Nebahat Konu
Tuğrul İnançer ile
Tuğrul İnançer ile Tasavvuf ve Müzik Üzerine
Her tavrında insana olan saygısını ifade eden, ufka ve güllere âşık, tasavvuf geleneğimizin ve mûsıkîmizin yaşayan en büyük dimağı Ömer Tuğrul İnançer’le yaptığımız sohbeti sizlerle paylaşmak istedim. Umarım siz de keyif alırsınız.
Ömer Tuğrul İnançer Kimdir?
Ömer Tuğrul İnançer 1946’da Bursa’da doğdu. Orta tahsilini Bursa’da tamamlayıp İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Yirmi yıl kadar muhtelif şirketlerde müşavir-avukatlık yaptıktan sonra 1991 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu’nda sanatçı-müdür olarak çalışmaya başladı.
Tahsili sırasında özel olarak müzik dersleri aldı. Çeşitli radyo ve televizyon programlarında misafir sanatçı ve konuşmacı olarak yer almış olup, birçok yurt içi ve yurt dışı konserlerde müzik faaliyetlerinde bulundu. Tasavvuf konularında çeşitli makaleleri ve eserleri bulunmaktadır.
İsterseniz tasavvuf müziği kavramından başlayalım. Günümüzde dini içerikli sözü olan her melodi tasavvuf müziği olarak algılanıyor. Gerçekte nedir tasavvuf müziği?
Bir kere tasavvuf müziği tabiri mecburen ortaya konmuş, çok da doğru olmayan bir tabirdir. Doğrusu tekke müziğidir. Ayrıca tekke müziği bir tür değildir. Türk müziği içinde bir tarzdır. Bugünkü nota sisteminin yeterliliği ayrı münakaşa konusu olmakla birlikte aynı nota ile yazılır. Ama o tarza sahip olmayan biri o notalardan onu öğrenirse usta olmadan(Çünkü kâğıtta yazılmaz mûsıkî) şarkı gibi olur ama o tarzı bilen onu ilahi gibi okur. Tabii burada İlahi ve şarkı aslında çok genelleme. Çünkü şarkı da ilahi de bir form ismidir. Ama biz şarkı deyince Türk müziğinin bütün sözlü eserlerini, ilahi deyince de tekke müziğinin bütün sözlü eserlerini algılarız. Özelliğinin haricinde çok da yanlış bir algılama değil. Ama bizim ki kârlar, kârçeler, besteler, nâkışlar, yürük semâiler hepsi şarkı olarak isimlendirilir. Mesela bir fasıl tarzı vardır. Rahmetli Münir(Nurettin Selçuk) Hoca’nın ortaya koyduğu ve geliştirdiği, örnek alınan bir solo tarzı vardır. Yine Nevzat(Atlığ) Beyle güzel örneklenen bir koro tarzı vardır. Tekke müziği de böyle bir tarz. Yalnız bazı yerel güftelerin besteye giydirilerek okunması da tekke müziği değildir.
Aslında bu tanımı yaparken tekke müziğini icra maksadından ayrı düşünemeyiz değil mi?
Elbette. Bir kere şunun bilinmesi lazım ki tekkede icra edilen müzik bir gaye değil bir vasıtadır. Dergâhta, normalde, Zikrullah ayini yapılır. Bütün dergâhlarda Mevlevi’si, Bektaşi’si, Halveti’si, Kadiri’si vs. ayine halâvet kazandırmak, ahenk katmak ve mûsıkînin ahenginden istifade ile insanlara büyüklerin sözlerini, yani nutku şerifleri dinletmek için, vasıta olarak kullanmışlardır. Çünkü dikkat buyurulursa büyüklerimiz sadece nesir yazmamışlardır. Şiir tarzında da yazmışlardır. Niye böyle yapmışlar? Çünkü şiirin bir iç ahengi vardır. Sadece aruz veya hece kalıbından değildir ayrıca başka bir ahenk vardır. Kur’an-ı Kerim’in çözülemeyen ancak okuyanlar ve gönül kulağıyla dinleyenler tarafından algılanan ahengi gibi. La teşbih ama böyle. Bu ahenk hafızaya daha çok tesir eder. Siz hiç nesir ezberlediniz mi? Ama çok şiir ezberlemişsinizdir.
Neden? Bu şiirin ahengine bir de mûsikînin ahengi eklendiğinde kâinatın ahengiyle hemahenk olunur. Onun için mûsikî mutlaka kullanılır.
Hacı Bayram-ı Veli gibi, Eşrefzâde Rumî gibi, Abdürrahîm Tırsî gibi, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri gibi, hatta Dede Ömer Ruşeni gibi büyüklerimiz aynı zamanda beste yapmışlardır.
Öyle ise tasavvuf mûsıkîsi diye isimlendirilen mûsıkî yalnız ve yalnız dergâhta tarz olarak kullanılan mûsıkîdir. Bu tarz o kadar önemlidir ki, bir fiili durumdan bahsedeyim: Alâeddin(Yavaşça) Ağabey’in hocası olan Zeki Arif Bey’in şeyhi (Zeki Arif Ataergin bir Şabâni-Nasuhi halifesidir) Kerimeddin Efendi Hazretleri’nin halifesidir. Bunu pek kimse bilmez.
Aynı zamanda çok da iyi bir bestekâr.
Bana sorarsanız son dönemin en yüksek bestekârıdır ve o dergâhın Zakirbaşı’sı Kudret Efendi’den kendim dinledim. Çünkü kendine güvenmek ve ben bu işi yaparım demek tasavvuf terbiyesinde ayıptır. Bazen de bu ayıbı farkında olmadan işleyenler, yine farkında olmadan ikaz edilirler. Kendi anlattı. Dergâhta Şabaniye Zikrullah’ı esnasında “Medet ya sahib el imdat” dedim, arkası gelmedi. Bir daha, medet ya sahib el… Bir daha medet ya sahib el, arkası gelmiyor. Ama zikrullahın harareti kaçıyor. Başladım “Bakmıyor çeşm-i siyah feryade, yetiş ey gamze yetiş imdade” şarkısını kaside tarzında okumaya. Kerimeddin Efendi Hazretleri başını kaldırmış “Oldu, oldu aldırma” demiş. Sonra dedi ki bana Kudret Efendi Hazretleri: “Mühim olan oradaki zikrullah ahengini bozmamaktır. Bazen haddini bil diye güfteyi de göndermezler. Bana da öyle yaptılar. Haddimi bildim. Demek ki bir hata yapmışım, ama işi bozmamak önemlidir. İşte bu bir tarzdır. Bir zamanlar kimse kusura bakmasın ama radyolarda tasavvuf müziği koroları kuruldu. Meydan görmemiş, Zikrullah’a eşlik etmemiş (yaşımız icabı böyle bir şey mümkün değil zaten.) bu kişilerin okudukları adı ilahi olan, tasavvuf müziği olan eserleri dinlediğimizde şarkıdan farkını görmedik. Eski meydan görmüş büyüklerimizden dinlediğimizde haa! Bu eser demek ki böyle okunuyormuş dedik. Onun için bu bir tarzdır.
Tasavvufa ait ayrı bir müzik yoktur o halde öyle mi?
İnsan hayatında bu kadar önemli olan mûsikî, hayattan gayri bir şey olmayan tasavvufta da elbette vardır. Her insanda, tanrısızlığa inananlar da dâhil her inançta bir ebediyet duygusu vardır. Dolayısıyla insanları ebediyet duygusundan ayırmak, yani din duygusundan ayırmak mümkün değildir. Bu bizim yaradılışımızda var ama farkında değiliz. Her insanda beka duygusu, ebediyet hali vardır. O zaman din hayatın ta içindedir. O zaman mûsıkîde de vardır. Tasavvufa ayrı bir müzik yoktur. Tür olaraki tarz olarak vardır. Aynı eser camide okunan mevlit de tevşih olarak okunduğunda başka bir tarzda okunur. Zikrullah meydanında başka bir tarzda okunur. Aynı eser mesela Hz. Hüdai’nin, “Kudümün rahmeti zevkî safadır.” camide veladet bahrinde okunduğundan başka bir tarzda okunur. Cumhur İlahi denen bir tarzda dergâhta okunduğu zaman başka tarzda okunur. Ama bu tarzı ancak ehli kulaklar anlar.
Müzik, arş-ı alâ ile arz-ı alâ arasındaki sessizliktir diyor ya bazı sûfiler. Sizce böyle bir tanım neye tekabül ediyor?
Elbette en büyük müzik sükûnettir. Ama mutlak sessizlik diye bir şey yoktur. Kulağımızın duymasından ibaret değildir sesler. Biz bazı frekanslar arasını duymayız. Bizden daha iyi duyan mahlûklar var. Burada maksat kendi iç sesimizi dinlemektir. Çünkü bir arş da senin gönlündür. Kâinatta ne varsa sende de var. Arz da bedendir. Bunlar tabi sembolik manalar. İnsanı bedenden ibaret gören bu dönem zihniyeti bu işleri kolay kolay kavrayamaz. Evvela bedenden ibaret olmadığımızı algılayacağız ki ondan sonra biraz daha düşüncemiz açılır, yükselir, derinleşir.
Kul neler yapmalıdır ki yaratana yakın olsun?
Bunu sistematize bir şekilde izah etmiş büyüklerimiz. Biri kurb-u ferâiz diğeri kurb-u nevâfil. Kurb yakınlık demektir. Farzlarla Allah’a yaklaşmak. Nafilelerle Allah’a yaklaşmak, farzlar ile Allah’a yaklaşmak, herkesin sıradan bir bilgi ile elde edebileceği bir şeydir. Bu insanı belli bir yere kadar yükseltir. Ondan sonrası yalnız başına olmaz. Ondan sonra rüşt kazanmak gerekir. Rüşt kazanmak mürşit eliyle olur. Mürşid-i Âlem Rasulullah (S.A.V)dır. Ama Kur’an’ı Kerim’de Allah, “Ben sizi, cins cins, kabile kabile yarattım.” diyor. Hepimizin ayrı ayrı meşrebimiz var. Beden yapımız gibi gönül yapımız da farklı. Her meşrebe, her karaktere göre aşkın davranış biçimi olarak ayrı ayrı kanalize edilmesi için ayrı ayrı tasavvuf ekolleri kurulmuştur. Dolayısıyla bu kadar bolluk bir ayrım sebebi değil, her meşrebe cevap verme ihtiyacından…
Bu yaratanın sıfatlarından mı kaynaklanıyor?
Evet, hepimizde ayrı ayrı Esma-ül Hüsna’nın(Allah’ın isimlerinin) tecellileri var. Mesela siz tefekküre ehemmiyet veren bir yapıdasınız. Yapıyı değiştirmek mümkün değildir. Sanatkârane yapıda olanların Mevleviliğe, coşkun yapıda olanların Rufâîliğe meyli bundandır. Bütün bu meşreplere cevap verecek ekoller var. İstanbul’da 360 küsur tane tekke var. Dünyanın en kalabalık tekkesi olan şehir İstanbul’dur. Ne Kahire’si, ne Mekke’si, ne Medine’si, ne Bağdat’ı, ne Şam’ı. 70 küsur Kadirî tekkesi var,100 küsur halveti tekkesi var. Hepsinin meşrepleri ayrı. Kadirî ama şeyhleri değişik. Kim hangi kol fıtratına uygunsa ona intisab ediyor. O zaman bu gönül yapısının farklılığından kaynaklanan çeşitliliğe cevap verilmiş oluyor. Kul için Kurb-u Ferâiz’le belli bir yere geldikten sonra Kurb-u Nevâfil devreye giriyor. Çünkü din; la teşbih kuş gibi. Yükselmek ve ilerlemek için kuş iki kanadını birden çırpar. Bu kanadın biri tarikat biri şeriat’dır. Zaten tarikat deyince içinde şeriat vardır. Bunun farkında olmayanlar tarikat bize lazım değil şeriat yeter dedi mi, topallar kalır. Kuş tek kanatla yürür ama asla yükselmez. İki kanadı birden çırpacak. Yani biri mükellefiyetlerin edası diğeri muhabbetin izhârıdır. Muhabbetin izhârında laubaliliğe düşmemek için disiplin lazımdır. O disiplini de tasavvuf ekolleri olan tarikatlar temin eder.
Tekke mûsıkîsine dönersek; Mevlevi ayini nerede, ne zaman, nasıl yapılır?
Ayin Ramazan ayı dışında her tekkede haftada bir gün yapılır. Her tekkenin ayrı günü vardır. İstanbul’da beş tane Mevlevihane vardır. Yenikapı Pazartesi, Perşembe yapar. Galata Salı, Cuma, Bahariye’de Çarşamba, Üsküdar’da Cumartesi, Kasımpaşa Mevlevihane’sinde de Pazar günleri her gün ayin olsun diye, haftanın yedi günü, beş Mevlevihane’de ayin yapılır. Ama İstanbul’dan gayri hiçbir şehirde beş tane Mevlevihane yok. Mesela Konya’da Asitâne’de Cuma namazından sonra yapılır. Diğer dergâhlarda normalde vakit namazından sonra yapılır.
Ayin merasimine nasıl başlanır?
Bir Mevlevi dergâhında evvela vakit namazı kılınır. Vakit namazı olmadan olmaz. Sonra özel merasimleri var. Teferruatına girmeyeyim. Meydancı bağırır “abdeste, tennureye sâlâ” diye. Ondan sonra mutlaka mesnevi şerif okunur. Daha sonra ismi celal çekilir. Sonra, ayin başlar. Ondan sonra müteakip vakit namazı kılınır.
Mevlevilerin sadece sema ettiğini sanıyor toplum. Bu yanlış değil mi?
Nefis mücadelesi ordusu olan dervişler; 24 saat, 365 gün, nefis mücadelesi yaparlar. Haftada bir gün de iki saat sürecek olan ayin yaparlar. O günün diğer 22 saati ile haftanın diğer 6 gününün 24 saati ne yaparlar. Bunu öğrendikleri zaman dervişlik öğrenecekler. Sema etmekten ibaret değildir iş. Evvela dervişlik öğrenecekler. O işin merasimi. Peki, ayinleri seyrediyoruz. Meydan-ı Şerif’de diyelim ki 15 kadar semazen var. Mıtrıphane’de kaç tane adam var. Onlar dönmüyor. Peki, onlar Mevlevi değil mi? En az 7-8 tane saz, 7-8 tane ayinhan okuyucu var. Demek ki kabiliyeti olan sema eder. Ama bugün maalesef sadece işin merasim kısmı kaldı. Aslı yok oldu.
Günümüzde tasavvuf müziği popüler değil mi yani?
Tekkelerde okunan müziğin sahnelerde okunması, CD’lere nakledilmesi popüler olduğunu göstermiyor. Aslı yok, müziği var. Zikrullah nerede? İstanbul’da 365 tekke varken İstanbul’un nüfusu 400 bindi. Şimdi 15 milyon. Bir oranlayın bakalım gerçekten tasavvufa ilgi bu orana göre artmış mı azalmış mı?
Tekrar Tasavvufa dönersek muhabbet kâinatın yaratılış sebebidir diye ifade edilen cümleyi açar mısınız?
Muhabbetin cünûn şubesine aşk denir. ‘Kuran-ı Kerim’de aşk yoktur, bu insana aittir’ deniyor. Her şey hakikatte Allah’a aittir. Allah’ta sevme olmasaydı bizde sevme olmazdı. Allah ayrı, insan ayrı görülmez. Elbette ki bir Sâcid-Mescud, Ma’bûd-Âbid, Kul-Rab vardır ama zannedildiği kadar ayrı değildir. Allah Kur’an-ı Kerim’inde birçok huyları ve bu huyları taşıyan kişileri severim ya da sevmem diyor mu? Her biri Muhsin’i. Allah Muhsin olanları sever. Ayet mi ayet. Allah ihsan edenleri sever. Allah tövbe edenleri sever. Böyle sevmeler var. Bir de sevmemeler var. Allah kâfirleri sevmez. Burnu büyükleri sevmez. Demek ki Allah’ta sevmek var. “Müminler en çok Allah’ı sever” Eşeddü hubben lillah. En büyük mümin kimdir? Peygamberimiz. Demek ki Allah’ı şiddetle seviyor. Allah’ı şiddetle sevmenin adına aşk denir. Öyleyse vardır. Sonra Efendimizin genel bir emri var. Allah’ın ahlakı ile ahlaklanınız. Demek ki Allah’ta bu bu bu huyları sevmek var. Bu bu bu huyları sevmemek var. Biz de öyle olacağız.
Allah’ın sevmedikleri yine Allah’tan mıdır?
Tabii Allah’tandır. Allah şarabı da yaratır, şırayı da yaratır. Şırayı sever şarabı sevmez. Eğer ayrı ayrı düşünseydik o zaman Lailahe illallah’ın manası kalmazdı. İyilik tanrısı başka, kötülük tanrısı başka olurdu. O da tevhide mani olduğu için olmaz. Allah istese şeytana da secde ettirirdi. Şeytanla insanı ayıran edeptir. Şeytan dedi ki, “Beni sen azdırdın” Âdem dedi ki “Ben nefsime zulmettim sen affetmezsen ben yanmışım yarabbi.” Yani bir fiili Allah’a atfetmek şeytanlıktır. Kendine atfetmek insanlıktır. Neden edepsizlik etti ? “Beni sen azdırdın” dedi. Öteki edep etti. “Ben yaptım kusura bakma yarabbi” dedi. Çünkü Allah tövbe edenleri sever. Ama Âdem tövbe ettiği için Âdem oldu.
https://fikircografyasi.com/makale/tugrul-inancer-ile-tasavvuf-ve-muzik-uzerine