TEVBE – Cihan Okuyucu

A+
A-

TEVBE

Cihan Okuyucu

Efendim, inancımıza göre peygamberler dışında hiçbir insan hatadan hâli değil. İlk günah ilk insanla başlıyor. Hz. Adem ilahi ikaza rağmen yasak ağaca yaklaşmaktan kendisini alıkoyamadı. Biz de onun çocuklarıyız ve hemen hepimizin hayatında yasak bir ağaç veya ağaçlar var. Anlaşılan bu meyil bizim mayamıza karılmış… Fakat şüphesiz bu yapımız da ilahi hikmetin bir iktizası. Cenab-ı Hak bir taraftan bizim için sınırlar çiziyor ve onları aşmamamız konusunda uyarıyor, diğer taraftan da kendi özel himayesinde olanlar dışında hiç kimsenin buna güç yetiremeyeceğini biliyor. Peki, bu durumda, yani unuttuğumuzda, yanıldığımızda, sürçtüğümüzde ne yapmalıyız? Şüphesiz Hz. Adem’in yaptığını. O ve eşi yasak ağacın sarhoşluğundan ayılınca hemen pişmanlıkla yüzlerini Cenab-ı Hakk’a çevirmiş, tam bir acz ve kullukla ondan bağışlanma dilemişlerdi. Adem bu tevbesiyle mükerrem oldu, İblis ise suçunda inat ettiği ve büyüklendiği için lanetlendi. Demek ki iyi insan olmak hiç günah işlememek değildir; iyi olmak hasbelbeşer işlenen suçlara karşı tevazu ile Allah’a yüz çevirmek ve O’nun sonsuz rahmetine sığınmak, özür dilemektir… İşte gönülde hasıl olan bu pişmanlık ve onun neticesi olan özür dilemeye tevbe diyoruz. Tevbe aldanış içindeki insan için son imkandır. Mevlânâ çeşitli benzetmelerle bu imkanı da zayi etmeme konusunda bizleri uyarıyor. Buna göre:

Aman Tevbeni Çaldırma

Çocuklar oyunu severler ama akşamları onları çeke çeke evlerine götürürler. Çocuk oynamak için soyunur, hırsız da ayakkabısını elbisesini çalar götürür. O sırada oyuna öyle dalmıştır ki külahı gömleği iyice unutmuştur. Ancak eve dönecek olduğunda durumu anlar ve eve dönmeye yüzü kalmaz. “Şüphesiz dünya hayatı bir oyundan ibarettir.” Biz de çocuklar gibi oyuna daldık ve külahı birine elbiseyi başkasına kaptırdık. Ecel akşamı yaklaşmada, gel artık oyunu terk et ve tevbe atına binip hırsıza yetiş. O acayip bir attır bir sıçrayışta göğe kadar erişir. Ama dikkat et de elbiseni çalan hırsız atını da çalmasın. (6/17)

Tevbe Neye Benzer?

Tevbe makbul olmakla birlikte tevbeye güvenerek suç işlemeyi alışkanlık haline getirmek doğru değil elbette. Mevlânâ tevbenin mahiyeti ve istismarı ile ilgili şu benzetmeleri yapıyor: Yeni bir kazan islense is arpa kadar bile olsa hemen izi görünür. Çünkü her zıd zıddıyla ortaya çıkar. Nitekim beyaz üstünde siyah herkesin gözüne batar. Fakat zaman içinde kazan dumanın fazlalığından tamamen siyah hale gelse bu karalığa kimseler bakmaz. Keza bir zenci demirci olsa duman onun yüzünde bir iz bırakmaz. Fakat bir beyaz demircilik yapsa duman az zamanda yüzünü karartır. Bunun gibi günah lekesi de temiz vicdanlara derhal tesir eder ve kişi günahını hemen anlar. Böyle kimse Allah’ı anarak tevbe ederse bağışlanır. Ama tevbe etmez ve günahı da tekrar ederse artık o iş ona tatlı gelmeye başlar; dini emirlere düşman olur.(2/123) Mevlânâ böylesinin halini aşağıdaki debbağ örneğiyle özetliyor:

Debbağ Niye Bayılır?

İşi gün boyunca pislikle deri tabaklamak olan Konya debbağlarından birinin yolu tesadüfen attarlar sokağından geçmiş. Zavallı sokak ortasında çarpılmışa dönmüş, aniden bayılıp yere düşmüş. Çevreden koşuşanlar göğsünü açmış, burnuna güzel kokular tutarak adamı ayıltmaya çalışmışlar. Ama bunlar uğraştıkça o daha da kötüleşmiş… Sonunda çaresiz kalmışlar ve debbağın akrabalarına haber göndermişler. O sıra bayılan kişinin kardeşi koşup gelmiş ve durumu anlayarak toplanan halkı uzaklaştırmış. Koynundan gizlice bir parça tezek çıkarıp berikinin burnuna tutmuş. Bizimki hemen derin bir ohhh çekerek gözlerini açmış ve ayağa kalkmış.

Demek ki zamanla pislik bile hayati bir ihtiyaç haline gelebiliyormuş. Nitekim insana göre leş pistir ama o köpek ve domuz için lezzetlidir. Mevlânâ’ya göre günah başka bir benzetmeyle de demire düşen pasa benzer; hemen temizlenmezse pas demiri mahvetmeye başlar, cevherini yavaş yavaş azaltır yok eder… Mevlânâ başka bir yerde bu sefer kâğıt ve yazı örneğini kullanıyor. Eğer beyaz kağıda bir yazı yazılsa zahmetsizce onu herkes okur. Haddinden fazla karalanırsa yazının manası kalmaz kaybolur. Bu iş devam edince kâğıt kâfir kalbi gibi simsiyah hale gelir. Böyleleri ibadet etse bile bu şekli bir ibadettir. Böylesinin durumu içi boş bir sürü cevizi olan cevizciye benzer. İçsiz çekirdek hiç fidan olur mu? Özsüz ibadetten de bir netice elde edilemez.

Araba Sileceği

Efendim, tevbeyle ilgili bir benzetmeyi de bendeniz yapayım. Malum olduğu üzre her kış çıkışında yollarımız delik deşik olur, her yer yağmurdan çamurdan geçilmez hale gelir. Ardından da gelsin trafik kazaları… Geçenlerde aynı hal benim de başıma geleyazdı. İşe giderken yanımdan gelip geçen arabaların sıçrattığı arabamın ön camını kapatan kirli sulardan kurtulmak için sileceklerim mütemadiyen çalışıyordu. Bu kadar çamura su mu dayanır? Nitekim yolun yarısında cam suyu bitti ve silecek lastikleri cam üzerinde gıcırdamaya başladı. Şimdi çamura sığanmış sileceklerin her gidiş gelişi camlardaki kiri daha koyu bir tabaka haline getirmekten başka bir işe yaramıyor. Hafazanallah, başka bir arabaya bindirmem an meselesi. Hemen arabayı kenara çektim ve camları bezle sildikten sonra yoluma devam edebildim. İşte o zaman bu hal ile şimdi bahsettiğimiz konu arasında bir benzerlik olduğunu düşündüm. Tevbe bir nevi silecek çubuğu ve pişmanlık gözyaşları da bir nevi cam suyu değil mi? Nasıl çamur ve kir devamlı hale gelince arabanın silecekleri iflas ediyorsa insanda da suç alışkanlık haline gelince pişmanlık gözyaşları azalıyor ve tevbe sileceği de işe yaramaz duruma düşüyor. Diğer bir benzetmeyle de tevbe elbiseyi yıkamaya benzer. Evet su lekeyi gideriyor ama geriye bir izi de kalıyor. Her yıkama elbiseden bir şeyler alıp götürmede. İşlediğimiz ve bizimle Cenab-ı Hak arasında kalmış pek çok suç vardır. Bu durum da Allah’ın Settar isminin tecellisidir. Ama suç işleme bir alışkanlık haline gelince Allah bu örtüyü kaldırır. Aşağıdaki nükte bunu anlatıyor:

İlk Suç mu Değil mi?

Hz. Ömer bir hırsızı cellada teslim etmişti. Hırsız:

– Ey müminleri emiri bu benim ilk suçumdur, onu affet, dedi. Hz. Ömer:

– Haşa, dedi, bu Allah’a iftiradır. Çünkü Cenab-ı Hak ilk defa yapılan bir suçu cezalandırmaz ama o suç nice defa tekrarlanırsa adaleti tecelli eder de suçluyu ortaya çıkarır. (4/8) Mevlânâ’ya göre tevbenin bir cinsi de Allah’ın örttüğü kendi suçuna karşılık başkalarının suçunu örtmektir. Sen başkalarının suçunu ifşa edersen Allah da kendi örtüsünü kaldırır. Aşağıdaki hikâyede birçok yan mesaj yanında özellikle bu husus vurgulanıyor:

Tevbe ve Günahı Gizleme

Hz. Davut zamanında tembel bir sufi vardı. Bu adam daima Hakk’a yalvarıp yakarır ve;

– Ya Rabbi! Mademki beni tembel yarattın, rızkımı da zahmetsizce bağışla, derdi. Halk onu kınıyor ve;

– Bak hele! Davut peygamber bile rızkını zırh yaparak sağlarken sana da ne oluyor! Böyle merdivensiz göğe tırmanma isteği de ne demek, diyorlardı. Fakat beriki duasında ısrarını sürdürüyor ve bu itirazlara kulak asmıyordu. Nihayet bir gün uzaktan bir öküzün koşarak kendi evine geldiğini gördü de:

– Ya Rabbi, sana şükürler olsun, duamı geri çevirmeyeceğini biliyordum, diye sevinçle onu kesip kebap etti. Bu sırada kayıp öküzün sahibi durumu öğrendi ve gelip öfkeyle onun yakasına sarıldı ve öküzünün kesilme sebebini sordu… Beriki:

– Abes bir iş yaptığımı ve nahak yere öküzünü kestiğimi sanma. Ben yıllardır Allah’tan emeksiz bir rızık isteyip duruyordum. Nihayet duam kabul oldu ve senin öküzün rızık olarak ayağıma gönderildi. İşte sana cevabım budur, dedi. Bu cevap üzerine öküz sahibi deliye döndü ve fakiri dövmeye başladı. Bir yandan da feryat figanla ortalığı kaldırıyor ve diyordu ki:

– Ey müslümanlar gelin de uğradığım zulmü görün. Benim öküzüm nasıl duayla onun malı oluyormuş? Eğer iş böyle olsaydı herkes zahmetsizce bir duayla mal mülk sahibi olurdu… Bu işin hangi kitapta yeri var. O halde ya öküzümün zararını karşılasın ya da cezasını çeksin.

Neticede iki taraf anlaşamayınca durum Hz. Davud’un hakemliğine kaldı. Öküzü kesen adam onun huzuruna çıkarken içinden:

– Ya Rabbi, nice gecelerdir ettiğim duaları, yakarışlarımı sen biliyorsun, hakimin huzurunda sen benim yüzümü kara çıkarma, diye dualar etti. Hz. Davut önce davacıyı dinledi ve sonra berikine yaptığı işin delilini sordu:

– Ey Davut, tam 7 yıldır, Rabbimden helal ve zahmetsiz bir rızık için niyazda bulundum. Bu durumu beni tanıyan herkesten sorabilirsin. Ben o öküzü tamahtan kesmedim. Duamın kabulüne sevindim ve bir şükür olmak üzere öküzü kestim.

– Bu sözünün bir geçerliliği yok… Zira mal mirasçıdan başkasına helal olmaz. Ekine onu ekenden başkası el koyabilir mi? Sen mal kazanmayı da ekine kıyas et… O halde sana düşen bu adamın malını ödemendir. Git borç bul ve borcunu öde.

Öküzü kesen adam bu karar üzerine yere kapanarak:

– Allah’ım, sırrım sana ayan. Sen Davud’un kalbine ilham ver, diye dua etti.

Bu yalvarışın samimiyeti Hz. Davud’un kalbine tesir etti. Davacıya dedi ki:

– Bana bir gün mühlet ver, ta ki bu işin sırrı bana açılsın. Eğer namaza durursam bu dava hallolur.

Hz. Davut böyle söyleyip halvete çekildi ve mihraba yöneldi. Orada niyaz halinde iken ilahi sırlar kendisine açıldı ve işin gerçeğini anladı. Ertesi gün yine dava meclisi kurulduğunda Hz. Davut davacıya:

– Gel bu öküzü bu müslümana helal et… Çünkü Cenab-ı Hak senin bazı sırlarını gizledi. Sen de onun şükrü olarak bu öküzden vazgeç, dedi…

Adam bunu üzerine feryad u figana başladı:

– Bu nasıl hüküm, bu nasıl adalet! Sıra bana gelince kitabın kanunları mı değişti? Ey insanlar gelin de bu uğradığım zulmü görün!

Hz. Davut bunun üzerine:

– Ey inatçı madem ki inat ediyorsun o halde sadece öküzü değil, bütün malını mülkünü bu adama vermene hükmettim. Buna razı ol, yoksa halin herkese yayılır bilmiş ol, dedi.

Adam bu beklenmedik karar karşısında feryadı arttırıp, üstünü başını parçalamaya başladı ve Hz. Davud’u adaletsizlikle itham etti. Davut ise:

– Madem öyle, artık karın ve çocukların da bu adamın kölesidir, böyle bil, dedi. Adam iyice çılgına dönmüş, kendini yerden yere vurmaya başlamıştı. İşin sırına vakıf olmayan halk da Hz. Davud’u verdiği hükümden dolayı kınıyor ve:

– Ey Davut! Bu hüküm senin gibi seçilmiş bir insana layık değil. Böyle bir günahsızı perişan ettin, diyordu…

Bunun üzerine Hz. Davut:

– Madem iş bu noktaya geldi, artık bu sırrı açıklamak gerek. Haydi beni takip edin, dedi.

Böylece hep birlikte şehrin dışına çıktılar ve dalları çadır gibi her yana yayılan gür bir ağacın altına geldiler. Hz. Davut:

– Bu ağacın altından bana kan kokusu geliyor. Bu aşağılık adam evvelce bir köleydi. Sahibini öldürdü ve buraya gömdü. Öküzü kesen bu genç işte o adamın oğludur, ama o sıralar pek küçük olduğundan hiçbir şeyden haberi olmadı. Allah katilin bu günahını örtmüştü ama o nankör bu duruma şükretmedi. Bir öküz için eski efendisinin çocuğunu perişan etmeye kalktı. Cenab-ı Hakk’ın örttüğü sır perdesini kendi eliyle yırttı, açığa çıkardı.

Hz. Mevlânâ bazı azgın günahkarların ve kafirlerin durumunu da buna benzetiyor. Bunlar gizlenmesi gereken günahlarını bir fazilet gibi ortaya saçıp döker de hal diliyle:

– Boynuzlu kişi görmek isteyen bana baksın, cehennem öküzü görmek isteyen bana baksın, der. Bu ifadeler bu günün durumunu ne kadar iyi özetliyor değil mi, efendim. Şüphesiz her devirde çirkinlikler ve günahlar olmuştur. Ancak zamanımızda günah ve çirkinlikler bir fazilet gibi takdim edilir oldu. İnsanın kendisinden bile gizlemesi gereken çirkinlikler bu gün nasıl da bir fazilet gibi arsızca ekranlarda ve gazete sayfalarında arz-ı endam ediyor, bizzat sahipleri tarafından pazarlanıyor. İnsanın vicdanındaki son tutamak noktası olan utanma ve pişmanlık duygusu nasıl da yerini arsız bir pişkinliğe bırakıyor. Artık ar perdesini de yırtan insan insanlıktan külliyen istifa etmiş sayılmaz mı?

Lakin biz yine kaldığımız yere geri dönelim ve hikâyemizin sonunu görelim. Hz. Davud’un emriyle ağacın altı kazılınca ceset ve cinayet aleti olan bıçak ortaya çıktı. Bıçağın üzerinde sahibinin ismi vardı. Hz. Davut katile dedi ki:

– Madem adalet istiyordun, adalet şudur: Sen öldürdüğün adamın kölesiydin. Şimdi de onun oğlunun kölesi oldun. Kölenin kazancı da efendisinindir. O halde senin bütün kazancın da ona ait. Diğer taraftan karın da öldürdüğün adamın cariyesiydi. Cariye erkek kız her ne doğurduysa sahibine aittir. Karın ve çocuklarınla ilgili hükmüm bu kanundan dolayıdır. Gelelim son hükme: Senin layıkın da cinayete karşı kısas olunmandır. Bunun üzerine suçlunun boynu vuruldu. Hz. Davud’u kınayan insanlar da gerçeği öğrenir öğrenmez onun huzurunda özür secdesine kapandılar ve suizanlarından dolayı pişmanlıklarını belirttiler. (3/55)

Benzerlikler

Bu hikâyede şüphesiz ana mesaj affedilmek isteyen insanın affetmesi gerektiğidir. Kendi suçlarının örtülmesini isteyenler başkalarının suçunu örtmelidir. Ama bunun yanında Hz. Mevlânâ hikâyede başka benzerlikler de kuruyor. Buna göre insanın nefsi davacı katile benzer, aklı ise öküzü öldürene. Hz. Davut ise Hakk’ı veya Hakk’ı temsil eden kâmil şeyhi temsil eder. Nefis aslında köledir ama efendilik davasında bulunur. Akıl bedeni terbiye etmeye kalktığında nefis; “Sen ten öküzümü öldürdün!” diye ona dava açar. Ama nefis adil bir yargıç olan şeyhin önüne gelince onun emrine ram olur. Davud’a gelince… Halk başlangıçta onun verdiği hükmün sebebini anlayamamıştır; bazı Hak erenlerinin halk tarafından anlaşılamaması da buna benzer.

Hak Her Şeyi Bilir

İnsan bu dünyada kendi günahlarını başkalarının gözünden gizleyip örtebilir. Nitekim her suçun cezası bu dünyada verilmiyor ve bazı şeyler ahirete kalıyor… Ama Cenab-ı Hak alim, basir ve semi’dir. Yani çok iyi bilir, görür ve işitir. Mevlânâ bu isimlerden hareketle insanı uyarıyor: “O kötü sözler söylememen için “ben işitirim” dedi. Fesat fikirlerden korkman için “alim” adını kullandı. Gizli de olsa yaptıklarının görüldüğünü hatırlatmak için “basir” olduğunu belirtti.” Demek ki her ne yaparsak yapalım Allah’ın ilmi dışında değil. O halde bize düşen Allah’tan bir şey gizlenemeyeceği şuuruyla hareket etmek, günahtan kaçınmak, hasbelbeşer bir suç işlediysek de o hususta hemen Allah’tan af dilemektir. Şimdi bu hususla ilgili olarak anlatılan şu küçük hikâyeyi paylaşalım:

Sufinin Afife Karısı! Bir sufinin hafif meşrep bir karısı varmış. Bir gün sufi vakitsiz evine dönünce evin kapısını kilitli bulmuş. Meğer aşağılık karısı içeride aşığıyla halvet halinde imiş. Aşığını gizlemeye vakit bulamayan kadın onu bir çarşafa sarıp kadın kılığına sokmuş ve kocasını içeriye almış. Sufi durumu anlamış ama anlamazlıktan gelip misafirin kim olduğunu sormuş. Düzenbaz karısı hemen bir hikâye uydurmuş:

– Bu hanım komşumuz olur, kendisi pek zengin ve dindardır. Çok güzel ve terbiyeli bir oğlu var. Bizim okuldaki kızımızı görmüş ona talip olarak bize gelmiş.

Bu uydurmalara içinden gülen adam oyunu sürdürmüş:

– İyi ama biz fakir insanlarız. Kızımızın ne çeyizi var ne de bir hazırlığı. Her şey dengi dengine denmiştir. Biz ona denk olamayız.

– Ama bu hanım öyle çeyiz filan peşinde değil, bizim ailece dindar ve namuslu olmamız onun için kafi imiş. Böyle olduğumuzu da çok yakından biliyor. Adam rahatlamış gibi yapmış ve demiş ki:

– Madem namuslu olmamız ona yetiyor, mesele yok. Bu durumda benim bir şey dememe hiç lüzum kalmadı.

İçinden de; “A ahmak! Lafı uzatıp durma ve suçunu yüzüne vurmadığım için beni kandırdığını da sanma. Aklın varsa bu kinayelerimden senin sırrını bildiğimi artık anla…” diyormuş. (4/9-10)

Yakarış

Madem Hak Teala bütün gizli sırlarımızı ve suçlarımızı biliyor, o halde bize düşen aşağıdaki niyazda bulunmak ve bağışlanma dilemek:

Ey mübeddil kerde hâkira be-zer

Hâk-i digerra be-kerde Bü’lbeşer

Kâr-ı tu tebdil-i ihsân u atâ

Kâr-ı men sehvest ü nisyan u hatâ

Sehv ü nisyânra mübeddil kün be-ilm

Men heme cehlem merâ kün sabr u hilm (5/785-87)

Ey toprağı altına çeviren, ona altın vasfını veren Rabbim. Sen başka bir toprağı da insanlığın atası olan Adem şekline çevirdin. İşte senin işin her an lütuf ve ihsandır, benim işimse tıpkı ilk atam olan Adem gibi sürçmek, yanılmak ve unutmak. O halde sen hata ve unutmamızı ilme dönder, cehlimizi sabr ile hilme çevir.

Makbul tevbe vaktinde yapılanıdır şüphesiz. Nitekim ölümle tevbe kapısı kapanır ama Hakk’ın bağış kapısı asla kapanmaz. Hz. Mevlânâ ölüm sonrasıyla ilgili olarak aşağıdaki tabloyu çiziyor:

Ümidim Sendedir Allah’ım!

Hesap gününde herkese amel defteri verilirken kötü kişi defter soldan gelmesin diye bakışlarını kaçırır ama aniden o taraftan defteri uzatıverirler. O kişi bakar ki defter cürüm ve isyanla kapkara olmuş. Görevli melekler onu cehenneme doğru sürüklerken günahkar yağmur gibi gözyaşı dökerek ardına bakar durur. Cenab-ı Hak meleklere şöyle sormalarını emreder:

– Ey şerli kişi! O taraftan ne bekliyorsun ki şaşkın şaşkın ardına bakıp durmadasın? Yaptıklarının defteri eline verilmedi mi? O defter hayırdan yana bomboş değil mi? Hayattayken ne bir hayrın ne de hayra niyetin vardı. Ne gündüz oruç tuttun, ne de gece namaz kıldın. İşin gücün halka zarar ziyandı. Üstelik bu yaptıklarına tevbe bile etmedin. Ayağın hep sola basıyordu, şimdi defterin sağdan mı verileydi! Ey eğri boylu, karşılık gölge gibidir, elbet gölgen de boyun gibi eğri olacak. O halde hala beklentin nedir? Böyle sert azarlamalar gelince kul boynunu büker ve der ki:

– Ya Rabbi, sen ne buyurduysan ben ondan yüz kat daha kötüyüm. Sen bütün isyan ve günahlarımı hilminle örttün. Ey her şeyi karşılıksız veren kerem sahibi! Şimdi de senin karşılıksız vermeni umarak yüzümü kendi hatalarıma değil senin lutfuna çevirdim, onu umut ederek ardıma baktım…

Kul böylece hatalarını sayıp niyaz edince Cenab-ı Hak meleklere:

– Ey melekler onu bana geri gönderin. Madem ki gönül gözü ümide bağlanmış, ben de suçlarına aldırmayarak onu azat edeyim. Keremimle öyle bir ateş yakayım ki onda az veya çok hiç bir günah bırakmayayım, buyurur. Nasıl doktor hastanın ayağına gider ve marangoz yontulmamış direği yontar hüner gösterirse Cenab-ı Hak da pişman olan günahkarını böylece affeder. (5/73)

CEVHER BEYİTLER

58

İç körlüğünden sakın:

Kûr-ı zâhir der-necâset zâhirest

Kûr-ı bâtın der-necâsât-ı sırest 3/2100

Körlük de türlü türlüdür. İç körlüğü dış körlükten fenadır. Gözü kör olan kendisini dışarıdaki pisliklerden koruyamaz. Lakin bu pislik yıkamayla geçer. İç gözü kör olan ise manevi pisliklere bulaşır. Bu tür pislik diğeri gibi suyla kolayca geçmez. O demirdeki pas gibi kalıcıdır. Nasıl zahir gözünü çöpten sakınıyorsan iç gözünü de öylece sakın. Ta ki manevi kirlere bulanmayasın. Bir kere bulanmışsan da tevbe et. Zira tevbe suyundan başkası o kire çare olmaz.

59

Uydurma da kendin uy:

Kerdei tevil-i harf-i bikrra

Hîşra tevil kün ney Zikrra 1/1127

Ey dokunulmaması gereken ilâhî sözleri keyfine göre tevile kalkan laübali! Kuran”ı değil kendini tevil et. Onu kendine uydurma, sen ona uy.! O seni düzeltmeye gelmişken senin onu düzeltmeye kalkman ne edepsizlik! Kendin hastayken doktorunu tedaviye kalkman ne abes!

60

Karın yüz karan:

Nârdır hırsından ol fahm-ı siyâh

Gitdi hırsın kaldı fahm-ı pür-tebâh 4/1144

Ey hırsının zebunu olan kişi! O kara kömürü parlak bir ateş gibi gösteren şey senin hırsından başkası değil. Zira hırs taşı elmas gösterir. Yanan ateş güzelliğiyle gözünü alır ama sen o renge değil yaptığı işe bak. Ateşe yaklaşırsan yüzünü ise toza bulamış olursun. Ne sönmeyen ateş var ne geçmeyen heves. Ama ateşten geriye kömür, hevesten geriye de utanç ve yüz karalığı kalır. O halde dikkat!