Tekkeler Kapatılınca Mevlevî Şeyhleri
Tekkeler Kapatılınca Mevlevî Şeyhleri
Mevlevî Sheikhs When Dervısh Lodges were Closed
Sezai Küçük*
Öz
XIII. asrın sonlarında Anadolu’nun ortasında Konya’da kurulan Mevlevîlik kısa sürede diğer Anadolu şehirlerine de yayılmıştır. Şiir, musiki ve sema ile bezenmiş tarikat anlayışı ile Mevlevîlik birer musiki ve sanat merkezi olan tekkeleriyle toplum her kesiminden rağbet görmüş ve XVI. yüzyılın ortalarında köylere kadar ulaşmıştır. Osmanlı sınırları içinde Mısır, Suriye, Irak ve Azerbaycan’dan Avrupa içlerinde Peçu’ya kadar Mevlevî zâviyeleri tesis etmiştir. Zamanla köylerden kasabalara oradan da şehirlere çekilen tarikat, Osmanlının siyasî, sosyal ve iktisadî alanda içine düştüğü sıkıntılardan etkilenmiş, XIX. yüzyıla gelindiğinde Mevlevîhânelerde ilimde, sanatta, musikide ve şiirde temayüz eden Mevlevîlerin sayısı azaltmıştır. Osmanlı Devleti yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1925 yılında tekkelerin kapatılması kararını almasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sınırlarındaki diğer dergâhlar gibi bütün Mevlevî tekkeleri de kapatılmıştır. Mevlânâ Dergâhı müzeye çevrilmiştir. Mevlevîhânelerin kapatılmasıyla buralardaki son şeyhlerin de görevleri sona ermiş, vakıfarı ellerinden alınmış, sadece vefat edinceye kadar mevlevîhânelerin harem dairelerinde kalmalarına müsaade edilmiştir. Görevleri sona eren ve gelirlerini kaybeden Mevlevî şeyhlerinden bazıları çeşitli görevler alırken birçoğu farklı meşguliyetlerle maişetlerini kazanmaya çalışmışlardır. Biz bu makalede 1925 sonrası Mevlevî şeyhlerinin hayat hikâyelerini ortaya koymaya çalıştık.
Anahtar Kelimeler: Mevlevîlik, Mevlevîhâne, Mevlevî Şeyhleri
Abstract
Founded in Konya in the middle of Anatolia at the end of the XIIIth century, Te Mevlevî Order or Mawlawiyya soon spread to other Anatolian cities. Troughout history, Mawlawiyya has been in demand from all segments of society with its lodges, which are centres of music and art, with an understanding of the order adorned with poetry, music and sema and in the middle of the XVIth century, it reached the villages. Mevlevî lodges were established from Egypt, Syria, Iraq and Azerbaijan within the Ottoman borders to Peçu in Europe. In time, the order, which was drawn from villages to towns and then to cities, was afected by the political, social and economic troubles of the Ottoman Empire, and by the XIXth century, the number of Mawlawiyya who excelled in science, art, music and poetry in Mawlawi lodges decreased. When the Republic of Turkey, which replaced the Ottoman Empire, decided to close the dervish lodges in 1925, all Mevlevi dervish lodges were closed, as were all other dervish lodges within the borders of the Republic of Turkey. Mevlânâ Dervish Lodge was turned into a museum. With the closure of the Mevlevî dervish lodges, the last sheikhs in these dervish lodges were dismissed from their duties, their sources of income, their foundations, were taken away from them, and they were only allowed to stay in the harem apartments of the Mevlevî dervish lodges until they passed away Some of the Mevlevî sheikhs, whose duties ended and who lost their income, took on various tasks, while many others tried to earn their livelihood through diferent occupations. In this article, we have been attempting to reveal the life stories of Mevlevî sheikhs after 1925.
Keywords: Mawlawiyya, Mevlevîhâne (Mawlawi Houses), Mawlawi Sheikh
Giriş
Mevlevîlik, XIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ve eserlerinin etkinliği ile sosyo-kültürel ve siyasal ortamlardan da faydalanarak, Mevlânâ adına oğlu Sultan Veled tarafından Konya’da kurulan ve kısa sürede birçok merkezde yayılan ve mevlevîhâneler tesis eden bir tarikattır. (Efâkî, 1989: II, 313, 337, 326; Sahîh Ahmed Dede, 104-192; Gölpınarlı, 1983: 29, 245, 330-335; Tanrıkorur, 2004: 29/474; Önder 1992:5-6)
Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled dönemlerinden itibaren üst düzey yöneticilerle yakınlık içinde gelişip büyüyen ve daha sonraki zamanlarda Sultan Veled soyundan gelen Çelebiler ve Mevlevî şeyhleri vasıtasıyla yayılan Mevlevîlik, XVI. yüzyılın ortalarına gelindiğinde geniş kitlelere ulaşmış ve Anadolu’nun birçok yerinde halkı tamamen Mevlevîlerden oluşan Mevlevî köyleri kurulmuştur. Bu asrın sonlarından itibaren de tarikat küçük yerleşim yerlerinden şehirlere çekilmeye başlamış, vezirler, beyler, paşalar veya zengin eşraf tarafından inşa edilen Mevlevî dergâhlarının, tamirlerini de yine ya bu zevât üslenmiş (Gölpınarlı, 1983:245-246; Göyünç, 1991:351, 355) veya padişah emriyle tamir masrafarı hazineden karşılanmıştır. Ortaya çıkan bu durum Mevlevîliğin XVII. asırdan itibaren adetâ bir devlet müessesesi halini aldığı kanaatini oluşturmuştur. (Gölpınarlı, 1983:248)
Sultan Veled dönemiyle birlikte kurulmaya başlayan ve Osmanlı dönemi ile yaygınlaşan mevlevîhâneler âsitâneler ve zâviyeler diye iki gruba ayrılmıştır. (Gölpınarlı, 1963: 13; Pakalın, 1993: I, 94; Tanman, 1993: III, 485) Mevlevîliğin ilk dönemlerinden itibaren içerisinde çile çıkartılan büyük Mevlevî yapılarına âsitâne denildiği gibi diğer küçük Mevlevî tekkelerine zâviye tâbir olunmuştur. (Veled Çelebi, ty: 822; Uzluk, 1946: 161; Gölpınarlı, 1983: 334) Mevlevîliğin en önemli tekkesi içinde Mevlânâ’nın türbesi bulunan Konya Mevlânâ Dergâhı’dır. (Efâkî, 1989: I, 627; Özönder, 1989: 3) “Huzur, huzûr-ı pîr” diye anılan bu tekke, tarîkatın ilk kurulan dergâhı olmuş, (Efâkî, 1989: I, 440; Gölpınarlı, 1983: 3435; Uzluk, 1971: 383) Osmanlı devleti zamanında “Celâliye Vakıfarı” adıyla müstesnâ vakıfardan sayılmıştır (Gölpınarlı, 1983: 24-25; Ateş, 1992: 29-31).
Tarikatta mûsikî, sema ve şiirin mühim yeri sebebiyle birer musiki ve sanat merkezi olan tekkeleriyle Mevlevîlik, her toplum kesimi tarafından daima rağbet görmüştür. Itrî’den Şeyh Galib’e, Hammamizâde İsmail Dede Efendi’den Zekaî Dede’ye kadar birçok sanat, edebiyat ve musiki üstadı ve mürşid-i kamillerin yetişmesini temin eden bu tarikat, Fuad Köprülünün ifâdesiyle; “Osmanlı’nın fethettiği her bölgeye Türk kültürünü taşıyan birer elçi(lik) görevi” üslenmiş, Osmanlı sınırları içinde Mısır, Suriye, Irak ve Azerbaycan’dan Avrupa içlerinde Peçu’ya kadar Mevlevî zâviyeleri tesis etmiştir (Babinger & Köprülü, 2000; 54-55; Gölpınarlı, 1983: 245-248; Göyünç, 1991: 351-358).
Osmanlı devletinin zayıfaması ve toprak kaybıyla birlikte özellikle Balkanlarda bulunan Mevlevî tekkelerinin mühim bir kısmı kapanıp tarihe gömülmüş, tarikatın yüksek zümreye mal olması ve şehirlere çekilmesi ve vakıfarının azalmasıyla da Anadolu’da Demirci, Marmaris, Niğde, Tavşanlı gibi küçük yerlerdeki mevlevîhânelerden geriye bir zâviye, bir şeyh ve birkaç dervişten başka bir şey kalmamıştır (Gölpınarlı, 1983: 335).
XIX. asır başlarından itibaren ise Osmanlının siyasî, sosyal ve iktisadî alanda içine düştüğü sıkıntılar ve çözülmeler Mevlevîler üzerinde de iyiden iyiye hissedilmeye başlanmış, özellikle XIX. asrın sonları ve XX. Yüzyıl ile birlikte tüm Mevlevîhânelerin vakıf gelirlerinin azalması, meşihatın babadan oğula geçmesi ve post kavgaları sebebiyle dergâhlarda ilimde, sanatta, musikide ve şiirde temayüz eden Mevlevîlerin sayısı oldukça azalmıştır. Bu dönemdeki maddi sıkıntılar mevlevihanelerde ikâmet eden dervîş sayılarını da etkilemiş, dervişlerin, neyzen ve semazenlerin yokluğu sebebiyle tekkelerdeki tasavvufî faaliyetler durma noktasına gelmiş ve çoğu tekkelerde âyin icrâ edecek kadar Mevlevî dervişi bulunamaz olmuştur (Küçük, 2003: 441).
Bütün olumsuzluklara rağmen Mevlevîlik Osmanlı toplumunda XX. yüzyıla girildiğinde tarihten getirdiği hususiyetleriyle, Konya Mevlâna Dergâhı ve İstanbul tekkeleri başta olmak üzere Osmanlının hükmettiği diğer şehirlerde bir müddet daha, Türkiye sınırları içindeki ise 1925 yılında tekke ve zâviyelerin kapatılma kanunu çıkarılıncaya kadar varlığını ve etkinliğini sürdürmüştür.
Mevlevîliğin tarih sahnesine çıktığı XIV. asırdan, içtimâî faaliyetlerinin yasaklandığı 1925 yılına kadar geçen süre içinde Anadolu’da, Balkanlarda ve diğer İslam beldelerinde 100’ün üzerinde Mevlevîhâne faaliyette bulunmuş, tekkelerin kapatıldığı 1925 yılında ise bu dergâhlardan 82 adedinin faaliyette olduğu, bunların 46 adedinin Türkiye sınırları dahilinde bulunduğu tespit edilmiştir (Küçük, 2003: 40-43, 234).
1964 yılında “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhâneleri ve Son Şeyhleri” başlıklı bir makale yayınlayan A. Süheyl Ünver ise, tekkeler kapatıldığı 1925 yılında Türkiye sınırları dahilinde 53 Mevlevîhâne bulunduğunu tespit etmiş ve bu Mevlevîhânelerin son şeyhleri hakkında kısa bilgiler aktarmıştır (Ünver, 1964: 31-38).
a. Islahtan Sedde/Kapanmaya Uzanan Süreç
Kaynaklar Mevlevîlerle Osmanlı Devleti yöneticileri arasındaki ilk ilişkiyi, I. Murad’ın son senelerine götürmektedirler (Göyünç, 1991: 352). Osmanlı devletinde ilk Mevlevîhâne Sultan II. Murad tarafından Edirne’de 839/1435 yılında tamamlanan Muradiye Camii’nin yanına yapılmıştır (VGMA, Defter: 776, 232, 185; Kayaoğlu, 2002: 162). Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden sonra kiliseden çevirilen Kalenderhane Camiini Mevlevîlere tahsis etmiş (Göyünç, 1984: 485-495; Gölpınarlı, 1983: 336-337), 872/1467 yılında Konya Kalesi ile birlikte Mevlânâ Türbesi ve mevcut diğer yapıları tamir ettirmiş ve türbeye bazı vakıfar bağışlamıştır. II. Bâyezit döneminde ise Mevlânâ Türbesi’nin iç süslemeleri yapılmış, 918/1512 yılında da Yavuz Sultan Selim dergâha bir şadırvan yaptırmıştır (Sahîh Ahmed Dede, 1301; KMMA, 68/32). Bu ilişki daha sonraki yıllarda da devam etmiş ve Mevlevîlerin devlet yöneticileri ile yakınlığı neticesinde; Saraybosna Mevlevîhânesi’ni Bosna Sancakbeyi İsa Bey (1440-1463) (Samiç, 1994: XIV, 162-163) Galata Mevlevîhânesi’ni II. Bâyezid dönemi devlet adamlarından İskender Paşa (1481-1512) inşa ettirmiştir (Evliyâ Çelebi, 1985: I,442; Sakıb Dede, 1283: I, 39; Ayvansarayî, 1281: II, 42; Ahmet Rıfat, 1300: VII, 41; Kerametli, 1977: 18-19).
Yine Yenikapı Mevlevîhânesi’ni Yeniçeri Katibi Malkoç Mehmed Efendi (ö. 1056/1646) (Mehmed Ziyâ, ty.: 35), Beşiktaş Mevlevîhânesi’ni Ohrili Hüseyin Paşa (ö. Mayıs 1031/1622) (Ünver, 1978: 166), Kilis Mevlevîhânesi’ni 931/1525’da eşraftan Ali Ağa (Tuncer, 1996: 259-260), Selanik ve Üsküb Mevlevîhânelerini Ekmekçizâde Ahmed Paşa (1026/1617) (Sahîh Ahmed Dede, 162; Uz, 1996: 102), Macaristan Peçoy (Peçu, Peç) Mevlevîhânesi’ni Gazi Hasan Paşa (Mehmed Ziyâ, 1329: 149-152; Gölpınarlı, 1983: 335; Agoston, 1988: 5-9; Alkan & Yurtoğlu, 2018: 107-138), Kayseri Mevlevîhânesi’ni de 1086/1675’te Bayram Paşa tesis ettirmiştir (Evliyâ Çelebi, 1985: IX, 70).
Osmanlı Devleti’nin güçlendiği ve sınırlarını genişlettiği dönemlerde Mevlevîler fethedilen şehirlerde kısa sürede bir mevlevîhânenin faaliyete geçmesini temin etmişlerdir. Mevlevîlik XVI. ve XVII. yüzyıllarda hem Anadolu’da hem de Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu diğer bölgelerde hızla yayılmış ve yukarıda da ifade edildiği gibi Anadolu’nun bazı yerlerinde Mevlevî köyler vücûda gelmiştir. (Bilgin, 1999: II,390) Fuad Köprülü’nün ifâdesiyle:
“Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra da toplumda ve siyâsî çevrelerde etkinliğini sürdüren Mevlevîlik, mûsikî, sema ve şiir gibi üç vasıtaya isnat ettiği tarîkat anlayışıyla, Osmanlı şehirlerinde ve yüksek mahfillerde daima taraftar bulmuş, birer sanat merkezi olan tekkeleri her zaman rağbet görmüş, Mevlevî şeyhleri de mevcut sosyal ve siyâsî nizamı muhafaza ve saraya karşı her zaman itaatkâr davranarak siyâsî ve dînî kıyamdan daima uzak durmuşlardır.”
Mevlevîlik, bu hali ile bir devlet tarikatı görünümü vermiştir.
Osmanlı’nın fethettiği her bölgeye Türk kültürünü taşıyan birer elçi görevi gören Mevlevîler, böylece Osmanlı sınırları içinde Mısır, Suriye, Irak ve Azerbaycan’dan Avrupa içlerinde Peçu’ya kadar her tarafta Mevlevî zâviyeleri açmışlar ve mahdut bazı zamanlar istisna edilirse Mevlevîlik hükümet tarafından aslâ takibata alınmamıştır (Babinger & Köprülü, 2000: 54-55; Gölpınarlı, 1983: 245-248; Göyünç, 1991: 351-358; Özönder, 1995: 241-246).
XVIII. asra kadar Osmanlı devleti taşra yönetiminde merkeziyetçi yapılanmaya sahip şeyh aileleri ve Çelebilerle yakın siyasî ilişkilere girdiği ve yerel güç odaklarının devletin vilayetlerdeki resmî kadroları olarak değerlendirildiği görülmektedir. Bu çerçevede devlet tarafından bahsi geçen ailelere ve çelebilere tahsis edilen büyük ölçekli vakıf gelirleri ile vergi muafiyetleri, hem merkeziyetçi tarîkatları ve bu arada Mevlevîliği iktisadî yönden güçlendirmiş, hem de manevî ve siyâsî otorite arasındaki bütünleşmeyi sağlamıştır (Ocak, 1996: 17-22; Işın, 1995: 52-53).
XV. ve XVI. asırlarda Anadolu’da ve Rûmeli’deki Şiî-Bâtınî cereyanlara karşı Osmanlı devleti Mevlevîlere itibar etmiştir. Sultan II. Murad tarafından 837/1433 tarihinde tesis edilen Edirne Mevlevîhânesinin de bu amaçla tesis edildiği düşünülebilir. (KMMA, 68/32) XVIII. asrın sonları ve XIX. asrın başlarında ise Mevlevîlere olan itimat sebebiyle kendisi Mevlevî olan III. Selim’in de gayretleriyle, Yeniçeri ocağında Bektaşîlerin yerine Mevlevîleri ikame etme düşüncesi almış ve Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla birlikte de kısmen bu gerçekleştirilmiştir (Gölpınarlı, 1983: 269). Özellikle İstanbul’daki mevlevîhânelere zaman zaman padişah ve vezirlerin ziyarete gelmeleri ve teveccühleri de halkın ve yüksek zümrenin Mevlevîliğe karşı ilgisini artırmıştır (Gölpınarlı, 1983: 248).
XIX. yüzyılda siyasi sosyal ve iktisadi kötüleşme ve tarikattaki bozulma sebebiyle Mevlevîlikte şeyhlik bir miras malı gibi henüz çocuk yaşta dahi olsa babadan oğula geçmiş, kardeşler ve diğer Mevlevî şeyh namzetleri arasında çekişmelere sebep olmuş, güç, hatır ve yakınlık geleneğe üstün tutulur hale gelmiştir (Duru, 1952: 158; Küçük, 2013: 95-119). XIX. yüzyılın sonları ve XX. asrın başlarından itibaren bu sıkıntılar had safhaya ulaşmış, Mevlevîhânelere şeyh tayin edilenlerin bazılarında kemalât ve temsil problemleri ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Mevlevîhânelerin çoğu bakımsızlıktan harab olmuş, vakıf gelirleri az veya hiç kalmadığı için de tamir edilememiş, dergâh şeyhleri Çelebi Efendiden ve İstanbul hükümetinden yardım talep etmişlerdir (KMMA, 50/21; 87/12; 55/28; 69/26; 47/20).
Bu yüzyılda Mevlevîler ve Mevlevîhâneler bir taraftan ifade edilen zorlukları yaşarken diğer taraftan da Osmanlı Devleti’nin III. Selim döneminden itibaren başlatılmış olduğu tarikatları ve tekkeleri kontrol altına alma çabasından etkilemişlerdir. Tarikatlarda görülmeye başlayan manevî bozulmaları önlemek için Osmanlı yönetimi tarafından ilk olarak şeyhlerden oluşan bir meclisin kurulduğunu -kuruluş tarihi bilinmemekle beraber- 1793 tarihli bir hüküm haber vermektedir. Kurulmuş olan bu meclisin görevi; itikadı bozuk, fesat çıkaran şeyh ve dervişleri saraya bildirmek, tekke açmak isteyenlerin devletten izin almasını temin etmek ve izinsiz tekke açanları engellenmek, İstanbul ve Bilâd-ı selâse’de (Eyüp, Galata, Üsküdar) tekke açmak isteyen şeyhlerin bu bölgelerde bulunan muteber şeyhlerden onay almasını sağlamaktır (Kara, 2002: 186).
Daha sonraki yıllarda da tekkelerle ilgili düzenlemeler devam etmiş ve 1836 yılında “şeyh ve derviş kıyafetlerin sıradan insanlar tarafından kullanılmaması, sadece tekkelerde ikamet eden şeyh ve dervişlerce giyilmesi” ilan edilerek diğer insanların derviş kıyafetleri ile çarşı pazarda dolaşmaları yasaklanmıştır. Yine bu düzenleme ile dervişlerin nereye mensup olduklarının bilinmesi için müntesip oldukları şeyhleri tarafından kendilerine birer mühürlenmiş tezkire verilmesi istenmiş, tezkiresi olmayanların tekkelere girmeleri engellenmeye çalışılmıştır (Haksever, 2009: 45). Nihayetinde bütün bu ıslah gayretlerinin en mühimi Sultan Abdülazîz döneminde faaliyete geçirilmiş ve daha önce III. Selim ve II. Mahmud döneminde yapılmaya çalışılan tanzim ve ıslah faaliyetlerinin bir neticesi olarak “tarîkatları kontrol altında tutma” düşüncesinin tezahürü olan “Meclis-i Meşâyıh” kurulmuştur (Ergin, 1939: 241-243; Gündüz, 1983: 203-206; Kara, 2013: 302-310; Aydın, 2003: 28/247-248).
Bütün bu olup bitenlerle birlikte Mevlevîler daima devletin yanında bulunmaya ve devlete yakın olmaya gayret göstermişlerdir. Sultan Reşad’ın tahta çıkması ile de Mevlevîler ile devlet arasındaki bu yakınlık zirve dönemlerinden birini yaşamıştır.
Kendisi de bir Mevlevî olan ve tahta çıktığında Abdülhalîm Çelebi’nin kılıç kuşattığı Sultan Reşad, bütün Mevlevîhâneleri tamir ettirmiş, mevlevîlere destek olmuş ve fırsat buldukça mevlevihaneleri ziyaret etmiştir. I. Dünya Savaşı çıkınca da Mevlevîlerin bu savaşa iştiraklerinin Osmanlı ordusunun başarıya ulaşmasına önemli katkı sağlayacağını düşünerek, “Ordunun kuvve-i maneviyesini tezyid (artırmak) ve ahaliyi askerliğe teşvik etmek maksadıyla” Filistin cephesine gönderilmek üzere bir “Mücâhidîn-i Mevlevîyye Alayı” kurulmasını talep etmiş ve Mevlevîler de bu talebi karşılıksız bırakmayarak Mevlevî şeyh ve dervişlerinden oluşan önce bir tabur kurulmuş, sonra iki taburlu bir alay ile Filistin Cephesine gitmişlerdir (Köstüklü, 2002: 213-226; Şafak, 2015: 32).
Mevlevîler Kurtuluş Savaşı yıllarında da Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer almış, Türk Ordusu’na maddî ve manevî destek olmuşlardır. 20 Mart 1923 tarihinde Konya’ya giden Mustafa Kemal Paşa, Mevlânâ Dergâhı’nı ziyaret etmiş ve Mevlevî Âyini dinlemiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu teveccühü 1925 yılında Türkiye sınırları dahilindeki tüm tekkeler kapatılmasına rağmen Mevlânâ Dergâhı’nın müzeye çevrilerek açık tutulmasını sağlamıştır (Kara, 2013: 332). Yine çelebilerden Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Abdülhalîm Çelebi Konya mebusu olarak görev yaptığı gibi, daha sonraki yıllarda Veled Çelebi de Yozgat ve Kastamonu mebusluğu görevinde bulunmuştur. (Gölpınarlı, 1983: 273) Ayrıca Abdülhalîm Çelebi, TBMM’de Mustafa Kemal Paşa’dan sonra en fazla oy alarak Meclis Vekili seçilmiştir (Gölpınarlı, 1983: 181). Ama Mustafa Kemal Paşa’yla olan bütün bu ilişkiler ve yakınlık tekkelerin kapanması esnasında Mevlevî tekkelerinin kapanmadan istisna tutulmasını temin etmemiş ve diğer tekkeler gibi Türk toprakları dahilindeki tüm Mevlevî tekkeleri de kapatılmıştır.
Tekkelerin dolayısıyla da mevlevîhanelerin kapanma sürecini şöylece özetlemek mümkündür: Cumhuriyet’in ilanından sonra Şeriyye ve Evkâf Vekâleti lağvedilmiş, yerine Diyanet İşleri Reisliği kurularak tekke ve zâviyelerin yönetimi 1924 yılında Resmî Gazete’de yayınlanan 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunun 5. maddesinde yer alan; “ Türkiye Cumhuriyeti memâliki dâhilinde bilcümle cevâmi ve mesâcid-i şerîfesinin ve tekâyâ ve zevâyânın idâresine, imam, hatip, vâiz, şeyh, müezzin ve kayyımların ve sâir müstahdemînin tayin ve azillerine Diyanet İşleri Reisi memurdur.” ifadeleriyle Diyanet İşleri Resliği’ne devredilmiştir (Resmî Gazete, 3.3.1924: 24; Kara, 2003: 24; Kara, 2016: 98). Bu kanun ile tekkelerin varlığı ve vazifelilerinin göreve devamı Türkiye Cumhuriyeti tarafından teyit edilmişken 13 Şubat 1925 tarihinde vukûa gelen ve Nakşî-Hâlidî şeyhi Şeyh Saîd’in liderliğinde başladığı kabul edilen “Şeyh Saîd İsyanı” (Kurşun, 2019: 560) tekkelerin kapatılması için bir sebep olarak yeterli görülmüştür. Bu isyan sebebiyle 4 Mart 1925 tarihli Kanunla; “İrtica ve isyana ve memleketin nizâm-ı ictimâîsi ve huzur ve sükûnu ve emniyet ve asayişini ihlale bâis bilumum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı hükümet, reisicumhurun tasdikiyle resen ve idareten men’e mezundur. İşbu efal erbabını hükümet, İstiklal Mahkemesi’ne tevdi edebilir.” şeklinde olan Takrîr-i Sükûn Kanunu yürürlüğe girmiştir (Resmi Gazete, 4.4.1925: 36; Kara, 2003: 102; Kara, 2002: 493).
Mustafa Kemal Paşa 30 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’da yapmış olduğu bir konuşmada tekkeler konusundaki düşüncelerini şu sözleriyle ifade etmiştir: “ Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçekçi yol medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık ergenliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir” (Atatürk, 2006: 659).
Bütün bu olup bitenler tekkelerin ve zâviyelerin tamamen kapatılmasına bir gerekçe olarak gösterilerek 30 Kasım 1925’te çıkarılan 677 sayılı “ Tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanun”la tekke ve zâviyeler kapatılmış ve şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, çelebilik, babalık gibi tüm lakapların kullanılması da yasaklanmıştır (Resmi Gazete, 13.12.1925: 113).
Bu kanuna ilave olarak 5 Eylül 1925 tarihinde çıkarılan ve yayınlanan kararnamede de tekke, zâviye ve türbelerin kapıları mühürlenmesine, esas inşa sebebi cami ya da mescid olanların bu maksatla kullanılmasına karar verilmiştir. Yine aynı kararnameye göre; mektep olarak kullanılmaya uygun olanların mektep olarak kullanılmasına, mektep olarak kullanılamayacak durumda olanların ise satılmasına, tekke ve zâviyelerde bulunan eşyaların kayıtla tespit edilmesine, Müzelik olanlarının İstanbul Evkâf Müzesi’ne gönderilmesine ve buralarda yaşayan şeyhlerin vefat edinceye kadar tekkelerde kalmalarına karar verilmiştir (Resmi Gazete, 5.09.1925; 445-446).
Maalesef uygulama kanunda belirtildiği şekli ile zuhur etmemiş, tekke müştemilatının ve eşyaların kararname ile belirlenen muhafazası çoğunlukla temin edilememiştir. Mevlevî Dergâhlarının bazıları cami, mescid, okul için tahsis edildiği gibi bazıları da karakol, cephanelik hatta zaman içinde spor tesisi olarak kullanılmıştır. Bu kullanımlar esnasında ise çoğu tekke yapıları orijinal özelliğini kaybetmiş, pek çoğu ise ilgisizlik ve bakımsızlık sebebiyle yıkılmış, bir kısmı şehir tadilatları için heba edilmiş, bazıları satılarak, fabrika, depo, ahır gibi tamamen farklı maksatlarla kullanılmıştır.
Tekke ve zâviyelerin kapatılması kararına tasavvuf ehlinin büyük kısmı karşı olmuş, söz konusu kararın yanlış olduğunu düşünmüş ve rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir. Geriye kalanların küçük bir kısmı ise:
“Feyiz bitmiştir. Tekkeleri zorla ayakta tutmanın bir faydası yoktur. Hükümet doğru olanı yapmıştır. Olana uymak gerekir. Allah’ın Hakîm ismi hükümette tecelli eder. Her şey O’nun tecellisidir. Kahrı da hoş lütfu da. İlgili kanunla sadece tekkeler kapatıldı, tasavvuf yasaklanmadı. Dolayısıyla bu damar hayatiyetini sürdürecektir. Tekkeleri kapatmak mümkün değildir. Kâinat dergâhtır. Zikir için özel bir mekâna ihtiyaç yoktur.”
gibi ifadelerle görüşlerini beyan etmişler hatta bazı mutasavvıfar da düşüncelerini şiire dökerek:
“Açarlar bâb-ı Hakk’ı kar’ eden tâlibler ey Hakkı
Hüdâ fettâhtır elbette kalmaz bu kapı muğlak” demiştir (Kara, 2002: 155).
Bütün bu süreçleri yaşayan ve olan bitenleri sessizce seyretmek ve nihayetinde vazifelerini terketmek zorunda kalan mevlevîhânelerin son şeyhleri ve onlarla beraber aileleri ne yapmış, nasıl bir hayat sürdürmüş, tekkeler kapatılınca hangi işler ve görevlerle meşgul olmuştur? Biz bu makalede bu hususları ortaya koymaya çalışacağız. Şunu hemen belirtmek gerekir ki tekkelerin kapatılmasından sonra tekkelerin maddî yapıları ile ilgili olumlu veya olumsuz gelişmeler çeşitli vesilelerle kayıtları geçirilirken, tekke şeyhleri ve onların 1925 yılı sonrası hayat serencâmı maalesef Konya ve İstanbul ve bazı diğer şehirlerdeki Mevlevî şeyhleri dışında -ki bu bilgiler de sınırlıdır- pek tespit edilmemiştir. Bunun bir örneğini A. Süheyl Ünver’in 1964 yılında “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhâneleri ve Son Şeyhleri” isimli çalışmasındaki tespitlerde görmek mümkün olduğu gibi, malumat azlığını daha sonra mevlevîhâneler ve Mevlevî şeyhleri üzerine yapılan çalışmalarda 1925 yılından sonra yaşayan Mevlevî şeyhlerinin hayat hikayelerin tespitinin yapılamamasından da anlıyoruz. Biz bütün bu zorluklara rağmen başta Konya Mevlânâ Dergâhı son postnişini Abdülhalîm Çelebi olmak üzere İstanbul Mevlevîhâneleri şeyhlerinin 1925 yılında tekkelerin kapatılması sonrasındaki durumlarını ve diğer Anadolu mevlevîhâneleri şeyhlerinin -çok sınırlı da olsa- durumlarını ortaya koymaya çalışacağız.
b. 1925 Sonrası Mevlevî Şeyhleri
1. Konya Mevlâna Dergâhı Son Şeyhi Abdülhalîm Çelebi (ö. 12 Kasım 1925)
Konya Mevlânâ Dergâhı’nın ilk yapılarını Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled (ö. 628/1231)’in defnedildiği kabir ve bu kabrin etrafına inşâ edilen birkaç dervîş hücresi oluşturmuştur (Efâkî, 1989: I, 627; Özönder, 1989: 3). Mevlânâ vefat edince babasının yanına defnedilmiş ve Mevlânâ’nın halifesi Çelebi Hüsameddin (ö.684/1285) (Sipehsalar, 1977: 144) Mevlânâ’nın kabri üzerine bir türbe yaptırmış, zamanla türbe etrafında şekillenen yapılarla Mevlevîlik tarîkatının, “huzûr, huzûr-ı pîr” diye anılan bu merkez âsitânesi, tarîkatın ilk kurulan dergâhı olmuştur (Efâkî, 1989: I, 440, 441; Gölpınarlı 1983: 34-35, 330). Beylikler dönemi ve Osmanlı devleti zamanında sürekli destek görerek genişleyen ve vakıfarla desteklenen Mevlânâ Dergâhı 1925 yılında tekkelerin kapatılmasına dair kanun çıkıncaya kadar üç kıtaya yayılmış olan Mevlevî tarikatının yönetim merkezi ve en büyük dergâhı özelliğini taşımıştır (Küçük, 2003: 44-52).
Söz konusu bu süre içinde; soyu Sultan Veled’e mensup (III. Ârif Çelebi (ö.1052/1642) hariç) erkek üyelerden en yaşlısı (Zukûr Çelebi), “Çelebi Efendi” unvanıyla Konya Mevlânâ Dergâhı postuna geçmiş ve tarîkat merkeziyetçi bir anlayışla tekkeler kapatılıncaya kadar 31 Çelebi Efendi tarafından yönetilmiştir (Küçük, 2003: 53-72).
1925 yılına gelindiğinde Konya Mevlâna Dergâhı postunda son postnişin Abdülhalîm Çelebi bulunmaktadır. Mevlânâ’nın 19. kuşaktan torunu olan Abdülhalîm Çelebi, Abdülvâhid Çelebi’nin 1907 yılında vefatı üzerine postnişin olmuştur. Üç yıl kadar bu vazifeye devam ettikten sonra ittihatçıların baskısı ile azledilerek yerine Veled Çelebi (İzbudak) (ö. 1953) tayin edilmiş, Sultan Reşad’ın vefatıyla birlikte de 1919 yılında ikinci defa posta getirilmiş fakat bir yıl sonra yeniden azledilerek yerine birkaç aylığına da olsa Yâkub oğlu Âmil Çelebi getirilmiştir. 1921 yılında son defa Mevlâna Dergâhı postnişini olan Abdülhalîm Çelebi, 1925 yılına kadar bu görevi devam ettirmiş ve dergâhın son postnişini olarak tekkelerin kapatılmasına şahit olmuş ve aynı yıl 12 Kasım 1925 tarihinde (Bayru, 2018:74) İstanbul’da kaldığı bir otelin balkonundan düşerek komaya girmiş ve götürüldüğü Yenikapı Mevlevîhâne’sinde vefat etmiştir. Şeker hastası olması dolayısıyla baş dönmesi sonucu düşerek öldüğü veya siyasî sebeplerle suikasta uğradığı iddia edilmiş ama ailesi hırsızlık için işlenmiş bir cinayete kurban gittiği kanaatini belirtmiştir (Çelebi, 1988: I, 212). TBMM’ndeki özlük dosyasında bulunan ve Oğlu Vahit Çelebi tarafından verilen özgeçmişte, babasının 1925 yılında İstanbul’da Fransız Hastanesi’nde vefat ettiği beyanı vardır (TBMM Albümü, 2010: I, 67, 223).
Kaynaklar bize Abdülhalîm Çelebi’nin Mustafa Kemal Paşa ile sürekli bir yakınlığından bahseder. 23 Nisan 1920’de açılan I. TBMM’ne Abdülhalîm Çelebi Konya mebusu olmuş, meclis başkanlığı için yapılan seçimde Mustafa Kemal Paşa’dan sonra en çok oyu alarak I. Büyük Millet Meclisi reis vekilliğine seçilmiştir. İstiklâl Harbi’ne katılması ve vatana hizmetlerinden dolayı Abdülhalîm Çelebi’ye Yeşil Şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir (TBMM Albümü, 2010: I, 43). Mustafa Kemal Paşa birkaç defa Konya’ya gelmiş, ilk gelişi olan 3-5 Ağustos 1920 tarihinde Mevlâna Dergâhı’nı ziyaret etmiş, Konya mebusu ve I. Meclis Başkan vekili Abdülhalîm Çelebi ile görüşmüştür. 3 Nisan 1922 tarihinde ikinci gelişinde Mevlâna Türbesi’ni ziyaret etmiş, Semâ Âyini seyretmiş, dervişlerle lokma (yemek) yemiştir. Abdülhalîm Çelebi zamanında birkaç defa daha Konya’ya gelen ve Mevlâna Türbesini ziyaret eden Mustafa Kemal Paşa, 17-19 Ekim1925 tarihlerine denk gelen bir gelişinde de Çelebi Efendi’ye “Hediye” olarak bir şapka getirmiş ve Abdülhalîm Çelebi de bu hediyeyi; “Aman Gazim sizin hediyeniz başımızın tacıdır” diyerek Mevlevî sikkesini çıkarıp şapkayı giymiştir. (Bayru 2018: 69-74) Daha önce de 3 Mart 1924 tarihinde Hilafetin kaldırılması ve hanedan üyelerinin yurt dışına sürgün edilmesi sebebiyle Mustafa Kemal Paşa’ya bir kutlama mektubu göndermiş, bu mektubunda Sultan ve ailesini “taun ve bela” olarak nitelendirmiş ve icraatlarında kendilerine başarılar dilemiştir (H. Küçük, 2003: 141).
Abdülhalîm Çelebi’nin I. Meclis mebusluğu yıllarında (1920-1923) satılmak üzere bir kitapçıya bıraktığı halıyı bir vesile ile farkeden Mustafa Kemal Paşa’nın halıyı satın alıp Çelebi’nin evine göndermesi ve o akşam Çelebi’nin evine kahve içmeye gitmesi hadisesi de benzer yakınlığın ifadesi olarak nakledilir. Bütün bu yakınlık emarelerine rağmen II. TBMM’de Abdülhalîm Çelebi’ye yer verilmemiştir. Çelebi de Konya’ya dönerek Mevlâna Dergâhı’ndaki vazifesine devam etmiştir. 1925 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın tekkeleri kapatma kararı arifesinde söz konusu kanun meclise gelmeden önce telaşa kapılan Abdülhalîm Çelebi, meseleyi yerinde tetkik için Ankara’ya gitmiş ve bazı görüşmeler yapmışsa da bir sonuç alamamış ve nihayetinde bütün tekkeler gibi Mevlevî tekkeleri de kapatılmıştır. Tekkelerin ilgasıyla birlikte Mevlevîlik de son bulduğu için makam çelebiliği düşen Abdülhalîm Çelebi, oğlu Muhammed Bâkır Çelebi’yi Halep Mevlevîhânesi’ne postnişin olarak tayin ederek Mevlevîliğin merkezini Halep’de tesis etmiş ve akabinde Konya’dan ayrılarak İstanbul’a gelmiştir. Burada kaldığı Tepebaşı’ndaki Bristol Otel’in balkonundan düşerek komaya giren ve götürüldüğü Yenikapı Mevlevîhânesi’nde 12 Ekim 1925’te vefat eden Abdulhalim Çelebi, buraya defnedilmiştir (Sayar, 2012: 54).
Yukarıda zikredildiği üzere Çelebinin vefatı ile ilgili çeşitli iddialar bulunsa da ailesinin verdiği malumata göre; otelde kaldığı sırada gayrimenkul almak için yanında taşıdığı ve içinde kıymetli taşlar bulunan torbayı çalmak isteyen bir hırsızla boğuşması neticesinde yüksek ihtimalle balkondan düşerek komaya girmiş ve vefatının etmiştir (Sayar, 2012: 52-54: Top, 2007: 274).
Şahabettin Uzluk bu hazin sonu farklı bir şekilde notlarına kaydetmiştir:
“1925 yılında Türkiye’deki tekkeler kapandı. Abdülhalîm Çelebi yeniden makâmından ayrıldı. Geçirdiği sinir rahatsızlığından dolayı hastaneye düştü. 12 Kasım 1925 yılında, uzun zamandır çektiği şeker hastalığından öldü. Cenâzesi Yenikapı Mevlevîhânesi’ne götürüldü. Mevlevî şeyhlerinin iştirâkiyle, çok hazin bir törenle Nâfiz Paşa Kütüphânesi’nin önüne defnedildi” (Şafak, 2008: 116-121).
Hüseyin Vassaf ise Sefine-i Evliyâ isimli eserinde Abdülhalîm Çelebi’nin son anlarından bahsederken vefat sebebini tekkelerin kapanmasına bağlamıştır.
“ Tekkelerin seddi, şeyhlik ve mürîdliğin ilgâsı, Celâliyye Vakfı’nın mâliyeye devri gibi mukarrerât, Abdülhalîm Çelebî’yi me’yûs ederek muhtellü’ş-şu‘ûr oldular. Sakal ve bıyıklarını, Sultân Dîvânî gibi tıraş ettiler. İstanbul’da sâkin bulundukları otelin penceresinden kendilerini attılar. Hastahânede vefât ettiler. Sene 1344/1925. İrtihâli hîninde, “Edriknî Yâ Muhammed, edriknî yâ Alî!” demişlerdir. Nâşını hastahâneden otomobil ile Yenikapı Mevlevîhânesi’ne nakl eylediler. Orada techîz ve tekfîn edilip, mahfelin dış tarafına ihzâr olunan kabre defn eylediler. (Rahmetullâhi aleyh), Nâzik, halûk, tab’-ı kibârâneye mâlik bir zât idi. Ba‘zı mertebe, lâubalîlikleri görülmüş ise de Cenâb-ı Hak, inşâllâh sabrı yüzü suyu hürmetine afv buyurmuştur” (Vassaf, 2006: I/402).
Bir Fransız gazeteci olan Paul Gentizon (ö. 1955) da Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu isimli eserinde Abdülhalîm Çelebi’nin vefatı hadisesini şöyle nakletmiştir:
“Mevlevîlerin başı Celaleddin-i Rumî’nin torunlarından olan, binlerce kişiyi yedi yüzyıl sema yaparken döndüren kutsal heyecanın son mirasçısı Konya’nın Büyük Çelebisi Mevlevî Halim’e gelince tekkelerin kapanması karşısında pek şaşırdı. Tıpkı haşhaşın efkâr dağıtıcı zehrinin ani yıkımına dayanamayan afyonkeşler gibi o da kendini dönmenin neşesinden sonsuza kadar yoksun bırakan bir önlem karşısında ruhunun altüst olduğunu hissetti. Konya’yı terk etti. Birkaç gün sonra İstanbul’da görüldü. Belki son kez Cumhuriyetin modernleşme kararına uymaya çalışıyordu. Sakalını kestirdi. Giysisini değiştirdi, redingot giyindi. Bu kılıkla Beyoğlu’nda Emperyal Otel’in üst katında oturmakta olduğu odasına döndü. Bu sırada ne olup bittiğini bilinmiyor ama olabilir ki kendini uydurmaya çalıştığı bu değişimi dayanılmaz buldu ya da birden sema yapma krizine kapılıp da otel odasını tekke sanıp kollarını açarak başı eğik dönmeye başladı. Belki de kendinden geçme hali içinde, neyin titrek sesi, kudümün ritmi ve Mesnevî dizelerinin sihrini duyar gibi oldu. Bir an kanatlarını çırptığını, uçararak gök kubbenin altında kaybolduğunu sandı. Ama gerçek şu ki; düştüğü görüldü. Yemek salonunda bulunan turistler koştular. Yıldızlar ülkesinden gelen Büyük Çelebi kanlar içinde can çekişiyordu” (Gentizon, 1994: 126-127).
Yenikapı Mevlevîhânesinin son şeyhi Abdülbâkî Dede de Abdülhalîm Çelebi’nin hazin vefatına bir şiir ile tarih düşmüştür:
İbn-i Mevlânâ-yı Rûmî Hazret-i Abdülhalîm
Saldı cümle bendegânın hüzn ü ye’s ü firkate
Gül-bün-i ra’nâ-yı bâğ-ı Mevlevî’yken hayf kim
Uğradı âlemde hep bâd-ı semûm-ı mihnete
Yıkdı nahl-i nâzenîn-i kâmetin tîr-i kazâ
Cümleten ahbâbını saldı zalâm-ı hasrete
Gûşe-gîr-i beyti’l-ahzân oldu ol şâh âkıbet
Bir nice âlâm ile düşdü diyâr-ı gurbete
Dergeh-i bâb-ı cedîde hasta hâliyle gelüp
Rûh-ı pâkin eyledi teslîm-i Rabb-i rahmete
Tâir-i gül-şen-serâ-yı cennet oldu lâ-cerem
Cedd-i pâki rahm idüp aldı harîm-i kurbete
Çıkdı bir er söyledi târîhini Bâkî hemân
İbn-i MevlânâHalîm irdi şehîden vuslata
El-fakîr el-hakîr muallim-i muhtâc-ı talîm
Bende-i bendegân-ı Mevlânâ Abdülbâkî (Vassaf, 2006: V/402)
2. İstanbul Mevlevîhâneleri Son Şeyhleri
Yukarıda değinildiği üzere Mevlevîlik, Osmanlı devletinin pay-ı tahtı olan İstanbul’da ilk tekkesini Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) zamanında Kalenderhâne Zâviyesi olarak dervişlere tahsis edilen mekânda açmıştır (Tanman, 1994: 178; Gölpınarlı, 1983: 336-337). Daha sonra 897/1491 senesinde II. Bâyezid dönemi devlet adamlarından İskender Paşa Galata Mevlevîhânesi’ni (Kerametli, 1977: 18-19) 1006/1597 yılında, Yeniçeri Katibi Malkoç Mehmed Efendi Yenikapı Mevlevîhânesi’ni (M. Ziya, 1329: 35) 1030/1621 yılında, Ohrili Hüseyin Paşa Beşiktaş Mevlevîhânesi’ni (Zâkir Şükrü Efendi, 1981: V, 107; Ünver, 1978: 166) 1031/1622 senesinde, 1032/1623-1041/1631 tarihleri arasında Sırrî Abdî Dede Efendi Kasımpaşa Mevlevîhânesi’ni (Yücel, 1979: 77-86) 1205/1790 senesinde de Halil Nûman Dede Üsküdâr Mevlevîhânesini kurmuştur (Vassaf, 2006: V, 225; Tanrıkorur, 2004:29/469-470).
Bu Mevlevîhânelere eski kaynaklarda Fatih Mevlevîhânesi ismiyle geçen Âbid Çelebi (ö. 903/1497) Tekkesi’ni, (Tanman, 1988: I, 308) Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâmesinde Eyüb Mevlevîhânesi olarak zikredilen Zâl Mahmud Paşa Türbesi civarında Sultan Mustafa’nın bidâyet-i culûsunda Yeniçeri Ocağı Başçavuşu Kara Mizah’ın inşa ettirdiği mevlevîhâneyi (M. Ziya, 1928: II, 219) ve 1229/1814’te Dolapçı lakabıyla anılan ve Kasımpaşa Mevlevîhânesi dervişlerinden olan Mehmed Dede (ö. 1240/1824)’nin Eyüp’te Gümüşsuyu civarında İdris Köşkü diye marûf mekanda kurduğu mevlevîhâneyi de (Nasır Dede, II, 71; Gölpınarlı 1983: 339-340) ilave edersek 1925 yılına kadar geçen sürede İstanbul’da sekiz mevlevîhâne faaliyet göstermiştir diyebiliriz.
İstanbul mevlevîhâneleri Mevlevîlik tarihinde Konya Mevlâna Dergâhı’ndan sonra en etkili tekkeler olmuştur. Mevlevîhâneler için kullanılan Edebiyat Fakültesi, Musiki Konservatuarı ve Sanat Akademisi nitelemesi bu Mevlevîhâneler için isabetli bir tabir olmuştur. Bu mevlevîhânelerin tarihi boyunca irfanda, sanatta, musikide ve edebiyatta Itrî’den Şeyh Galib’e, Hammâmîzâde Îsmâil Dede Efendi’den Zekâî Dede’ye kadar çok önemli isimler yetişmiştir (Küçük, 2003: 107).
Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına gelindiğinde Galata Mevlevîhâne’sinde Ahmet Celaleddin Dede (Baykara), Yenikapı Mevlevîhânesinde Abdülbaki Dede (Baykara), Üsküdar Mevlevîhânesinde Ahmet Remzi Dede (Akyürek), Bahariye Mevlevîhânesinde Selman Dede (Tüzün)’ye vekaleten Bahaddin Dede, Kasımpaşa Mevlevîhânesinde ise Seyfeddin Dede postnişin olarak görev yapıyordu.
a. Remzi Dede (Akyürek) (ö. 20 Kasım 1944)
Mutasavvıf, şair ve Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişini Ahmet Remzi Dede ilmî, tasavvufî dirayeti, edebiyattaki yetkinliği ve özellikle de Mevlevî tarikatı içinde son dönemde üslendiği misyonu ile dikkat çekmiş önemli bir isimdir.
Ahmet Remzi Dede, 1289/1872 yılında Kayseri Mevlevîhânesi’nde doğmuştur. Babası elli yıl kadar Kayseri Mevlevîhânesi’nde şeyhlik yapan Atâullah Efendi (ö.1332/1913)’dir (Mazıoğlu, 1987: 1-2; Tezeren, 1983: 6-7; İnal, 1970: VIII, 1408; Haksever, 2002: 42-54).
Ahmed Remzi Dede, sıbyan mektebini ve Rüştiye’yi bitirdikten sonra babasından ve Kayseri’deki bazı âlimlerden özel dersler almış ve 1310/1894-95 senesinde İstanbul’a gelmiş ve Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Mehmed Celâleddin Dede’ye intisab etmiştir. İstanbul’da bir yıl kadar Dîvân-ı Muhâsebât’ta çalıştıktan sonra Kayseri’ye geri dönmüştür (Olgun, 1995: 29). II. Meşrutiyetin ilanından sonra Konya’ya gitmiş, Konya’da kaldığı bir yıllık süre zarfında çelebizâdelere Mesnevî dersleri vermiştir (Mazıoğlu, 1987: 3-4; Tezeren, 1983: 6-7; İnal, 1970: VIII, 1408).
A. Remzi Dede 1326/1909 senesinde vekâleten Kütahya Ergûniye Mevlevîhânesi’ne şeyh tayin edilmiş, (KMMA, 49/15; Mazıoğlu, 1987: 4) yaklaşık dokuz ay burada vazife yaptıktan sonra Kastamonu Mevlevîhânesi’ne asaleten şeyh olarak görevlendirilmiş, oradan da Halep Mevlevîhânesi’ne şeyh olarak tayin edilmiştir (Mazıoğlu, 1987: 4; İnal, 1970: VIII, 1408).
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Halep Mevlevîhânesi’nde postnişin olan Ahmed Remzi Dede teşkil olunan Mevlevî Alayı’na katılmış, alayla beraber Şam’a gitmiş ve Mevlevî Alayında Ahlak ve Din Dersleri vermiştir (Vassaf, 2006: V, 277-278). Mevlevî Taburu’ndaki üstün gayretleri sebebiyle de Harp Madalyası beratı ve nişanına layık görülmüştür (Mazıoğlu, 1987: 5). I. Dünya Savaşı sonrası Halep işgal edildiği için 1338/1919-1920 yılında İstanbul’a dönmek zorunda kalan A. Remzi Dede, aynı yıl Üsküdar Mevlevîhânesi’ne şeyh tayin edilmiştir (el-Gazzî, 1991: II, 263; Vassaf, 2006: V, 278).
Hüseyin Vassâf’ın; “gayet zeki, şen ve şâtır, meclis-ârâ, fevkalade kuvve-i hafızaya mâlik, ihâta-i külliye sahibi bir nadir-i hilkattir. Zârifâna ve nükte-perdâzâne latifeleri bezm-i sohbete revnâk verir, yazdığını bilir, okuduğunu anlar, urefâ-y kirâmdandır. Hakâyık-ı dakâyık-ı tasavvufiyyeyi hakkıyla idrak etmiş meşayıh-ı Mevlevîyyedendir. Gayet temiz giyinir, her yere gitmez, istitarı sever, rahîmü’l-kalb, vefâkâr, edîb, halûk bir zât-ı âlî-kadrdir.” diye övdüğü A. Remzi Dede, Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhliği sırasında Meclis-i Meşâyıh azalığında bulunduğu gibi, Medresetü’l-İrşad’da da tasavvuf müderrisliği yapmıştır.
2 Eylül 1925’te tekkelerin kapatılması kanununun yürürlüğe girmesiyle birlikte tekkesi kapanan A. Remzi Dede, Üsküdar Selim Ağa Kütüphanesi baş memurluğuna tayin edilmiş, burada da yoğun bir gayret içinde olmuş, kütüphanedeki kitapları tanzim ve tasnif etmiş, ilgisini çeken bazı Arapça ve Farsça eserleri tercüme etmiş, Bursalı Mehmet Tahir’in Osmanlı Müelliferi isimli eserine ve Mevzuât-ı Ulûm’a bir fihrist yapmış, kütüphaneye koymuştur (Vassaf, 2006: V, 282). Bu görevi esnasında da halkı irşadı elden bırakmamış ve Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nde Cuma hutbelerini okumuştur.
A. Remzi Dede, on yıla yakın vazife yaptığı Üsküdar Selim Ağa Kütüphanesi’ni ilim, irfan ve kültür merkezi haline getirmiş, yaşlılığı sebebiyle Şubat 1937 tarihinde buradan ayrılmış, Ankara’ya kızının yanına gitmiştir. Ankara’da da Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ricası üzerine Ankara Eski Eserler Kütüphanesi’nde müşavirlik görevinde bulunmuştur (Mazıoğlu, 1987: 6-7). Ankara’da bulunduğu yıllarda üst üste geçirdiği zatürreeden hayli yorgun düşen A. Remzi Dede vefatına yakın Kayseri’ye gitmiş ve 20 Kasım 1944 tarihinde vefat etmiş, (Mazıoğlu, 1987: 7; Haksever, 2002: 7) baba ve dedelerinin metfûn olduğu Seyyid Burhaneddin Türbesi mezarlığına defnedilmiştir (Ünver, 1964: 38).
İyi derecede Farsça ve Arapça bilen A. Remzi Dede, hayatı boyunca birçok eser vermiş bir müellif olmakla beraber, (Mazıoğlu, 1987: 7-11; Haksever, 2002: 92-98) divan edebiyatının nazım şekillerinin ve türlerinin tamamını kullanan ve halk edebiyatında da şiirler yazan kuvvetli bir şairdir (İnal, 1970: VIII, 1408-1410: Mazıoğlu, 1987: 1-11).
b. Abdülbaki Dede (Baykara) (ö. 1935)
Abdülbâkî Dede, 15 Ramazan 1300/20 Temmuz 1883’te Yenikapı Mevlevîhânesi’nde dünyaya gelmiştir. Babası Mehmed Celaleddin Dede ve etrafındaki alimlerden ders alarak yetişmiş, babasından Mesnevi okumuş, mesnevihanlık icazetini de Şeyh Elîf Efendi’den almıştır (Vassaf, 2006: I, 251). Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Mehmet Celâleddin Dede 30 Rebî’ulâhir 1326/17 Mayıs 1908 Cumartesi akşamı vefat edince yerine oğlu Abdülbaki Dede posta tayin edilmiştir (Zâkir Şükrü Efendi, 1981: V, 26-28; M. Ziya, 1329: 242-248; İnal, 1970: II, 940).
Abdülbâki Dede’nin Yenikapı Mevlevîhânesi’ndeki postnişinliği babası Mehmed Celaleddin Dede’nin rahatsızlığı sebebiyle vekaleten olmak üzere 1320/1903’e kadar uzanır (M. Ziya, 1329: 266-267; Erdoğan, 2003: 54-55). Asaleten posta tayin edildiğinde meşîhatnamesi dergâhta geniş bir davetli grubunun huzurunda kendisine tevdî edilmiştir (M. Ziya, 1329: 266; Ahmet Remzi, 1329: 38-39).
Onun zamanında Yenikapı Mevlevîhânesi, Mevlevîliğin İstanbul’daki en önemli kurumlarından biri olması yanında, savaş yıllarında da ihtiyaca binaen Balkan ve Çanakkale savaşlarında hastane olarak kullanılmıştır (Işın & Tanman, VII, 480). Abdülbâki Dede de I. Dünya savaşı yıllarında orduya moral için teşkil olunan Mücahidin-i Mevlevîyye Alayı’na binbaşı rütbesiyle katılmıştır (Ergun, 1936: II, 729; İz, 1975: 62).
Yenikapı Mevlevîhânesi’nin dînî hükümlerine bağlılığı sebebiyle Nakşî-Halidî tekkesi gibi vasıfandırıldığı bir ortamda yetişmiş olan Abdülbâki Dede hayatında da aynı hassasiyeti tatbik etmiştir (M. Ziya, 1329: 196; Erdoğan, 2003: 106). Diğer yönden de musîkîdeki mahareti ile babası Celaleddin Dede gibi bazı manzumeleri bestelenmiştir (Ergun, 1943: 688-689).
1925 yılına kadar Yenikapı Mevlevîhânesinde posnişin olan Abdülbâki Dede, tekkelerin kapatılması ile buradaki görevi sona ermiş ama diğer Mevlevî tekkelerde olduğu gibi kayd-ı hayat şartıyla tekkenin harem dairesinde ikamete devam etmiştir. Dergâhın şeyh dâiresi mektebe çevrilmiş, semâhâne ve türbe mühürlenmiştir. Dergâhın bütün gelirleri de elinden alındığı için Abdülbâki Dede geçim sıkıntısı çekmiştir. Geçim sıkıntısını izale için çeşitli yollar arayan Abdülbaki Dede, bir süre Kütüphaneler Tasnif Komisyonu üyeliğinde bulunmuş, İstanbul Türk Ocağı Müdürlüğü, Halk Fırkası’nda memurluk ve Edebiyat Fakültesi Farsça hocalığı görevleri yapmıştır. Darülfünun üniversite olunca görevine son verilmiş, son olarak Makriköy Bezezyan İdadîsi (Bakırköy Ermeni Lisesi) Edebiyat öğretmenliği yapmıştır (Vassaf, 2006: V/253; Haksever, 2005: 395-396).
Bu yıllardaki hissiyatını bir şiirle dile getiren Abdülbâki Dede’nin “Oldum” redifi şiirinde ifade ettikleri o yıllarda aynı akıbeti paylaşan Mevlevî şeylerinin hissiyatı olarak mütala edilebilir. Bir rivayete göre bu şiir Mustafa Kemal Paşa’ya da okunmuş ve o da gülüp geçmiştir:
Unuttum ebcedi bilmem Latince harf ile yazmak
Bugün bâzîçe-i nâçiz-i etfâl-i cihân oldum
Abâ bonjur silindir şapka oldu sikke-i monlâBu uydurma kıyafetlerle rüsvây-ı cihân oldum (Erdoğan, 2003: 297-298, 159).
Abdülbaki Dede tekkelerin kapanmasına rıza göstermemiş, gerçekleştirilen inkılaplara da mesafeli durmuş, hatta bazı eliştiriler ortaya koymuştur. Abdülbaki Dede şapka ınkılabını hemen benimseyip başına foter koyan Veled Çelebi’nin bu tutumunu latife ile karışık şöyle eleştirmiştir:
Başında şapka silindir elinde eldiveni
Aman bakın ne kadar yosmadır Veled Çelebi
Gören şu şekl ü kıyafetle zât-ı pâkini derLatin hurûfu ile sanki basma bir Halebî (Erdoğan, 2003: 332).
Abdülbâki Dede (Baykara) Bakırköy Ermeni Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliğine başladıktan kısa bir süre sonra 28 Şubat 1935 Perşembe günü 52 yaşında yaşında vefat etmiş, (Ergun, 1936: II, 728) ertesi günü cenazesi Yenikapı Mevlevîhânesine götürülmüş, cumartesi günü de Merkez Efendi Camii’nde öğle vakti kılınan cenaze namazı ile Yenikapı Mevlevîhânesi’nin bitişiğinde bulunan Hamuşân Mezarlığı’na defnedilmiştir. Böylece tekkeler kapatıldığında 42 yaşında olan ve ömrünün geri kalan kısmını çeşitli sıkıntı ve zorluklara göğüs germekle geçiren ama ırsi olan astım rahatsızlığı ve geçim darlığı meşakkati sebebleriyle bunalan Abdülbaki Dede’nin bir şiirinde söylediği “Alsa harîm-i izzete bârî Hüdâ beni” duası kabul olmuştur (Vassaf, 2006: V/253; Erdoğan, 2003: 70-75).
Nây-ı Mevlânâ gibi zâr u nizâr oldum yine
Derd ü firkatle mücessem âh u zâr oldum yineCüst -u- cû-yı mihr-i rûy-ı yâr idüp şeb-tâ-seher
Mâh-veş ben sâyir-i burc u medâr oldum yineGöl göl itdim sînemi zahm-ı firâk-ı yârdan
Vakt-i sermâda acâyib nev-bahâr oldum yineHecr-i şemsü’l-aşkla mânend-i Mevlânâ-yı Rûm
Devr idüp gerdûna döndüm bî-karâr oldum yineGül-şen-i ümmîd şimdi gerçi bir vîrânedir
Ben o gül-şende hezâr-ı nağme-kâr oldum yineİstemezdim söylemek sûz u güdâz-ı aşkımı
Âh bilmem ki neden bî-ihtiyâr oldum yineNerde tâc-ı devletin Bâkî didim âyînede
Kendimi kendim görünce şerm-sâr oldum yineMevlevî bendesi Abdülbâkî (Vassâf, 2006: V/253-254).
c. Ahmet Celaleddin Dede (Baykara) (ö. 5 Ekim 1946)
Ahmet Celaleddin (Baykara) Dede, 1910’da Mehmed Atâullah Dede’nin vefatıyla yerine Galata Mevlevîhânesi postuna geçmiştir. (Vassaf, 2006: V, 271-272) Üsküdar Mevlevîhânesinde şeyh iken 1908 yılında vekâleten, 1910 yılında da Galata Mevlevîhânesine asaleten tayin edilmesi ile birlikte Ahmed Celaleddin Dede, Cuma günlerini Galata Mevlevîhânesinde, diğer günlerini ise Üsküdar’da Mevlevîhânesi’nde hizmette bulunmuştur. Onun zamanında Galata’da Mevlevîhânesi İstanbul’a tahsil için gelmiş çelebiler başta olmak üzere pek çok musîkî üstâdı için bir merkez halini almıştır (Uzluk, 1989: 298).
Arapça, Farsça ve Türkçe’ye tam manasıyla vâkıf olan Ahmed Celaleddin Dede, bu üç dilde de şiirler tertip etmiş fakat şiirleri bir araya toplanamamıştır (Ergun, 1936: I, 274). Sefîne-i Evlîyâ’da Hüseyin Vassâf bu özelliklerine de işaretle şunları nakletmektedir:
“Elsine-i selêsede inşâd-ı nazma kâdir bir şâir-i mâhirdir. Kavâid-i Arabiyyeye vukûf-ı tâmmı vardır. Hâfızasında birçok ehâdîs ve âsâr ve ale’l-husûs Mevlevî güftârı olup, meclis-i sohbetlerinde îcâb-ı hâle göre bahsetmek mu’tâdlarıdır. Ricâl-i Mevlevîyye menâkıbına ve terâcim-i ahvâline hakkıyla vâkıf bir zâttır” (Vassâf, 2006: V/271).
Tekke ve zâviyelerin kapatılmasının ardından Üsküdar’daki evine çekilen Ahmed Celaleddin Dede, bütün Mevlevîlerin hissiyatını dile getircesine;
“Âsumândır kubbesi hep ahterân âvîzesi
En ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhtır
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hakk
Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhtır.”
dörtlüğünü söylemiştir (Şehsuvaroğlu, 1974: 83) şiiriyle ifade etmiştir.
Yine Hüseyin Vassâf; Ahmed Celâleddîn Dede ile ilgili Sefîne-i Evliyâ’da Üsküdâr Mevlevîhânesi son şeyhi Ahmed Remzi Dede’den de naklen şu satırları kaydetmiştir: “Peder-i büzürkvârîlerinin meşîhati Mısır Hângâhı’na tahvîl eylediğinden, ulemâ-yı Kâhire’den tahsîl-i kemâlât-ı ilmiye vü mâ’neviyye etmiş, mahfûzât-ı kesîr, ma’lûmât-ı vefîr, ale’l-husûs menâkıb-ı ricâl-i Mevlevîyye’ye bi-hakkın vâkıf, edebiyyât-ı Arabiyye vü Fârisiyye’de yed-i tûlâ sahibi, mecma’-ı maârif-i tasavvufta yektâ, elsine-i selâsede ş i ’r ü inşâsı bî-hemtâ, fâzıl-i mütebahhir bir merd-i dânâdır. 1328 (1910)’de Üsküdar Zâviyesi’nden Galata Âsitânesine terfî’ ve i’lâ buyurulup, el-yevm o hânkâh-ı âlîde câ-nişîn, şârih-i Mesnevî, çeşme-sâz-ı feyz-i Mevlevî bir şeyh-i celîlü’l-kadrimizdir” (Vassâf, 2006: V/274).
Ahmed Celâleddîn Dede’yi yakından tanıyanlar onun ilmî faziletlerle muttasıf, güzel bir ahlâka sahip, ağır tabîatlı, vakûr ve temkini ile bilinen kemâl sahibi bir kimse olduğunu nakletmişlerdir (İnal, 1970: I, 329).
Ahmed Celaleddin Dede, Mesnevî-i Şerîf’in inceliklerine hakkıyla vâkıftır. Bu hususta yine Hüseyin Vassâf; “Ahmed Celâleddîn Dede Efendi ağır tabîatlı, sâhib-i vakâr bir şeyh-i kerâmet-âsârdır. Mesnevî-i şerîf hakâyıkıyla ve dakâyıkıyla tedrîse muktedirdir. Üsküdar’daki mevlevîhâne civârındaki hânelerinde beytûtet ederler. Zamânımızda mâ-bihi’l-iftihâr hükemâ ve urefâ-yı meşâyıhdandır. Şöhretten müctenib ve inzivâya râgıbdır. Uzuna karîb boylu, kumraldan beyâza dönmüş kısa sakallı, melîhu’l-vech bir zât olup, sikke-i şerîfeyi kaşlarının üstüne kadar indirmek mu’tâdlarıdır.” demektedir (Vassaf, 2006: V, 274).
Veled Çelebi İzbudak, Feridun Nafiz Uzluk, Şehâbettin Uzluk, Necmeddîn Okyay gibi sanat ve ilim erbâbı onun meclisinden hiç ayrılmamıştır. Ahmed Celaleddin Dede’nin dönemin Mevlevî şeyhlerinden Bahariye Mevlevîhânesi postnişini Hüseyin Fahreddîn Dede ve Yenikapı Mevlevîhânesi postnişîni Mehmed Celâleddîn Dede, Abdülbâkî Dede ile sıkı bir münasebet içinde olduğu nakledilir. Mevlevîlerle birlikte diğer meşâyıh ile de irtibatı ve muhabbeti bilinmektedir. Özellikle son dönem Hamzavî-Melamî büyüklerinden Abdülkâdir-i Belhî’ye muhabbeti nakledilmektedir (Özemre, 1997: 79).
Ahmed Celâleddîn Dede vefâtına kadar, bir irfan yuvası haline gelen evinde sohbet meclisleri tertîb etmiş, ilmî-edebî eserleri okumak ve okutmakla meşgûl olmuştur. 5 Ekim 1946 tarihinde vefât etmiştir. Kabri Üsküdar Karacaahmet Kabristanı’nda Miskinler Tekkesi’nin arkasındadır (Şafak & Öz, 2007: 159).
d. Seyyid Mehmed Seyfeddin Dede (ö. ?)
İstanbul’da kurulan Mevlevî dergâhları arasında kuruluş tarihi bakımından dördüncü sırayı alan Kasımpaşa Mevlevîhânesi, XVII. yüzyılın ikinci çeyreğinde Sırrî Abdî Dede Efendi (ö. 1041/1631) tarafından inşâ ettirilmiştir. (Nev’izâde Atâî, 1268: 765; Sahîh Ahmed Dede, 161) Daha sora sırayla Dergâhta Abdî Dede’nin halefi İbrahim Dede (ö.1048/1638), Kasım Dede (ö. 1051/1641), Abdî Dede’nin oğlu Seyyid Halil Dede (ö. 1088/1677), Seyyid Halil Dede’nin oğlu Seyyid Mehmed Dede (ö. 1130/1717), Seyyid Mehmed Dede’nin oğlu Seyyid Halil Sâlik Dede (ö. 1135/1722), Şeyh Safi Mûsâ Dede (ö.1157/1744), Mûsâ Dede oğlu Mehmed Şemseddin Dede (ö.1174/1760), Neyzenbaşı Arabzâde Ali Dede (ö.1181/1767), Midillili Hekim Ali Dede (ö.1190/1776), Mehmed Sadık Dede (ö.1192/1778), Mûsâ Dede (ö.1212/1797’den sonra), Semahat Ömer Dede (ö. 1214/1799), Mûsâ Dede (tekrar), Mevlânâzâde Şeyh Mehmed Dede Efendi (1211/1796), Semâhat Ömer Dede (tekrar), Molla Dede (ö.1211/1796’dan sonra), Seyyid Ali Dede (ö. 1243/1827), Mehmed Şemseddin Dede (ö. 1268/1852) ve Seyyid Ali Rızâ Dede (ö. 1325/1907) (Küçük, 2003: 162-175), oğlu Mehmed Şemseddin Dede ve son şeyh olarak Seyyid Mehmed Seyfeddin Dede postnişin olmuşlardır. Kasımpaşa Mevlevîhânesi kapatıldığında post makamında Mehmed Seyfeddin Dede bulunuyordu. Halk arasındaki yaygın inanışa göre konuşma ve yürüme çağına geldiği halde konuşamayan, yürüyemeyen çocukların Seyfeddin Dede’nin tespihinden geçtikten sonra şifa bulduğuna inanılmıştır. Seyfeddin Dede’nin postu ile beş yüzlük tesbihi uzun süre orada kalmış ve sonra kaybolmuştur (Yücel, 2015: 214).
Hüseyin Vassaf Sefîne-i Evliyâ’da “Şeyh Ali Efendi sinîn-i medîde icrâ-yı meşîhat eyledi. Âhir-i vaktinde makâm-ı hayrete düşüp, istiğrâkta kalmıştır.” Kaydını düştükten sonra “Seyfeddîn Dede Efendi mûmâileyhin mahdûmudur. Elyevm post-nişîndir.” diye nakletmiştir (Vassaf, 2006: V/299).
e. Muhammed Bahaeddin Dede (ö. 1937)
Beşiktaş (Daha sonra Bahariyeye taşınınca Bahariye Mevlevîhânesi) Mevlevîhânesinin kurucusu Ohrili Hüseyin Paşa (ö. Mayıs 1622)’dır. Beşiktaş Mevlevîhânesinin ilk Şeyhi Ağazâde Mehmed Hakîkî Dede (1063/1652)’dir (Şeyhî Mehmed Efendi, 1989: III, 550; Zâkir Şükrü Efendi, 1981: V, 107; Ali Enveri, 1309: 8-9; Vassaf, 2006: II, 26-37, V, 177). Ağazade Mehmed Dede’den sonra XIX. yüzyıla gelinceye kadar dokuz postnişin Beşiktaş Mevlevîhânesi meşîhatinde bulunmuştur. Bunlar sırasıyla; Şeyh Süleyman Dede (ö. 1065/1654), Hasan Dede (ö. 1071/1660), Nâcî Ahmed Dede (ö.1122/1710), Çengî Yusuf Dede (ö.1080/1669), Eyyûbî Mehmed Memiş Dede (ö. 1136/1723) Memiş Dede oğlu Ahmed Dede (ö. 1177/1763) Memiş Dede oğlu Mehmed Sâdık Dede (ö. 1178/1764), Abdülahad Dede (ö. 1180/1766), ve Trabluslu Ahmed Dede (ö. 1185/1771), Yusuf Zühdî Dede (ö. 1232/1816), Mahmud Dede (ö. 1234/1818), Mehmed Kadrî Dede (ö. 1267/1851), Mehmed Saîd Dede (ö. 1270/1853), Hasan Nazîf Dede (ö. 1278/1861) ve Hüseyin Fahreddin Dede (ö. 1911)’dir (Küçük, 2003: 136-162).
Bahariye Mevlevîhânesi postnişini (Küçük) Hasan Nazif Dede Efendi (1879-1916) çocuksuz olarak vefat edince mevlevîhânenin şeyhliği Selman Tüzün’e kalmıştır. Selman Tüzün, Hasan Nazif Dede’nin kız kardeşinin oğludur. Selman Tüzün’ün de yaşı küçük olduğu için ona önce Afyon Çelebilerinden Ahmed Dede vekalet etmiş, Ahmed Dede’den sonra da Konya Çelebilik makamı, Bahariye Mevlevîhânesi’ne vekâleleten (1917’den sonra) Bilecik Mevlevîhânesi şeyhi Bahaeddin Dede’yi şeyh tayin etmiştir. Bu tayinle Bahaeddin Dede, Bilecik Mevlevîhânesi’ndeki şeyhlik görevinin yanı sıra Bahariye Mevlevîhânesi’nin postnişinliğine de vekâlet etmiştir (Adalıoğlu & Arslan, 2013: 311).
Bahaeddin Dede, Selman Tüzün’ün büyük dedesi (Büyük) Hasan Nazif Dede (ö. 1278/1861)’nin kardeşi Arif Efendi’nin oğlu olan Şeyh Ahmed Dede’nin mahdumudur (Müntehebat-ı Fahrî, 2010: 34). Yani Yunanistan/Yenişehr-i Fenar Mevlevîhânesi’nin kurcusu ve Beşiktaş Mevlevîhânesi şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede’nin babası (Büyük) Hasan Nazif Dede, Bilecik Mevlevîhânesi’nin kurucusu olan Bahaeddin Dede’nin babasının amcasıdır.
Bahaeddin Dede’nin hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. 1278/1862 yılında muhtemelen Yenişehir’in (bugünkü Yunanistan-Larissa) Oğanlı Köyü’nde doğmuştur. Babası Şeyh Ahmed Dede, dedesi Arif Efendi, büyük dedesi Yenişehr-i Fenar Mevlevîhânesi şeyhi Hasan Nazif Dede’nin de babası olan Yenişehir müftüsü, muhaddis Halil Efendi’dir (Müntehebat-ı Fahrî, 2010: 308; Adalıoğlu & Arslan, 2013: 310).
Bahaeddin Dede Bilecik Mevlevîhânesi şeyhi iken 1914 yılında yapılan Kanal Harekatı’na katılan Mücâhidin-i Mevlevîyye Alayı’na iki dervişiyle birlikte katılmış ve harekat sonunda tekkesine geri dönmüştür (Köstüklü, 2002: 213-216). Döndükten birkaç yıl sonra 1917 yılında Bilecik Mevlevîhânesi yanmış bunun üzerine Bahaeddin Dede de İstanbul Bahariye Mevlevîhânesi’ne gitmiştir. 1925’te tekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar orada şeyhlik yapmıştır. Tekkeler kapatıldıktan sonra bütün tekkelerde olduğu gibi vefat edinceye kadar kalmasına izin verilen Bahariye Mevlevîhânesi’nin harem kısmı yandığı için, Bahaeddin Dede ailesiyle birlikte tekkenin selamlığında yaşamaya devam etmiştir (Müntehebat-ı Fahrî, 2010: 19). Bir müddet Mevlevîhâne’den arta kalan yarı harap selâmlıkta oturduktan sonra eşi Şeref Hanımla beraber Eyüb’de Yûsuf Muhlis Paşa Caddesi Zemzem Sokağı’ndaki bir eve taşınmıştır. Burada 1937 yılında vefat etmiştir. Mûsikişinas ve kültürlü biri olan eşi Şeref Hanım ise daha uzun süre bu evde yaşamış ve vefat etmiştir (Gölpınarlı, 1983: 238; Tunalı, 2005: 566; Adalıoğlu & Arslan, 2013: 312).
3. Anadolu Mevlevîhâneleri Şeyhleri
1925 yılında tekkelerin kapanmasıyla birlikte Anadoludaki mevlevîhânelerin tamamının akıbeti aynı olmuştur. Mevlevîhânenin kapısına kilit vurulmuş, vakıfarıa el konulmuş Mevlevî şeyhlerine de vefat edinceye kadar tekkenin meşrutasında kalmalarına müsade olunmuştur. Hayat devam etmekte olduğu için de Mevlevî şeyhlerinin ailelerini geçindirme yükümlülükleri sebebiyle her biri bu zorluğa çözüm arayışa girmiştir. Fakat tekkeler kapandıktan sonra Mevlevî şeyhlerinin neler yaptıklarına dair maalesef malumât çok azdır. Bazı yapılan özel çalışmaların dışında tekkeler kapandıktan sonra Mevlevî şeyhleri ile ilgili çok az malumât bize ulaşmıştır. A. Süheyl Ünver’in “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhâneleri ve Son Şeyhleri” isimli makalesi buna bir örnektir. Daha sonra yapılan mevlevîhânelere dair müstakil veya genel çalışmalarda da “tekkeler kapatılınca mevlevîhânelerin son şeyhlerine ne oldu?” sorusu genellikle cevapsız kalmıştır.
Biz de burada ulaşabildiğimiz kadarıyla Anadolu’daki mevlevîhânelerin son şeyhlerinin tekkeler kapatıldıkdan sonraki durumları hakkında bilgiler aktarmaya çalışacağız. İstisna olarak Niğde Mevlevîhânesi son şeyhi Hüsameddin Dede ile ilgili geniş malumatı da, diğer mevlevîhânelerin son şeyhlerinin tekkeler kapatıldıktan sonraki benzer hayat hikayelerine bir örnek teşkil edeceği düşüncesiyle takdim edeceğiz.
Süheyl Ünver listesini harf sırasına göre hazırlamış ve ilk olarak Ankara Mevlevîhânesi son şeyhi Mustafa Nuri Dede’ye yer vermiş ve “vefatı 7 veya 12 Mart 1941 veya 1946’dır. İstanbul’da ölmüştür. Eyüp Sultan civarında medfundur” demiştir. Daha sonra Bursa Mevlevîhânesi son şeyhi Mehmet Şemseddin Dede ile ilgili 10 Ağustos 1931 yılında vefat ettiği ve Bursa’da medfun olduğu bilgisini vermiştir. Çankırı Mevlevîhânesi son şeyhi Hasib Dede 19 Temmuz 1927’de vefat etmiş, Çankırı Mevlevîhânesine defnedilmiştir. Çorum Mevlevîhânesi son şeyhi Hüsameddin Dede 10 Nisan 1955 yılında vefat etmiştir (Ünver, 1964: 32). Mevlevî Taburu’nda da ismi bulunan Muhammed Hüsameddin Dede (ö. 1955) İzzet Dede’den sonra görev yapmıştır (Veled Çelebi, ty: 823; Ünver, 1964: 32). Tekkelerin kapatılmasından sonra dergâhın semahanesini ve türbe kısmını başka bir şahsa satmıştır (Tanrıkorur, 1993: 73-75).
Edirnede Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Selahaddin Dededir. Salahaddin Dede 1288/1871 yılında doğmuştur. Otuz üç sene şeyhlik yapmış ve 65 yaşında vefat etmiş ve Edirne Muradiye kabristanına defnedilmiştir. Selahaddin Dede Edirne Mevlevîhânesi kapatıldıktan sonra Edirne Belediye Gureba Hastanesi Müdürlüğü görevini yürütmüş ve 27 Ağustos 1937 tarihinde dar-ı bekaya irtihal etmiştir (Ünver, 1964: 33; Şimşek, 2006: 745). Gelibolu Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Burhaneddin Dede de 10 Ağustos 1954 tarihinde vefat etmiştir. İstanbul Ortaköy’de metfundur (Ünver, 1964: 34).
Karaman Mevlevîhânesi’nin son postnişini olan Sa’deddin Çelebi 1338/1916 yılında bu makama gelmiş, tekkelerin kapanmasından sonra Ankara’ya gitmiş ve burada vefat etmiştir (KMMA, 98/24; Ünver, 1964: 35; Gülcan, 1975: 34).
Amasya Mevlevîhânesi’nde Ahmed Dede’nin 1287/1870 tarihinde vefatıyla yerine 1285/1868 doğumlu henüz iki yaşında olan oğlu Seyyid Mehmed Cemaleddin vekaleten dergâh postuna tayin edilmiştir. Mehmed Celaleddin Dede 1299/1882 tarihine kadar vekaleten yürüttüğü dergâh şeyhliğine 1299/1882 tarihinde asaleten tayin edilmiş, 1306/1888 tarihlerinde de meşihatnâmesi yenilenmiştir (KMMA, 55/25). Celâleddîn ve Sadreddîn isminde iki oğlu bulunan Mehmed Celâleddîn Dede (KMMA, 55/27; 1300/1883 Konya Salnamesi: 208; 1313/1898 Konya Salnamesi: 315) tekkeler kapatılıncaya kadar Amasya Mevlevîhânesinde postnişin olarak görev yapmıştır (Veled Çelebi, ty: 823; Ünver, 1964: 31).
Tokat Mevlevîhânesi’nde de son postnişin Mehmed Hâdî Dede’dir. Mehmed Hâdî Dede, Konya’ya gönderdiği kendisi ile ilgili malumatta, 1288/1871 yılında doğduğunu ve 1292/1875 senesinde babasının vefatı üzerine Tokat Mevlevîhânesi meşihatine tayin olduğunu belirtmektedir ki, bu bilgi de bir yanlışlık yoksa Mehmed Hâdî Dede (1871-1941), dört yaşında iken Mevlevî postuna tayin edilmiştir. (KMMA: 68/37; Ünver, 1964: 37; 1300/1883 Konya Salnâmesi: 208; 1313/1895 Konya Salnâmesi: 315). Yaşı küçük olduğu için şeyhlik beratını almak üzere annesiyle İstanbul’a giderken yolları üstündeki şehirlerde bulunan mevlevîhânelerde kalmışlardır (Okay Atılgan: 2010: 57). Posta geçtiği tarihten tekkeler kapatılıncaya kadar geçen süre içinde Tokat mevlihânesinde vazife yapan Mehmed Hadi Dede (Veled Çelebi, ty: 823; Ünver, 1964: 37) kendisine tabi elliye yakın Mevlevî ile Mevlevî Alayı’na katılmıştır (Cinlioğlu, 1951: IV, 61-62). Soyadı kanunu çıkınca Ergin soyadını almış, kendisine Bey Sokağının girişinde 3000 metrekarelik bir yer vakfedilmiştir (Okay Atılgan, 2010: 57).
Mehmet Hâdî Dedenin küçük yaşlarda posta geçmesi sebebiyle 1940’lı yılllara kadar hayata olduğu, Tekke ve zâviyelerin kapanmasından sonra da mevlevîhânede Cuma akşamları tek başına sema yaphğı mahalle sakinleri tarafından anlatılmaktadır (Anaç, 2017: 192).
Antep Mevlevîhânesinin son şeyhi de Mehmed Münib Dede oğlu İsmail Hakkı Dede’nin 1918 yılında vefatıyla yerine geçen oğlu Mustafa Dede (1918-1925)’dir. Mustafa Dede, posta geçmeden önce 1910-1918 yılları arasında Gaziantep Belediye Başkanlığı, Cumhuriyetten sonra da Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanlığı yapmıştır (Tanrıkorur, 1996: 476).
A. Süheyl Ünver, Urfa Mevlevî şeyhlerinden Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin Mevlevî taburuna iştirak ettiğini belirtmekte ve vefat tarihi olarak 13 veya 16 Nisan 1918 yılını göstermektedir (Ünver, 1964: 38). Yerine geçen kardeşi Hasan Dede ise, Dergâhlar kapanıncaya kadar Urfa Mevlevîhânesi’nde vazife yapmış ve 1956 yılında vefat etmiştir (Kürkçüoğlu, 1996: 305).
Anadolu Mevlevîhânelerinde son şeyh olarak vazife yapan zevata ait bilgiler bunlardan ibarettir. Bunlar içerisinde tekkeler kapatıldıktan sonraki hayatına dair geniş bilgiye sahip olduğumuz Niğde Mevlevîhânesi son şeyhi Hüsameddin Dededir.
Kuruluş itibariyle erken dönem Mevlevî tekkelerinden biri olan ve Ulu Ârif Çelebi (ö. 710/1310) zamanında tesis edilen Niğde Mevlevîhânesi (Ahmed Efâkî, II, 313-314, 337-339; Gölpınarlı, 1983: 333) hakkında 1205/1790 tarihine kadar geçen yaklaşık 400 sene zarfında bilgi bulunmamaktadır. 1205/1790 yılından sonra faaliye geçen tekkenin XX. yüzyılın başına gelindiğinde babası Mehmet Nûri Dede’nin 11 Saferü’l- cedîd 1327/4 Mart 1909 tarihinde vefatıyla Hüsâmeddin Dede (ö. 1954) posta tayin edilmiştir (KMMA: 68/9). Tekkelerin kapatıltığı 1925 yılına kadar postnişinlik vazifesini devam ettiren Hüsameddin Dede, Anadoludaki her Mevlevî şeyhi gibi Mevlevîliği temsil ve vatana millete faydalı olma gayreti içinde olmuştur.
Tekke ve zâviyelerin kapatılmasıyla ilgili kanun çıkınca mevlevîhânenin kapısına kilit vurulmuş ve tekkenin faaliyetlerini yasaklamışlar. 1925 yılında bir gün tekkeye iki adam gelir ve tekkelerin kapatılacağını, içinde bulunan halı kilim gibi ne varsa boşaltılmasını isterler. Hüsâmeddin Dede kızar ve “tekkede olan hiçbir şey benim değildir. Ben hiçbirini alamam” der. Ertesi gün tekkeyi mühürlemeye jandarma ve polis geldiğinde Hüsâmeddin Dede belki de o anı görmemek için ortadan kaybolmuştur. Tekkeyi mühürleyenler, Hüsâmeddin Dede’nin hanımına mühürlü tekkeyi teslim etmek isterlerse de hanımı bunu kabul etmez. Tekkenin kapatılmasına Hüsâmeddin Dede kadar halk da çok üzülmüştür. Şeyhin çocukları o günleri “Günlerce evimiz Niğdelilerle doldu taştı” diye nakletmektedir.
Bu duruma çok üzülen Hüsâmeddin Dede, yine de tekkeyi bırakmak istememiş ve her gece tekkedeki kandilleri uyandırmış, ibrikleri doldurmuş, çocuklarına tekkenin etrafını temizletmiştir. Bir hafta sonra, bir gün rüyasında Kemâl Ümmî’yi görmüş ve Kemâl Ümmî ona “Biz Konya’ya, Hz. Mevlânâ’ya gidiyoruz. Artık senin burada vazifen kalmadı” demiş. Bu rüyaya çok üzülen Hüsâmeddin Dede, o günden sonra kandilleri uyandırmaktan vazgeçmiştir.
Tekkeler kapatılıp bütün varidatı Vakıfar’a devredildiğinde Hüsâmeddin Dede’nin Mustafa Kemal Paşa ile tanışıklığını bilen yakınlarının “Paşa’ya yazıver” ısrarlarına rağmen durumu yazmamıştır. Yıllar süren mahkemeler neticesinde mevlevîhânenin yeri ve vâridatı kendilerine verilmiştir.
Tekke kapatıldıktan sonra bir süre sonra 41. Tümen Niğde’ye gelmiş, askerin istihdam mekanı olarak Niğde’deki Kığılı Cami, Paşa Cami ve Sungur Bey Cami gibi birçok cami ile beraber Niğde Mevlevîhânesi de kullanılmış ve tekkeye makineli tüfek bölüğü yerleştirilmiştir.
Tekkenin kapatılmasıyla birlikte, meşihati de elinden alınan Hüsâmeddin Dede Aksaray Maârif Müdürlüğü’ne memur olarak tayin edilmiş fakat görevi tenzîl-i rütbe olarak gördüğü için bu vazifeyi kabul etmemiş ve başka geliri olmadığı ve tekkenin vakıfarı da elinden alındığı için ailesi sıkıntılı günler geçirmeye başlamıştır. Birkaç yıl birikimleriyle idare etmişler fakat geçim sıkıntısı başlayınca çocuklar okula gidemez olmuştur. Hüsâmeddin Dede çocuklarının rızkını kazanmak için bir ara bazı elma tüccarlarının yanında çalışmaya başlamış, bu iş esnasında Halep ve Şam’a elma ihraç eden bu tüccarların elmalarını satmak üzere trenle önce Halep’e sonra da Şam’a gitmiştir. Halep’e elma götürdüğünde her Mevlevî gibi ilk gittiği yer Halep Mevlevîhânesi olmuş, Türkiye sınırları içinde mevlevîhâneler kapatıldığı için Mevlevîliğin merkezi Konya’dan Halep’e taşındığı için orada Muhammed Bâkır Çelebi’ye misafir olmuş ve Çelebi Efendi Hüsâmeddin Dede’yi büyük bir heyecanla karşılayıp ve misafir etmiştir. Hatta Halepli Mevlevîlerin ilgisi sayesinde götürdüğü elmalar iyi bir fiyata hemen satılmış, Şam’a gidince de benzer bir muamele ile karşılaşmıştır. Şam Mevlevîhânesi şeyhi ve Şam’da bulunan Mevlevîler sayesinde yine elindeki elmaları çabucak satmıştır. Niğde’ye döndüğünde yanında çalıştığı insanlara iyi ve bol kazanç, kendi evine ise Halep ve Şam’da bulunan Mevlevîlerin hediyelerini getirmiştir. Bu arada muallimlik vazifesine başlar.
Hüsameddin Dede tekkeler kapatılınca bütün vâridâtı Vakıfar Müdürlüğü’ne aktarılan Niğde Mevlevîhânesi’nin ev-bahçe ve arazileri için dava açmış, devam eden dava sebebiyle sıkıntılı zamanlar geçiren Hüsâmeddin Dede, davayı daha rahat takip edebilmek için bu işinden de ayrılmıştır.
Hüsâmeddin Dede yine birkaç yıl muallimlik vazifesinden uzak olarak ailesinin iâşesini kazanmak için başka işler yapar, fakat görevinden ayrıldığı için de pişmandır. 1939 yılında Niğde’ye Maârif Müdürü olarak tayin edilen bir tanıdığı vasıtasıyla tekrar muallimlik vazifesine döner ve yaş haddinden emekli oluncaya kadar yaklaşık 25 yıl bu görevi sürdürür. Hüsameddin Dede (Temizsoy) 1954 yılında 73 yaşında vefat etmiştir (Küçük, 2005: 339-344).
Sonuç
Anadolu topraklarında tesis edilen ve Selçuklu, Beylikler dönemi ve Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü yıllarda faaliyet gösteren Mevlevîlik, tesis ettiği mevlevîhânelerle Türk toplumunu derinden etkileyen bir tarikat olmuştur. Mevlevîhâneler faaliyette bulunduğu şehirlerde Türk kültür, sanat ve medeniyetinin temsilciliğini üslenmiş, bünyesinde yetişen ilim, irfan, sanat ve edebiyatta yetkin isimlerin de katkısıyla Mevlevîlik toplumun daima tevccühünü kazanmıştır. Yöneticiler Mevlevîlikle yakın ilgi ve alaka kurmuş, Mevlevîhâneler padişahların ve yöneticilerin uğrak yeri olmuştur.
Osmanlının zayıfamasıyla birlikte bu durumdan etkilenen mevlevîhâneler de zorluk ve sıkıntılarla karşı karşıya kalmış, tarikatın usül ve erkânının da bozulmasıyla Mevlevîlik XX. asra eski etkisini ve cazibesini kaybederek girmiştir. Bütün bu olumsuz durum ve görüntülere rağmen Mevlevî Dergâhları faaliyetlerini sürdürmeye, devletin içine düştüğü sıkıntılara çözüm için destek olmaya gayret etmiştir. 1925 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti tekkelerin kapatılmasına karar verince Mevlevî şeyhleri zorluk, sıkıntı ve meşakkatli bir hayat ile karşı karşıya kalmıştır. Konya Mevlânâ Dergâhı postnişini Çelebi Efendi Konya’yı terketmiş, İstanbul Mevlevîhânelerinin son şeyhleri dergâhlarında ikamete izin verilmekle birlikte geçim derdine düşmüş, Anadolu mevlevîhânelerinin son şeyhlerinin çoğunun ne meşguliyetleri ne de akibetleri hakkında bizlere çok fazla bilgi intikal etmemiştir. Mevlevîhânelerin son şeyhleri 1925 sonrası tekkesiz bir hayatı kabullenirken tasavvufu kendi dünyalarında ihyaya gayret etmişlerdir.
Kaynakça
1300/1883 Konya Salnâmesi
1313/1898 Konya Salnamesi
Abdülbâkî Nâsır Dede, Defter-i Dervişân II, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi Kütüphânesi (İSAM), nr. 18112.
Adalıoğlu, H. H. & Arslan N. (2013). Bilecik Mevlevîhânesi=Te Mavlavihana of Bilecik. Akademik İncelemeler Dergisi=Journal of Academic Inquiries. VIII, 1/305-319.
Agoston, G. (1988). Macaristan’da Mevlevîlik ve İslam Kültürü. I. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi. (3-5 Mayıs 1987) Tebliğler, Konya.
Ahmet Efâkî (1989). Menâkıbü’l-Ârifîn (Âriferin Menkıbeleri). MEB. Yayınları. I-II
Ahmet Remzi (1329). Mir’at-ı Zeyni’l-Abidin. Kastamonu. 38-39.
Ahmet Rıfat (1300). Lügat-i Tarihiyye ve Coğrafya. İstanbul. VII. 41.
Ali Enverî (1309). Semâ‘hâne-i Edeb. Âlem Matbaası.
Alkan, M. & Yurtoğlu, G. (2018). Mevlevî Tarikatı’nın Rumeli’de Yayılması ve Mevlevîhâneler. Osmanlı Dönemi Balkanlar’da Kültürel ve Sosyal Hayat.
Anaç, E. (2013). Mevlevîlikle Hazreti Mevlânâ’nın Hakka Yürüyüşünden Evvel Tanışan Kent Tokat’ta Mevlevîlik Tarihi. Ulusal Sempozyum: Günümüzde Yurt İçi Mevlevîhânelerinin Durum ve Konumları. 183-192.
Atatürk, M. K. (2006). Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara: ATAM Yayınları.
Ateş, İ. (1992). Hz. Mevlânâ Dergâhı ile ilgili Vakıf ve Vakfiyeler. IX. Vakıf Haftası Kitabı. Ankara 1992. 29-31.
Aydın, B. (2003). Meclis-i Meşayıh. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi . 28/247-248.
Babinger, F. & Köprülü, M.F. (2000). Anadolu’da İslâmiyet, (trc. Ragıb Hulusi), İstanbul.
Bayru, E. Ç. (2018). Evet Aşk Güzel Şeydir, Nefes Yayınları.
Bilgin, A. (1999). Osmanlı Siyasî Tarihinde Mevlevîler ve Sultan II. Abdülhamid ile İlişkilerine Dair Yeni Belgeler. Osmanlı: Siyaset. Ankara. II. 390.
Çelebi, C. (1988). Abdülhalîm Çelebi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi . İstanbul, 1/212.
Duru, M. C. (1952). Tarihi Sîmalardan Mevlevî, Kader Matbaası.
Erdoğan M. (2003). Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Mevlevî Şeyhi Abdülbaki Baykara Dede: Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Şiirleri, Dergâh Yayınları.
Ergin, O. N. (1939). Meârif Tarihi. İstanbul.
Ergun, S.N. (1936). Türk Şairleri, İstanbul.
Ergun, S. N. (1943). Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul, I-II.
Evliyâ Çelebi, (1314). Seyahatnâme. Dersaadet İkdam Matbaası.
Evliyâ Çelebi (1985). Seyahatnâme. (Sadeleştiren, Mümin Çevik) Üçdal Neşriyat. I-X.
Ferîdüddin b. Ahmed-i Sipahsâlar (1977). Risâle-i Sipahsâlar (Mevlânâ ve Etrafındakiler), (trc. Tahsin Yazıcı), Tercüman 1001 Temel Eser.
Gentizon, P. (1994). Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu. trc. Fethi Ülkü, Bilgi Yayınevi.
Gölpınarlı, A. (1963). Mevlevîlik Âdab ve Erkânı. İstanbul.
Gölpınarlı, A. (1983). Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik. İnkılap ve Aka Kitabevleri.
Göyünç, N. (1984). Kalenderhane Camii. Tarih Dergisi. 34. 485-495.
Göyünç, N. (1991). Osmanlı Devleti’nde Mevlevîler. T.T.K. Belleten, LV/213.
Gülcan, D. A. (1975). Karaman Mevlevîhânesi, Mevlevîlik ve Karamanlı Mevlevîler. Karaman.
Gündüz, İ. (1983). Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri. Seha Neşriyat.
Haksever, A. C. (2002). Son Dönem Osmanlı Mevlevîlerinden Ahmet Remzi Akyürek, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Haksever, A. C. (2005). XX. Yüzyılda Üç Mevlevî Şeyhi: Veled Çelebi, Abdülbâkî Baykara, Ahmet Remzi Akyürek. Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi., VI, 14 [Mevlânâ Özel Sayısı], 383-416.
Haksever, A. C. (2009). Osmanlı’nın Son Döneminde Islahat ve Tarikatlar: Bektaşilik ve Nakşibendilik Örneği. EKEV Akademi Dergisi. 13/38, 39-60.
Cinlioğlu, H. T. (1931). Osmanlılar Zamanında Tokat. Tokat.
Hüseyin bin İsmail Ayvansarayî (1281). Hadîkatü’l-Cevâmi, İstanbul.I-II.
Işın, E. (1995). Mevlevîliğin Osmanlı Modernleşmesindeki Yeri ve Şeyh Gâlib. Şeyh Gâlib Kitabı, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Yayınları.
Işın, E. & Tanman, B. Yenikapı Mevlevîhânesi, DBİA, VII, 480.
İnal, İ. M. K. (1970). Son Asır Türk Şairleri, İstanbul. I-XII.
İz, M. (1975). Yılların İzi, İrfan Yayınları.
Kâmil el-Bâlî el-Halebî el-Gazzî (1991). Nehrü’z-zeheb fî Târîhi Haleb. (thk. Şevki Şa‘s-Mahmud Fahûrî). (II. Baskı), Halep. I-IV.
Kara, İ. (2002). Meclis-i Meşayih, Ulema-Tarikat Münasebetleri ve İstanbul’da Şeyhlik Yapmış Beş Zatın Kendi Kaleminden Terceme-i Hali. Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi. 1. 185-214.
Kara, M. (2002). Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri (1839-2000). Dergâh Yayınları.
Kara, M. (2013). Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zâviyeler. Dergâh Yayınları.
Kayaoğlu, İ. (2002). Anadolu’da İlk Mevlevîler. Konya’dan Dünya’ya Mevlânâ ve Mevlevîlik. (Editör: Nuri Şimşekler). Konya 2002.
Kerametli, C. (1977). Galata Mevlevîhânesi Divan Edebiyatı Müzesi. İstanbul.
Konya Mevlânâ Müzesi Arşivi (KMMA). Dosya No: 49/12, 49/13.
KMMA, Dosya No: 50/3, 50/21.
KMMA, Dosya No: 87/12, 87/19, 87/22, 87/37, 87/40, 87/47.
KMMA, Dosya No: 55/25, 55/27, 55/28.
KMMA, Dosya No: 65/7
KMMA, Dosya No: 68/13, 68/1-7, 68/32, 68/37, 68/44, 68/45, 68/9.
KMMA, Dosya No: 69/2, 69/26
KMMA, Dosya No: 70/3, 70/14, 70/36,70/41, 70/52, 70/55
KMMA, Dosya No: 74/1
KMMA, Dosya No: 95/1-5
KMMA, Zarf No: 47/20, 47/22
KMMA, Dosya No: 49/15
Köstüklü, N. (2002). Vatan Savunmasında Gönül Erleri: Mücâhidin-i Mevlevîyye Alayı. X. Milli Mevlâna Kongresi (Tebliğler).
Kurşun, Z. (2019). Şeyh Said. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ek-2, 560-562.
Küçük, H. (2003). Selçuklulardan Günümüze Tasavvufi Açıdan Konya. Tarih Kültür Başkenti Konya. Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları.
Küçük, S. (2003). Mevlevîliğin Son Yüzyılı. Simurg Yayınları.
Küçük, S. (2005). Niğde Mevlevîhânesi ve Son Şeyhi Hüsâmeddin Dede, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi. VI. 14 [Mevlânâ Özel Sayısı].
Küçük, S. (2013). Mevlevîlerde Çocuk Şeyhler ve Vekil Şeyhlik. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. XVI. 27.95-119.
Kürkçüoğlu, A. C. (1996). Urfa Mevlevîhânesi. SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi. 2. 303-310.
Mazıoğlu, H. (1987). Ahmed Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara.
Mehmed Ziyâ. (1329). Merâkiz-i Mühimme-i Mevlevîyyeden Yenikapı Mevlevîhânesi. İstanbul.
Mehmed Ziyâ. (1928). İstanbul ve Boğaziçi. İstanbul.
Mehmed Ziyâ. (ty). Yenikapı Mevlevîhânesi (hzl. Yavuz Senem), Tercüman 1001 Temel Eser.
Mehmet Tahir. (ty). Osmanlı Müelliferi (hzl. A.F. Yavuz-İ. Özen), I-III.
Müntehebât-ı Fahrî Post-nişin-i Mevlevîhâne-i Bahâriye Hüseyin Fahreddin el-Mevlevî (2010), Hazırlayanlar: Mehmet Akkuş-Abdülmecid İslamoğlu-Abdurrahman Adak, Mevlânâ Kültür ve Sanat Vakfı.
Nev’izâde Atâî (1268). Hadîkatü’l-hakâik fi Tekmiletü’ş-şekâik, İstanbul.
Ocak, A. Y. (1996). Türkiye Tarihinde Merkezi İktidar ve Mevlevîler (XIII-XVIII.Yüzyıllar) Meselesine Kısa Bir Bakış. Türkiyat Araştırmaları Dergisi. II, 2,17-22.
Okay Atılgan, S. (2010). Dünden Bugüne Tokat Mevlevîhânesi, Dinî Araştırmalar. XIII, 47-68.
Osmanzade Hüseyin Vassaf. (2006), Sefine-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş, Ali Yılmaz, İstanbul Kitabevi. I-V.
Önder, M. (1992). Yüzyıllar Boyunca Mevlevîlik. Ankara.
Özemre, A. Y. (1997). Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı. 2. Baskı. Kubbealtı Neşriyat.
Özönder, H. (1989). Konya Mevlânâ Dergâhı, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Özönder, Ö. (1995). Mevlevîlik Tarîkatinın Türk-Sosyo Ekonomik Tarihindeki Yeri ve Önemi. Türkische Wirtschafts-und Sozialgeschichte (1071-1290), Akten Des IV. Internationalen Kongresses. 241-246.
Pakalın, M. Z. (1972). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü. MEB Yayınları.
Resmî Gazete, 3.3.1924
Resmi Gazete, 4.4.1925
Resmi Gazete, 5.09.1925
Resmi Gazete, 13.12.1925
Sakıb Dede, (1283). Sefine-i Nefise-i Mevlevîyyân (Sefîne-i Mevlevîyye). Mısır. I-III.
Samiç, J. (1994). Le Tekke Mevlevî De Bembasa A Sarajevo. Osmanlı Araştırmaları. XIV. 162-163.
Sayar, A. G. (2012). Osmanlıdan Cumhuriyete Portre Denemeleri, Ötüken Neşriyat.
Seyyid Sahîh Ahmed Dede, Mecmuâtü’t-tevârihi’l-Mevlevîyye, Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi, Kayıt no: 5446.
Şafak, Y. & Öz, Y. (2007). Feridun Nafiz Uzluk’a Gönderilen Mevlevî Mektupları. Tekin Kitabevi.
Şafak, Y. (2015). Mücâhidîn-i Mevlevîyye Kumandanı Veled Çelebi’den Anılar, Notlar, Şiirler, Konya.
Şafak, Y. (2008). Şahabettin Uzluk’un Notlarında Son Dönemde Yaşamış Konyalı Mevlevîler. Akademik Sayfalar (Merhaba Gazetesi eki). C.8, 8, Konya 12 Mart.
Şehsuvaroğlu, B.N. (1974). Halil Can. Hüsnühüt Matbaası.
Şeyhî Mehmed Efendi (1989). Şakâik-i Nûmaniyye ve Zeyilleri “Vekâyiü’l-Füdelâ”, (Nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul.
Şimşek, S. (2006). Dünden Bugüne Edirne Mevlevîhânesi. Uluslararası Düşünce ve Sanatta Mevlânâ Sempozyum Bildirileri, 733-751.
Tâhir’ül-Mevlevî (Olgun), (1995). Çilehâne Mektupları. Ankara.
Tanman, M. B. (1988). Âbid Çelebi Tekkesi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. Ankara. I, 308.
Tanman, M. B. (1991). Âsitâne. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, III. 485.
Tanman, M. B. (1994). İstanbul Mevlevîhâneleri. Osmanlı Araştırmaları, sy. XIV. İstanbul.
Tanrıkorur, Ş. B. (1994). Tarihin Tahribi; Çorum Mevlevîhânesi. VII. Milli Mevlânâ Kongresi. (Tebliğler) 3-4 Mayıs 1993, 71-88.
Tanrıkorur, Ş. B. (1996). Gaziantep Mevlevîhânesi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 13, 475-477.
Tanrıkorur, Ş. B. (2004). Mevlevîyye. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 29.468-475.
TBMM Albümü (1920- 2010). İkinci Basım: Ankara Haziran 2010 I-II.
Tezeren, Z. (1983). Üstad Ahmed Remzi Akyürek, Erciyes Dergisi. Ağustos, 68, 6-14.
Top, H. H. (2007). Mevlevî Usûl ve Âdâbı. Ötüken Neşriyat.
Tuncer, O. C. (1996). Kilis Mevlevîhânesi. SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi. 2. 259-260.
Uz, M. A. (1996). Saraybosna’da İsa Bey Mevlevîhânesi. SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi. 2. 102.
Uzluk, Ş. (1946). Mevlânâ’nın Türbesi. Konya.
Uzluk, Ş. (1989). Galata Mevlevîhânesi ve Şeyh Ahmed Celaleddin Baykara Dede Efendi. III. Milli Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), 12-14 Aralık 1988, Konya, s.298.
Uzluk, F. N. (1971). Mevlevî Hilâfetnâmeleri. Vakıfar Dergisi.9.383-400.
Ünver, A. S. (1964). Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhâneleri ve Son Şeyhleri, Mevlânâ Güldestesi.
Ünver, A.S. (1978). Beşiktaş-Çırağan Mevlevîhânesi Hakkında. Mevlânâ ve Yaşama Sevinci (hzl. Fevzi Halıcı), Ankara.
Vakıfar Genel Müdürlüğü Arşivi (VGMA), Defter nu: 776, s. 232, sıra: 185.
Veled Çelebi (ty). Konya Vilayetinin Ahvâl-i Umumiyye-i Tarihiyyesi. Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, ty., Hüdâyi Efendi 1159.
Yücel, E. (1979). Kasımpaşa Mevlevîhânesi, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi. Aralık.
Yücel, E. (2015). Kasımpaşa Mevlevîhânesi, Arkeoloji ve Sanat=Journal of Archaeology & Art, 150, 207-216.
Zâkir Şükrü Efendi. (1981). İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşâyihi III. (nşr. Şinasi Akbatu). İslam Medeniyeti Dergisi. Haziran, V, 107.
TYB AKADEMİ | 2023 / 39: 56 – 81
* Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf ABD Öğretim Üyesi. skucuk@sakarya.edu.tr, ORCID: 0000-0003-0126-2005