Tarikatın Ne Olduğunu Biliyor Muyuz? – Süleyman Uludağ

A+
A-

Tarikatın Ne Olduğunu Biliyor Muyuz?

Süleyman Uludağ

Tarîkat yol demektir. Çoğulu turûk, etrâk, turukât veya tarâik şeklinde yapılır. Tarîk de yol anlamına gelir, ama yol-yöntem, usûl, sistem, din ve inanç gibi anlamlara da gelir. Aslında tark, darb gibi vurmak manasına gelir, “tark-ı akdâm” yol tepmektir. Çekice mıktara denmesi bundandır. Tarîkat ayrıca hâl ve şân (durum, biçim) anlamına da gelir. Özellikle gece gelen yolcuya târık denir. Târık, yol tepen, tark yol tepmek, tarîkat/tarîk da tepilen yer demektir. Sâlik, sulûk ve meslek de buna benzer. Arapça”da yol anlamında daha çok sebîl, yolcu anlamında da “ibn sebîl” kelimeleri kullanılır.

Kur”an”da tarîk, tarîkat, târik kelimeleri geçer. (bkz. Ahkâf, 46/30: Bu âyette geçen “tarîk-i müstakîm” ifadesi “sırât-ı müstakîm” anlamına gelir. (Tâhâ, 20/ 77, 104; Cin, 72/ 16). Bu âyetlerde tarîk ve tarîkat daha ziyade yeryüzündeki maddî yol değil, insanın inancı ve ahlâkı itibariyle tutmuş olduğu manevî yol, daha doğrusu yaşama tarzı, gidişatı ve benimsediği inanç sistemi anlamına gelir.

Hadislerde de tarîk ve tarîkat bu anlamda kullanılmıştır. Bazı meslek, sanat ve dindar kişilerin tarîk ve tarîkat kelimelerine yükledikleri manalar ilk zamanlarda bu kelimelerde mevcut değildi.

Sırât-ı müstakîm ve Sebîl-i reşâd (doğru yol) gibi ifadeler, herhangi bir ayrım bahis konusu olmaksızın bütün Müslümanların özellikle dualarda ve yaşam tarzlarını dile getirmede kullandıkları deyimlerdir. Sahabenin gerek Hazret-i Peygamber hayatta iken, gerekse vefatından sonra îtikâd, ibâdet ve ahlâk itibariyle yaşadıkları dînî hayat birbirine benziyordu, aralarında fazla bir fark yoktu. Var olan ufak tefek farklar dikkat çekici olsa bile bu farklılıklar şahsî ve ferdî idi, bir cemaat veya zümreye özgü değildi. O tür sosyal hayat şartlarında yaşayan insanlar arasında bu tür farkların bulunması son derece tabiîdir. Bununla beraber daha sonra İslâm toplumunda ortaya çıkan fırkalar, mezhepler ve tarîkatlar, temsil ettikleri hareketlerin kaynağı olarak sahabe arasındaki söz konusu farklılığı göstermişler, bu suretle durumlarının meşrû olduğunu ispatlamaya gayret etmişlerdir. Hz. Ömer şöyle demişti: “Ferâizle ilgili meselelerde Zeyd b. Sâbit”e, Fıkıh ile ilgili meselelerde Muaz b. Cebel”e gidin, mâlî konularda da bana gelin.” Kur”an tefsirini çok iyi bildiği için İbn Abbas”a “Tercümânu”l-Kur”an” denirdi. Cengâverlikleri ve askerî becerileriyle tanınmış sahabeler vardı. Bilgi ve beceri itibariyle birbirinden farklı olan sahabenin İslâm”ı algılama ve dînî yaşayışları da az çok birbirinden farklı idi. Ebu Zer Gıfârî ve Osman b. Me”mûn zâhid olarak; İbn Ömer, İbn Amr ve Ebu Derdâ, ibadetlerine çok düşkün olduklarından, âbid olarak tanınmışlardı. Fakat gerek sahabe gerek ondan sonraki iki nesil içinde âbidlik ve zâhidlik ferdî ve şahsî bir tutum ve tavır olarak kalmış, bir zümre ve cemaat haline dönüşmemişti. Ama diğer yandan çeşitli sebeplerin de etkisiyle zühd ve ibâdet hayatı itibariyle en başta Hazret-i Peygamber”i ve sonra âbid ve zâhid sahabeleri örnek alan sâlih ve takvâ sahibi Mü”minlerin sayıları giderek artmaya başlamış, sayıları artan âbid ve zâhidlerin zamanla yavaş yavaş cemaatleşmeleri ve örgütlenmeleri tabiî bir şekilde gerçekleşmişti. Hicrî II. (M. VIII.) asırda basit şekilde ortaya çıkan cemaatleşme çeşitli bölgelerde değişik aşamalardan geçtikten sonra ancak 3-4 asırlık bir süreç içinde son şeklini almıştı. Âbid ve zâhidlerin cemaatlaşma süreci itikâdî ve amelî/fıkhî mezheplerle hemen hemen aynı zamanda başladığı halde nihâî şekline ulaşıp düzenli ve örgütlü tarîkatlar halinde ortaya çıkmaları çok geç gerçekleşmişti.

Tarîkat/ Yol Kavramına Dâir

“Yol” kavramı, ister maddî ister manevî anlamda olsun İslâm”da, bütün semâvî dinlerde, hatta tüm dünya dinlerinde son derece önemlidir. Kendilerine bir gaye ve bir hedef tespit eden her fert ve cemaat oraya ulaşmayı tarîk/ tarîkat, yani yol ve yöntem terimi ile ifade etmişlerdir. Gerek Kur”an ve hadiste, gerekse İslâm literatüründe yol anlamına gelen pek çok kelime kullanılmış, bunlardan bir kısmı ıstılah/ terim haline de gelmiştir.

Aslında ark anlamına gelen şeriat, şer”i, ve şir”a mecaz yoluyla din anlamında kullanılmıştır. Tarîk-ı ilâhî, “Allah”a giden yol” demektir. Sırât, sebîl, meslek, nihle, minhâc, tarîkat, mezheb, şeriat ve sünnet, yol anlamına gelir. Bu yola Çin”de Tao (Taoizm), Hıristiyanlıkta, “Via”, (Via mystica) denilmiştir.

Yol deyimi seyr, sülûk, sefer, seyâhat, makam, menzil, azık, yoldaş/ sahib ve kılavuz gibi pek çok terimi de beraberinde getirmektedir.

İslâm”da ilk defa ortaya çıkan harekerler siyasî, itikâdî ve fıkhî gruplar ve fırkalardır. Mutezile, Cehmiye, ve Mürcie itikâdî ve fikrî bir hareketti. Haricî ve Şiîlerin itikâdî yönü bulunmakla beraber temelde siyasî gruplardı. Hanefîlik, Mâlikîlik, Şâfiîlik ve Hanbelîlik ise Fıkhî/ hukûkî ekollerdi. Bütün bu mezhepler I/ VII. asrın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlamış, II/ VIII. asırda ise gelişimlerini tamamlamış, sistemleşmiş ve birer mezhep halini almışlardı. Bunlardan hiçbiri “yol” anlamına gelen bir isimle adlandırılmamışlardı. Bununla beraber her birinin İslâm”ı anlama ve uygulamada benimsedikleri ve esas aldıkları bir usûlü ve bir yöntemi vardı. Hareketin dayandığı ve temellendiği bu usûle ve yönteme o hareketin mezhebi/ yolu denilmeye başlanmıştır. Muzezile ve Mutezile mezhebi, Şia veya Şiî mezhebi bu hususu ifade ediyordu. İşte daha evvel olmayan bu dînî/ sosyal vâkıa bu dönemde böyle ortaya çıkmıştı.

Mutezile, Havâriç, Şia ve Ehl-i Sünnet gibi ister itikâdî mezhepler olsun, isterse Hanefiye, Mâlikiye, Şâfiiyye ve Hanbeliye gibi fıkhî/ amelî mezhepler olsun İslâmî anlamda dindarlığa büyük önem veriyor, hatta diğerlerinden çok kendilerinin daha dindar olduklarını ve büyük dindarların aralarından çıktığını söylüyorlardı. Büyük, ciddi ve samîmî dindarlardan maksat âbidler, zâhidler (ubbâd, zühhâd) idi. Bunlara nâsik ve kâri (nüssâk-kurrâ)”da deniliyordu. Zühd, dünyadan ve maddiyattan çok maneviyata öncelik ve ağırlık vermeyi, hem çok, hem de ihlâslı bir şekilde ibâdet etmeyi öngörüyordu. Bu anlamda zühd, mezhebi ne olursa olsun bütün Müslümanların ortaklaşa kabul ettikleri dînî ve manevî bir hayattı. Bundan dolayı her mezhep büyük ve hakîkî zâhid ve âbidlerin kendi aralarında bulunduğunu söylüyor ve diğerlerine karşı bununla övünüyordu.

Zühd”ün biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki manası vardır. Dar anlamda zühd, manevî olanı maddî olana tercih etmek, dünyadan çok ahirete ağırlık vermektir. Yani maddî ve dünyevî olana karşı ihtiraslı, tamahkâr, bencil ve menfaatperest olmamaktır. Geniş anlamda zühd ise fakr, takvâ tevekkül, sabır, şükür, rıza ve hayâ gibi bütün dînî/ ahlâkî değerleri kapsıyordu. O dönemle ilgili olarak Kitâbü”z-Zühd adıyla eser yazan yazarlar eserlerinde başlıca ibâdet ve ahlak konularını işliyorlardı. Çünkü “zühd” deyimi bunların hepsini kapsıyordu. Şu halde bahsedilen asırlarda ortaya çıkan zühd hareketi geniş çaplı ve kapsamlı bir dindarlık ve ahlâk hareketi idi. Bununla beraber bu harekete “zühd mezhebi” veya “zühd tarîkatı” diye bir ad da verilmiş değildi. Bunun sebebi de bu hareketin bütün Müslüman mezheplerince aynı derecede kabul görmüş ve benimsenmiş olmasıdır.

Kuşeyrî”nin de isabetle belirttiği üzere; Ehl-i Sünnet, kendi âbid ve zâhidlerini diğer mezheplere mensup âbid ve zâhidlerden ayırmak için onlara “Sûfiye” veya Mutasavvıfe” adını vermiş, tuttukları yola da “Tasavvuf” denilmişti. Hicri II. (M. VIII.) asırdan evvel sünnî âbid ve zâhidleri sûfî/ mutasavvıf olarak tanınmışlardı. Bununla beraber aralarında, sûfiyâne bir hayat yaşadıkları halde sûfî unvanını almayan, bundan hoşlanmayan, hatta bunu eleştiren sünnî dindarlar da çoktu. Meselâ Melâmet ehli bunlardı ama sûfî terimine mesâfeli durma Melâmetle sınırlı değildi.

İlk sûfîler, daha evvelki dönemlerde yaşamış olan zâhid ve âbidlerin ardılları ve izleyicileri idiler. Bu sebeple onlar da izinden gittikleri ve üstâd olarak tanıdıkları dindarlar gibi teknik anlamda bir mezhepten veya tarîkattan bahsetmemişlerdi. Yani ilk dönem sûfîleri arasında teknik anlamda henüz bir tarîkat yoktur. Hatta tasavvuf tabiri bile bütün dindarları ve ârifleri kapsamıyordu.

İslâm dini Hicaz şartları içinde küçük bir cemaatin dini olarak ortaya çıkmış, Mekke”nin fethinden sonra mensupları hızla artmış, Dört Halife döneminde Mısır”a, Filistin”e, Suriye”ye, Irak”a, İran”a, Azerbaycan”a, Türkistan”a, Horasan”a ve Afganistan”a kadar yayılmış, milyonların dini olmuştu. Farklı ırkların, kavimlerin, halkların, kültürlerin ve inançların bulunduğu bu yerlere yayılan İslâm toplumunda bir takım mezheplerin, tarîkatların, inanç gruplarının, siyasî ve sosyal hareketlerin ortaya çıkmaması düşünülemezdi. Bir hadiste de işaret edildiği üzere Yahûdî ve Hıristiyanlar gibi Müslümanlar da mezheplere ve tarîkatlara bölünme olayını yaşayacaklardı. Bu, onların kaderinde vardı, bundan kaçınamazlardı.

Cemaatleşme ve tabakalaşma toplumlarda doğal olarak ortaya çıkan sosyal bir realitedir. Baştan beri bu durum İslâm”da vardır. Kur”an “sâbikûn ile”l-İslâm”/ ilk Müslümanlardan (bkz. Vâkıa, 56/11), Ashâb-ı Bedir”den (bkz. Enfâl, 8/7-12), Şecere-i rıdvân ashâbından (Feth, 48/18), Muhâcirlerden, Ensâr”dan, Tabiin”den, (bkz. Tevbe, 9/100) bahseder. Burada sıralanan altı tabakaya Hulefa-i Râşidîn, Aşere-i Mübeşşere ve Ehl-i Beyt de dahil edilirse dokuz tabaka eder. Şu halde İslâm”ın doğuş döneminden gelen cemaatleşme ve tabakalaşma olayının daha sonraki dönemlerde mezhep, fırka, tarîkat ve benzeri adlar altında devam etmesi doğal bir sosyal olay ve süreç olacaktı.

Bahsedilen Müslüman cemaat ve tabakalardın birine mensup olmak bir şeref ve iftihar vesilesi olduğundan bu tabakalar fazilet derecelerine göre imtiyazlı bir durumda bulunuyorlardı. Hz. Peygamber: “En hayırlı nesil benim neslim, sonra onu izleyen, sonra da bunu izleyen” buyurmuş olduğundan Sahabe, Tabiîn ve Etbâu”t-Tabiîn böyle bir nesle mensup olmayı şeref ve iftihar vesilesi biliyordu. Çünkü bunlar Kur”an”da ve hadislerde övülmüş nesillerdi. Bundan dolayı da başka bir unvan ve sıfat almaya ihtiyaç duymamışlardı.

Zâhid ve âbidler ilk üç neslin ardılları ve izleyicileri olmalarını bir şeref ve iftihar vesilesi sayıyorlardı. Ayrıca Müslüman toplum zâhid ve âbidleri şerefli ve faziletli bir tabaka olarak kabul ediyordu. Çünkü zühd ve ibâdet Kur”an ve hadislerde ısrarla üzerinde durulan İslâm”ın önemli değerleri idi. Bunun için zâhidler ve âbidler tuttukları yolun diğer yollardan daha önemli ve değerli olduğu inancına sahip idiler ve bunu da açıkça ifadeden çekinmiyorlardı. Kelâmcılar “eşref-i ulûm” diye niteledikleri kelâmı, fıkıhçılar fıkhı yüceltirken zâhid ve sûfîler de kendi meşguliyet sahalarının ve mesleklerinin önemini vurgulamaktan geri durmuyor, bunu yaparken de boş bir gurura ve kibre kapılmamaya ve ayrılıkçılık yapmamaya dikkat ediyor, bu konuda ilk üç nesli örnek alıyorlardı.

Cüneyd Bağdadî, sûfîlerin ilimlerini müzakere etmek için toplanmalarını bahis konusu ederek cemaatına; “En şerefli ilim bu ilimdir, en şerefli cemaat da bu ilim için bir araya gelenlerdir” diyor ve ekliyor: “Şu mavi gök kubbesi altında bu ilimden daha şerefli bir ilmin olduğunu bilsem burada değil, orada olurdum.” Şiblî de cemaatına hitaben; “Siz gerdanlıktaki elmas gibisiniz, sizin için nurdan kürsüler kurulur ve o zaman melekler bile size imrenir, bunun sebebi müzâkere etmekte olduğunuz bu ilim/ marifettir” demişti. Bütün mutasavvıflar vaazlarında ve yazdıkları eserlerde sûfîleri ve tasavvuf ilmini bu kadar yüceltmişlerdir. Çevrelerine yoldaş toplamalarında ve topladıkları yoldaşları kendilerine bağlamalarında sûfîlere ve tasavvuf ilmine övgüler yağdırmalarının payı vardır. Tevazu ve mahviyet onları bundan alıkoymamıştır.