Trabzonlu Köseç Ahmed Dede – Ali ÜREMİŞ
Yeni Bilgiler Işığında Trabzonlu Köseç Ahmed Dede
In the Light of new Information Ahmed Dede with little beard from Trabzon
Ali ÜREMİŞ
Uzm. Dr., Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi,
Sosyal Bilgiler Eğitimi Ana Bilim Dalı.
Özet
Bu makalede, Mevlevî tarihi ile âdâb ve erkânı hususunda kaynak olarak da nitelenebilecek eserler arasında önemli bir yeri bulunan “et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye” adlı risalenin müellifi Trabzonlu Köseç Ahmed Dede (öl. 1777)’nin, bugüne kadar karanlık ve karışıklıklar içerisinde kalan yönleri ortaya konularak, yeni bilgiler ışığında hayatı aydınlatılmaya çalışılmıştır.
●
Anahtar Kelimeler
Köseç, Ahmed Dede, Şeyh Gâlib, Mevlevî, Trabzon
●
Abstract
In this article, in the light of new information, Ahmet Dede’s life who is the author of “et Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarikâti’l-Mevleviye”, which will be also accepted as a source of Mevlevi’s etiquette and rule, hasbeen tried to tell by being put forward up to now the aspects being darkness and turmoil.
●
Key Words
Köseç, Ahmed Dede, Şeyh Gâlib, Mevlevî, Trabzon
●
Bilindiği gibi Mevlâna’nın yaşadığı XIII. yy’da sadece Selçuklu Türkiye’si değil tüm İslâm âlemi, bir taraftan Moğol istilâ ve zulmü altında inlerken, bir taraftan da bu kasırganın önüne katıp sürüklediği her türlü fikrî cereyan ve tasavvufî akımın mücadele sahası hâline gelmişti. Dolayısıyla Anadolu’nun hem maddî hem de manevî yönden ıstırap içerisinde kıvrandığı bir zamanda Konya’ya yerleşen Mevlâna, gönüllere âdeta su serpmiştir.(1) Mevlâna’nın vefatından sonra onun felsefesini kurumsallaştıran oğlu Sultan Veled tarafından teşekkül ettirilen Mevlevîlik; asırlarca Osmanlının hüküm sürdüğü üç kıtada tasavvuftan sanat ve edebiyata varıncaya kadar, İslâm medeniyetinin silinmez izler bırakmasında önemli bir hisse sahibi olmuştur. Bu hissede tabiatıyla, ilhamını Mevlâna’dan, dolayısıyla da İslâm’dan alan eserlerin ciddî bir katkısı bulunmaktadır.
Mevlevîliğin âdâb ve erkânını meydana çıkarma dolayısıyla kaynak özelliğine sahip olma açısından, Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin(2) et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye adlı te’lifinin (ve bu eseri şerh eden Şeyh Gâlib’in es-Sohbetü’s-Sâfiye isimli ta’lîkatının) ehemmiyetinin tam olarak farkına varıldığının söylenmesi epeyce zordur.
Mevlevîlerce meşhur ve muteber eserler arasında önemli bir yeri bulunan risalenin müellifi Ahmed Dede’nin fazla bilinmemesi ise, hâliyle söz konusu eserin de gözden uzak kalmasına neden olmuştur. Eserin, XVIII. yy’da yaşayan müellifi hakkındaki malûmatın az olması yetmezmiş gibi ad ve lâkap benzerlikleri yüzünden muasırlarının yanı sıra önceki asırdakilerle de karıştırılmasına yol açan bilgiler de konuyu, her el atanın biraz daha içinden çıkılmaz hâle dönüştürmesine sebep olmuştur. Bu bakımdan, onun eserlerinden önce şahsiyetinin meydana çıkarılması âdeta bir zaruret hâlini almıştır. Bu husustaki karışıklıkların aydınlatılabilmesi için de, buna neden olan bilgilerin teferruatıyla ortaya konup incelenmesi gerekmektedir. Önce kaynakları gözden geçirelim:
1- Müstakîmzâde (öl. 1202/1788)’nin Tuhfe-i Hattatîn adlı eserinde Kûsec Ahmed Efendi’nin sakalı ve bıyığı olmayan veya seyrek olan anlamında Köseç diye lâkaplandırıldığına da işaret edilerek(3) “meşhur hattatlardan Mustafa Rakım Efendiden(4) icazet alan ve tarîka-i Sa’diyye-i Şeybîhede Lâgarî Tekyesi Şeyhi Seyyid Abdurrahman Efendi’den ahz ile sâhib-i Hilâfet … Seyyid Ahmed b. Hasan Kûsec Ahmed Efendi Antalyalıdır. Kâtiptir. Kitabetle iştigal edüp yedi adet Mushaf-ı Şerîfe ve kütüb ve resâil-i münîfe yazıp, ‘Kasr-ı Cennât-ı Firdevs’ tarihinin gösterdiği 1194 (1780) evâhir-i şa’banında rıhlet eyledi” denirken; Mecelletü’n-Nisâb da ise “Trabzonlu olan Şeyh Ahmed Kûsec zamanımızın büyük âlimlerinden idi … 1093 (1682)’te vefat etti” şeklinde(5) bahsedilir.
2- Osmanlı Müellifleri’nde “Kûsec Ahmed Efendi” başlığı altında: “Ârif ve fâdıl bir zat olup Trabzonludur. 1195 (1781) tarihinde Konya’da irtihâl ederek, Türbe-i Mevlâna yanındaki kütüphane arkasına defnedilmiştir. Tarîkaten Nakşî ve Mevlevî’dir ve Tarikat-ı Halvetiyeyi de Şeyh Mustafa el-Bekrî hulefâsından Şeyh Muhammed Hafnâvî’den ahz eylemiştir” denilip, eserleri sayılır.(6)
3- Sicill-i Osmanî’de “Ahmed Efendi (Kûsec); müderris, 1004 (1595-96)’te Amasya ve Maraş kadısı ve yine iki defa Amasya müftüsü, Maraş, Konya ve başka üç beldenin mollası olup, azledilmiş olarak 1046 (1636-7)’da vefat etmiştir”(7) diye kaydedilir.
4- Konya Mevlâna Müzesi İhtisas Kütüphanesinde 2912 numarada kayıtlı bir Mecmua’nın pek çok yerinde 1056 (1646) tarihli mührü ile 1088 (1677) tarihli vakfiye yazıları; 4018 nu.da kayıtlı sarf ve nahve ait bir yazma eserin pek çok yerinde el yazısı ile kendi adını “Konya şehri âlimlerinden Ahmed Köseç” diye belirten ve eserini de 1059 (1649)’da vakfettiğine ( Vakafe/Vakfu Ahmed el-Kûsec ) dair apaçık kayıtları;(8)1691 nu.lı eserde ise 1060 (1650) tarihli vakfiye kaydı; 1738 nu.daki eserin muhtelif sayfalarında aynı şekilde adı ve vakfiye yazıları;(9) hatta 6564 nu.dakinde Sırçalı Medrese müderrislerinden olduğu(10) ayrıntısı da bulunan Köseç Ahmed isimli bir şahıs dikkatleri çeker.
5- Yıllarca Dergâh duvarına dayalı vaziyette duran ve tabiat şartlarından daha fazla etkilenmemesi için Mevlâna Müzesi Deposunakaldırılan 974 nu.da kayıtlı(11) mezar taşı kitabesinde ise, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık şekilde: “ Trabzon –Şeyh Ahmed – 1191 – sene –Yâ Hû ” yazar.(12)
6- “ Derviş Ahmed Trabzonî diye bilinen zarif zatın, Tühfetü’l-Ahbâb fi’s-Sülûk-i ilâ Tarîki’l-Ashâb adlı eserini; zamanın idarecisine sunmak üzere istinsah edip, 1191 (1777) yılında Bursa’da tamamladığını” belirten(13) ve muhtemelen adı geçenin öğrencisi veya müridi olan müstensihin bu ifadelerinde, Ahmed Dede’nin vefat ettiğine dair ima vb. bulmak mümkün değildir.
7- Köseç Ahmed Dede, “… Mevlâna’nın tarikatının âdâbını beyan eder bir risale yazıp … et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye diye isimlendirdim” dediği eserinde; “… şu dibaceden sonra da bu fakir müellifin Mevlevî tarikatına nispetini bilmenizi arzu ettim. Şeyhim ve mürşidim … Mevlevî hilâfetinin sahibi, … şeyh Ebu Bekir Çelebi efendimizdir. Tarikatı kendilerinden telâkki ettim. Zatı reşadetleri pederleri şeyh Mehmet Ârif Çelebi efendiden, o da amcası oğlu Sadreddin Çelebi, o dahi babası şeyh Bostan Çelebi, o da pederi Abdülhalim Çelebi, o da … şeyh Pîr Hüseyin Çelebi, o da Bâhaeddin Çelebi efendinin oğlu şeyh Ârif Çelebi, o da şeyh Ferruh Çelebi efendinin oğlu şeyh Ebu Bekirî evvel Çelebi, o da ulu Bostan Çelebi efendiden, … onlar da Hz. Muhammed (S.A.V.)’den telâkki-i tarikat etmişlerdir”diyerek,(14) Ebu Bekir Çelebileri ayrı ayrı zikretmek suretiyle kendisi hakkındaki en önemli bilgiyi verir.
8- Esrar Dede (öl. 1796) ise Köseç Ahmed Dede’nin vefatının üzerinden daha 20 yıl bile geçmeden yazdığı meşhur Tezkiresinde(15)şunları söylüyordu: “… mukaddema pîrân u pişvâyân-ı tarîk-ı Nakş-bendiyyeden sâhibü’t-tesânîf Tırabzonî Kösec Ahmed Dede 1192 senesi Hacc-ı Şerif mülâbesesiyle Dârü’d-devleden Konya’ya varup Çelebi Seyyid Ebû Bekir Efendi hazretlerinin dest-i kerâmet-peyvestlerinden tarîkat-ı Mevleviyyeye irâdet-i tâmme getürüp ‘idâd-ı dervişân-ı hırka-püşân-ı hücre-nişînâne duhûl ve ilâ-âhiri’l-ömr ol âstâne-i mübarekede kufûlleri(16) esnâsında tarîkat-ı Mevleviyyeye dâir bir Risâle te’lif eylemişlerdi. Ol esnâda Gâlib Dede Hazretlerinün dest-i ma’rifet-peyvestlerine resîde olmağla âdâb-ı fakr u fenâ ve makâmât-ı müntehâyı tavzîh ve risâle-i merkûmı tahşiye tarzıyla merâtib-i menâhic-i Mevleviyyeyi beyân ve esrâr-ı mesâlik-i Mevleviyyeyi ‘ıyân buyurup Sohbetü’s-Sâfiyye (Sûfiyye) tesmiye itmişlerdir.”(17)
9- Şeyh Gâlib Sohbetü’s-Sâfiyye’sinde, Nakşî iken Mevlevîliğe intisâb eden Köseç Ahmed hakkında: “Mevlevîliği ihtiyar ettim diyen merhum müellifin telâkkûn ve intisap şekli, benim bilebildiğim kadarıyla tarîkimizde pek ender rastlanan durumlardandır. Şimdi mevcut bulunan ihvandan bir çoğu bana şöyle rivayet etti: Bir gün zikri geçen (Ebûbekir) Çelebi Efendi Hazretleri halvet-hanesinden çıktı ve dervişlerden iki kişiyi huzuruna çağırtıp, Konya’nın İstanbul yolunda ‘Sille’ denilen köye gitmelerini ve bu hâli dergâhtaki fukaradan gizli tutmalarını emretti ve buyurdu ki: ‘Orada tarikat fukarasından eş-Şeyh Ahmed el-Kûsec et-Trabzonî denilen bir kimse bulacaksınız. Hazret-i Hünkârı ziyaret etmek arzusu ile memleketimize gelmek üzeredir. Ona söyleyin doğru bizim eve gelsin. Matbaha girmek ve hizmette bulunmak niyetinden vazgeçsin, o kâmil ve mükemmel bir zâttır. Hizmete ihtiyacı yoktur. Siz onu hemen bana getirin.’ Hakikati anlaşılamayan terkine de imkân olamayan bu acayip emirden o iki kişi hayrette kaldı. Kendilerini yollayan Çelebi Hazretlerinin hâl ve şânını bilip, kendisine gönderildikleri Kûsec Ahmed Dede’nin ise hâlini bilmediklerinden bu emir keşf ve keramet kabilinden midir, yahut bir remz ve işaret midir bilemediler. Sille’ye vardıklarında o zatı buldular ve gördüler ağlıyor, bayılıyor, âh edip sayhalar vuruyor. Kâh secde ediyor, bazen iyileşip kendini topluyor. Kâh pek darlaşıyor kâh geniş nefes alıyor. Hazret-i Hünkârın türbesini gördükçe Allah Allah deyüb kendini ve her şeyi kaybediyor. Çelebi Hazretlerinin gönderdiği o iki dervişten biri bana şöyle hikâye etti: ‘O zata kavuşup selâm verdiğimde bana öyle bir bakışla baktı ki, üzerine gelen hâlin şiddetinden helâk olayazdı. Bir müddet kendinden geçti. Bir süre sonra kendilerine gelip bana emrettiler: ‘Red mi kabul mü’ dediler … Biz ona: ‘Ya Şeyh ! Çelebi Hazretleri seni istiyor ve şöyle şöyle emretti’ dedik ve Çelebi Hazretlerine getirdik. Bir gün yahut daha kısa bir müddet halvet-i mahsûsasına aldı ve Mevlevî kisvesiyle çıkarıp Fukarâ-i Mevlevîye’den kâmillere mahsus âdâb ve rusûmile hücreye çıkarılmasını dergâhın halifesine emretti. Bu merasim icra edildikten sonra dervişlerle musâfaha ederken ağlıyor ‘beni kabul edin’ diye şimdiki kabrinin yerini göstererek ‘bana bu yerden mezar verin’ diyor ve altı ay sonra irtihâl edeceği vakti tayin ediyordu. Nitekim de dediği gibi oldu, vasiyeti yerini buldu” şeklinde(18) oldukça ayrıntılı bir bilgi nakletmektedir.
Kaynaklarda verilen bilgileri değerlendirmeye geçmeden, araştırmacılar tarafından yıllardan bu yana meselenin içinden çıkılmaz hâle getirilişini de görelim:
1- Belki de bu meseleye ilk el atan araştırmacılardan olan S.N. Ergun; Şeyh Gâlib’in kendi el yazısıyla olduğunu ve tamamının mevcut bulunmadığını söylediği bir eserden (daha doğrusu bir bahis ihtiva eden mecmua müsveddesinden): “Pîrân ve pişvayanı tarîk-ı sofiyeden sâhibü’t-tesanif Trabzonî Köseç Ahmed Efendi 1144 senesi hacc-ı şerif niyyetiyle İstanbul’dan nühdat edüb Konya’ya vusûlünde Çelebi Ebubekir Efendi (K.S.) hazretlerinin bakemallerile müşerref oldukta … diyüp hâkipayelerine rumâl ile tarîk-ı mevleviyeye iradeti tamme getürüp idâd-ı fukarayı hırkapuşân ve hücrenişine dühul ve ilâ âhırilömr ol âsitane-i mübarekede kufûlleri esnasında âdâb-ı tarikat-ı mevleviyeye dair bir risale telif eylemişler idi…” şeklinde(19) nakil yapar.
2- İbrahim Kutluk ise 1948’de Sohbe’de geçenlerle kısmen neşrettiği Tuhfe’deki ve Osmanlı Müellifleri’ndeki bilgileri aynen naklederek(20) isabetle Trabzonlu Kûsec Ahmed Dede diyorsa da, belki de bu tartışmalara girmediğinden kimsenin fazla dikkatini çekmiyor.
3- A. Gölpınarlı “Trabzonlu Ahmed Köseç Dede … (öl. 1781)”(21)derken, aynı yıl basılan bir başka eserinde vefat tarihini 1191 (1777) şeklinde düzeltir.(22) Başka yerlerde ise N. Elgin’i de referans gösterip “Tuhfetü’l-Behiyye müellifi Trabzonlu Ahmed Dede’nin; Hicrî 1059, 1060, 1088 tarihlerinde kitap vakfeden Köseç Ahmed Dede olamayacağını ve onun daha sonra yaşamış başka bir zât olduğunu” söylerse(23) de, “Sohbe müellifi Köseç Ahmed Dede’nin, mezar taşından 1777’de vefat ettiği anlaşılan Trabzonlu Ahmed Dede mi, yoksa müzedeki bazı yazmaların vakıf kayıtlarında adı geçen Ahmed Dede mi olduğu hususunda kat’î bir şey söylenemez” demeyi de(24) sürdürür. Ama bu kitapların bir hattât yazısı olamayacağını da belirtir. (25) Bir yerde “… Bostan Çelebi oğlu I. Ebûbekir Çelebi (1048/1638)” derken(26) başka bir yerde de “… Köseç Ahmed Dede’nin II. Ebûbekir Çelebi (1200/1785) zamanında Dergâh’a geldiği söylendiğine göre bu risalenin Trabzonlu Ahmed Dede’nin olması icap eder. Ya ad dolayısıyla bu zât, kendisinden bir hayli önce yaşayan Köseç Ahmed Dede sanılmıştır; yahut bu zât da köse olduğu için bu adla anılmıştır. Risalenin eski yahut orijinal bir nüshası elde edilmedikçe kesin bir şey söylenemez” diye(27)tereddütlerini izhar eder. Ama “Ölümünden birkaç gün öncesine kadar yeniden gözden geçirme ve ilâvelerle uğraştığı” eserinde “Trabzonlu Köseç Ahmed Dede” demeyi(28) de önceki gibi sürdürür.
4- Necati Elgin ise zikredilen kaynakların bir kısmı ile Gölpınarlı’nın çalışmalarını görüp, S.N. Ergun’un verdiği bilgiyi aynen nakleder. Her nedense Trabzonî Şeyh Ahmed Dede’nin biyografik ve edebî eserlerde (Köseç) Ahmed efendi olarak gösterildiğini, Osmanlı Müellifleri vb. tanınmış kaynakların birbirlerinden almak suretiyle bu yanlışlığı bu güne kadar devam ettirdiklerini, müzedeki vakıf kayıtlarını tetkikleri neticesinde Köseç Ahmed Dede’nin Trabzonî Şeyh Ahmed’den 150 yıl kadar önce yaşadığını, dolayısıyla da bu ikisinin farklı şahıslar olduğunu ve artık Trabzonî Şeyh Ahmed Dede’ye Köseç denilmek suretiyle ve gelişi güzel duyuşlarla ilmî hatalara yol açılmaktan vazgeçilmesi gerektiğini ihtar ve bu yazılarıyla mühim bir yanlışlığı düzeltmiş olduklarını ilân eder. Ona göre: “Trabzonî Şeyh Ahmed Dede iyi bir hattattır. Hattı H. 1181’de ölen Mustafa Rakım bin Ahmet’den öğrenmiştir…(29) Bu kaydı veren Müstakîmzâde de ne yazık ki ‘Köseç …’ deyip karıştırmıştır. O hayatında yedi Kur’an ve bir çok kitap yazmıştır … Mevlâna Müftî Ebû Saîd Hadimî’nin Risale-i fî Sülûki’n-Nakşibendiyye’sini Trabzonî Şeyh Ahmed Dede şerh eyleyip, 1176’da vefat ettiğinde de cenazesini gaslettiğine göre, 180 yıl yaşadığını kabul etmemiz gereken bu zatın Köseç Ahmed olmasının imkânı yoktur. Dahası Müzede bulunan 2138 nu.lı Mecmua tarzındaki eserde, tasavvufa dair manzum ve mensur tasfiye-i rûha dair mühim beyanın bulunduğu bahsin 1125 tarihinde Trabzonî Şeyh Ahmed tarafından ölümünden 29 yıl önce ‘Hakka Risâletün Şeyh Ahmed-i Trabzonî’ diye yazıldığının, bu ibarede de Köseç kelimesinin bulunmadığının” altını çizer.(30)
4- Prof. Dr. İ. Kayaoğlu zikredilen karışıklıklara temas etmeden kısaca Gölpınarlı’nın görüşlerini aktarır. “Bir Mevlevî derviş olan Kösec Ahmed’in hayatı ve kişiliği hakkında fazla bilgiye rastlamıyoruz” diyerek Trabzonî Şeyh Ahmed’in, Kösec Ahmed olmadığı sonucuna varıp, neşrettiği yazmanın başındaki ve sonundaki kimin tarafından düşüldüğünden bahsedilmeyen notların da etkisiyle, “Tuhfetu’l-Behiyye’nin Kösec Ahmed’in olduğunu” belirtir. Anlaşılabildiği kadarıyla vefat yılı hususunda da, “1144 tarihlerinde hacc-ı şerif …” rivayetine yer verdiği ve Trabzonî Ahmed Dede ile karıştırdığına işaret ettiği S.N. Ergun’un görüşlerine meyleder.(31)
6- M.A. Uz ise Trabzonî Şeyh Ahmed Dede’nin Mustafa Rakım Efendi’den hattatlık öğrenen iyi bir hattat olduğunu söyleyip, ölüm tarihini H. 1191 şeklinde düzelterek Osmanlı Müellifleri’ndeki bilgileri aynen nakleder. Gölpınarlı ve Ergun gibi bazı yazarların “Trabzonî Şeyh Ahmed Dede ile Kösec Ahmed Sultan’ı aynı şahıs sandıklarını; Elgin’in bunların ayrı şahıslar olduğunu delilleriyle ispat ettiğini ve Mevlevî Şeyhi Ahmed Trabzonî’nin Hâdimî’yi gaslettiğini” belirtir.(32)
7- Rivayete göre Ebû Saîd Mehmed Hadimî (1113-1176/1697-1760) vefat ettiğinde gaslinin, emanet ve vasiyet ettiği yıkayıcısı gelinceye kadar bekletilmesini tembihlemişti. Kış günü imsak vakti ruhunu teslim etmesine rağmen vasiyeti yüzünden, bu kişinin gelip veya çıkagelip tekfin işlemlerini tamamlaması, dolayısıyla defnedilmesi kuşluk vaktine kadar geciktirilmişti. Görevini yerine getirerek Konya’ya dönen ve kim olduğunu bilmedikleri için babalarına gücenip, kendisini de kıskanmalarına sebep olan bu zatın; türbenin niyaz penceresi tarafında kabri bulunan Şeyh Mehmed Trabzonî olduğunu öğrenmişlerdi.(33)
Esasen çoğu kendi içerisinde bile tutarlı olmayıp çelişen bilgileri dikkatli bir gözlemci incelediği zaman hemen görecektir ki, ana kaynak olarak nitelenebilecek eserlerde aslında Köseç Ahmedler de Trabzonlu Köseç Ahmed de karıştırılmış değildir. Kaynakları tarayanlar bakarken bunların tamamına birden bakmadıklarından veya en fazla birkaçıyla yetindiklerinden ya da biraz gelişi güzel hareket ettiklerinden verilen bilgileri karıştırmışlardır. Nitekim Müstakîmzâde “Kûsec Ahmed Efendi” başlığı altında Seyyid Ahmed b. Hasan diye şahsın şeceresini de vererek Antalyalı ve kâtip olduğunu, hatta icazet aldığı hocasını, tarîkatını vs. tüm ayrıntılarıyla vererek, 1780’de vefat ettiğini kaydeder. Mecelletü’n-Nisâb adlı eserinde ise Trabzonlu olan Şeyh Ahmed Kûsec’in zamanının büyük âlimlerinden olduğunu belirtir. Müellifin “zamanımızın …” demesi yanında eserini 1762’de bitirdiği de bilindiğine göre, vefat tarihinin müstensih tarafından ve H. 1193 yerine 1093 (1682) olarak sehven konulduğu(34)açıktır ve görüldüğü gibi her iki şahıs da tam künye ve diğer bilgilerle ayrı ayrı ve farklı eserlerinde zikredilmektedir. Ama bahse konu şahıs hakkında adı geçenin özellikle bu ikinci eserinden haberdar olunmaması çeşitli yanılgılara yol açmıştır.
Görebildiğimiz kadarıyla bugüne kadar kimse tarafından başvurulmayan Esrar Dede’nin Tezkiresinde “Trabzonlu Ahmed Kösec Dede …” diye gayet açık bilgi verilmektedir. Sadece kaynağımızı adı geçenin H. 1192 senesi hacc-ı şerifi için niyet ederek yola çıktığı şeklinde anlamamız yeterlidir. Zira 1191 (1777) yılının sonlarında başlayan hac mevsiminin tamamlanması, müteakip senenin başlarına tesadüf etmektedir. Dolayısıyla 1192 yılının haccını ifa etmek için yola çıkacak kişinin de o günün şartlarında 1191’in son çeyreğinde çoktan yola koyulmuş olması gerekmektedir. Kendisini yakından tanıdığı anlaşılan müstensihin ifadelerinden de, bahse konu yılın ilk yarısında hayatta olduğu kesinleşen Ahmed Köseç Dede, 1191 temmuz veya ağustosunda yola çıkmış olmalıdır. Nitekim Sohbetü’s-Sâfiye’deki 6 ay Konya’da kalıp vefat ettiği haberi ile mezar taşındaki vefat tarihi de birbiriyle tamamen örtüşmektedir. Bunlara ilâveten, Şeyh Gâlib’in şerhinde naklettiği kimsenin dikkatini çekmeyen ve Esrar Dede ile uyuşan bilgilerinin de, 1783 yılındaki kısa süreli Konya ziyareti esnasındaki duyduklarına ve Dergâhtaki dervişlerin anlattıklarına dayanıyor olması, bu husustaki bütün şüpheleri gidermektedir.
Bilgilerinin kaynağı belli olmasa da bugün gelinen noktada Osmanlı Müellifleri’ndeki malûmat da son derece açıktır. Vefat tarihindeki yanılgısının ise mezar taşındaki tarihten haberdar olmayanları 1960’lara kadar yanlış görüşlere sevk etmesi(35) belki mazur görülebilir. Ama Sicill-i Osmanî’de müderris, kadı, müftü olup 1046 (1636-7)’da vefat ettiği belirtilen veya mezkûr kitaplarda vakıf kaydı vs. bulunan ya da hattat olamayacağı(36) ortada olan Ahmed isimli kişiler ile, konumuzu oluşturan Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin; sadece ad, lâkap benzerliği ve yaşadıkları dönemler sebebiyle birbirine karıştırılması gerçekten şaşırtıcıdır. Zira görüldüğü üzere eserlerde, her birinin karıştırılamayacak kadar çok ayırıcı vasıflarından bahsedilmekte, tarihî yönden âdeta birinci elden kaynak sayılan mezar taşı ise zaten lâkabı dışında hiçbir tereddüde yer bırakmamaktadır.
Şimdi bu durumda Tuhfe’yi de, Sohbe’yi de gördüğü halde her kitabında farklı bir şey söyleyen Gölpınarlı’nın ne yapmak istediğini anlamadığımızı belirterek N. Elgin’e gelirsek, Tuhfe-i Hattâtîn’de geçen Antalyalı kişi ile Trabzonî Şeyh Ahmed Dede’yi karıştırıp, sonra da “niye Köseç demiş ?” diye kızmasını, yaptığı yaş hesapları ile bunları ayırmaya kalkışmasını anlamak imkânsızdır. Hele S.N. Ergun’a isnâden H. 1144’te öldüğünü kabul ettiği şahsı 2138 nu.lı esere dayanarak 1154’te vefat ettirmesi, sonra aynı şahsa 1176’da irtihal ettiğini de zikrettiği Hâdimî hazretlerini yıkattırması oldukça garip bir durumdur. Burada şunu da kaydetmeliyiz ki 2138 nu.lı Mecmua(37) tarzındaki, üslûbu (v.156b) Tuhfe’nin bazı yerlerine de benzeyen eserin söz konusu edilen birkaç varaklık bölümünün (v.150b-157a) sonunda bahsettiği gibi 1125 diye bir tarih yoktur. Elgin herhalde, eserin (Gölpınarlı’nın da eserden saymadığı kısımda ve dış kapaktan önceki sayfanın) sonunda (v.247a) kimin yazdığı da belli olmayan ve çok net bir şekilde 1165 diye okunan tarihtekiArapça ٦ (6) rakamını ٢ (2) şeklinde okumuş, nereden çıkarmışsa da 29 yıl(38) sonra vefat ettirmiştir. Evet orada “Şeyh Ahmed Trabzonî” kaydı vardır (v.156b), ama bu da adı geçenin kendi yazısı falan değildir.(39)Zaten müellifin veya müstensihin “Köseç” kelimesini koymaması da N. Elgin’i haklı çıkarmaz. Zira, Ahmed Dede’nin muhtemelen çoluk çocuğu yoktu.(40) Bu yüzden de zarafet sahibi olduğu vurgulanan bir kişi hakkında büyük bir incelik gösterilerek, kendisinin de hoşlanmayacağı aşikâr olan böylesi bir lâkap, onu rencide edebilir düşüncesiyle, en azından o hayatta iken yerli yersiz kullanılmamıştı.
S.N. Ergun’a isnat ettirilip onun da Şeyh Gâlib’e dayandırdığı 1144 tarihine gelince, Şeyh Gâlib bu elde tamamı mevcut olmayan eserini acaba niçin Esrar Dede’ye vermemiştir. Zira Esrar Dede’nin yıllarca uğraşıp 210 kişinin biyografisine yer verdiği Mevlevî şairleri anlatan eserinde kullandığı malzemenin temeli de Gâlib’in verdiği bilgilere dayanmaktadır. Öncelikle, Esrar Dede’nin nazarında Mevlevîliğin başkenti ve yönetim merkezi olan Konya’nın müstesna bir yeri vardır. Dolayısıyla hac için Mekke’ye gitmek üzere yola çıkıp yolda Mevlevîliğe girerek hacdan vazgeçen ve son durak olarak Konya’yı tercih eden şairlerin bir de orada vefat etmesi, şeyh mürid bağlılığının ölüm olayında da kopmaması ve müridin şeyhin yakınına gömülmesi onun açısından ayrı bir önem taşır. O yüzden de böyle kimseleri özellikle ayrıntılı olarak, zevk ve gurur duyarak anlatır.(41) Şimdi Köseç Ahmed Dede’nin tüm bu ayrıcalıkları taşıdığı, üstelik de eserini, her şeyden çok sevdiği şeyhi Gâlib’in şerh ettiği, bunların yanı sıra Esrar Dede’nin de muasırı bulunduğu göz önüne alınır ise, 47 yılı bulan bir tarih yanlışlığının düzeltilmemesi anormal olurdu. Nitekim bunu da göz ardı etsek bile Şeyh Gâlib’in diğer bir eseri ve pek çok nüshası olan Sohbe’de bu tarihi zikretmemesi, “karşılamaya gönderilen iki dervişten ve mevcut bulunanların birçoğundan …” deyip, “… şimdi hayatta kalanlardan …” dememesi garip olurdu. Zira bunca yıl sonra pek çok dervişin yaşıyor olması, o denli ihtiyarlıklarına rağmen “…gözyaşlarına, kabrinin yerini göstermelerine …”(42) varıncaya dek en ince ayrıntılarına kadar taze bir üslûpla Gâlib’e olayları anlatmaları da her halde yeterince zor bir mesele olurdu. Nitekim Ergun’un; Trabzonlu Köseç Ahmed’in silsilesini 1746-1785 yılları arasında Çelebilik makamında bulunan II. Ebûbekir Çelebi Efendi zamanına kadar çıkardığına, 1144 (1731) senesinde Abdurrahman Çelebi oğlu Mehmet Ârif Çelebinin makamda bulunduğuna,(43) üstelik de naklettiği Ebûbekir Çelebi hakkındaki bu ifadelere ve o yıllarda kimin görevde olduğuna dikkat etmemesi, dediği doğru olsa bile Sohbe’de ve diğerlerinde bu bilgilerin düzeltilmiş olduğundan da haberdar olmaması, ciddî şekilde yanılmasına yol açmıştır. Bu durumda da onun dayandığı, “şairin hatt-ı destiyle olan ve Sohbe’nin bir bahsini ihtiva eden mecmuanın bulunduğu Baki Bey’in hususî kütüphanesindeki eserin”(44)bilgilerinin herhangi bir hükmü kalmamaktadır.
Hz. Hâdimî’nin cenazesini yıkama meselesine gelince, Türk tarihinin büyük âlimlerinden birisi olup, yaşadığı yeri cazip bir ilim merkezi hâline getiren Hâdimî’nin verdiği eserlerin yanında, yetiştirdiği pek çok talebe de müftü, müderris vb. olarak Osmanlı ülkesinin dört bucağına dağılmıştır. Fazlasıyla hak ettiği ünü her tarafa yayılmış böyle bir şahsiyetle ilgili yapılan ciddî araştırmalarda,(45) tabiatıyla da ilk elden kaynak sayılabilecek eserlerde(46) bahsedilen gasl hâdisesine yer verildiğine rastlayamadık. Bu meselenin, H. Özönder Hocamızın da dikkat çektiği gibi daha ziyade Hadimliler arasında yıllardan bu yana anlatılagelen bir menkabe(47) olduğu kuvvetle muhtemeldir. Nitekim bu hususa herhangi bir kaynak zikretmeyen N. Elgin’in dışında Hâdimî sülâlesinden olan birinin eserinin me’haz gösterilmesi, onun da Şeyh Mehmed Trabzonî demesi(48) hâdisenin tutarsızlığına başlı başına bir delil olabilir. Bu husus bir yana bırakılır ve şayet aralarında şimdilik bilemediğimiz başka münasebetler de yoksa, böyle bir rivayetin bazı eserlerde yer almasında, Köseç Ahmed’in; muasırı bulunduğu Ebû Saîd Mehmed Hâdimî’nin bahsi geçen risalesini şerh etmesinin ve Mevlevîliğe intisabından önce de (Hz. Hâdimî’nin de müntesibi bulunduğu) Nakşibendî tarikatı mensubu olmasının önemli payı olmalıdır. Bunun yanı sıra biraz zayıf ihtimal olmakla birlikte, Hâdimî hazretlerinin oğlu Abdullah Hâdimî her ne kadar 1192 (1778) yılında vefat etmiş olarak görünüyorsa da,(49) şayet ölüm tarihi bir yıl veya birkaç ay sonraya kaydırılmış ise, bu taktirde de Ahmed Dede’nin Abdullah Hâdimî’yi yıkamış olması, bu meselenin de sonradan şöhretinden dolayı 15 yıl önce vefat eden babası Hz. Hâdimî’ye atfedilmesi, çok imkânsız bir durum olmasa gerektir.(50)
Sonuç olarak, hac farîzasından vazgeçip Konya’da kalan, Nakşî iken Mevlevîliği tercih eden ve Hz. Mevlana’nın yakınına defnedilme şerefine de nail olan Trabzonlu Köseç Ahmed Dede ile, Şeyh Gâlib gibi şöhret sahibi bir zatın ilgilenmesi dahi, onun Mevlevîlik tarihi içerisindeki yerini ve önemini göstermeye yeterlidir. Ne var ki şimdiye kadar, Mevlevîlik âdâbına dair kıymetli eseri Tuhfe’nin ve Gâlib’in şerhi olan Sohbe’nin öneminin farkına varılmaması ve onun hakkında bu eserlerde verilen bilgilerin de yeterince değerlendirilmemesi, Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin sadece ad ve lâkap benzerlikleri yüzünden adaşları ile karıştırılmasına yol açmıştır. Bu da tabiatıyla eserinin de şahsının da lâyık olduğu değeri bulmasını engellemiştir.
Bu çalışma ile, âlim, ârif ve zarif bir kişi olan Trabzonlu Köseç Ahmed Dede’nin; Ahmed adını ve Köseç lâkabını taşıyan diğer şahsiyetlerden, yeni belge ve bilgiler ışığında 1191 (1777) yılı sonlarında vefat etmiş olmasıyla da ayrıldığının ortaya konması, kendisinin ve eserinin hak ettiği ilgiyi görmesini de sağlayacaktır.
KAYNAKLAR
AKBULUT, Ömer, Trabzon Şairleri, Trabzon 1952
AKDAĞ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi I, İstanbul 1995
ALPARSLAN, Ali, Şeyh Gâlib, Ankara 1988
AYVALLI, Ramazan, “Hâdimî’nin İlmî Şahsiyetinin Teşekkülüne Tesir Eden Âmiller”, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.2 (1993), s.113-9
BAĞDADLI İSMAİL PAŞA, Îzâhu’l-Meknûn fî Zeyl-i alâ Keşfi’z-Zünûn I, (nşr. Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1364/1945
BAKIRCI, Naci, Mevlevî Mezar Taşları, Konya 2005
BURSALI MEHMED TAHİR, Osmanlı Müellifleri I, İstanbul 1333
ÇELEBİOLU Âmil, “Anadolu’nun Türkleşmesinde Mevlâna’nın Rolü”, Türklük Araştırmaları Dergisi, S.5 (1989-120), s.223-48
ÇIPAN Mustafa, “Mevlevîlik Terimleri”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya 2002, s.165-178
ELGİN, Necati, “Konya İlim Muhitinde Yetişen Trabzonî Şeyh Ahmed Dede (Mesnevihan, Mutasavvıf, Şair, Fakih ve Müellif)”, Konya Anıt Dergisi II/24 (Ocak – Şubat 1959), s.10-12
ERGUN, Sadeddin Nüzhet, Şeyh Galip, İstanbul 1932
–––––––––, Şeyh Galip, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1935, 1936
ERTAN, Veli, “Mevlâna Müftî Ebû Saîd Muhammed Hâdimî”, Diyanet Dergisi XXIV/3 (Temmuz – Eylül 1988), s.89-94
ESRAR DEDE, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, (nşr. İ. Genç), Ankara 2000
FÜRÜZANFER, Bediuzzeman, Mevlâna Celâleddin, (nşr. F.N. Uzluk), İstanbul 1963
GORDLEVSKİ, Vladimir, Anadolu Selçuklu Devleti, (nşr. A. Yaran), Ankara 1988
GÖKTAŞ, Salih, Ebû Saîd Muhammed el-Hadimî (ks) ve Hadim, Konya 1985
GÖLPINARLI, Abdülbaki, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu II, III, IV,
Ankara 1971, 1972, 1994
–––––––––, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, 1983
–––––––––, Şeyh Galip, Hayatı, San’atı, Şiirleri, İstanbul 1953
–––––––––, “Şeyh Galib”, İA XI, s.462-7
GÜLER, Zekeriya, “Bir Osmanlı Âlimi Olan Hâdimî Üzerine Düşünceler”, İlim ve Sanat, S.42 (Ekim 1996), s.87-89
“Hadîkatü’l-Ervâh”, Türk Dünyası Edebiyatı Ansiklopedisi IV, İstanbul 1981, s.5
HADİMİOĞLU, Numan, Hadim ve Hadimliler Bibliyografyası I, Ankara 1983
HORATA, Osman, Esrar Dede, Hayatı-Eserleri, Şiir Dünyası ve Dîvânı, Ankara 1988
İBÜNLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL, Son Hattatlar, İstanbul 1970
KARABULUT, Ali Rıza, İstanbul ve Anadolu Kütüphanelerinde Mevcut El Yazması Eserler Ansiklopedisi I, Kayseri ?
KAYAOĞLU, İsmet, “Mevlevî Derviş Ahmed Dede’nin et-Tuhfetu’l-Behiyye Adlı Eseri ve Çevirisi”, S.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.5 (1994)’ten Ayrı Basım, s.1-34
KOCA, Ferhat, “Abdullah Hâdimî”, DİA XV, s.24
KONYA MEVLÂNA MÜZESİ İHTİSAS KÜTÜPHANESİ; 1691, 1738, 2138, 2912, 4018 ve 6564 numaralı Yazma Eserler ile 974 nu.da kayıtlı mezar taşı kitabesi
KÖPRÜLÜ, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994
–––––––––, “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten VII/ 27 (Temmuz 1943), s.379-522
KUTLUK, İbrahim, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi II/3-4 (Mayıs 1948), s.289-300
–––––––––, “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, İÜEFTDED III/1-2 (Kasım 1948), s.21-47
KÜÇÜKDAĞ, Yusuf, “Hadimî Medresesine Dair Bir Vakfiye”, Vakıflar Dergisi, S.XXVII (1998), s.79-94
MEHMED SÜREYYA, Sicill-i Osmanî I, III, (nşr. N. Akbayar – S.A. Kahraman), İstanbul 1996
MENGİ, Mine, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 2005
MÜSTAKÎM-ZÂDE SÜLEYMAN SA’DEDDİN EFENDİ, Tuhfei Hattatîn, (nşr. İbnülemin Mahmud Kemal İnal), İstanbul 1928
–––––––––, Mecelletü’n-Nisâb, (Tıpkıbasım), Ankara 2000
OCAK, Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, Ankara 1992
–––––––––, Kültür Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler, Ankara 1992
OKÇU, Naci, Şeyh Galib I, Ankara 1993
ÖNDER, Mehmet, Büyük Âlim Hz. Hâdimî (Hayatı ve Eserleri), Ankara 1969
ÖZÖNDER, Hasan, Konya Velîleri, Konya 1993
SAHÎH AHMED DEDE, Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye, (nşr. C. Zorlu), İstanbul 2003
SAK, İzzet, “Osmanlı Döneminden Günümüze Hadim”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.4 (1997), s.169-180
ŞEYH GALİB, Hüsn ü Aşk, (nşr. A. Gölpınarlı), İstanbul 1968
–––––––––, es-Sohbetü’s-Sâfiyye, S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi (SÜSAM) Arşivi nu.49
ŞEMSEDDİN SÂMİ, Kâmûs-ı Türkî, (nşr. Ahmed Cevdet), İstanbul 1317
TRABZONLU KÖSEÇ AHMED DEDE, et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye, S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi (SÜSAM) Arşivi nu.46
–––––––––, Tühfetü’l-Ahbâb fi’s-Sülûk-i ilâ Tarîki’l-Ashâb, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Âşirefendi Koleksiyonu, nu.422/3 (v.149b-170b)
UZ, Mehmet Ali, Sultânü’l-Ulema Baha Veled’den Günümüze Konya Âlimleri ve Velîleri I, Konya 1993
–––––––––, Sultânü’l-Ulema Baha Veled’den Günümüze Konya Âlimleri ve Velîleri, Konya 2004
ÜREMİŞ, Ali, Türkiye Selçuklularında Tasavvufî Hareketler, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Malatya 1998
YAYLA, Mustafa, “Ebû Saîd Mehmed Hâdimî”, DİA XV, s.24-6
YILMAZ, Ahmet, Mecelletü’n-Nisâb Fihristi, Konya 2000
YÜKSEL, Sedit, Şeyh Gâlip, Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri, Ankara 1980
* Uzm. Dr., Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Eğitimi Ana Bilim Dalı.
auremis@selcuk.edu.tr
* Bu Makale,Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.19 (Bahar 2006), s.175-191’de yayımlandı.
Dipnotlar:
1 Bkz. F. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994, s.63vd,89vd; M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi I, İstanbul 1995, s.10vd; A.Y. Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, Ankara 1992, s.61vd; V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, (nşr. A. Yaran), Ankara 1988, s.193vd,305vd; B. Füruzanfer, Mevlâna Celâleddin, (nşr. F.N. Uzluk), İstanbul 1963, s.192vd; Â. Çelebioğlu, “Anadolu’nun Türkleşmesinde Mevlâna’nın Rolü”, Türklük Araştırmaları Dergisi, S.5 (1989-120), s.223-48; A. Üremiş, Türkiye Selçuklularında Tasavvufî Hareketler, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Malatya 1998, s.42vd,109vd.
2 Dede: İkrar vererek (hizmete girmeye, şeyhe bağlanmaya söz verip biat eden) Mevlevîliğe intisap edip dergâhta bin bir gün hizmetle çilesini dolduranlara (dünya endişelerinden kurtulma arzusunu izhar edip usûl ve âdâba uygun olarak on sekiz değişik hizmeti görenlere) verilen unvandır. Bkz. M. Çıpan, “Mevlevîlik Terimleri”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya 2002, s.166vd.
3 İri yapılı olmasına rağmen seyrek sakallı olduğu ve birden fazla hanımının bulunduğu (“zevcât-ı müteaddide meyânında kısm-ı şer’iyyede pehlivân-ı zî kudret ve cesîmü’l-hilye ve hafîfü’l-lihye bir vücûd safvet âlûde olduğu”) da belirtilir [Bkz. Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi, Tuhfe-i Hattatîn, (nşr. İbnülemin Mahmud Kemal İnal), İstanbul 1928, s.65-6]. Kûsec: “Kûseh”den Arapçalaştırılmıştır. Seyrek köse sakallı demek olan bu kelime hakkında bkz. Şemseddin Sâmi, Kâmûs-ı Türkî, (nşr. Ahmed Cevdet), İstanbul 1317, s.1204
4 Hüsn-i Hat, Sülüs ve Neshî Mustafa Rakım Efendi (1171-1241/1787-1825) hakkında daha fazla bilgi için bkz. İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar, İstanbul 1970, s.269-285
5 Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi, Mecelletü’n-Nisâb, (Tıpkıbasım), Ankara 2000, v.301b.
6 Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri I, İstanbul 1333, s.154-5. Kaynakta, çalışmada zikredilen 3 eserinden başka Silsile-i Hâcegân fi Âdâbi Ubûdiyeti’l-A’yân; Aşratü Raşahât ve Adâbu’l-Ubûdiyyeti fi’s-Süneni’l-Muhammediyyeti li’s-Sâlikîne Tarîkati’l-Halvetiyye isimlerinde gayr-i matbu risalelerinin olduğu da kaydedilir.
7 Mehmed Sürreyya, Sicill-i Osmanî I, (nşr. N. Akbayar – S.A. Kahraman), İstanbul 1996, s.181
8 A. Gölpınarlı, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu III, Ankara 1972, s.88,177. Çalışmada burada olduğu gibi, programlar uygun olmadığı ve çeşitli sorunlara yol açtığı için Arap harfleriyle vermemiz gereken bazı kelime ve ibareleri, Lâtin harfleriyle yazmak zorunda kaldık.
9 N. Elgin, “Konya İlim Muhitinde Yetişen Trabzonî Şeyh Ahmed Dede (Mesnevihan, Mutasavvıf, Şair, Fakih ve Müellif)”, Konya Anıt Dergisi II/24 (Ocak-Şubat 1959), s.10-11; A. Gölpınarlı, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu II, Ankara 1971, s.2-3,67
10 A. Gölpınarlı, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu IV, Ankara 1994, s.26-27. N. Elgin ile A. Gölpınarlı’nın birbirlerini de referans göstererek bahsettikleri bu eserleri biz de tetkik ettik. Ancak Kataloglarda yanlışlıkla 1961 şeklinde çıkmış olan 1691 nu.lı eserdeki kayıtların o kadar da açık olmadığını belirtmeliyiz.
11 N. Elgin, 942 nu.ya kayıtlı olduğunu söyler ki, bu da yanlıştır.
12 Adî Sille taşından yapılmış olan 39x140x8cm. ebadındaki mezar taşında, dört dilimli ve dolama destarlı bir sikke bulunmaktadır. [Bkz. A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s.192 nu.8; Necati Elgin, a.g.m., s.10; N. Bakırcı, Mevlevî Mezar Taşları, Konya 2005, s.27,171; Resim nu.60] Aradan geçen asırlar içerisinde yazılarının bir kısmı eridiği için Hadîkatü’l-Ervâh [: Mevlevî tabirlerinden olup, Mevlâna’nın türbesi haricinde ve dergâh dâhilinde bulunan kabristana Mevlevîlerce verilen isimdir. Bkz. Türk Dünyası Edebiyatı Ansiklopedisi IV, İstanbul 1981, s.5]’tan nakledilmiştir. Kaldı ki müellifin buradaki mezarının yerinin tam olarak belirlenmesi [Ahmed Dede’nin kabrinin; Mevlâna yöresinde Konya’nın “topraklık” mahallesine çıkan yolun tam üzerine rastlaması sebebiyle, Mevlâna türbesinin niyaz penceresi yakınından türbe kabristanının başka yerine kaldırıldığı hakkında bkz. N. Hadimioğlu, Hadim ve Hadimliler Bibliyografyası I, Ankara 1983, s.112] de artık oldukça zor hâle gelmiştir.
13 Bkz. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Âşirefendi Koleksiyonu, nu.422/3 (149b-170b), v.170b. Köseç Ahmed’in “Tühfetü’l-Ahbâb…”ı’nın; Şeyh Muhammed Murâd-ı Buhârî en-Nakşibendî’nin “Silsiletü’z-Zeheb” adlı eserinin latif bir şerhi olduğu ve ayrıca müellif nüshasından kopya edildiği de, müstensih tarafından vurgulanmıştır (v.149b-150a). Bu Arapça yazmanın CD’sinin teminini sağlayan Ar. Gör. Yahya Başkan’a müteşekkir olduğumu belirtmeliyim.
14 Trabzonlu Köseç Ahmed Dede, et-Tuhfetü’l-Behiyye fi’t-Tarîkati’l-Mevleviyye, S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi (SÜSAM) Arşivi nu.46, v.2b-3a; İ. Kayaoğlu, “Mevlevî Derviş Ahmed Dede’nin et-Tuhfetu’l-Behiyye Adlı Eseri ve Çevirisi”, S.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.5 (1994)’ten Ayrı Basım, s.4. Adı geçenlerin çelebilik süreleri hakkında bkz. Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye, (nşr. C. Zorlu), İstanbul 2003, s.339-40; A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s.152-3,169-70
15 Galata Mevlevîhanesi Postnişîni olduktan (1791) sonra Şeyh Gâlib’in ziyaretçileri o kadar artmıştı ki, yazıp çizmesi neredeyse imkânsız hâle gelmişti. Bu yüzden de Mevlevî şairlerinin kısa hâl tercemelerinden ve bazılarının şiirlerinden oluşan müsvedde hâlindeki malzemelerini; Mevlevîlik aşkı yüzünden medrese öğrenimini terk eden, çok sevdiği ve devamlı yakınında bulunan dervişi Tezkireci Esrar Dede (1162/1748-1211/1796)’ye vermişti. O da bu taslağın yanında başta Sâkıb Dede’nin Sefînesi ile sınırlı sayıda kaynaktan yararlanarak, bilgileri de tenkide tâbi tutmadan (ki bu tabiatıyla, tarihlerde bazı hatalara düşmesine ve Mevlevîlik gayretiyle Mevlevî olmayan şairleri de Mevlevî göstermesine neden olmuştur) 210 kadar Mevlevî şairin yer aldığı eserini ölmeden birkaç ay önce tamamlamıştı. Bkz. Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, (nşr. İ. Genç), Ankara 2000, s.XI-XXVIII,XLI-CLXXIII; O. Horata, Esrar Dede, Hayatı-Eserleri, Şiir Dünyası ve Dîvânı, Ankara 1988, s.34-6; Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk, (nşr. A. Gölpınarlı), İstanbul 1968, s.29
16 Kufûl kelimesi; kilitler, seferden / yolculuktan dönme demektir. Burada ise kelime, “Mevlevî tarikatına râbıtaları / intisapları / bağlanışları esnasında, bu tarikata girdikten sonra” olarak anlaşılmalıdır.
17 Esrar Dede, a.g.e., s.382-3. Görüldüğü gibi kaynakta da (A.R. Akyürek’in tercüme edip “Zâviye-i Fukarâ” diye isimlendirdiği Tuhfe’nin, bir nevi tamamlayıcısı şeklinde de nitelenebilecek olan) Sohbe’nin; Gâlib’e ait olduğuna dair açık bilgi bulunmasına rağmen, Osmanlı Müellifleri’ndeki yanlışlıktan dolayı birçok araştırmada da bu hata sürdürülmektedir [Örnek olmak üzere bkz. S.N. Ergun, Şeyh Galip, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1935, s.31; A. Gölpınarlı, Şeyh Galip, Hayatı, San’atı, Şiirleri, İstanbul 1953, s.17; A. Gölpınarlı, “Şeyh Galib”, İA XI, s.467; N. Okçu, Şeyh Galib I, Ankara 1993, s.5; M. Mengi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 2005, s.222; M.A. Uz, Sultânü’l-Ulema Baha Veled’den Günümüze Konya Âlimleri ve Velîleri, Konya 2004, s.174; Ö. Akbulut, Trabzon Şairleri, Trabzon 1952, s.12]. Yakın zamanda çıkacak bir çalışmamızda bütün bu hususlar açıklığa kavuşturulacaktır.
18 Şeyh Gâlib, es-Sohbetü’s-Sâfiyye, S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi (SÜSAM) Arşivi nu.49, v.5b-6a; İ. Kutluk, “Mevlevîliğe Dâir İki Eser”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi II/3-4 (Mayıs 1948), s.291-2
19 S.N. Ergun, Şeyh Galip, İstanbul 1932, s.26-27
20 İ. Kutluk, a.g.m., s.291-3
21 A. Gölpınarlı, Şeyh Galip, Hayatı, San’atı, Şiirleri, s.17
22 A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s.192
23 A. Gölpınarlı, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu II, s.67; A. Gölpınarlı, a.g.e. III, s.88
24 A. Gölpınarlı, “Şeyh Galib”, s.463,467. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere; “vakfiyelere göre ‘at-Tuhfa’yı yazan Köseç Ahmed’in Konyalı olduğu” şeklinde (Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu III, s.88’in son satırlarındaki) N. Elgin’e atfettiği görüşler, merhum Gölpınarlı’nın zihnini her zaman karıştırmıştır.
25 Gölpınarlı devamında da “Üç Ahmed kaynaklarda birleştirilmiştir” sözleriyle (Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu III, s.177) esasen gerçeğe biraz yaklaşırsa da bu görüşlerinin de “Dört Ahmed” şeklinde düzeltilmeye ihtiyacı vardır.
26 A. Gölpınarlı, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu III, s.88
27 Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk, (nşr. A. Gölpınarlı), İstanbul 1968, s.28-9
28 A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, (İkinci Baskı), s. IV,192,199,384,429
29 Rakım Efendileri iyice karıştırmış gözüken N. Elgin’in bu sözlerinin düzeltilecek yeri yoktur. Zira Mustafa Râkım Efendi (1171-1241/1757-1825)’nin babasının adı da Mehmed olarak gözükmektedir. Bkz. İ. Mahmud Kemal İnal, Son Hattatlar, s.269-83,286-292
30 N. Elgin, a.g.m., s.10-2
31 Hocamız, ellerindeki yazmanın sonuna ilâve edilen bir kayıtta “Kösec Ahmed Efendi’nin, Müzedeki 2912 ve 4018 nu.lı kitaplarda H. 1056, 1059, 1082 tarihli vakıf kaydı ve mührü bulunan kişi olduğunun; Trabzonî Şeyh Ahmed’in ise 1191’de vefat ettiğinin, Huzûrun arkasında da medfun ve kitâbesinin mevcut bulunduğunun; buna nazaran Tuhfe’nin, Kösec Ahmed’in olduğunun” yazdığını da belirtir. Bkz. İ. Kayaoğlu, a.g.m., s.1-2
32 M.A. Uz, Sultânü’l-Ulema Baha Veled’den Günümüze Konya Âlimleri ve Velîleri, (2004), s.174,182; M.A. Uz, Sultânü’l-Ulema Baha Veled’den Günümüze Konya Âlimleri ve Velîleri I, Konya 1993, s.78 nu.1’de ise bu zatın Kösec Ahmed Efendi nâmıyla meşhur olup Trabzonlu olduğunu ve Konya’da vefat ettiğini söylemektedir.
33 N. Hadimioğlu, a.g.e. I, s.112; S. Göktaş, Ebû Saîd Muhammed el-Hadimî (ks) ve Hadim,Konya 1985, s.24-5
34 Tanınmış biyografi yazarı Müstakîm-zâde (öl. 1202/1788)’nin 13.000 kişinin hayatı hakkında bilgi bulunan bahse konu eserinin yegâne olan 628 nu.lı Hâlet Efendi nüshası, Mart 1762’de tamamlanmıştır. Pek çok biyografi kitabında sıkça rastlanan tarih yanlışlıklarının onda da yok denecek kadar az olduğu [Bkz. A. Yılmaz, Mecelletü’n-Nisâb Fihristi, Konya 2000, s.4-10] göz önüne alınırsa, müstensihin 1093 tarihindeki bir (1) yerine sıfır (0) yazdığı ortaya çıkar. Bu takdirde iki sene farkı olur ki bu da çok önemli değildir ve böylesi rivayet farkları ile sıkça karşılaşılabilmektedir. Bu hususa kendisi de yanılan İ. Kutluk da a.g.m., s.291nu.4’te dikkat çeker.
35 Osmanlı Müellifleri’nde 1195 (1781) şeklinde kaydedildiği için yanılmış olanlara örnek olmak üzere bkz. İ. Kutluk, a.g.m., s.291; Bağdadlı İsmail Paşa, Îzâhu’l-Meknûn fî Zeyl-i alâ Keşfi’z-Zünûn I, (nşr. Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1364/1945, s.245; A.R. Karabulut, İstanbul ve Anadolu Kütüphanelerinde Mevcut El Yazması Eserler Ansiklopedisi I, Kayseri ?, s.286
36 A. Gölpınarlı, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu III, s.177
37 A. Gölpınarlı da muhtemelen N. Elgin’in bu yorumlarından bir şey anlamamış olacak ki, Konya Mevlâna Müzesi Yazmaları Kataloğu II, s.209-12 arasında 242 varak olan ve on üç farklı risale/eserden oluşan mecmuayı, XIII başlık altında tanıtırken, V.si olarak kaydettiği bu kısmı geçiştirmiştir. Esasen Gölpınarlı 1691 nu.lı eseri tanıtırken de böyle davranır ve H. 1060 tarihi ile Köseç Ahmed kaydı diğerlerindeki gibi net okunmadığı halde sükût geçerek Elgin’in makalesini referans gösterir.
38 Matbaa hatası olarak 19 çıkacakken 29 çıkmışsa o zaman S. N. Ergun gibi 1144 tarihini almış olur denilebilir. Ama Ergun’un adı geçen eserinin sonraki baskılarında tarihle ilgili hiçbir bilgi yer almaz.
39 N. Elgin’e bakılırsa bu kayıt “… حق (Hakka / Hukka …)” (?) şeklindedir. Oysa ibare … من (Min …) şeklindedir. Bu da Elgin’in “kendi tarafından yazılmış” iddiasını sarsar. Zira müellif kendi kaleme aldığı esere tabir yerindeyse “Şeyh Ahmed Trabzonî (nin) Risalesinden (: Min Risâletin Şeyh Ahmed-i Trabzonî )” alınmıştır şeklinde bir imza bırakmazdı.
40 Her ne hikmetse Anadolu’da “köse” olarak lâkaplandırılan kişilerden bazısının çocuğunun olmadığını görüyoruz. Nitekim Tuhfe-i Hattâtîn’de bu yorumumuzu haklı çıkaracak şekilde Antalyalı “Köseç Ahmed”in birkaç eşinin olduğu kaydedilirken, kitap vakfeden “Köseç Ahmed”in de “evlâdı ve evlâdının evlâdı…” kaydından çoluk çocuğunun olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu kişiler için “Köse” demenin hiçbir incitici yanı olmadığından lâkapları yüzlerine karşı bile söylenebilmektedir.
41 Esrar Dede, a.g.e., s.LXXIVvd,CIX vd. Şeyh Gâlib’i Köseç Ahmed Dede’nin eserine hâşiye yazmaya sevk eden sebepler arasında, onun ölümünden kısa süre sonra Konya’ya gitmesinin, dergâhta duyduklarının, daha taze sayılabilecek kabrini görmesinin, yani ortamın etkilerinin yanı sıra onda da bulunması kuvvetle muhtemel, belki Esrar Dede’ye de ondan geçmiş olan bu psikolojinin tesirleri vardır.
42 Şeyh Gâlib’in Köseç Ahmed Dede’nin ölümünden en geç 6 yıl sonra, yani 1783’te çile çıkarmak üzere Konya’ya gittiği, Sohbe’sini de 1788’lerde yazdığı [Bkz. Esrar Dede, a.g.e., s.377-382; İ. Kutluk, “Şeyh Galib ve as-Sohbet-üs-Sâfiyye”, İÜEFTDED III/1-2 (Kasım 1948),s.32-3; N. Okçu, a.g.e., s.4-5; S. Yüksel, Şeyh Gâlip, Eserlerinin Dil ve Sanat Değeri, Ankara 1980 s.11-7,53; A. Alparslan, Şeyh Gâlib, Ankara 1988, s.38-9] düşünülür, olayların; Gâlib’in zihninde bir karışıklık olduğuna dair bir emareye rastlanmaksızın naklediliş tarzı da göz önünde bulundurulursa, bu üslûbun 50 yıl önceki hâdiselerin anlatım şekline uymayacağı kendiliğinden anlaşılabilir.
43 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s.333; A. Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, s.153,170
44 S.N. Ergun N. Elgin’in zikrettiği bu ifadeleri, Şeyh Galip, Hayatı ve Eserleri, (1935 ve 1936) adlı eserlerinde s.22-23 nu.1’de kaydeder. Ancak 1932 baskısındaki “Köseç Ahmed’in 1144 yılı …” ile ilgili rivayetine yer vermez.
45 Bkz. M. Önder, Büyük Âlim Hz. Hâdimî (Hayatı ve Eserleri), Ankara 1969, s.6vd; V. Ertan, “Mevlâna Müftî Ebû Saîd Muhammed Hâdimî”, Diyanet Dergisi XXIV/3 (Temmuz-Eylül 1988), s.89-94; Y. Küçükdağ, “Hadimî Medresesine Dair Bir Vakfiye”, Vakıflar Dergisi, S.XXVII (1998), s.79-94; İ. Sak, “Osmanlı Döneminden Günümüze Hadim”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.4 (1997), s.169-180; Z. Güler, “Bir Osmanlı Âlimi Olan Hâdimî Üzerine Düşünceler”, İlim ve Sanat, S.42 (Ekim 1996), 87-89; R. Ayvallı, “Hâdimî’nin İlmî Şahsiyetinin Teşekkülüne Tesir Eden Âmiller”, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.2 (1993), s.113-9; M. Yayla, “Ebû Saîd Mehmed Hâdimî”, DİA XV, s.24-6
46 Örnek olmak üzere bkz. Osmanlı Müellifleri I, s.296-8; Sicill-i Osmanî III, s.999
47 H. Özönder, Konya Velîleri, Konya 1993, s.229-30. Nitekim halk arasında aralarında yıllar, hatta asırlar olmasına rağmen, sevilip sayılan büyük zatların birbirlerinin çeşitli hizmetlerine, yardımlarına vb. koştuğuna dair menkabe tarzında pek çok hikâyenin anlatıldığına şahit olunmaktadır. Menkabelerin iyi bir tenkit süzgecinden geçirilip diğer kaynaklarla da takviye edildikten sonra değerlendirilmesi gerektiği hakkında bkz. F. Köprülü, “Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten VII/ 27 (Temmuz 1943), s.421vd; A.Y. Ocak, Kültür Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler, Ankara 1992, s.28vd.
48 N. Hadimioğlu, a.g.e. I, s.112; Bundan naklen S. Göktaş, a.g.e., s.25
49 Bkz. Osmanlı Müellifleri I, s.298; N. Hadimioğlu, a.g.e. I, s.89,120; S. Göktaş, a.g.e., s.23-4; F. Koca, “Abdullah Hâdimî”, DİA XV, s.24
50 Nitekim eskiden büyük âilelerde genelde herkes tarafından bilinen dedelerinin lâkabını belge ve kitaplara yazma geleneğinin olduğu ve Hz. Hadimî’nin -11203’te hâlen görevde bulunan- torunu Numan Efendi’nin; babası olarak, Seyid Mehmed Efendi yerine, dedesinin adının vakfiyede yer aldığının tespiti hususunda bkz. Y. Küçükdağ, a.g.m., s.81-2