Ben bu soruyu kendime ilk defa Yunus’un diğerlerine pek benzemeyen bir şiirini okuduğumda sormuştum. Hangi şiiri dediğinizi duyar gibi oldum. Sizi merakta bırakacak halim yok ya. Hemen hatırlatayım. Şu dörtlükle başlayan şiiri:
Denize bir ip gerseler
Üstüne ceviz serseler
O ipi devşirseler
Ne hoş olur cumburtusu
Yunus, suyun içine düştüğünde cevizin çıkardığı sese cumburtu diyor. Merak edip sözlüğe baktım. Cumburtunun tanımı şu:
Bir kabın içinde çalkalanan bir sıvının veya suya düşen ağır bir cismin çıkardığı ses.
Bu tanımdan, cumburtunun ağırlığı olan her cismin suya düştüğünde çıkardığı ses olduğu anlaşılıyor. Ama Yunus bize ağırlığı olan herhangi bir cismi değil, cevizin çıkardığı sesi söylediğine göre, ağır cisim denildiğinde aklan gelen nesnelerden olmayan cevizin bu ağırlığı nereden geliyor? Bu da kendime sorduğum ikinci soru oldu.
Ceviz neden ağır kabul ediliyor?
Yunus’un yukarıda ilk dörtlüğünü verdiğim ilahisi sembollerle örülü, ilk bakışta anlaşılabilenlerden değil. Yunus’un okuru aciz bırakan şiirlerinden biri ve anlamak için bir bilene ihtiyaç duyuluyor. Bu ihtiyacı biz de duyduk ve danıştık. Aldığımız cevap şöyle:
Deniz, âhiret hayatını sembolize eder. İp ise ahirete giden yolu, yani insanın ömrünü, hayatını. Ceviz ise bu dünyada kişiyi meşgul eden işler. İpin üstüne ceviz sermek kolay değil, hemen düşer. Sıkıntı çekerek sahip olduğumuz servet, şöhret, makam da ip sallanınca veya kopunca denize dökülür ve cumburtusu duyulur sadece. Yani ardından ağlarlar, ağıt yakarlar, birkaç gün sonra da unutulur. O halde ahirete götürecek şeyleri biriktirmek ve dökmemek lazım.
Cevizin çıkardığı sesi anlatan sadece Yunus değil. Mevlâna da Mesnevi‘sinde içinde ceviz sesi geçen bir hikâye (4. Cilt, s. 742-750) anlatır. Ceviz ağacının tepesinden dereye ceviz atan ve ağaçta olduğundan suya ulaşamadığı için cevizin suya düşme sesini yani cumburtusunu duydukça müzik dinler gibi su sesiyle coşkuya kapılan susuz adamın hikâyesini de nakledeyim.
Bir derede su vardı. Susuz adam ise ceviz ağacına çıkmış ceviz döküyordu. Ceviz ağacından ceviz düşüyordu suya. Ses geliyor, suyun dalgalandığını görüyordu o. Bir akıl sahibi ona, a yiğit, dedi, bu işi bırak, cevizler sana susuzluk verir. Meyveler daha çok suya düşüyor. Su ise aşağıda ve senden uzakta. Sen güç bela yukarıdan aşağı ininceye dek, derenin suyu cevizi ta uzağa götürmüş olur, dedi. Bu işten amacım ceviz dökmek değil. Şu görünene daha keskin bak. Dış görünüşe takılıp kalma. Benim amacım suyun sesini duymak ve ayrıca suyun üzerindeki kabarcığı görmektir. Zaten susuzun dünyada işi ne ki? Sonsuza dek havuzun çevresinde dönmek değil mi? Dere, su ve su sesi çevresinde gerçek Kabe’yi tavaf eden hacı gibi dönüp durur böylesi.
Bu hikâyenin iki anlamı var. Biri ceviz atan adamı görenin anladığı, diğeri ceviz atanın. Gören adam, Yunus’taki dünyanın boş işlerine benzer bir şekilde suya ceviz atan adamı, hayatını boş şeylerle geçirmemesi için uyarmakta. Ceviz sesinin adamın susuzluğunu gidermeye faydası olmadığı gibi susuzluğunu daha da artırmakta. Hakikat peşinde koşan kişi cevizin sesine değil kendisine talip olur. Ceviz çetin ve yemesi de güç.
Bu arada aklınıza takılabileceğini düşündüğüm bir konuda açıklama yapayım. Mevlâna, Yunus’tan yaklaşık elli yıl önce vefat ettiğine ve bir menkıbeye göre Yunus, Sultan Veled ile arkadaş olduğuna göre bu hikâyeyi Mevlâna’dan duymuş olabilir. Veya aynı gözle baktıkları için ikisi de aynı hakikati farklı devirlerde dile getirmiş de olabilirler. Doğrusunu Allah bilir diyelim ve biz yine konumuza dönelim.
Ne Yunus’un ne de Mevlâna’nın bahsettiği cevizin sesinden hâlâ bir şey anlamadıysanız, Nasreddin Hoca gibi kafanıza bir ceviz düşmesini bekleyeceksiniz. Erenler bir şeyi istedi mi kişinin kafasına vura vura öğretir. Nasıl mı? Buyurun.
Bir yaz günü Nasreddin Hoca biraz serinlemek için bir ceviz ağacının gölgesine oturmuş. Biraz ilerdeki kocaman helvacı kabakları gözüne ilişince kendi kendine:
– Şu Allah’ın işine bak, otun üstünde koskoca kabak yetişiyor, şu dalları yerden göğe uzanmış, bir evleklik yer tutan ceviz ağacının meyveleri ufacık, diye düşünürken başına bir ceviz düşmüş.
– Ah başım, diyerek yerinden fırlamış Hoca, tövbe ya Rabbi, bir daha senin işine asla karışmam. Ya ağaçta ceviz yerine kabak yetişseydi!…
Bir meselenin güçlüğünü ifade için çetin ceviz derler ya. Çok doğru bir benzetme imiş. Ceviz gerçekten çok çetin imiş, ilahi ile anlattılar, hikâye ile anlattılar, fıkra ile anlattılar. Hâlâ anlamıyor isek bu sefer kafamızı götürüp bir ceviz ağacına vuralım.
Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endâz-ı hakâyıktır
Âlem, hakikatin hikmetleriyle dolu olduğu hâlde biz hâlâ anlamadıysak elimizden daha fazlası gelmiyor maalesef. Necâtî merhumun dediği gibi;
Eşcâr eğerçi her varakı bir kitâbdır
İdrâki olmayana cihân bir varak değil
Son sözü Niyâzî-i Mısrî söylesin:
Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek
Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi
Allah, Yunus’u, Mevlana’yı, Nasreddin Hoca’yı idrak edenlerden eylesin.
İsmail Güleç