TASAVVUF’UN TANIMLARI
TASAVVUF’UN TANIMLARI
Tasavvufa dair tanımlardan özellikle güzel ahlâk tanımı en meşhurudur. Çoğunlukla hâller ve makamlar olarak ifade edilen birçok Kur’an kaynaklı kavram (tövbe, sabır, rızâ, fakr) sûfîlerin tasavvuf tanımlarında öne çıkmaktadır. Bir sûfî “Tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir” derken rızâ makamına dikkat çeker. Bir başka sûfî tasavvufu “nefsin tüm hazlarını terk etmek” olarak tanımlarken nefis terbiyesinde önemli bir metot olarak kullanılan mücâhede ve riyâzatı öne çıkarmaktadır.
Şiblî “Tasavvuf, dehşet veren yakıcı bir iştiyak ateşidir.” derken ihsan makamına ulaştırıcı bir vesile olarak aşkı hatırlatmaktadır. Cüneyd-i Bağdâdî kendisine “Tasavvuf nedir?” diye sorulduğunda “Tasavvuf, sırrın ve ruhun Hakk’a ulaşmasıdır, der. Buna nâil olmanın yolu, nefsin sebepleri görmekten fânî olmasıdır.” şeklinde cevaplandırır. Öyle anlaşılıyor ki Cüneyd-i Bağdâdî kulun ihsan makamına ulaşabilmesi için dikkatini ve himmetini tevhide odaklaması gereğine işaret etmektedir. Her durumda tasavvuf tanımlarında vurgulanan noktanın, tanımı yapan sûfînin söz konusu ihsan makamına giderken tuttuğu meşrebine uygun yol ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Burada kısaca tekrar “ihsan” kavramını hatırlamak faydalı olacaktır. İhsan, bir şeyi lâyıkı veçhiyle güzel yapmaktır. Tasavvuf ilminin alanı olarak ihsan ise İslâm dininin gayesi olan kulluğu en güzel şekilde yapmak anlamına gelir. Sûfî bu makama ulaşmış kişidir. Tasavvuf ise bu makama ulaşmanın yollarını gösteren bir ilimdir, bir metottur.
Öte yandan, tasavvuf, Kur’an-ı Kerim ve sünnetin zâhirine aykırı, bâtınî bilgi asla söylemez. Bunun anlamı da edeptir. Hz. Peygamber’in Uhud savaşı öncesi, Cebrâil’den (a.s) müslümanların bozguna uğrayacaklarına dair haber almasına rağmen, bunu müminlere söyleme izni olmadığı ve Kur’an’ın zâhirine göre hükmetmesi emrolunduğu için savaş öncesi sahabe ile istişare ederek emre uymuştur. Meselenin bâtınını bilir ama zâhirine göre hükmeder.
Tasavvufun hakikatinde Kur’an’ın bize emrettiği şu hakîkatler vardır.
Tövbe; tövbe ve sabır tasavvufun hakikatidir. İşte bu tövbe ve sabırda samîmî olmak, bunu yapabilmek için insanın Allah’la ilişkisini artırması lâzım. Önce tövbe, her şeyin başlangıcıdır.
Tövbe; kendinde büyüklük görmemek, Allah’ın büyüklüğünü idrâk etmek ve kendi aczini görmek demektir.
Sabır da; verilene râzı olmak ve rızâ makamına ermek demektir.
Kur’an’ın tavsiye ettiği bu iki kavram olmadan, tasavvuf olmaz. Tasavvufun yöntemlerinden biri; mücâhede ve riyâzattır. Bu da Kur’an’ın bize tavsiye ettiği bir yöntemdir.
Mücâhede; vuruşmak, dövüşmek, kaybetmek anlamına gelir.
İşte Kur’an’daki hakiki harp, insanın nefsini terbiye etmek için kullandığı metotlardır. Biz buna mücâhede ve riyâzat deriz.
Sonra tevekkül gelir. Tevekkül; Allah’ı vekil tayin etmek, O’na güvenmek. İnsan Allah’a güvendiği zaman, bütün kaygılardan, nefsânî düşüncelerden vazgeçer. Her olanın hakkında hayırlı olduğunu düşünür. Çalışmayı bırakmadan, yâni gayreti bırakmadan, sonuçta Allah’ın bizim için lütfettiğinin doğru olduğuna îman etmek, O’nu vekil tayin etmeye ‘tevekkül’ denir. Yâni tevekkül etmek, çalışmayı bırakmak demek değildir; Allah’a güvenmek demektir.
Rızâ; Allah’ın verdiğinden râzı olmak demektir.
Fakr; kendi hiçliğini ve yokluğunu idrâk etmek demektir.
Bunlar olmadan tasavvuf olamaz.
Tasavvuf aynı zamanda birliğe işaret eder. Birbirinden ayrı düşmek; tasavvuf ehlinin özelliği değil bilakis hiç tasavvufla alâkası olmayan kişilerin özelliğidir. Çünkü iki görmek tasavvufta asla yoktur, her şey o bir’liğin çeşitli tecellîlerinden ibârettir. Biz ‘ötekileştirme’ kelimesini şöyle anlarız; ötedeki tekini idrâk etmek.
Yâni hiçbir varlık farklı değildir, herkes o bir’liğin içinde, yalnız değişik isimleri alır. Dolayısıyla insan başkasını aşağılıyor ve hatalı görüyorsa; kendi nefsini görüyordur.
Tasavvufî hayâtın kaynağı Hz. Muhammed’in zühd hayatıdır. Ona bakarsak, nasıl birleştirici olduğunu görürüz. Kendimize düşman olanı bile affetme zevkini yaşarız. Peygamber hayâtını yaşayabilmeye ‘tasavvuf’ denir zâten.
İnsanın kendinden vazgeçmesi lâzım. Bütün ömrünü nefsin istekleriyle değil, başkalarına hizmet ederek geçirmesi lâzım.
İşte bunları yaptığı zaman ancak tasavvufu yaşıyor oluruz. Bu da yaratılmış her varlığa hürmetten geçer. Bu, her varlığı beğenmek demek değildir, ama her varlığın olması gerektiğini kabûl etmek demektir. Mutasavvıflar Kur’ân’daki âyetlerin bir kısmını tasavvufa kaynak olarak alırlar.
Örneğin Kuran’da “Ey mutmainne olmuş nefis, dön Rabbine” (Fecr/27) ayeti ile tasavvuftaki nefs-i mutmainneyi, “Rabbinden razı olup Rabbinin rızasına ermiş olarak dön Rabbine (Fecr/28) ayeti ile tasavvuftaki nefs-i raziye ve nefs-i merdiyeyi, “(rızaya ermiş) Kullarımın arasına gir.” (Fecr/29) ayeti ile de tasavvuftaki en üst mertebe olan kulluk makamına işaret etmektedir.
Kur’an’da tasavvuf ilmine işâret eden en önemli ifâde; ilm-i ledûn’ dür.
Bu ilmin tahsili için gerekli olan mürşidin ise Hz. Mûsâ’nın ilm-i ledûn arayışı sırasında irtibat kurduğu Hızır (a.s) olduğunu biliyoruz. İlm-i ledûn kavramını yorumlarsak, ilm-i ledûn; maddi anlamda şerîat ilmini öğrenmek ve aynı zamanda onun iç mânâlarını yaşayabilmek demektir.