TASAVVUF – H. Kâmil Yılmaz

A+
A-

TASAVVUF

H. Kâmil Yılmaz

Tasavvuf, hicri 2.-3.yy’ da ortaya çıkmıştır fakat temsil ettiği alan ve muhteva olarak insan kadar eskidir.

İnsan zaafları, ilgileri ve kültürel etkinlikleriyle farklılık arzetse bile özde aynıdır, insanın olduğu her yerde adı ne olursa olsun dinin insanın ruhi tarafını konu edinen bir boyutu vardır. İster ilahi ister beşeri olsun bütün dinlerde mistik tarafın bulunması bunun fıtrattan kaynaklanan bir ihtiyaç olduğunu gösterir.

İslami ilimler arasında tasavvufun yeri, Hz. Peygamberin hayatına bakarak anlaşılabilir. Hz. Peygamber hayatı boyunca üç otoriteyi temsil etmiştir. Medine Devlet Başkanı olarak “siyasi otorite” yi temsil ederken “dini otorite” konumunda, ümmetin her türlü sorusuna cevap veren, problemlerine çözüm üretendi. Ayrıca “manevi otorite” konumunda ise kendisini yaşayışıyla örnek olan, manen eğiten yol gösteren olarak görüyoruz.

Vefatından sonra siyaset dışındaki alanlarda O’ nu temsil edenler tek kişiyle sınırlı kalmadı, değişik şahıslar tarafından temsil ediliyordu. İlmi kanatta fıkıh, kelam, tefsir, hadis gibi çeşitli İslami ilimler teşekkül edince O’ nun manevi hayatı da tasavvuf ve tarikatler adıyla kurumsallaşarak ortaya çıkmış ve o boşluk da böylece doldurulmuştu. Eğer Hz. Peygamber“in hayatındaki manevi yönünü kabul ediyorsak onun uzantısı olan tasavvufu da İslam”ın dışında görmemiz mümkün değildir. Fert ve kurumların uygulamalarındaki yanlışlıklar ve eksiklikler tasavvufu reddetmeyi icap ettirmez.

O’ nun hayatını mercek altına aldığımızda maneviyatla dopdolu olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber”in Allah’ la ilişkisinin yansıdığı namaz ibadetinde O’ nun Cenab-ı Hak’ ka olan saygısının, sevgisinin, O’nunla beraber olmaktan kaynaklanan huşu duygusunun derinliğini görmek mümkün. Mesela Kur’an mü’minlerden bahsederken: “Onlar namazlarını huşu içinde kılarlar” buyuruyor. Fıkıh kitaplarında ise huşu şartının olduğu ifade edilmemiş ve burada bir boşluk doğmuştur. Peygamber Efendimiz”in insanlarla ilişkilerindeki derinlik, ibadetlerindeki huşu duygusu, dünyaya bakışındaki ölçü yani zühd fıkıh tarafından ihmal edilince bu boşluğu dolduracak bir sisteme ihtiyaç duyuldu.

Emevi devletindeki toprakların genişlemesi ve refah seviyesinin yükselmesi sonucu insanların lükse dalmaları ve ahireti unutmaları, Hz. Peygamber’ in hayatını bilenlerin bu durumu protesto etmelerine sebebiyet vermiş ve bu da tasavvufun doğmasına etken olmuştu. İncelendiğinde sonuç olarak tasavvufun çıkışının, bazı Müslümanların Hz. Peygamber’ in hayatını ve manevi yönünü örnek alma isteklerinden kaynaklandığı anlaşılıyor.

Hicri 2.-3. yy’ da ayrı bir dal olarak görülmeye başlanan tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki önemli boyutu vardır. İnsanın ahlaki bakımdan eğitilmesi, nefs tezkiyesi gibi konuları içeren tahalluk boyutuna kimsenin itirazı yok. Mesela nefs terbiyesinin gerekli olduğunu yemin lafzıyla vurgulayan ayetler vardır. Ayrıca Cenab-ı Hakk hiç bir şeyin fayda vermediği o günde ancak kalb-i selim olanların cennete girebileceğini buyuruyor. Yine O’ nu görüyormuşcasına kulluk etmek manasına gelen ihsan duygusunun fazileti, muhacir ve ensarın faziletinden sonra gelir. Bunları gerçekleştirmek de tasavvufta tahalluk boyutunun bir gereğidir.

Tasavvufun bir de tahakkuk boyutu yani düşünce ve fikir boyutu var ki eleştiriye uğrayan tarafı da burası. Kelamcılar, Kur’an ve hadislerdeki nasları akılla yorumlayarak ortaya koyarken tasavvuf ehli: “Allah’ tan takva üzere sakının, Allah’ a gönlünüzü sıkıca bağlayın, Allah size yeter.” Ayet-i Kerimesi’ nden hareketle insanın ibadet ve takvası yükseldikçe manen bir açılıma, keşfe, fethe mazhar olacağını ve zaman zaman bu insanların gönül ve duygu zenginliğiyle bir takım bilgilere ulaşabileceğini ifade ediyor. Kısacası tasavvuf erbabının kelam, felsefe ve fıkıhtan farklı olarak söylediği şey aklın dışında keşf yoluyla da bilgiye ulaşılabileceğidir.

Tasavvuf erbabı kendisini İslam”a göre nerede görüyor? Bazılarının iddia ettikleri gibi yeni bir din sahibi olarak mı kabul ediyorlar yoksa İslam”a bağlı ve ayrılmayı kat’iyyen düşünmeyen bir kalbi yapıda olduklarını mı düşünüyorlar? Bu açıdan baktığımızda ilk zahid sufilerden itibaren hepsi Kur’an ve sünnete bağlı olma noktasında hiçbir problem ortaya koymuyorlar. Mesela Bayezid-i Bestami, sözlerinin pek çoğu spekülasyona tabi tutulan bir insandır. Diyor ki: “Siz gökyüzünde uçan, su üzerinde yürüyen bir insan görseniz bile onun sözlerine itibar etmeyiniz. Ta ki sünnet çizgisindeki hassasiyetinden emin olana kadar.” Dolayısıyla sapık tasavvuf temsilcileri dışındakileri, Kur’an ve sünnete bağlı olma kaygısı taşıdıklarını görüyoruz. Bu da bize tasavvuf ilminin ve mensuplarının geneli itibarıyla Kur’an merkezli olmaya çalıştığını gösteriyor.

Tasavvufu Hz. peygamber’ den itibaren gelen süreç içinde gözden geçirdiğinizde, zaman zaman zigzaglar çizse ve tarihi yollara ayrılan bazı zümreler olsa bile özü itibarıyla Kur’an ve sünnetten alınan bir hayat tarzı, bir düşünce sistemi olarak ifade ederiz. Bu demek değildir ki her tasavvufi zümre doğru yoldadır ve her yaptığı yüzde yüz doğrudur. Yeniden gözden geçirilmesi gereken önemli noktaları bulunmaktadır ama tasavvufu biz İslam”ın bir parçası olarak görmek zorundayız. Çünkü tasavvufsuz bir İslam yavan ve katı olur. Tasavvuf İslam”ın Hz. Peygamber’ e temessül eden rahmet yanı olduğu için şefkate daha çok ağırlık veren, hoşgörüyü, sevgiyi öne çıkaran bir yapıya sahiptir.

Tasavvufun ilmi planda kültürümüze katkılarının insanımıza sunulması gerektiğini düşünüyorum. Kütüphanelerimizde en çok yazma eser tasavvufa aittir. Bu da bizim insanımızın tasavvufla ne kadar bütünleştiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Tasavvufu sadece bir zühd hareketi ve bir elinde tesbihle kenarda bekleyen insanlar olarak görmek yanlıştır. Aslında hayatın her alanını kuşatan bir yapıya sahiptir. Bu yaşadığımız yüzyıl içerisinde işgale uğramış pek çok İslam yurdunun kurtulma hareketinde tasavvuf erbabının öncülüğü başlatması onlar hakkındaki pasiflik iddiasını yalanlıyor. Mesela Çeçenistan’ da direnişi gerçekleştirenler, Libya’ da, Cezayir’ de, Tunus’ ta müstevlilere karşı duruş harekatını başlatanlar da o yörelerdeki tasavvuf erbabıdır. Muhammed Hamidullah şöyle diyor: “Bugün Fransa’ daki Müslüman grupların İslam”la tanışmaları daha çok tasavvuf erbabı vasıtasıyla olmuştur. Ben bir İslam hukukçusuyum, İslam”ı başkalarına tanıtma ve anlatma hususunda çok etkili olduğumu söyleyemem. Çünkü insanlar üzerinde benim akılcı ve nazari anlatımlarım, sufi ve dervişlerin başardığı gibi özde tesir etmiyor.”

Tasavvuf müessesesi iyi kullanıldığı dönemlerde İslami yapıyı muhafazada Batılıların bile ilgisini çekecek kadar fonksiyon görmüştür. Abdülhamit’ in Osmanlı’ yı 33 yıl nasıl başarıyla idare ettiğine dair Fransızların yaptığı araştırmadan çıkan sonuca göre yıkılmaya yüz tuttuğu dönemlerde bile hac, hilafet ve tasavvuf kurumlarının ne kadar önemli görevler icra ettiklerini gösterir.

Dine olan ilgi, bilginin çok önündedir. Bu ilginin bilgiyle desteklenmesinin ve bilgilenme sürecinin mutlaka artırılmasının zaruri olduğuna inanıyorum. İnsanlar dini yaşamak için bir cemaate girmenin yeterli olduğunu sanıyorlar. Eğer o cemaatte alt yapı yoksa insan yetişmiyor ve doğrudan tarikatın bir takım emirleriyle karşılaşıyorlar. Halbuki önce dinin temel bilgileri sonra da tasavvufi bilgiler verilmelidir. Fakat işin başındaki insanlar durumun pek ciddiyetinde değiller, ihtiyacını da hissetmiyorlar. Türkiye’ de ve dünyada başlayan bu ilginin bilgiyle desteklenme mecburiyeti vardır.

Bugünkü tekke ve tarikatların bizim genel yapımızla irtibatları meydandadır. Biz ne kadar Müslüman isek onlarda o kadar Müslüman. Bizim düzeyimiz ne kadar yükselirse onların da o kadar yükselecektir. Çünkü onlar başka toplumdan gelmiyor. Burada vazife tüm kurumlara düşüyor. Bu doğrultudaki çabalarla onlardaki bir takım problemler de asgariye inecektir.