâmında bulunan ilâhî âşıklar için söz konusu hakikat mertebelerinden biri olarak addedilen “sekr/mestî” mefhumunu verebiliriz. Sekrin, ilâhî müşâhede neticesinde kişide vaki olan hayret805 ile ilgili bir hâl olarak diğer hâl ve makamlardan ayırıcı belirli niteliklere sahip olduğu ifade edilmiştir. Bu niteliklerin başında ilâhî bir lütuf olarak806 sekrin neşe, heyecan, coşku, tarab, sürûr, bast doğurması; iktidar ve iradenin kaybolması dolayısıyla ilâhî sırların ifşâsını intâc etmesidir.807

Söz konusu hâlin “sekr/mestî: sarhoşluk” kelimesi ile ifâde edilmiş olması, esasında dil düzeyinde bu durumu ifâde edecek ya da bu duruma işâret edecek en uygun kavramın, ilgili diğer kelimelerle birlikte oluşturduğu anlam haritası içerisinde bu kelimede ma’kes bulması dolayısıyla zarurîdir. 808 Bu zaruretin doğuracağı yanlış anlaşılmaları önlemek maksadıyla sekr ile ifade edilen halin dünyevi sarhoşlukla istiârî (metaforik) düzeyden öte bir alakasının olmadığı özellikle belirtilir.809 Bununla birlikte alaka istiârî düzeyden öteye taşınarak maddî sekr halinin manevi sekr halini tahsilde bir araç olarak kullanılabileceği vehmi810 tarîkat saliklerinden -ki genellikle mukallid ya da müşebbih gibi nitelemelerle adlandırılırlar- bazılarının meseleyi yanlış vaz’ etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Mevlânâ, Mesnevî’deki bir temsilde 811 -ki esasında bu temsil Şems-i Tebrîzî hakkında bir kısım fukahânın ta’nda bulunmaları ile mukâbildir-812 şarap içtiği iddiası ile bir şeyhi kötüleyen halden bigâne ve eğri bakışlı (hadiseleri doğru ve hakîkate muvâfık değerlendirebilme kâbiliyyetinden yoksun) kimseye, şeyhin müridlerinden birinin dilinden edebe riâyet ederek büyükler hakkında kötü zanda bulunmamayı tavsiye eder. Devamında ehl-i Hakk için böyle bir durumun söz konusu olmayacağını velev ki olsa bile bunun mevhum varlığından geçerek vuslata ermiş ve Allah’ın nuru ile dopdolu hale gelerek adeta engin bir okyanusa benzeyen şeyhin saflığını bozmayacağı ve zarar vermeyeceğini belirterek konuyu okyanusa düşen bir parça necâsetin okyanusun tahâretine halel getirmeyeceği ve ateşin Hz. İbrâhim’e (ve dolayısıyla enbiyâ vârisi velîlere) zarar vermezken Nemrûd tabîatlı olan (mevhûm varlığından geçmemiş bulunan) kimselerin ateşten sakınması gerektiği şeklindeki temsillerle izah eder. Ayrıca hakikate vasıl olan insân-ı kâmilin bu gibi hususlara dair açıklamada bulunarak delîl getirmesinin taklîdî ilim ile meşgul olan kimselere hakikati anlatmak ve muhâtabın dilince onları irşâd etmek maksadıyla olduğunu belirtir.

Böylelikle Mevlânâ ma’rifet bahsine atfen “can” ile “ilim/ma’rifet” arasındaki özdeşlikten bahisle her kimde ilim ve temyîz ziyâde ise onun canının da kuvvetli ve müteessir olduğunu belirtir. Tahakkuk sürecini gerçekleştirip hakikati Hakk olan ve Hakk’a yönelik ma’rifetin nuru ile tenevvür eden insan-ı kâmil sonsuz ve sınırsız bir gönül sahibidir.813 Buna mukâbil küfrün ve imanın birbiriyle örtüşen haddi ve hududu vardır. Dolayısıyla küfür ve iman na-mahdûd olan şeyhin nuru yanında yok mesâbesinde kalır. Bir kimsenin gönlünde Hakk’ın/Hakîkî Varlığın hakikati inkişâf ederek kalp gözünde müşâhede hâsıl olduğunda o kimse için küfür ve iman manası kalmaz, küfür ve iman müsâvî hâle gelince bunlara müteallik hükümler de geçerliliğini yitirir. Mevlânâ bu durumu şu beyitte dile getirir:

“Kimin namazında mihrap ve kıblesi Ayn (Hakk’ın zatı, cemali) olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.”814

Hikâyenin devamı şu şekildedir. Bigâne kimse, mürîdi geceleyin Şeyh’in bulunduğu yere götürür. Mürid Şeyh’in elinde dolu bir kadeh görünce Şeyh halini hem biganeye hem de müridine farklı üsluplarda açıklar.

Evvela “Bu gördüğün ehl-i fıskın kullandığı zâhirî kadeh ve zâhirî şarab değildir. Esrâr-ı gaybiyyeyi müşâhede eden şeyhinden ehl-i fıskın amellerini uzak tut!” ifadesi ile evliyânın gayba dair olan misal aleminden müşâhede ettiği ve şehâdet aleminde temessül eeden nesne ile suret aleminde bilinen şarabın farklı olduğunu izah eder. Nitekim Şeyh Hakk’ın nuru ile dolmuş ve mecâzî varlık kadehini kırılarak ancak vucûd-i mutlak’ın nur şarabı baki kalmıştır. Böylelikle de gaybî bir sûretin şehâdet alemine çekilerek mücessem hale gelmesi Şeyh için imkan dahilindedir.

Münkir bigâne şeyh’in yanına gittiğinde elindeki şarabın bal olduğunu görür ki bu durum “taklîb-i a’yân” kabîlinden bir kerâmettir.

Akabinde Şeyh müridine kendisi için şarap aramasını emreder. Hastalık hali ve zaruret durumunda bulunduğunu belirterek şer’an bu durumun caiz olduğu vurgusunda bulunur.

Mürid her nereye vardı ise şarap küplerini bal ile dolu bulunca hem kendisi hem de bu hali sorduğu rindler şaşkınlıkla şeyh’in büyüklüğünü anlarlar ve şöyle derler:

“Ey mertebesi büyük olan şeyh, sen himmetin ile meyhâneye geldin; bütün şarablar senin ma’nevî kudûmundan ve tasarrufundan bal oldu!” “Sen şarabı pislikten mübeddel etmişsin, bizim canımızı da murdarlıktan tebdîl et!”

Mevlânâ daha sonra cihan baştanbaşa kan vs necis ve haram olan şeylerle dolu olsa bile Hakk’a kul olan kimsenin helal olandan başkasını yemeyeceği hakikati dile getirir815 ve bu durumu Hz. Peygamber’e ve ümmetine bütün yeryüzünün temiz ve mescid kılınması ile kıyaslayarak izah eder.816

Nihâyet gönül sahibi bir kimsenin/insân-ı kâmilin bedel olması (nefsânî özellikler yerine rûhâni özelliklerinin kâim olup ilâhî ahlak ile tahalluk edip Hakk’ın fiilleri kendi fiillerine bedel olması) dolayısıyla bu makâmda her neye el uzatsa temiz, helal ve din olacağını, tersi durumdaki kimseler için de tersi hükmün câri olduğunu belirtir.817 Mesnevî’nin bir başka yerinde818 Ferîdüddîn Attâr’ın “Ey gafil! Sen sâhib-i nefssin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat sâhib-i dil olan kişi, zehir bile yese o zehir bal olur.” beytinin şerhi meyânında Hakk’ın makbûlü bulunan muhakkik sûfînin Hakk’ın halîfesi olmak itibarıyla bu alemde gerçekleştirdiği her bir fiil Hakk’ın fiili olup kendisi âlet mesâbesindedir. Dolayısıyla fenâ makâmına erişmiş bulunan insân-ı kâmil dünyevi şehvetlerden ve hallerden arınmıştır ve dolayısıyla nefsani sıfatlardan kurtulmakla eriştiği sıhhat bulduğu için artık perhîze ihtiyâcı kalmamıştır. Ne var ki bu durum onun mertebesi ile alakalıdır. Asla ve asla süfli hazlar peşinde koşarak bunların cevazı anlamını taşımaz.819

Esas meselemize dönecek olursak rivayetler ulu Ârif Çelebi’nin şarap kullandığı yönündedir.

Eflâkî, Çelebi’nin şarap kullanması dolayısıyla Şeyh Amasyalı Alaaddîn ile aralarında tatsızlık vukû bulması ile ilgili menkıbeyi zikretmesden evvel “meşhur ve başta gelenler halkasında (halka-i sudûr) zikrolunan bir kazıyyedir” kaydıyla uzunca bir açıklamaya girişir ve şöyle söyler:

“Âriflerin sultanı Ârif Çelebi Hazretleri … buyurmuştur: Eğer senin yolunda namahremler varsa, şarap kadehinden perde yapabilirsin.

Kendi kemal (ile dolu) cemalini (cemâl-i bâ kemâl) bu eksik nâmahremlerin nazar oklarına hedef kılmak istemezdi ta ki halkın hücumundan (ğulüvv-i âmme), kendi menfaat ve arzuları peşinde koşan insanların kabulüne (şayan olmaktan) ve ağyâr ile bir arada olmanın doğurduğu baş ağrısından âzad ve fâriğ olsun. Hazretin haremine mahrem olan kimseler imkan ve her şey kendisine apaçık olan (Hakk’ın) inâyeti ölçüsünde gizlilik yolundan müşâhedeler ediniyorlar ve kendi rahmetinden her ne gösterir ise görüyorlardı.”820

Böylelikle Eflâkî, Çelebi’de görülen şarap kullanma fiilinin melâmet tavrı ile alakasını kurarak bunun üzerine bina eder. Açıklamanın hemen akabinde Eflâkî, hava ve su değişiminden ötürü Çelebi’nin mizacında vukû bulan rahatsızlık dolayısıyla doktor tavsiyesi üzerine suyla karışmış “şarap” (müdâvemet-i müdâm-i memzûc tergîb dâdend) kullanması gereğinin hasıl olduğunu belirtir. Eflâkî bu sefer de Çelebi’nin şarap kullanmasını mübâh kılan şer’î bir zarûreti dile getirmektedir. Ne var ki bu durum karşısında Şeyh Alaaddin ve bazı müridlerinin itirazı söz konusu olmuştur. Çelebi bu hale bozulup (mütegayyir geşte) bu itiraza sert bir tepki göstermiş, on beş güne yakın halvette kalarak riyâzetle meşgul olmuştur. Kirâke Hâtun’un ısrar ve ricası bile fayda vermemiştir. Çelebi tepkisini,

“Dostlarımızın anlayışına göre bizim gıdamız şarap ve kebaptır, yaşamamız da sudandır. Onlar “Geceyi Rabbimin yanında geçirdim” sözünün yemek verdirilişinden haberleri yoktur. Onlar bizim başka bir şaraptan mest olduğumuzu bilmiyor, bizi kendileriyle mukayese ediyorlar. Eğer onlar birkaç gün ikiyüzlülük etmeseler hiç yiyecek bulamazlar, kimse onlara selam vermez ve (böylece) onların şeyhlikleri de kalmaz; beş gün yemeseler öleceklerinden korkarlar”

ifâdesi ile dile getirir. Ardından on altıncı Cuma günü ansızın halvetten çıkan Çelebi bir nara atmış Şeyh Alaaddin’in kurduğu sema meclisini alt üst etmiş ve iki rubâî söyleyerek ardından zaviyenin sofasının penceresinden kendisini ırmağa atmıştır. Hemen peşisıra şehrin büyüklerinden, ahrârın önde gidenlerinden ve sır katiplerinden olan yâr-ı Rabbânî Mevlânâ İmâdüddîn Veled-i Gurdî ile Şeyh Hüsâmeddîn Begî821 (rahımehümallâh kaydı var) suya atlayarak ısrar ve rica ile kendisini sudan çıkarmışlardır. Çelebi ırmaktan çıkınca özürler dileyen Şeyh Alaaddin’in özrünü kabul etmemiştir. Çelebi bir tulum şarap hazırlamalarını emrederek bir defada hepsini bitirmiş ve kalkıp sema’a başlamıştır. Çok heyecan ve ve şûrlar göstererek bir rubai okuyup sema’a nihâyet vermiştir.822

Bir başka sefer Karahisâr-ı Devle Kalesi’nde Nureddin-i Caca’nın oğlu Polad Bey, Vezir Sahib Fahreddîn’in oğulları ve naiblerinin de bulunduğu bir mecliste Çelebi ile birlikte saf, eski ve nefis bir şarap içmekle (be-tenâvül-i rahîk-i atîk ve câm-ı akîk) meşgul olduklarını bildirir. Arif Çelebi elinde iki dolu kadeh olduğu halde şöyle söyler: “Hayvan gibi olan aşağı tabakadan insanların tasavvuruna göre, Arif’e şarap içen diyor ve onu yeriyorlar. Haşa! Şarap içmek diğer insanlarla hem-renk bizden ırak olsun!” bu sırada Sahib Fahreddin’in oğullarının gönlünden kendileri ile aynı tarzda davranış sergileyen Çelebi’nin kendilerinden ne farkı olduğu vehmi geçer. Çelebi Polad Bey’i yanına çağırarak kadehine bakmasını ve şarap mı yoksa başka bir şey midir haber vermesini ister. Polad Bey Çelebi’nin kadehinde ateş görmüş bala benzeyen fakat yoğun bir mayi’ görmüş (çîzîst mâyi’ be-sân-ı asel-i âteş-dîde ve emmâ müselles-i ğalîz), tattığında ise tadının has eski bir şarap (şarâb-ı hummâd(z)-ı hâss) olduğunu görmüştür. Çelebi biz bu cins şarab içiyoruz diyerek şu beyti okur: “Senin içtiğin şarap haramdır. Biz yalnız helal olanı içiyoruz823 burada Çelebi’nin taklîb-i a’yân kabîlinden ızhâr ettiği bir kerâmeti söz konusudur. Polâd Bey bir başka sefer yine Karahisâr-ı Devle’de Çelebi’nin huzûrunda Sahib’in oğulları ile birlikte işret ederlerken gece yarısı Çelebi dışarı çıkmış ve peşinden kimsenin gelmemesini emretmiştir. Bir süre sonra Polad Bey onu aramaya çıkar bulamayınca oradakileri ayaklandırır ve hep birlikte aramaya çıktıklarında muhtemelen sarhoş olmasını bekledikleri Çelebi’de böyle bir eser görmemişlerdir ve Çelebi’nin gayet rahat ve huzurla keramet sergilediğini nakletmektedir.824 Ladik şehrinde bulunduğu sırada bir sabah önceleri kendisine irâdet getirmeyen Nazır’ın oğlu da Çelebi’yi tek başına sabah sabah hamamın önünde gördüğünde “Çelebi sabah içkisini içmiş ve sarhoşluktan tek başına dışarı çıkmıştır” diye içinden geçirdiyse de Çelebi durumun böyle olmadığını ifade ederek kendisine bir erkek evladının olacağını müjdeleyen gül demetini vermişti.825

Yine Polâd Bey’in rivayet ettiği bir başka kerâmetinde ise sâkînin kendisine verdiği kadehi “Bu sudan çok usandım, sizin tasavvurunuza göre ise biz şaraptan sarhoşuz veya bizim sarhoşluğumuz üzüm suyundan oluyor; oysa dünyanın şarapları bizim canımızın parıltısından sarhoş olur ve insanlara sarhoşluk verirler826 diyerek alan Çelebi başından aşağı bir kadeh şarap dökmüş ne var ki başında ve elbisesinde en ufak bir ıslanma emaresi görülmemişti. 827

Çelebi şehzâdelerin okuluna gelerek Eflâkî’ye bu gün talebelerine izin vermesini söyler. Biraz sonra ashâb-ı ızâm tarafından kurulan mecliste yaklaşık yirmi kişi tekerru’ ve tecerru’-i müdâma müdâvemet ettiler (paça yiyip yudum yudum şarap içmeye devâm ettiler). Sultan Veled’in torunu Burhâneddîn İlyâs Paşa (muhtemelen okulda öğrenci idi) sâkîlik etmededir. Gece ilerleyip te bir ibrik şaraptan başka kalmayınca İlyas Paşa birkaç kez durumu Eflâkî’ye hatırlatır. Durumdan haberdar olan Ârif Çelebi ise keramet ızhâr eder ve Eflâkî’nin anlatımına göre yirmi kişinin kuşluk vaktine kadar içtiği ve uykuya daldığı halde testi hala doluydu. Eflâkî o şarap testisini (kûre) teberrüken saklamıştı ve teberrüken ondan su içiliyor, içen hastalar çabucak şifa buluyorlardı. 828

Çelebi’nin bu durumunu eleştirenlerden biri de Gevâle kalesi muhafızı Emîr Necmeddin Dizdar’dır. Çelebi’nin 718 / 1319 yılı Kurban Bayramı günü (1 Zi’l-hicce 718 / 10 Mart 1319) Eflâtûn Hakîm Manastırı’na gelerek üç gün üç gece oranın keşişleri ile işret etmesi ve böylesi aziz günlerde hem de râhiplerin sohbetinde bu tür bir meşguliyet içerisinde bulunması Emir Necmeddîn’e tuhaf gelmiştir. Çelebi Emir’i sert bir şekilde ikâz ederek kadehini hiddetle önündeki mermere vurunca kadeh dolu olduğu halde dönüp yine Çelebi’nin önünde kırılıp dökülmeden durur. Bunun üzerine Çelebi “Eğer bu kadeh kırılsaydı, dökülseydi içmeye son verir ve Necmeddin’imizin hatırı için bu aziz günleri taziz ederdik, fakat gerçekte bilmek gerekir ki Yüce Tanrı mübarek azizlerinin vücudu için bugünleri aziz etmiştir. Çünkü onların vücutları olmasa, dünya ve ahiretin parlaklığı mescit ve Kâbe’nin nuru ve kıymeti olmazdı” diyerek Ka’be’nin izzetinin her dem Hz. İbrâhim’in ihlâsına müstenid olması misâli829, bereketin insân-ı kâmil’e mebnî oluşunu ifâde eden derviş şu rubâîyi söylemiştir:

Ten ve canın dışında revân olan derviştir. / Zemîn ve âsümândan daha yüce olan derviştir.

Hüdâ’nın bu bu cihândan maksadı halk değil, / Hüdâ’nın bu bu cihândan maksadı derviştir. 830

 


 

679 Eflâkî, VIII, 5, 58. Eflâkî’nin konuya dâir nakli şu şekildedir:

“Mevlânâ hazretleri Sultan Veled’e “Bahâeddîn! Ben bu çocukta yedi velinin nurunu görüyorum. Yüce Tanrı nurları onun canına yoldaş etmiştir” dedi. “Bu nurlar içinde sizinki de vardır” dedi Sultan Veled, baş koyup.

“Evet, bizimki de yani Bahâ Veled, Seyyid Burhâneddîn, Şems-i Tebrîzî, Şeyh Salâhaddîn ve Çelebi Hüsamedin’in, benim ve Veled’in nurları. Gerçekten de bizim Arif’imiz kutupların nurlarını nefsinde toplamıştır. Akıllıların ruhlarının sevgilisidir.” Ayrıca Çelebi Hüsâmeddîn’in dilinden şu satırlar aktarılır:

“Ne olurdu! Veled hazretleri Ârif’i bana verseydi, ben de ona canı gönülden lalalık etseydim, onun terbiyesiyle gerektiği gibi canı gönülden meşgul olup onu layıkıyla yetiştirseydim. … Ümit ederim ki, o, ruhanilerin parmakla gösterdiği bir kişi olur ve ruhunun nurları dünyayı kaplar. Onda yedi velinin nuru olduğu için sonunda kutupların imamı olur”

680 Eflâkî, VIII, 65.

681 Eflâkî, VIII, 34.

682 Eflâkî, VIII, 3.

683 Ulu Ârif Çelebi doğduğu zaman babası Sultan Veled yaklaşık 47 yaşındadır. Eflâkî, Sultan Veled ve Fâtıma Hatun’un Ârif Çelebi’den önce on iki-on üç çocukları olmakla birlikte hepsinin yaşlarını doldurmadan vefat ettiklerini nakleder. Hatta bu durum dolayısıyla Fâtıma Hatun’un doğacak çocuğunu da erkence kaybedeceği vehmine kapılarak Ârif Çelebi’ye hamileliği esnasında doğurmaktansa düşürmeyi tercih ederek düşmesi gayesiyle ilaçlar kullandığını ve hamile bir hanım için sakıncalı davranışlar sergilediğini, bunu haber alan Mevlânâ tarafından bir müjde ile bu tür davranışlardan men edildiğini bildirir. Bk. Eflâkî, VIII, 1, 3. Bu itibarla Ulu Ârif Çelebi, Sultan Veled’in hayatta baki kalan çocuklarından ilkidir.

684 “Emir Ârif” ifadesi zamanla “Ulu Ârif”e dönmüştür. Gölpınarlı “Ulu” kelimseini “Emir” kelimesinin Türkçe karşılığı olarak değerlendirirken (Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 65). F. Nafiz Uzluk zaman içerisinde diğer Ârif’lerle karışmaması için büyük anlamında “Ulu” ifadesinin kullanıldığı kanaatindedir.

685 Eflâkî, VIII, 5.

686 Eflâkî, VIII, 2.

687 Mesela bk. Eflâkî, VIII, 6.

688 Eflâkî, VIII, 4; Divan-ı Kebir, Gazel No. 2427

689 Eflâkî, VIII, 5. Divan-ı Kebir nüshalarının pek çoğunda rastlanmayan bu gazeli Eflâkî, Mevlânâ’ya isnad etmekte Gölpınarlı ise Sultan Veled’e aidiyetini daha kuvvetli görmektedir (Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 66).

6120 Eflâkî, VIII, 14.

691 Eflâkî, VIII, 64.

692 Eflâkî, VIII, 63.

693 Eflâkî, VIII, 10.

694 Eflâkî, VIII, 56.

695 Eflâkî, VIII, 9.

696 Eflâkî, VIII, 58.

697 Eflâkî, VIII, 15.

698   Eflâkî   X, 5

699    E flâkî    VIII, 8

700 Eflâkî, VIII, 42

701 Eflâkî, VIII, 15.

702 Eflâkî, VIII, 25.

703 Eflâkî, VIII, 57.

704 Eflâkî, VIII, 1.

705 Eflâkî, VIII, 94.

706 Eflâkî, VIII, 48.

707 Eflâkî, VIII, 55.

708 Ârif Çelebi’nin Türbe’de ikamet edişi zaman zaman eleştirilmiştir. Sultan Veled zamanında Konya’ya gelen Şeyh Nureddin Bîmâristânî’nin yönelttiği eleştiri şeyhin hatırını incitecek şekilde cevap verir. Babasının sorusu üzerine ise Şeyh Nureddin’i şöyle değerlendirir. “O, ne arayan ne de aranılan bir insandır; çünkü eğer o gerçeği arayanlardan olsaydı, sizden daha iyi sevilen ve aranılan bir kişiyi nerede bulurdu. Eğer aranılan insanlardan olsaydı, siz onu arardınız. Çünkü sizden daha iyi arayan bir âşık dünyada yoktur?” Eflâkî, VIII, 99, 100.

709 Eflâkî, VIII, 93.

710 Sipehsâlâr, a.g.e., s.

711 Eflâkî, VIII, 6, 7.

712 Eflâkî, VIII, 49.

713 Eflâkî, VIII, 101.

714 Eflâkî, VIII, 29.

715 İşin gerçeği şudur ki veliyi veli bilir, kutbu da kutup tanır, âlimi âlim anlar ve arifi de arif tarif eder. Fazilet ehlini yalnız fazilet sahipleri bilir. Veliyi yine veli ünlü yapar. O istediğini (feyzinden) nasiplendirir. [Mesnevi, II, 2349]

716 Sultan Veled, her beytinin sonu “Beyimiz bizi unutma” şeklinde biten bir kaside yazmış ve Samağar Noyan’a ithaf etmiştir. Sultan Veled, Samağar Noyan’ı akıl ve adalette örneği pek nadir görülen bir insan, ezelden seçilmiş bir hükümdar olarak vasıflandırıyor ve “Samağar Ağa” diye isimlendiriyordu. Hakkında bilgi için bk. Ahmet Temir, “Anadolu’da İlhanlı Valilerinden Samağar Noyan”, M. Fuat Köprülü Armağanı, s. 495-500.

717 Eflâkî, VIII, 23.

718 Eflâkî, VIII, 24.

719 Anadolu’da güney ve kuzey ayrımı

Bu ayrım kültürel ve fikri sahada cari olduğu gibi siyasi sahada da etkili olmuştur. Her iki ekol de iktidara sahip olabilmek için gayret göstermişlerdir. Bk. Mehmet Suat BAL, “Türkiye Selçuklu Devleti Tarihinde Bir Dönüm Noktası; II. İzzeddin Keykavus Dönemi”, AÜDTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, XXIV/38 (Ankara 2005), s. 239-258.

720 Eflâkî, VIII, 75.

721 Eflâkî, VIII, 73.

722 Eflâkî, VIII, 42.

723 Eflâkî, VIII, 54.

Çelebi ile karşılaştığında Çelebi ona: Senin bize secde etmen haramdır ve dostların ise etmemesi şeklinde çıkışmış ve meseleyi meleklerin Adem’e (a.s. ) secdesi ile ilgili ayet çerçevesinde izah etmiştir.

724 Eflâkî, VIII, 91.

725 Eflâkî, VIII, 77. Çelebi o gün gömleğinin üzerine yamalı bir hırka (tigle-i ârifi) giymişti. Ona değen oklar tekrar geri sıçrıyordu.

726 Eflâkî, III, 431.

727 Sultan Veled bir kasidesinde, ulemâ ve meşâyihe karşı oldukça saygılı davranmakla birlikte 8 yıllık valiliği boyunca takip ettiği baskıcı ve zâlimâne politika ile Anadolu halkı nazarında pek te olumlu bir intiba bırakmayan Geyhatu’dan bahsetmektedir. Bk. Sultan Veled, Divan, s. 127. Hanımı ise Ulu Ârif Çelebi müridlerindendir. Tahsin Yazıcı, Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn, Giriş, II, 19.

728 Detaylı bilgi için bk. Yaşar Yücel, “Candaroğulları”, DİA, VII, 146-149.

729 Abdulhalim Durma, Kastamonu’da Mevlevilik, s. 1.

730 Eflâkî, VIII, 19.

731 Eflâkî, VIII, 19.

732 Eflâkî, VIII, 27.

733 Hakkında detaylı malumat için bk. “Olcaytu”, İA, IX, 387-389.

734 Eflâkî, VIII, 27.

735 Eflâkî, VIII, 27.

736 Eflâkî’nin bildirdiği bu Bey, Cacaoğlu Nureddin Bey’in oğlu ya da kardeşi olmalıdır. Türkiye Selçukluları dönemi Kırşehir Emiri Nureddin Caca hakkında bk. Sadi S. Kucur, “Cacaoğlu Nureddin”, DİA, VI, 541-542. Ayrıca Mektubat’ta kendisine hitâben yazılmış mektuplar mevcuttur.

737 Eflâkî, VIII, 21.

738 Eflâkî, VIII, 45.

739  Necmeddin Dâye, 564/1160’ta Hârizm’de doğmuştur. Necmeddin Kübrâ’nın halifelerindendir. Moğolların Hârizm’i almaları üzerine Anadolu’ya gelmiş, Mevlânâ ile görüşmüş ve 654/1256’da vefat etmiştir.

740 Eflâkî, VIII, 76.

741 Sultaniye Olcaytu tarafından oğlu Ebu Said’in doğumunda kurulmuş olup İlhanlıların yönetim merkezi buraya nakledilmiştir.

742 Eflâkî, VIII, 28. Oysaki Çelebi 716 yılı Ramazan ayını Bayburt’ta Ahi Ahmed’in zaviyesinde geçirmişti. Muhtemeldir ki Eflâkî’nin burada sözünü ettiği Ramazan Sultan Veled’in vefat yılı 712 ile 715 arasındaki Ramazanlardan biridir.

743 Ebû Saîd: İlhanlı hükümdarlarındandır. Babası Olcaytu’nun 716’daki (1316) ölümünden ancak bir yıl sonra hükümdar olmuştur. Kendisi bu tarihte on üç yaşındaydı ve bu yüzden de ülkenin yönetimi tamamen Çoban isimli bir kişinin elindeydi. Emir Çoban ileride kendisinden bahsedilecek olan oğlu Timurtaş’ı Anadolu valiliğine tayin etti. Hakkında detaylı bilgi için bk. “Ebu Said Bahadır Han”, DİA, X.

744 Eflâkî, VIII, 27. Eflâkî tarihlendirme hususnda yaklaşık 20-25 günlük bir hataya sahiptir.

745 Eflâkî, VIII, 47.

746 A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 187 ve 245.

747 Eflâkî, VIII, 53.

748 Burada adı geçen Timurtaş (ya da Demirtaş), İlhanlıların onuncu hükümdarı olan Ebû Sa’îd Bahadır Han’ın henüz çocuk oluşundan faydalanarak devleti tamamen egemenliği altına alan Emir Çoban’ın oğludur ve babası tarafından Moğollar adına Anadolu Genel Valisi olarak tayin edilmiştir. Anadolu’ya geldikten sonra, bir yandan Selçuklu hanedanına bağlı prensleri yok etmeye çalışan ve Selçuklu hâkimiyetinin yıkılmasıyla yer yer bağımsız devletler kurmak isteyen Selçuklu emirlerini dize getirmeyi ve bir kısmını da kendine boyun eğdirmeyi başaran Timurtaş, öbür yandan da Kilikya Ermeni krallığına karşı seferler yapmıştır. Bu arada Mısır sultanıyla doğrudan doğruya savaşa girişerek ondan aldığı cesaretle bağımsızlığını ilan etmişse de babası Çoban’ın kendisini izleyerek Anadolu’ya gelmesi üzerine ona teslim olmuştur. Ebû Sa’îd Han’ın yanına götürülen Timurtaş Çoban’ı, babasının hatırı için affedip han tekrar Anadolu valiliğine göndermiştir. Sonunda Mısır hükümdarı en-Nasır Muhammed bin Kalaun’un emriyle 13 Şevval 728’de (21 Ağustos 1328) öldürülmüştür.

749 Eflâkî, VIII, 70.

750 Eflâkî, III, 409; VIII, 59. Ayrıca Alâeddîn Çelebi hakkında bk. Sultan Veled, Divan, 551.

751 Eflâkî, VIII, 60.

752 Eflâkî, VIII, 82.

753 Eflâkî, VIII, 83.

Şeyh Nasıheddin’in köpeği Kıtmir’i Çelebi yanına alıp götüreceğinde Kıtmir Şeyh’e bakar. Şeyh ne bakıyorsun, keşke senin yerinde ben olaydım der. Bunun üzerine köpek bir iki kez yerde yuvarlanıp havalandıktan sonra koşarak gitti.

754 Eflâkî, VIII, 98.

755 A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 86, 245 ve 333.

756 Şikârî, a.g.e., s. 164.

757 Bk. “Karaman Mevlevihanesi”, DİA, XXIV; Hasan Özönder, Karaman (Larende) Mevlevî-hânesi, Osmanlı Araştırmaları, XIV, s. 143-152, İstanbul 1994.

758 Mirrîh, Merih gezegenidir ve mitolojide savaş tanrısını temsil eder. Aynı zamanda kadim geleneklerce uğursuz addedilmektedir.

759 Eflâkî, VIII, 92.

760 Eflâkî, VIII, 30.

761 Eflâkî, VIII, 81.

762 Eflâkî, VIII, 31.

763 Eflâkî, VIII, 78.

764 Mesnevî, III, 3266 vd.

765 Çelebi şöyle söyler: “Senin gördüğün o adam, kullarına bir iş yapmak için misal âleminden cisim âlemine gelen büyükbabam Bahâ Veled’in kutsal ruhuydu”

766 Eflâkî, VIII, 31.

Çelebi sergilediği kerâmet hakkında şu açıklamayı yapmıştır: “İnkârın uğursuzluğuna bak! Bütün peygamberler ve veliler (selam onların üzerine olsun) mucize ve kerametler göstermek için değil, temiz insanları davet ve onlara merhamet etmek için bu toprak âlemine gelmişlerdir. Hatta onlar şöhretin afetinden kaçmak için can atarlar. Fakat ara sıra talihsizlerin inkârlarının uğursuzluğu nedeniyle kerametler ve olağanüstü şeyler gösterirler ki başkaları ibret alsın ve bir daha böyle bir harekette bulunmasınlar. Talihsiz münkirler (inkârcı) o kuvvetli bağdan kurtulup veliler âlemine rağbet göstersin ve o din sultanının uyruğu olsunlar, onların koyu gölgelerinde korunma ve tam bir gözetilme bulsunlar, inkâr edenlerle arkadaşlıktan sakınsınlar”

767 Eflâkî, VIII, 78.

768 Söz konusu İlyas Bey bölgede XIII. yy. nihayetinde yerleşerek Tavas Beyliği denilen bir mahallî idare kuran Türkmen Beyi’dir. Kendisi ve çevre ahali Mevlevî tarikatına müntesiptir. Tavas Beyliği, Germiyan, Hamit, Menteşe ve Aydınoğulları Beylikleri arasında adeta bir tampon bölge mahiyetindeydi. 1365 tarihinde Menteşeoğulları’na bağlanan Beylik önce Horasanlı, sonrasında ise Hırka köyünden idare edilmiştir.

769 Eflâkî, VIII, 32.

770 Alişiroğlu diye şöhret bulan kişinin adı Yakub Bey olup başlangıçta Selçuklu sultanı III. Alâaddin’e bağlı üç emirden biriydi. Bir ara Ankara’da bulunmuş, sonradan Kütahya ve havalisinde Germiyanoğulları devletini kurmuş (699; 1299-1300) ve Bizans sınırlarını zorlayarak batıya doğru akınlar yapmıştır (Paul Wittek, Menteşe Beyliği, çev. Orhan Şaik Gökyay, TTK Yayınları, Ankara 1944, s. 19. Ayrıca bk. Himmet Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, DTCF Yayınlan, nr. 60, İstanbul 1946, s. 16.

771 Eflâkî, VIII, 86.

772 Eflâkî, VIII, 87.

773 Eflâkî, VIII, 88.

774 Kendisinden övgüyle bahsedilen Gazi Bahâeddîn Umur Paşa, Aydınoğulları devletinden Mübârizeddin Mehmed Bey in oğludur. Ülkesini dört oğlu arasında bölüştüren Mehmed Bey, İzmir’i de Umur Paşaya vermiş ve o da henüz 17 yaşındayken cihada başlamış (727-1326); büyük bir donanma yaptırıp Ege Denizi’ndeki çeşitli adaları işgal etmiştir. Eflâki’nin zapt edildiğinden bahsettiği Sakız Adası dördüncü seferine isabet etmektedir (1330-1).

775 Eflâkî, Gâzî Umur Bey’i “emirlerin sultanı (melikü’l-ümerâ) yiğitlerin örneği, zamanın ikinci Hamza’sı, ilâhî” gibi niteliklerle resmeder.

776 Eflâkî, VIII, 89.

777 Eflâkî, VIII, 22.

778 Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 77-82.

779 Abdülvehhab Hemedânî, Sevâkıbü’l-Menâkıb, nşr. Ârif Nevşâhî,

780 Geniş bilgi için bk. Rıdvan Canım, Türk Edebiyatında Sâkînâmeler ve İşretnâme, Akçağ Yayınları, Ankara 1998; Mehmet Arslan, Sâkînâme-Âynî, Kitabevi Yay., İstanbul 2003; Adnan Karaismailoğlu, “Sâkînâme Yazma Geleneğinin Öncüsü Genceli Nizâmî”, Yedi İklim, sy. 41 (1993), s. 19-21.

781 Mesnevî, V, 940-961.

782 Mesela Muhakkik Tirmizî’nin Maârif’inde şu pasaj bu türden bir sakınmayı telkîn eder: “Şimdi dünyadan şehvetle elde ettiğin her şey, her zevk, bilmiş olasın ki cehennemin tavanıdır. Ancak ihtiyaç miktarınca olursa, âhiretten sayılır. Nitekim at’a yola gitmesi için ot verirsin, o zaman helal olur. Yolcu (Bezirgan) böyle yaptığı zaman zarar görmez. Eğer şu bir lokmayı şehvetle (açlığı giderme gayesiyle değil) yersen, billahi de haramdır. Eğer haram bir lokmayı, darlığa düşüp mecbur kalır ve ölmeyecek kadar yersen, o zaman helal olur. Sen ise sâdece “şarap haramdır” diye söz edip durdun, halbuki şaraptan başka nice şehvetler vardır ki adamı sarhoş eder. Sen ise sarhoş olduğun halde, hamamın damına çıkarak, hamam tellağı gibi, şarkı söyleyip durmaktasın.” Muhakkik Tirmizî, Maârif, s. 36. Ayrıca bk. Mesnevî, III, 2243-2269.

783 Eflâkî, I, 51. Eflâkî’nin Bahâeddîn Veled ve Muhakkik Tirmizî’den yaptığı nakillerde şarabın haram kılınışındaki illet sarhoşluk ve sarhoşluğun neticesinde aklın ve vicdanın dizginlediği süflî karakterin açığa çıkması olarak tesbit edilmektedir. Ayrıca bk. Mesnevî, I, 1621.

784 Eflâkî, I, 51, III, 74.

785 İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, haz. Safi Arpaguş, Vefâ Yay., İstanbul 2008, s. 46-47; Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, haz. Mustafa Tahralı ve Diğerleri, IV, 3120.

786 Şöhret hakkında bk. Mesnevî, I, 1546, 1834 -1835; Mesnevî, V, 712

787 Mesnevî, I, 3426-31; II, 1500; VI, 1591-1594.

788 İsmail Ankaravî, a.g.e., s. 43.

789 Mesnevî, III, 3635-3668.

7120 İsmail Ankaravî, bu iki tavra sahip zümrelerin her birini önce muhakkik ve müteşebih (mukallid) olarak ikiye ayırdıktan sonra müteşebbihleri de müteşebbih-i muhıkk ve müteşebbih-i mubtıl olmak üzere tekrar ikiye ayırır. Tarikatta taklîd esas olarak zemmedilen bir husus değildir. Bununla birlikte taklid, tahkîke götürür mâhiyette olmalıdır. Bk.İsmail Ankaravî, a.g.e., 40-47.

791 İsmail Ankaravî, a.g.e., 44. İsmail Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, II, 517-522.

792 İsmail Ankaravî, a.g.e., 46.

793 İsmail Ankaravî, a.g.e., 45.

794 Mesnevî, III, 670-700; V, 1496-1499.

795 İsmail Ankaravî, a.g.e., 42-43.

796 Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, haz. Mustafa Tahralı ve diğerleri, IV, 421-2; Ayrıca tafsilat için bk. A.g.e, IV, 389-401 ve 417-426.

797  Ubeydullâh Ahrâr hazretleri Risâle-i Vâlidiyye’lerinde şöyle buyururlar “Şeyh-i Ekber ba’zı musannafâtında yazmışlardır ki, erbâb-ı keşfin ba’zılarına mâ-fî’l-isti’dâd münkeşif olup, kendi isti’dâdlarında ma’siyet sudûr edeceğini görürler. Evliyâya göre “ismet” şart olmayıp, hükm-i “ لا راد لما قضیت ” [Kazâ ve takdîr olunan geri çevrilemez] vâki’ olacağından, zulmet-i isyânın şühûdundan ve onun hicâbından meşgul olurlar. Tövbe ve istiğfârın o zulmetin mâhîsi olduğunu yakînen bildiklerinden, tövbe ve istiğfâr ile o zulmeti izâle etmek için o sûretin hemen vuk‚unu arzû ederler ve o ma’siyeti mürtekib olurlar.” Ahmed Avni Konuk, a.g.e., IV, 421-2.

798  İsmail Ankaravî, a.g.e., s. 43; Mesnevî, I, 1812.

799 Eflâkî, IV, 39.

800 Muhammed, 47/15.

801 Söz konusu ayetin işâri yorumunda Mevlânâ şöyle söyler: “Sabrının suyu, cennetteki nehirlerdir; cennetin süt ırmağı, sevgin ve aşkındır. / İbadet ve tâatten zevk alman, bal nehri; Allah aşkıyla sarhoş olman, şevk duymanı şarap ırmağı bil.” Bk. Mesnevî, III, 3461-2.

802 Mesela Sâkînâme geleneğinin öncüsü Nizâmî Gencevî şöyle söyler: “Ben meyden hep bî-hodluğu murâd ettim.” Bk. Konuk, Mesnevî Şerhi, II, 30.

803 Adnan Karaismailoğlu, Gazâlî ve Bâkî’ye Göre Aşk Beyitleri, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara 2001, s. 99-108.

804 İbn Arabî, Fütûhât, II, 544.

805 Mesnevî, I, b. 1199-1201.

806 Mesnevî, III, 2940-2945.

807 Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 461-463.

808 İsmail Ankaravî, aşk ile şarap arasındaki benzerliği (müşâbehet vecihlerini) 6 kısımda izah etmektedir. Bk. Semih Ceyhan, İsmail Ankaravî ve Mesnevî Şerhi, Uludağ Ünv. Sos. Blm. Enst., Doktora Tezi, Bursa 2005, s. 223-224.

809 Mevlânâ şöyle der: “Bizim sarhoşluğumuz için şaraba veya meclisimiz için çeng ve rebabın neşesine ihtiyaç yoktur. / Sâkîsiz, güzelsiz, mutrip ve meysiz harap sarhoşlar gibi perişan ve sarhoşuz.” Ayrıca bk.Sultan Veled, İbtidânâme, s. 63, b. 1052-1054. Hatta sekr hali ile dünyevi sarhoşluk arasındaki benzerlikler üzerinde durulduğu gibi farklılıklar da vurgulanmıştır. Çünkü şarap sarhoşluğu, içeni gam, üzüntü ve düşünceye sevk edebilir. Bunun nedeni içilen şarabın mizacından kaynaklanır. Hâlbuki sekr halindeki kişinin kendinden geçmesi, duyularından geçmek değildir, o sadece neşeyle çelişen şeylerden uzaklaşır.

810 Eflâkî, IV, 31.

811 Mesnevî, II, 3303-3335; 3398-3435.

812 Eflâkî, a.g.e, IV, 41.

813 Konuk, a.g.e., IV, 395-396.

814 Mesnevî, I, 1765. Ayrıca bk. Mesnevî, I, 1763-1813.

815 Mesnevî, II, 3423.

816 Mesnevî, II, 3419 vd.

817 Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, IV, 1238

818 Mesnevî, I, 1603-1614.

819 Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, IV, 1238.

820 Eflâkî, VIII, 34.

821 Bu kişinin Sultan Veled’in halifesi olma ihtimali söz konusudur.

822 Eflâkî, VIII, 34.

823 Eflâkî, VIII, 38.

824 Eflâkî, VIII, 40.

825 Eflâkî, VIII, 81.

826 Bu sözler Mesnevî’deki “Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil… Beden bizden var oldu, biz ondan
değil!” beytinden mülhemdir. Bk. Mesnevî, I, 1812.

827 Eflâkî, VIII, 39.

828 Eflâkî, VIII, 80.

829 Mesnevî, IV, 1138.

830 Eflâkî, VIII, 51.

 

ETİKETLER: