TANPINAR VE MEVLÂNÂ
TANPINAR VE MEVLÂNÂ
Bir evvelki yazımızda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (11201-1962) Beş Şehir isimli kitabında anlattığı Mevlevî Âyini’nden söz etmiştik. Bu defa aynı eserden hareketle Hz. Mevlânâ ve Şems-i Tebrîzî hakkındaki görüşlerini aktaracağız. Hatırlanacağı üzere Tanpınar 1925-1927 yılları arasında Konya Lisesi’nde edebiyat hocalığı yaptı. 25-26 yaşlarındadır, ama sanatkâr hassasiyetine ve gözlemci bir dikkate sâhiptir o yıllardaki müşâhedeleri zaman içinde demlendi, 1945’te bunları yazıya döktü.
Beş Şehir kitabında Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul ile birlikte Konya’yı da anlatır. 25 sayfalık bu bölümün 12 sayfası Mevlânâ ve Mevlevî kültürüne ayrılmıştır. Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gelişinden bahsettikten sonra sorar:
Kimdir bu Şems?
“Kimdir bu Şems? Nasıl adamdı? Hangi hikmetlerle konuşuyordu? Mevlânâ’ya bütün devrinde o kadar yayılmış olan vahdet-i vücut felsefesi dışında ne öğretmişti? Bütün vesîkalar her şeyin onun Konya’ya gelişi ile başladığında birleşir. O zamana kadar devri için çok tabiî olan tasavvuf neşvesine rağmen az çok şekilci yaşayan, büyük bir âlim, bir müderris gibi tanınan Mevlânâ, o geldikten sonra sadece bir cezbe adamı olur, semâ’ eder, şiir söyler, şekillerin ve kalıpların dışında yaşar. Konya’yı devrinin yalnız coşkunluklarıyla doldurmaz, onu içten değiştirir.
“Bütün bu işlere tek sebep gibi gösterilen adam hakkında, tek eseri olan Makālât‘dakilerden başka şeyler bilmeyi ne kadar isterdim. Yazık ki asrının karanlığından birdenbire çıkan bu fakir, dünyâyı bir kalemde reddetmiş, münakaşayı bile kabul etmeyen, Muhiddin-i Arabî gibi -ufak tefek farklarla- kendi sisteminin başı sanılan adamla bile çatışma hâlinde olan bu seyyah dervişi sadece menâkıp kitaplarına veya Divân-ı Kebîr’in aydınlığında görmeğe ve tanımağa mahkûmuz.
“Halbuki menâkıp kitapları mürit sâfiyetleri içinde, yaşadıkları zamanın meseleleri ve modaları arasında hiç olmazsa bugün bize hiç bir şey söylemezler. Biz, iki medeniyetin yorgun çocukları, onların mihver kelimelerini ve meselelerini âdeta atlayarak geçeriz. Dîvân-ı Kebîr‘e gelince onun kamaştırıcı aydınlığında hiç bir şeyi olduğu gibi görmek mümkün değildir. Zaten Mevlânâ Şems’ten değil, aşktan bahseder.
“Konya’da Kubbe-i Hadrâ’nın avlusunda veya içinde, Sadreddin-i Konevî’nin dergâhında geçirdiğim başı boş hülya ve düşünce saatlerinde kaç defa onu düşündüm ve kendi kendime bu işde masalın ve hakikatin payı nedir diye sordum. Gerçekten bu adam bu kadar tesirli miydi? Şarkın en büyük şâirlerinden biri olan Mevlânâ’ya her şey ondan mı gelmişti? Mevlânâ ona rastladıktan sonra bir şaman gibi yanında rübabı ile gezen, her coştuğu yerde semâ’ eden bir adam mı olmuştu? Sonra ölümü için söylenenler?… Gerçekten Mevlânâ ile küçük oğlunun veya hemşehrilerinin, yahut bâzı müritlerinin arasına bu kadar sevdiği mürşidinin kanı mı girmişti?
“Şüphesiz mıknatıs gibi çekici bir şahsiyeti vardı. Mevlânâ ile başbaşa sohbetlerinde ona, menâkıp kitaplarında nakledilenlerden çok başka şeyler söylemişti. Belki de hiç konuşmuyordu (Eflâkî, bir fıkrasında Şems’in herkes içinde söze karışmak âdeti olmadığım kendi ağzından söyler). Sâdece mevcûdiyeti ile, bakışları ile ve sükûtu ile etrafını dolduruyordu. Şems-i Tebrizî’de adından başlayarak -çünkü bu adamda o devirde bir moda olan Şems adı bile mânâlaşır-ölümüne varıncaya kadar her şey muamma ve sırdır. Her şey bizim için onun çehresini karanlığın tâ kendisi olan sırlı bir aydınlık yapar.
“Menâkıb kitapları Şems’in ölümünden sonra Mevlânâ’nın üzerinde hemen hemen aynı tesiri gösteren Çelebi Salâhaddin’in bir cümlesini naklederler: “Ben Mevlânâ hazretlerinin aynasıyım. O benim şahsımda kendi büyüklüğünü seyrediyor.” Belki de Şems – Mevlânâ münasebetlerinin en iyi izahını bu cümle verir.”[1]
Tanpınar daha sonar Hz. Mevlânâ’nın şâirlik yönü üzerinde durur ve şöyle der:
Şâir Mevlânâ
“Mevlânâ şâirdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark’ın en büyük şâirlerinden biridir. Nasıl Garp Ortaçağı, bütün azap korkusu, içtimaî düzen veya düzensizliği ile, rahmâniyet iştiyâkı ve adâlet susuzluğu ile Dante’nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark’ta bütün varlık hikmeti, Hakla Hak olmak ihtirası ve cezbesiyle Dîvân-ı Kebîr’de-dir. Dîvân-ı Kebîr, insan tâlihinin şartlarını bir türlü kabul edemeyen ihtiyar Asya’nın ebedîlik iştiyâkıdır. Fakat birçoklarında -hattâ en büyüklerinde- olduğu gibi birlik felsefesi onda hayattan bir kaçış olmaz, belki ilâhî aşkta kendini kaybettikçe hayâtı ve insanı bulur.
“Onun dünyası hareket hâlinde bir dünyadır. Burada her şey yaratıcı aydınlığın ve aşkın kendisi olan Allah’ın etrafında döner, ona doğru yükselir, onda kaybolur, ondan doğar ve ayrılır, tekrar onunla ve birbiriyle birleşir. Her şey burada birbirini özler, birbirinin aynıdır, birbirine cevap verir. Bu mahşerde ne öldüren, ne öldürülen, ne seven, ne sevilen birbirinden fark edilir.
“Şüphesiz bütün bunlar İslâm dünyâsı için yeni şeyler değildi. Hallaç’tan beri tasavvuf, İslâm şiirinin ve hayatının bütün bir tarafı olmuştu. Fakat Mevlânâ’nın konuşma şekli başka idi.
“Aşkın ayrı bir tanrının dini olduğu eski çağlarda bile hiç kimse ondan Mevlânâ gibi bahsetmemiştir. Sanki alevden bir dille konuşuyordu. Dîvân-ı Kebîr, İbrahim’in atıldığı ocağa benzer, dışarıdan kavurucu gibi görünen ateş içeride bir gül bahçesi olur.”[2]
Tanpınar’ın çeşitli eserlerinde Mevlevîlikle ilgili en çok üzerinde durduğu konu Mevlevî mûsikisidir. Meselâ ona göre İsmail Dede’nin Ferahfezâ ayini “bir duâ, inanan ruhun Allah’ını aradığı bir çırpınış“tır.[3] Beş Şehir’de şunları yazar:
Mevlevî musikisi ve kültürü
“Mevlânâ’nm hasret ve sevgi felsefesi, bütün Mevlevîlikle beraber öz halinde bu on sekiz beyittedir. Bu beyitler kadar geleceği yüklü, onu kendisinde toplayan eser azdır. Zevkimizin en hâlis tarafı olan Mevlevî mûsikîsi, dört âyin-i kadîmden, Itrî’nin, Segâh âyinine ve Rast na’tına, III. Selim’in Sûz-i dilârâ’sına ve Dede’nin Ferahfezâ peşrevine ve âyinine kadar hepsi henüz kendini denememiş fikir olarak bu on sekiz beytin ezelî hasret sembolü olan ney’indedir. Öyle ki Mevlânâ bu on sekiz beyti yazıp dostlarına göstermek için sarığının arasına soktuğu zaman -ne kadar büyük, manevî mertebesi ne kadar yüksek olursa olsun şâir şâirdir- bütün o mûsikişinaslar, Gālib’e kadar gelen şâirler kāfilesi doğmuş sanılabilir. Onun için Yahyâ Kemal:
Şeb-i lâhûtda manzûme-i ecrâm gibi
Lâfz-ı bişnevle doğan debdebe-i mânayız
derken âdetâ bir borcu öder.
Tarîkat olarak Mevlevîliği esas çizgileriyle Sultan Veled kurar. Fakat teşrîfâtı, nezâketi, terbiyesi, sülûkün ve âyinin erkânı tıpkı mûsikisi gibi daha sonraki zamanın, Osmanlı devrinin ve biraz da İstanbul’undur. Ve şüphesiz ki kültürümüzün en yüksek tarafıdır. Bir medeniyetin çiçeği olan ve ona hiç belli etmeden şekil veren terbiye ve nezâketten, duyma şekline kadar hüviyetimizin birçok taraflarını o idare etmiştir.
Mevlevîlik ne tevâzu ve mahviyeti, ne de hangi mertebede olursa olsun îtibârı kabul eder. Eşitler arasında geçen bir mâceradır. Ve bu eşitlik sâde tarîkatın içinde değil, dışında da hükmünü sürer. Çünkü esâsı, bu günün felsefesinin çok sevdiği tâbirle insanın kâinattaki yeridir.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
O kadar mânâlı olan Mevlevî selâmı Gālib’in bu beytindedir. İnsan insanda- daha doğrusu iki kaşının arasında; çünkü oraya bakılır- Allah’ı görür ve onu tebcil eder. Şems – Mevlânâ münasebetini hiçbir şey bu selâm kadar iyi îzah edemez.”[4]
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 100 Temel Eser, İstanbul, 1969, s. 93-95.
[2] Beş Şehir, s. 95-96
[3] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Tercüman 1001 Temel Eser yayını, İstanbul, tsz. s. 241
[4] Beş Şehir, s. 99-100