Tasavvuf erbabı da kendilerini hesaba çekmeliler 1

A+
A-

Tasavvuf erbabı da kendilerini hesaba çekmeliler 1

Geçen haftaki yazımın sonunu “Ana gelenekle alakası olmayan sahte sufiler üzerinde durmak istiyorum. Malum bir çiçekte usare yani özsuyu varsa onun etrafında arılar da dolaşır … böcekleri de” diyerek tamamlamıştım.

Malum olduğu üzere İslam metafiziği ve maneviyatı üzerine geliştirilen en mühim açıklama modellerinden birisi “Tasavvuf”tur. İlletle ve noksanla malûl bir âlemde zuhura gelen her şey gibi onun da seveni ve sevmeyeni, benimseyeni ve benimsemeyeni, anlayanı ve anlamayanı olmuştur ve de olacaktır. Bundan daha tabii bir şey olamaz. Zaten gerçek sufiler herkes tarafından kabul görmeyi, bazı ayetler ve hadislerle destekleyerek, bir problem olarak görürlerdi ve böyle bir beklenti içerisine girmezlerdi. Tasavvuf denilen din metodolojisine yöneltilen eleştirilere baktığımız zaman başlarda daha çok meslek içi özeleştiriler olduklarını görmekteyiz. Böyle olunca yıkıcı değil yapıcı eleştiriler olmaktadır bunlar. Bu bakımdan dini ilimler içerisinde ilk otokritiğini yani kendini sorgulamayı başarmış bir ilim dalıdır diyebiliriz tasavvuf için.

Mesela ilk sûfîlerden sayılan Cüneyd ve Bâyezîd gibi kimseler kendi dönemlerinde ‘Tasavvufun sadece adının kaldığını ama hakîkatinin kaybolduğunu’ hayıflanarak itiraf ederler. İlk tasavvuf klasiği sayılan el-Lüm’a’da Serrâc (ö.378/988) “Galatâtu’s-sûfiyye” başlığı altında bazı sufilerin seyr-i süluk yolunda yapabilecekleri hatalardan bahseder. Bu hataları “Ayrıntıdaki Hatalar” ve “Usûldeki Hatâlar” diye ikiye ayıran Serrac bir yerde de der ki; “En bıçak sırtında olması gereken ilim dalı biziz. Bir yanlış yaparsak cehennemlik oluruz. Başka ilim dallarında yapılacak hatalar bizim mevzularımızda yapılacak hataların yanında hafif kalır. Çünkü tasavvuf Allah’a giden yolun mânevî makam ve hâlleri ile istikametini göstermektedir. Bu konu en ufak bir hatayı dahi kaldırmaz”.

Serrâc’dan yaklaşık yarım asır sonra gelen Sülemî de aynı başlıkta yani Galatâtu’s-sûfiyye adıyla bir eser kaleme alır. Kuşeyrî ve Gazzâlî gibi sufi düşünürler de benzer kritikler yaparlar. Bu asil yolda düşülebilecek bazı hataları göstermeye çalışırlar.

Yine bazı tasavvufi kitaplarda ise Bâyezid-i Bistâmî ve Cüneyd-i Bağdâdî arasında, Hallâc-ı Mansûr ile Cüneyd-i Bağdâdî arasında bir takım konularda farklı görüşler olduğu anlatılır. Büyük arif Muhyiddin İbn Arabi bir iki konuda Gazzali ve Abdülkadir-i Geylani’den farklı düşündüğünü belirtir. İmam-ı Rabbani de bütün hürmetine rağmen bir konuda İbn Arabi’den farklı düşündüğünü yazar. İmam-ı Rabbani’nin talebesi Hace Hord ise o konuda hocasının İbn Arabi’yi yanlış anladığını ileri sürer. Daha sonra Şah Veliyyullah Dehlevi gelir ve her ikisini de uzlaştıran bir üçüncü yol izler.

En güzeli de sufilerin bu gibi görüş farklılıklarına sahip olmanın hallerin ve zevklerin farklı olmasından olduğunu yani tabii olduğunu söylemeleridir: “İhtilâfu’l-akvâl bi-ihtilâfu’l-ahvâl”. Hatta Hallac kendisini idâm etmek üzere toplanan kalabalığın önünde yaptığı şu dua ile kendilerini tenkid edenlerin mertebeleri gereği böyle yaptıklarını söyler ve bu sebepten karşı çıkmaz, sonuca rıza gösterir: “Allahım, Senin kulların, Sana olan yakınlıklarından ve dinlerine bağlılıklarından beni öldürmek için toplandılar. Onları bağışla! Çünkü Sen, bana gösterdiğin sırları onlara göstermiş olsaydın, hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şâyed onlardan gizlediklerini benden de gizlemiş olsaydın ben de böyle sözler söylemeyecektim.”

Hasılı mevzudan anlamayan bazı kimselerin tasavvuf ilim dalında her şey kalıplaşmış kabullerden ibarettir ve hiç tenkid yapılmaz sözü gerçeği yansıtmamaktadır. Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Tasavvuf ve Tenkit (İstanbul 2011) isimli eserinde sufilerin bu içsel tenkit mekanizmalarını güzel bir şekilde işlemektedir.

Lakin daha sonraki dönemlerde tasavvuf ilmine yönelik tenkidlerin menşei ve mahiyyeti değişmeye başlayacaktır. Mevzu dışından tenkidler daha öne geçmeye başlar. Mahiyyetleri gereği bunlar yapıcı değil yıkıcı ve yoksayıcı tenkidler olmaya başlar. Sünni âlemde selefiliğin ileri merhalesi olan Vahhabîlik ile Şii âlemde ahbarîliğin ileri merhalesi olan Şirazîlik tasavvufa bu iki cepheden saldıran akımlar olmuşlardır. Bunlara bazı müsteşrikler ve İslam düşmanları da katılınca 20. yüzyılda İslam tefekkürünün en önemli hedef tahtası tasavvuf olmuştur. Günümüzde ise sünni veyahut şii kalkışlı siyasal İslamcı akımlar ile bazı modernist-rasyonalist ilahiyatçıların buluştukları zemin bu olmuştur. Hatta çok ilginç kesişmeler de yine bu sayede ortaya çıkmıştır. Mesela Tekkeler Yıkılmalıdır ve altındaki toprak birkaç arşın kazınarak denize dökülmelidir ki o zeminde namaz caiz olsun diyen Kadızaderililer ile daha sonra gelen ve “Tekkeler Yıkılmalıdır” diye kitap yazan Zülfîzâde Ömer Adil gibi Kemalistler yine aynı çizgide buluşmaktadırlar. Hasılı tarihte ve günümüzde tasavvuf karşıtlığı her yönden incelenmesi gereken ve pek çok akademik araştırmaya ihtiyaç duyan mühim bir konudur.

Peki bir de madalyonun öteki yüzünü çevirelim. Tıpkı İslamofobia tartışmalarında olduğu gibi hep suçlu gayr-i müslimler mi? Hiç Müslüman olduğunu iddia eden bazı kişi ve gurupların bu İslam korkusunun oluşmasında katkıları yok mudur? Şimdi benzer soruyu Tasavvuf özeline indirerek soralım. Acaba özellikle günümüzde kendilerini tasavvufa nisbet eden bazı kişi ve gurupların bu ‘Sufi-fobia’nın oluşmasında katkıları hiç yok mu? Ben olduğu kanaatindeyim. Bunu söylerken bir özür dileyici (apolejetik) bir tavırla bunu söylemiyorum. Bu konuyu Molla Kasım’a bırakmadan sufilerin kendilerinin yapması gerektiği kanaatindeyim. Onlar yapmazsa başkaları bunları suistimal ederek kendilerine malzeme yaparlar. Bu mühim konuya haftaya devam etmeyi düşünüyorum.

Yeni Şafak Gazetesi