UFO haline getirilen İslam
UFO haline getirilen İslam
Bugün İslam dünyasının karşılaştığı en mühim problem bana göre din adamlarının serdettikleri nevzuhur açıklamalarla onu ya bir “ölü” din haline veyahut bir “öldürme“ dini haline getirmeleri olmuştur. “Yeni Açıklamalar” derken, zamanın ve insanın ihtiyaçlarına karşılık verecek görüşlere karşı çıkıyoruz zannedilmesin. Tabii ki bir eliyle asla, temellere yani Geleneğe sarılan âlimler diğer elleriyle o kaynağı bugüne aktaran aracı olmak zorundadırlar. Mevlana’ya nisbet edilen meşhur “Pergel Benzetmesi” tam da buna işaret etmektedir. Adeta şehre uzaktan su taşıyan kanalları içeride tevzî eden su maksemleri gibi. Hadi benzetmelerimizi dahi modern hale getirelim derseniz o zaman buna en yakın benzetmeleri artık hepimizin kullandığı elektronik haberleşme sahasından verebilirim.
Mesela, hepimiz artık bir şeylere “erişmek” için bir “ağ”a, bir internet ağına “bağlanmak” zorundayız. Bunun için önce bir “servis sağlayıcı”dan bir ön“talep”te bulunuyoruz. Sonra bize bir “şifre” veriyorlar. Onunla “canlı olan” (online) bir ağa bağlanıyoruz. İnternet “aktarıcı”mız (modem) elle tutulmayan, gözle görülmeyen, havada uçuşan frekansları alıyor bizim “ekran”ımıza naklediyor. Ekranda artık onlar birer somut, görsel ve işitsel şekle bürünüyorlar. Bunun için biz kuvvetli bir “aktarıcı”ya, “nakledici”ye ihtiyaç duyuyoruz. Eğer söz konusu ağa kablosuz (wifi) olarak bağlanacaksak o dalgaları alıp yayan “yansıtıcı”ya (transmitter) ve hatta sinyali güçlendiren “menzil genişletici”lere ihtiyaç duyarız. İşte bu kadar basit. Arapçada “Ve kıs a’lâ hâzâ” diye bir tabir var. Yani; “Gerisini sen kıyas et gayrı!..”.
İşte Gelenek böyle bir şey. Bir hatta bağlı olmak ve oradan geleni düzgün ve doğru bir şekilde nakledebilmek. Şayet mümkünse bir sinyal güçlendirici gibi o hattı daha güçlü ve daha kapsayıcı hale getirebilmek. Hepsi bu… Gelenekli olmayan ve hatta karşı olanlar (contra-tradition) ise bütün bu aracılara ne gerek var derken bilgiye ulaşmada nasıl bir alternatif teknolojileri olduğuna dair bir şey de söylüyor değiller. Ben size yine de, ne olduğu belli olmayan fantastik UFO’ların (Undefined Fantastic Object) peşinden gitmek yerine “Hattan Ayrılmayın (?)” derim.
Bu yüzden bugün Gelenekli olmayan din yorumcuları tarafından ne idüğü belirsiz bir UFO haline getirildi muazzez İslam dini. Kimisi “İslam fazla sipiritüel hale geldi materyalist olmalı; Görmediğim, elle tutmadığım dine inanmam; Rasyonellik bizim rehberimizdir” dedi. Kimi Metluv Vahyi salt bir dil ve gramer ilmi objesi haline getirdi. Gayr-i Metluv Vahiy olan Nebi’yi bir postacı haline getirdi. Dine, insana ve yaratılmış her şeye hayatiyetini veren ruhaniyetten, maneviyattan ve metafizikten bunları kopardılar. İslam’ı sadece ve sadece somut olgu ve olaylara dayalı bir ilim olan hukuka veyahut sosyolojiye indirgediler. Dayandığımız asayı kemiren böcekler gibi bir müddet sonra bedenimizin de devrilmesini sağladılar. Böylece insanımızın ruhani ve manevi ihtiyaçlarına karşılık vermeyen bir “ölü” din haline çevirdiler İslam’ı. Din soğudu, camiler soğudu… Ondan sonra bir de tutup; “Meditasyon, yoga, sipiritüel detoks, ezoterik felsefe, astroloji v.b. gibi kurslara giden insanların sayısı camiye gidenlerin sayısını nerdeyse geçer hale geldi!; Gençlerimiz Hristiyan, Kabalist, Hindu, Budist, Taoist, Zerdüşt, Bahai misyonerlerin ağına düşüyorlar!” diye feryad etmeye başladılar. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.
Açık ve net söylüyorum bütün maneviyat karşıtı İslam yorumları bilerek bilmeyerek müstemlekecilerin yollarını açan Truva atlarıdırlar. Tıpkı Lawrence’in elinden tutup şişirdiği Vahabizm’in hem benim Devlet-i Aliyye’mi parçalamak ve hem de İslam dünyasının genç nüfuzunu birbirlerinin kafasını kesen hale getirerek helak etmek üzere kullanılması gibi. Eminim bugün dahi “İyi iş çıkarmışız arkadaşlar” diyerek olan biteni kendi köşelerinde büyük zevkle izlemektedirler. “İçimizdeki aptallar yüzünden bizleri helak etme Allah’ım” (A’raf 155).
Bizi ayakta tutan maneviyatımızdır. Bir millet maneviyatı ile birbirine kenetlenir. Birlik manevi başlar sonra fiziğe intikal eder. Ruh kardeşliği dersleri almayanlar insanları birleştiremezler. ‘Aynı gönlü paylaşmak aynı dili konuşmaktan evladır’ der Hazreti Mevlana. Kimse kusura bakmasın ama olsun varsın fıkhi olarak bazı eksiklerimiz, hatalarımız, günahlarımız olsun. Kim mükemmel ki? Kimin namazı tam ki?. Böyle deyince pek çok kişinin ‘ne diyorsun sen’ diyeceğini biliyorum. Namazsız siyasal İslamcılık bir şekilde göze batmaz olunca sorun yok. İslam’ı bir siyasi ideolojiye indirgemek de aynı maneviyatsızlaştırmanın ürünü olunca sonuç böyle oldu. Zaten modern siyasal İslamcılığın maneviyatı dışlayan ekollerden geliyor olması da tesadüf değildir. Kendimize böyle, ama başkası söz konusu olunca İslam’ın bütün şartlarını eksiksiz olarak ondan bekleriz. Tıpkı bir zamanlar Kars otobüslerini Erzurum’da durduran bazı arkadaşların sorguladıkları kimseye Elham’ı okutturup sonra doğru okuyup okumadığını başka yolcuya sormaları gibi. Kendimizde olmayan bir şeyi başkasından nasıl bekleriz. Hasılı dostlar “Hiç günah işlemeyen atsın taşı(?)”
Ama insanlığımız, imanımız, kardeşliğimiz maneviyatla kavi olur. Cuma hutbelerinde imam efendilerin “Allahümme ellif beyne kulûbil-müslimîn” duasının i’rabını vermekten “Allah’ım Müslümanların kalplerinin arasını telif et, birleştir” şeklindeki manasını anlamaya ve anlatmaya ne zaman geçersek o zaman kimse bizi tutamaz.
Bir de yavuz hırsızlara dikkat. Sanki bugün İslam dünyasını kasıp kavuran el-Kaide gibi, Daiş gibi örgütler tasavvuf ilminden çıkmış gibi hep faturayı oraya kesenler var. Lütfen insaflı olalım ve gerçeği görelim artık. O çocuklar hangi medreselerde ve hangi kitapları okuyarak bu hale geldiler siz de çok iyi biliyorsunuz. Sadece o literatüre bir katkı da benden olsun. Mısır’da bulunduğum sırada Eymen el-Zevâhiri (Şimdi el-Kaide lideri) bir diş doktoru idi. Onun derslerine giden bir gence size ne anlatıyor diye sorduğumda ‘Bize devamlı olarak İmam Serahsi’nin el-Mebsut’unun ‘Kitabü’l-Cihad’ bölümünü okutuyor’ demişti. Ve o bölümü ayrı fotokopi yapıp yanlarında taşırlar ve her defasında oraya müracaat ederlerdi. Yani ‘Ahkam’a dair metinler okurlardı. Bu ve bunun gibi büyük fıkıh alimlerinin eserleri kendilerine ‘irfansız’ ilim olarak okutulunca ortaya böyle bir sonuç çıktı. Bu ve bunun gibi pek çok fıkhi malzeme var ellerinde. Bizim fıkıhçılarımız İrfansız ilim ne demek onu da incelemeliler. Fıkhın yanlış yorumlanması halinde nasıl problemlere yol açabilir bunun üzerinde cesaretle biraz mesai sarfetmeliler. Tıpkı yanlış yorumlanan tasavvufun nelere yol açacağını tasavvuf ehli açıkça tartıştığı gibi hukukçular da bir otokritik yapmalılar. Gurur ve kibir, belki fıkhın konusu olmayabilir lakin ‘Bu köyün ağası benim’ tavrından vazgeçmeliler.
Sorarım sizlere bu çocuklar Arap dünyasında İbn Arabi’nin Fusûs’unu okuyarak mı yoksa İbn Fârız’ın Divan’ını okuyarak mı bu hale geldiler?. Afganistan’da, Pakistan’da, Tacikistan’da, Mevlana’nın Mesnevi’sini mi okuyarak bu hale geldiler? Türkiye’de Yunus Emre, Davud el-Kayseri, Molla Fenari, İbn Kemal, Taşköprülüzade, İsmail Hakkı Bursevi, İbrahim Hakkı Erzurumi okuyarak mı bu hale geldiler? Şüphesiz hayır…