Tartışmaların Gölgesindeki Güneş: Mevlânâ Celâleddîn

A+
A-

Tartışmaların Gölgesindeki Güneş: Mevlânâ Celâleddîn

Dr. Mustafa Sefa Çakır

Toplum olarak tartışmayı, kutuplaşmayı, bir şeylere taraf olmayı seviyoruz galiba. Özellikle şahıslar söz konusu olduğunda bu ayrışma daha da belirgin bir hâle geliyor. Üzerinde ayrışılan isimlerden birisi de Mevlânâ. Sevenleri, takipçileri olduğu gibi muarızları hatta zinhar okunmaması gerektiğini savunanları da var.

Asıl adı Muhammed bin Muhammed bin Hüseyin olan Mevlânâ, bugün Afganistan sınırları içinde bulunan Belh şehrinde doğmuş, bu şehre nispetle Belhî olarak anılmıştır ve lakabı ise Celâleddîn’dir. Mevlânâ, yine bir âlim olan babası Bahâeddîn Veled ile beraber Bağdat, Şam, Hicaz gibi farklı coğrafyalarda bulunduktan sonra Anadolu’da ikamet emiş ve Konya’da vefat etmiştir. Mevlânâ, o zamanlar Anadolu’nun ‘Diyâr-ı Rum’ olarak geçmesinden dolayı Rumî, Molla-yı Rum gibi adlarla da anılmaktadır. Eserleri genellikle Farsça yazmıştır. Mesnevisi de Farsça olmakla beraber Türkçede birçok tercümesi vardır (hatta Nahîfî gibi bazı kişiler onu manzum olarak tercüme etmiştir) ve bu tercümeler asırlar boyu okunmuş, halen de okunmaktadır. Mesnevinin şairlerimiz üzerinde büyük etkisi vardır.

Mevlânâ aynı zamanda tasavvufi bir anlayış, akım olan Mevlevîliğin de kurucusu olmuştur. Mevlevîlik, Anadolu’nun ve Balkanların İslamlaşmasında önemli rol oynayan tasavvufi gruplardan biridir. Mevlevîlik içinde birçok büyük isim yetişmiş, bu insanlar Mevlânâ’dan aldığı ışığı diğer insanlara taşımıştır. Kendisinden asırlar sonra bile izinde giden birçok nadide şahsiyet çıkmıştır.

Peki, Mevlânâ’ya itirazlar hangi noktalarda toplanmaktadır? Öncelikle “Mevlâmız” anlamına gelen ‘Mevlânâ’ tabirine gelen itirazlar vardır. Kur’an-ı Kerim’de “Mevlâ” olarak Allah Teâlâ’nın geçmesinden hareketle bir insana Mevlânâ denilmeyeceği savunulmuştur. Oysa insanların bir şahsı “sığınılacak yegâne merci” olan bir Mevlâ kabul etmediği açıktır. Kelimelerin bir sözlük anlamı vardır bir de terim/ıstılah anlamı. Evet, Kur’an-ı Kerim’de de geçtiği üzere Allah bizim şüphesiz Mevlâ’mızdır. Ama bu kelime sadece bir anlama gelmemekte ve kerîm kitabımızda da tek anlamda değil, farklı yerlerde farklı anlamlarda kullanılmıştır. Ayrıca Afganistan, Hindistan gibi bölgelerde bu tabir ‘efendimiz, hocamız, büyüğümüz, üstâdımız’ anlamında âlimler için kullanılmaktadır. O bölgede eski zamanlardan beri binlerce insan için kullanılmıştır bu tabir, yani sadece ‘bizim’ Mevlânâ için değil…

Arapçada ev sahibi için “rabbü’l-beyt” tabiri kullanılır, yani evin rabbi. Bu durumda Arapça konuşan milyonlarca Müslüman için de Allah’tan başka rabler kabul ettiklerini düşünmek gerekir ki bu da büyük bir yanlış olacaktır. Peygamber efendimiz de bir hadisinde mevlâ kelimesini kullanmıştır ki kelimenin farklı anlamlarda kullanılabildiğini görmemiz açısından önemli bir örnektir: “Ben kimin Mevlâsı isem Ali de onun Mevlâsıdır” (Tirmizi, Menâkıb,19; İbn Mâce, Mukaddime,11). Mevlâ kelimesi efendi, sahip anlamına geldiği gibi köle anlamına da gelmektedir. Emevîler döneminde bu nedenle Araplar dışındaki Müslümanlara köle nazarıyla bakıldığı için mevlâ kelimesinin çoğulu olan ‘mevâlî’ kelimesi kullanılmıştır.

Bir diğer husus Mesnevi’deki müstehcen sayılabilecek hikâyeler. Bu, inkâr edilecek ya da örtülecek bir durum değil. Peki, ne diyoruz bu duruma? Mevlânâ, Mesnevi’nin sadece ilk on sekiz beytini kendisi yazmıştır. Geri kalan kısmı bir anlamda doğaçlama diyeceğimiz şekilde Mevlânâ’nın söyleyip kâtipliğini yapan kişinin (meselâ Hüsâmeddin Çelebi) yazması şeklinde gerçekleşmiştir. Mevlânâ, herkese anlayacağı şekilde ve seviyede hitap etmiştir. Bazen de bu türlü bir anlatımın etkili olacağını düşündüğü için istisnai olarak böyle bir yöntem kullanmıştır. Bu da halkın belli bir kesimine hitap şeklidir. Kaldı ki Mevlânâ hatasız bir kul değil, Mesnevi de hatasız bir kitap değil. Müslüman mümeyyiz akla sahiptir. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırabilir. Sözün hepsini dinler güzeline uyar. Alacağımızı alır, bırakacağımızı bırakırız. Kaldı ki bu tür hikâyeler bir geleneğin yansımasıydı. Şairler kimi zaman bu tür şaka yollu ifadelerle derdini anlatmaya çalışmış, bunu eğitim için bir araç kılmışlardı. Bu bağlamda Mesnevi’nin beşinci defterinde 2496. beyitten sonra gelen başlıkta tasavvufî şiirin öncüsü sayılan ve Mevlânâ’nın kendisinden çokça etkilendiği bir isim olan Senâî’den şu alıntı yapılmıştır:

هزل من هزل نيست تعليم است‏

بيت من بيت نيست اقليم است‏

“Hezl-i men hezl nîst ta’lîmest

Beyt-i men beyt nîst iklîmest”

[Benim hezlim (latifem) hezl (kuru bir mizah) değil, eğitim için söylenmiş sözlerdir. Beyit(ler)im de beyit değil, bir mana iklimidir.]

Mesnevi toplamda altı cilt ve yaklaşık 26 bin beyittir. Divan-ı Kebir ise yaklaşık 40 bin beyittir. Eğer okursak engin bir derya ile karşılaşacak ve birçok hikmeti bulacağız orada. Hem de yabancıların güzel sözlerini almakta bir beis görmüyorken, Mevlânâ’dan alıntı yapmakta, ondan istifade etmekte neden çekinilir ki?

Sema meselesini benimsemiyor, ayin-i şerif tabirini rahatsız edici buluyor olabilirsiniz. Hususen geçtiğimiz günlerde şahit olduğumuz gibi kadın semazenler ve Türkçe tilavetlerle işin daha da sulandırıldığına şahit olabiliriz. Tıpkı olur olmaz yerlerde semazenlerin boy göstermesi gibi. Ama bunun faturasını Mevlânâ’ya kesemeyiz. Onun hayatında bunların bir karşılığı yok. Bugün Batı’da sufizm adı altında İslami motiflerle ama İslam’dan uzak bazı algılar da şekillenmekte. Onlara karşı da bizim tevhid inancını anlatmak gibi bir sorumluluğumuz bulunmakta. Mevlânâ kendi ifadesiyle şöyle demektedir;

من بندهٔ قرآنم اگر جان دارم

من خاک ره محمد مختارم

“Men bende-i Kur’ânem eger cân dârem

Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem”

(Ben hayatım olduğu müddetçe Kur’an’ın kölesi, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.)

Yine günümüzde “Ne olursan ol, gel”e sıkıştırılmış bir Mevlânâ algısı ile karşı karşıyayız. Bu münasebetle herkesin her türlü kullanışına elverişli bir şahsiyet imajı oluşturulmaya çalışılmakta. Oysa Mevlânâ kendi ifadesiyle “Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.” der. Yani o önce şeriat, sonra tarikattır. Mevlânâ’dan insanlık çıkarılabilir, çünkü tüm insanlığa bağrını açmıştır ama hümanizma çıkmaz. Bu kapıya elbette herkes gelebilir ancak İslam’a teslim olmak şartıyla…

Mevlânâ, eserlerinin Farsça olmasından dolayı İran’da da oldukça ilgi görüyor, insanlar şiirlerini ezbere okuyor, onu filmlere konu ediyor. Farsların irfanî bir geleneğe sahip oluşunun da bunda bir payı vardır elbette. Ancak Mevlânâ’nın kabrinin Anadolu’da bulunuyor olması bizler için bir imkân. Özellikle tanıtım yönüyle bu imkândan ne kadar istifade ettiğimiz önemli bir soru tabii. Mevlânâ hakkında daha çok çalışma, araştırma yapılabilir, onu tanıtan filmler çekilebilir, mesnevi okumaları bizde de yeniden ihya edilebilir. Eserlerini okuyarak onun mesajını anlayabilir ve anlatabiliriz.

Modern zamanlarda üzerine atılan tüm çamurlara ve tartışmaların gölgesine hapsedilmeye çalışılmasına rağmen Mevlânâ -asırlardır olduğu üzere- bir güneş gibi insanlığı aydınlatmaya devam ediyor. Ne balçıkla sıvanabilir ne de başkalarının gözlerini kapamasıyla ışığından bir şey kaybeder. İmanla ve aşkla yazdığı eserleri hâlâ büyük bir zevkle ve şevkle okunuyor. Düğün gecesi (şeb-i arus) olarak gördüğü vefatının sene-i devriyesinde Mevlânâ’yı bir kez daha rahmetle anıyor, cümle yârâna bâkî ve hakîkî bir aşk temennî ediyorum…

https://www.insaniyet.net/tartismalarin-golgesindeki-gunes-mevlana-celaleddin/