TASAVVUF TARİHİNİN DÖNEMLENDİRİLMESİ ÜZERİNE
ZÜHDDEN MARİFETE TASAVVUFUN SEYRİ: TASAVVUF TARİHİNİN DÖNEMLENDİRİLMESİ ÜZERİNE
Dr. Öğr. Üyesi Hacı Bayram BAŞER
Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
Tasavvuf, muhtemelen İslâm kültür ve medeniyetinde teşekkül etmiş entelektüel gelenekler arasında, kaynağı ve meşrûiyeti bakımından en çok tartışılan alandır. Tartışmalar tasavvufun ortaya çıkışı, yaygınlaşması, bir dinî ilim olarak mahiyeti ve diğer ilimlerle irtibatı gibi konularda yoğunlaşsa bile, gerçekte, hepsinin dayandığı temel sorun, tasavvufun nasıl anlaşılması gerektiğinde temerküz eder. Bu sorun klasik tasavvuf metinlerinde “tasavvuf” kelimesinin kökeni hakkındaki ihtilaflarda bir yönüyle karşımıza çıkarken; çağdaş akademik araştırmalarda ise tasavvufun nasıl bir tarihsel gelişim yaşadığına ve ne tür dönemlerden geçtiğine yönelik tartışmalardan takip edilebilir. Ancak tasavvuf tarihinin dönemlendirilmesiyle ilgili yaklaşımların genel sorunu, vakıaya mutabık, gerçekçi ve tutarlı bir yöntemin uygulanmamış olmasıdır.
Tasavvufun dönemleri ile ilgili tartışmalar, özellikle XIX. yüzyıldan beri artan oryantalist araştırmalardan beslenir ve bu konuda henüz oryantalist bakışın çizdiği çerçevenin dışına çıkmış sayılmayız.1 Oryantalistlerin sergilediği temel yaklaşım, tasavvufun gelişimini, Hıristiyanlıktaki manastır hayatı ve mistik hareketler arasındaki ayrımın bir benzeri saymaktan ibaretti. Onlara göre tasavvufun ortaya çıkışı, genel anlamda İslâm dininin tekâmül sürecinin bir parçasıydı ve tasavvuf tıpkı Hıristiyanlıktaki keşişlik-mistiklik ayrımında olduğu gibi, zühd devri ve tasavvuf devri yaşamıştı. Açıktır ki, bu yaklaşımın en önemli sorunu, bir bütün olarak İslâm dininin sürekliliğini zedelemesinde ortaya çıkar. Çünkü bu mülahazadan hareket edildiğinde zühd, Hz. Peygamber’in getirdiği ahlâk anlayışının bir tashihi; tasavvuf ise denenmiş ancak netice alınamamış zühd tavrının yeniden kurgulanması anlamını taşır. Bu bakış açısı, tasavvufun başlıca dört aşama geçirdiğini öne süren birtakım tasniflere kaynaklık etmiş görünmek-tedir.2 Bunlar, zühd dönemi, tasavvuf dönemi, tarikatlar dönemi ve felsefî tasavvuf dönemidir.
Ancak bu yaygın tasnifle ilgili iki problem bulunur. Birincisi bu dönemleri birbirinden ayıran hususiyetlerin neler olduğu açıkça ortaya konulmuş değildir. Zühd dönemi ve tasavvuf dönemi arasında, isimlendirmenin dışında herhangi bir fark bulunmaz. Bütün dönemlerde tasavvufun ana fikri olan “dünyaya değer vermeden ahirete yönelerek yaşamak” anlamında zühd, niçin müstakil olarak bir dönemin adı olabilir, bu da belirsizdir. Üstelik “tasavvuf”, bir bütün olarak tasavvufun dönemlerinden bir “aşama” olarak belirtilir ki, bu açık bir tutarsızlık ve kapsama sorununu ortaya çıkarır. Tarîkatların yaygınlaşmasının bir dönem olarak ortaya konulması ise bir ahlâkî tavır olarak tasavvuf ile sosyo-kültürel bir olgu olarak tasavvuf arasındaki ayrımın belirsizleştirilmesinin bir sonucudur. Felsefi tasavvuf dönemi ise, tasavvuf içinde ortaya çıkan entelektüel birikimin özgünlüğünü zedeleyen ve tasavvufu küçümseyen bir ima içerir. Öyleyse bu tasnif evvelemirde tutarsızlık ve ideolojik yanlılık ile mâluldür. Bu dörtlü tasnifle ilgili ikinci önemli problem ise tasavvuf kaynaklarında hiçbir karşılığının bulunmayışıdır. Başka bir deyişle bizzat sûfîler, tasavvufun tarihsel dönemleriyle ilgili bu tasnife mutabık bir görüş içerisinde olmamışlardı. Dolayısıyla tasavvuf tarihini bu şekilde dörtlü bir tasnif üzerinden ele almak, eldeki metinlerde karşılığını bulmakta güçlük yaşayabileceğimiz bir çaba olarak görünür.
Öte taraftan bu durum, tasavvuf tarihinde birtakım kırılmaların hiç yaşanmadığı ve sûfîlerin bütün bir süreç boyunca hiç ihtilafa düşmedikleri anlamına da gelmez. Tasavvuftaki kırılmaları tespit etmeyle ilgili metodolojik zorluğu aşmanın en makul yolu, tasavvuf metinleri arasındaki irtibat noktalarını tespit ederek bizatihi sûfîlerin yaklaşımlarını açıklığa kavuşturmak olabilir. Bunu yaparken dinî düşüncenin diğer geleneklerindeki tarihsel kırılmaları hatırlamak bize önemli bir bakış açısı sağlayacaktır. Söz gelişi kelâm ilminin tarihsel gelişimi ele alınırken Gazzâlî (v. 505/1111) bir referans noktası kabul edilir ve kelâm bilginleri, Gazzâlî’den öncekiler (mütekaddimûn) ve Gazzâlî’den sonrakiler (müteahhirûn) diye ikiye ayrılır. Çünkü Gazzâlî kelâm ilminde takip edilen birtakım yöntemlerle ilgili köklü değişiklikler yapmış ve artık eski yöntemlere bakış büyük ölçüde değişmiştir.3 Dolayısıyla entelektüel bir disiplinin geçirdiği tarihsel dönemleri tespit ederken, bu disiplinin uyguladığı yöntem ya da müntesiplerinin benimsediği bakış açısındaki büyük kırılmaları soruşturmak daha doğru ve tutarlı bir tasnife ulaşmamızı sağlayabilir. Bu çerçevede İslâm ahlâk ve maneviyatı ve bu ahlâk ve maneviyatın kazanıldığı/öğrenildiği bir disiplin olarak tasavvufun, başlıca iki dönem geçirdiğini tespit etmek mümkündür: Sünnî tasavvuf dönemi ve tasavvuf metafiziği dönemi.
Sünnî tasavvuf dönemi, hicretin ilk asrından başlayarak Gazzâlî’ye kadar ulaşan yaklaşık beş asırlık bir zaman dilimini kapsar. Bu dönemle ilgili söylenmesi gereken ilk şey -kendilerini açıklıkla ifade ettikleri metinler dikkate alındığında- sûfîlerin tasavvufu “ortaya çıkan” bir şey olarak görmemeleridir. Onların gözünde tasavvuf, Hz. Peygamber’in şahsında temessül eden ahlâkî ve manevî bir tavır/tutum olarak, “hâl eğitimi” dedikleri bir yöntemle nesilden nesile aktarılarak korunmuştur. Dolayısıyla tasavvufun bir tür “bidat” gibi ortaya çıkışından değil, tam aksine yaygınlaşmasından söz edilebilir.
İslâm’ın Hicaz’dan taşarak Doğu Akdeniz ve Irak-Horasan havzalarına yerleşme süreci, gerçekten de sûfîlerin yaklaşımlarını doğrulayacak veriler sunabilir. Çünkü bu süreç, hem farklı kültür ve inanç ortamlarında İslâm’ın doğru tanıtılması hem de ortaya çıkan birtakım yeni problemlere çözüm bulma amacına matuf olarak tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi ilimlerin teşekkülünü hızlandırmıştı. Daha doğrusu müslümanlar bu genişleme sürecindeki problemlerle yüzleşirken Kur’an ve Sünnet etrafında kendi entelektüel bakışlarını ortaya koydular. Ancak sûfîler için bu süreç önemli bir sorunu beraberinde getirmişti. O da siyasal genişleme neticesinde gerçekleşen zenginleşme ve refah artışının, Hz. Peygamber’den tevarüs edilen zühd, kanaat, rıza ve tevekkül gibi birtakım ahlâkî erdemlere yönelik hassasiyeti zayıflatmasıydı. Bu sorunu tespit eden ve dinî hayatı daha derinlikli yaşamak isteyen bazı zümreler, evlenmek, idarî işlerde görev almak, ticaretle geçinmek ya da ilim meclislerinde tahsil görmek gibi bir dizi yükümlülüğü yerine getirmekten imtina ederek ayrıştılar.
Hz. Peygamber devrinde ahlâkî hassasiyeti üstlenenler çoğunlukta iken -bu yüzden ayrıca bir isimlendirmeye gerek duyulmamıştı- hicretin ilk yüzyılı sona erdiğinde bu hassasiyeti sürdürenler nüssâk (dindarlar), zühhâd (zâhidler), ubbâd (kendilerini ibadete verenler) gibi isimlerle kendilerine işaret edilebilecek kadar azınlık haline gelmişlerdi. Bu zümrelerin görüşlerini aktaran metinler, onların ahlâkî hayattaki bozulmaları ve dindeki entelektüel ayrışmaları olabildiğince sert bir dille eleştirdiklerini gösterir. Ancak bu eleştiriler karşısında önerdikleri yöntemler, hem herkes tarafından uygulanması mümkün olmayan pratikler içerdiği hem de dinî metinlere dayanan bir nazariye üzerine temellendirilmedikleri için, bu zümreler içerisinde zamanla bozulmalar baş gösterdi. Bu bozulmalar, son derece katı bir zühd anlayışının savunulmasından başlayarak dinî yükümlülükleri hafife alan ibâhî eğilimlere kadar geniş bir yelpazede kendini gösteriyordu. Daha da mühimi bu bozulmalar, hem tasavvufun İslâm toplumundaki varlığını tehlikeye atan birtakım aşırılıklara neden olmuştu hem de diğer dinî ilimlerin nazarında tasavvufun meşrû bir yol ve yöntem olup olmadığını sorgulamaya açık hale getirmişti.
Sünnî tasavvuf döneminin en önemli özelliği, ilk zühd eğilimlerindeki bu bozulmalara karşı tasavvufun sahih biçiminin ve sınırlarının, Ehl-i Sünnet’in fıkıh ve kelâm gibi ilimlerine bağlı bir bakışla ortaya konulmasıdır. Bu dönemin isminde yer alan “sünnî” ifadesi, tasavvufun Ehl-i Sünnet geleneğinin dünya görüşüne göre sınırlandırılmasını ifade eder ve bu süreçte öne çıkan bazı mutasavvıflar, tasavvufun kimliğini kazanmasında çok önemli rol üstlenmişlerdir. Hasan el-Basrî’nin (ö. 110/728) ilim meclislerinde yetişen sûfîlerden bir kısmı Basra ve Abbâdân’da tasavvufun ilk tekkelerini kurdular. Bağdat’ın kurulmasıyla birlikte bütün dinî ilimlerin olduğu gibi tasavvufun da ana merkezi olan bu şehirde Ma‘rûf el-Kerhî (ö. 200/815), Bişr-i Hâfî (ö. 227/842), Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857) ve Serî es-Sakatî (ö. 253/867) gibi öncü sûfîler bulunuyordu. Ancak bu dönemin en önemli ismi kuşkusuz Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/1209) olmuştu. “Sûfîlerin Efendisi” diye anılan Cüneyd-i Bağdâdî, tasavvufun Kur’an ve sünnetle sınırlı bir dinî ilim olduğunu ortaya koyarak, sünnî tasavvuf döneminin en önemli cümlesine ulaşmıştı. Cüneyd’e göre tasavvuf, bütün bir insan yaşamını Hakk’ın tevhidini idrak etme ve bu idrakin getirdiği yüksek ahlâk ile donanma maksadına eriştiren bir disiplindi. Hicri dördüncü ve beşinci yüzyıllarda ise Serrâc, Kelâbâzî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Sülemî, Kuşeyrî ve Hucvîrî gibi müellifler, Cüneyd’in ortaya koyduğu bakış açısından hareket ederek tasavvufu insanın ahlâkî dönüşümünü manevî haller ve makamlar etrafında inceleyen bir dinî ilim olarak vazettiler.4 Hicrî altıncı asra gelindiğinde ise kelâm ve felsefe disiplinlerinin bilgi ve ahlâktaki imkân ve sınırlılıklarını
tespit eden Gazzâlî, yukarıdaki müellif sûfîlerin kitaplarından istifade ederek tasavvufun hakikate ulaştıran yegâne yöntem olduğunu ifade etti. Böylece Ehl-i Sünnet’in inanç ve amel ilkeleriyle sınırlı bir dinî ilim olarak ortaya konulmasını kapsayan tasavvufun bu ilk dönemi amacını gerçekleştirmiş oldu.
Tasavvuf tarihindeki ikinci temel dönem ise, Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) ve Sadreddin Konevî’nin (ö. 673/1274) öncülüğünde gerçekleşen değişimleri ifade eder. Bu değişimlerin en önemli özelliği, Sünnî tasavvuf döneminde ortaya konulan “Ehl-i Sünnet’in fıkıh-kelam kanadına bağımlı tasavvuf” anlayışını bir adım daha ileriye taşıyarak tasavvufu evrensel bir varlık, bilgi ve yöntem görüşüne çevirmiş olmasıdır. İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin gözünde tasavvuf, İslâm’ın Doğu Akdeniz havzasına yerleşmesinin bir sonucu olarak, buradaki bütün kadim felsefî geleneklerle hesaplaşabilen bir bakış açısı sunmaktadır. Bu dönemde başından beri tasavvufun ana yöntemi olan riyâzet ve mücâhede yoluyla nefsi terbiye etme usulleri ve ilâhi ahlâkla ahlâklanma ilkesi muhafaza edilmiştir. Ancak tasavvufun meselesi olan ahlâkî haller ve makamlar, artık sadece bir bireyin ahlâkî halleri olmaktan çıkarak bir varlık yorumuna ve dünya görüşüne kaynaklık etti. Başka bir deyişle tasavvuf bu yeni dönemde, fıkıh-kelâm ilimlerini değil, daha çok kelâm ve felsefe disiplinlerini muhatap kabul etti ve bu sayede metafiziğe dönüştü. Binaenaleyh bu yeni dönemi “Tasavvuf metafiziği dönemi” olarak isimlendirmek mümkündür. İbnü’l-Arabî, dinî literatür geleneğinin en çok şerh edilen eserlerinden biri olan Fusûsu’l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye; talebesi Sadreddin Konevî ise Miftâhu’l-Gayb’ında vahdet-i vücûd düşüncesinin temel ilkelerini ortaya koymuşlardır.5
Bu ilkeleri temelde iki başlık altında toplamak mümkündür. Birincisi, “Varlık olmak bakımından varlık Hakk’tır.” cümlesidir. İkincisi ise bütün mevcutların hakikatlerini oluşturan a‘yân-ı sabitenin ezelîliği görüşüdür. Bunlardan birinci görüş, filozofların zorunlu varlık düşüncesinin yeniden yorumlanması anlamı taşırken; a‘yân-ı sâbite düşüncesi ise yaratılış konusuna dair hem Antik Yunan’da hem de İslâm düşüncesi içerisinde ortaya konulan birtakım görüşlerin bir ikmâli ve devamı mesabesindedir.
İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin dinî düşünce geleneğinde yaptıkları dönüşüm o kadar etkili oldu ki, tasavvuf artık ilk asırlardaki “yerel” karakteristiğini aşarak evrensel bir metafizik görüşü olarak vaz edilmiş oldu. İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin ardından gelen Afifüd-din Tilimsânî (ö. 6120/1291), Müeyyidüddin Cendî (ö. 691/1292), Saîdüddin Fergânî (ö. 699/1300), Abdürrezzâk Kâşânî (ö. 736/1335) gibi şârihler vasıtasıyla tasavvufta “vahdet-i vücûd geleneği” teşekkül etmiş ve bu gelenek bilhassa Osmanlı’daki düşünce ortamını derinden etkilemiştir. Dahası bu düşünce geleneğinin, on ikinci yüzyıldan sonra teşekkül eden hemen hemen bütün tarîkatlara etki ettiği görülmektedir.
Netice olarak, tasavvuf tarihinin dönemlerini tespit ederken oryantalist bakış açısından etkilenen tutarsız ve ideolojik tasnifleri yeniden sorgulayarak tasavvuf geleneğinin kendi iç bütünlüğünü esas almak bir zorunluluktur. Bu meyanda tasavvufun geçirdiği iki büyük kırılma evresini, onun ana dönemleri olarak tesis etmek mümkündür. Bunlar Hicrî birinci asırdan Gazzâlî’ye kadar ulaşan ilk beş asırdaki Sünnî tasavvuf dönemi ile İbnü’l-Arabî ve Konevî ile birlikte gelişen tasavvuf metafiziği düşüncesinin etkili olduğu ikinci evredir.
1 Tasavvufun dönemlendirilmesiyle ilgili oryantalist yaklaşımları sorgulayan ve bu hususta yeni bir tasnif öneren önemli bir çalışma için bkz. Demirli, Ekrem, “Tasavvuf Araştırmalarında Dönemlendirme Sorunu: Din Bilimleri ile Metafizik Arasında Tasavvurun İlim Olma Mücadelesi”, Nazariyat: İslâm Felsefe ve Bilim Tarihi Araştırmaları Dergisi, S. 4 (2016/II), s. 1-29.
2 Ignaz Goldziher, Reynold Nicholson, Tor Andrae ve Margaret Smith gibi oryantalistler bu tasnife kaynaklık eden isimler olarak zikredilebilir. Abdülkâdir Mahmûd, Ebu’l-Alâ Afîfî, İbrahim Besyûnî ve Kâsım Ganî, gibi bazı müslüman araştırmacıların da bu tasnifi derinlikli bir kritiğe tabi tutmadan benimsediği görülür.
3 Gazzâlî’nin kelam ilminde gerçekleştirdiği dönüşüm hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Griffel, Frank, Gazâlî’nin Felsefî Kelamı, trc. İ. H. Üçer, M. F. Kılıç, İstanbul: Klasik Yayınları, 2009.
4 Tasavvufun bu ilk dönemini çeşitli yönleriyle inceleyen bazı çalışmalar için bkz. Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf: İslam’da Manevî Hayat, trc. Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, İstanbul, 2004; Knysh, Alexander, Ta s a v v u f Ta r i h i , trc. İhsan Durdu, İstanbul, 2011; Başer, Hacı Bayram, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, İstanbul, 2017; Karamustafa, Ahmet, Tasavvufun Oluşumu, trc. Nagihan Doğan, İstanbul, 2017.
5 Hem İbnü’l-Arabî hem de Konevî hakkındaki en önemli çalışmalar ülkemizde gerçekleştirilmiştir. Ekrem Demirli, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’ini çevirip şerh etmesinin yanında Fütûhât-ı Mekkiyye’yi 18 cilt halinde tercüme etmiş; Konevî’nin de bütün eserlerini dilimize kazandırarak hakkında bir doktora çalışması hazırlamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Demirli, Ekrem, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, İstanbul, 2005; Demirli, Ekrem, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul, 2009.