SULTÂN VELED

A+
A-

2.2.     MEVLEVÎLİĞİN TEŞEKKÜLÜ: MEVLEVİ SÛFÎLER

2.2.1.   MAKAM ÇELEBİLERİ: ÇELEBİ EFENDİLER

2.2.1.1.     SULTÂN VELED (V. 712 / 1312)

Mevlana’nın dört çocuğunun596 ilki olan Muhammed Bahâeddîn Sultan Veled 25 Rebîu’l-âhir 623 / 26 Nisan 1226 Cuma597 günü sabah vakti büyük babası Sultanü’l-Ulemâ’nın, ailesi ve maiyyeti ile birlikte Belh’ten hareketle başlayıp Konya’da nihâyet bulan göç macerasının son menzillerinden biri olarak uzun süre ikamet ettikleri Karaman merkezi Lârende’de dünyaya gelmiştir.598 Annesi, Mevlânâ’nın yetişmesinde büyük katkısı olduğu bilinen, Sultânü’l-Ulemâ mensuplarından Hâce Şerefeddin Lâlâ-yı Semerkandî’nin kızı Gevher Hatun’dur.

Mevlânâ, babasına duyduğu bağlılık ve hürmetin bir eseri olarak oğluna onun adını vermiştir599, hatta dedenin lakabı torunun adı yerine geçmiş ve Muhammed600 Bahâeddîn daha çok Sultan Veled olarak anılmıştır.601

Mevlânâ’nın doğumundan itibaren oğlunun yetişmesi için özel bir ihtimam gösterdiği âşikârdır. Resmî ilimler açısından, ailede var olan ilmî gelenek Sultân Veled’e de aktarılmış602 ve böylelikle sakalı yeni bitmiş bir çocukken yazı yazmaya başlayan Sultan Veled,603 gençliğinin ilk dönemlerinde Akıncı medresesinde babasından Hanefî fıkıh edebiyatının klasiklerinden biri olan el-Hidâye’yi okumuştur. Metin tamamlanınca ikinci bir kez daha okumaya başlamış fakat bu defa Mevlânâ metni farklı bir ibâre (yorumlama) ve acayip bir tarzda takrir etmiştir.604 Ayrıca Sultan Veled, kardeşi Muhammed Alaaddin ile beraber büyükbabaları ve aynı zamanda Mevlana’nın Lalası Hâce Şerefeddin Semerkandî’nin nezâretinde 605 ilim tahsili için Şam’a ve Haleb’e gitmiş, dönüşte ise babası tarafından tabi tutulduğu imtihan neticesinde tahsin ve aferinlere mazhar olmuştur. 606 Zaten Sultan Veled çocukluğundan itibaren daima Mevlana’nın sohbet meclislerinde hazır bulunmuştu. Mevlana zaman zaman kendisine söz vermiş, sorular yöneltmiş ve böylelikle onu bir yandan yetiştirmiş, diğer yandan da her zaman takdirini dile getirmiştir.607 Sipehsâlâr’ın ifadelerine göre608 resmi ilimlerin hepsinde bir derya mesabesinde bulunan Sultan Veled’in evvel emirde babasına bu yönüyle mütâbaatta bulunduğu ve ilmi açıdan da babasının varisi olduğu kaynaklarımızda çeşitli vesilelerle daima dile getirilmiştir.

Manevi inkişâfı ve tasavvufî terbiyesi söz konusu olduğunda ise Sultan Veled’in eşine az rastlanır bir muhît içerisinde tekâmülünü gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. “Mevlânâ’nın Veled’e lütufları vardı da bu yüzden boyuna onu, erenleri ululamaya yöneltirdi”609 ifadesiyle belirttiği üzere babasının teşviki ile dâimî bir sûrette yakın çevresindeki önemli sûfîlerle irtibatta olmuştur. Sırasıyla Dedesi Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled, Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizi, Mevlana Celaleddin, Şems-i Tebrîzî, Salahaddin Zerkûb, Çelebi Hüsameddin ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîler tarafından “Aktâb-ı Seb’a-i Mevleviyye” olarak yâd edilip kutup ve pîr addedilen ve610 dönemin meşhur sûfîleri arasında yetişen Sultan Veled’in bu zevâtın her birine özel bir şekilde nisbeti ve taalluku söz konusudur.

Dedesi Sultânü’l-Ulemâ vefat ettiğinde henüz beş yaşında bulunmakla birlikte Sultan Veled’i çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinde tanıştığı sûfî tavır ismi itibari ile de merbut bulunduğu dedesi Bâeddin Veled’de gözlemlenen tavırla önemli ölçüde paralellik arz etmektedir. Sultan Veled bu tavrın canlı mümessili bulunan Hâce Şerefüddin ve Muhakkik Tirmizî gibi sufilerin sohbetinde sûfî dünyaya adım atmıştır. Sultânü’l-Ulemâ’nın müridi ve babasının lalası olup aynı zamanda annesi tarafından dedesi bulunan Semerkandlı Hâce Şerefüddin’in torunları üzerindeki nezareti tıpkı tahsil için bulundukları Şam diyarında olduğu gibi sair zamanda da devam etmiş olmalıdır. Ayrıca bu dönemde Sultan Veled’in, Konya’da babası Mevlânâ’nın yegane şeyhi konumunda bulunanan Muhakkik Tirmizî’nin de sohbetinde bulunmuş olması muhakkaktır. Bu bağlamda Sultan Veled aktif bir sûfî geleneğin tam da içinde yetişmekte iken Mevlânâ, Şems-i Tebrizi’nin Konya’ya gelişinden sonra Şems-i Tebrizi’ye mürid etmiştir611 ve Şems de onu oğul bilmiştir.612 Mevlânâ’nın oğlunu Şems’e mürid ederken kullandığı ifadeler Sultan Veled’in tasavvufi bir faaliyet ve irtibatının söz konusu olduğu ve fakat kabul edilebilir olmamakla birlikte kimi sûfî zümreler arasında var olduğu iddia edilen bazı uygulamalardan da masun bir şekilde yetişmekte bulunduğu özellikle vurgulanmıştır. Ayrıca Sultan Veled Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî’nin Konya’daki buluşmalarının hemen akabinde gerçekleşen uzun süreli (40 gün ya da 3 ay kadar olduğu ifade edilir613) ve esrarlı sohbete şahit olan iki kişiden biridir.

Bu itibarla öncesinde Sultânü’l-Ulemâ’ya ve Muhakkik Tirmizî’ye taalluku söz konusu olmakla birlikte teknik anlamda seyr u süluka gençlik döneminin hemen başında Mevlânâ ve Şems-i Tebrîzî vasıtasıyla başladığı ifade edilebilir. Hatta Şems-i Tebrîzî’nin peşisıra Şam’dan Konya’ya kadar yaya gelişi esnasında takındığı tavır ve edebi özellikle dile getiren Şems’in “Serimi/başımı Mevlânâ’ya, sırrımı Veled’e bağışladım” iltifatına mazhar olmuştur. Bu seyahat esnasında aralarında Mevlânâ’nın Şems ile ilk karşılaşmalarında vuku bulan sohbeti hatırlatır bir tarzda gelişen sohbet, tarikatın esas umdesi olarak daimi olarak işaret edilen bir uygulamadır.

Sultan Veled’in Şems-i Tebrizi vasıtasıyla Mevlânâ’da zuhura geldiğini belirttiği 614 “maşûkiyyet” mertebesinde bir sûfî olduğu da Şeyh Muhammed Selmastî’nin açıklaması ile tıpkı dedesi Bahâ Veled’in ifadelerinde olduğu şekliyle dile getirilmiştir. Eflâkî’nin naklettiğine göre Sultan Veled’in benzinin zühde ve riyazete düşkünlüğü dolayısıyla sararmış bulunan Mevlânâ gibi sarı değil de kırmızı olduğu şeklindeki sembolik itirazlara Şeyh Muhammed Selmastî “Mevlânâ hazretleri, ezellerin ezelinden hakkın celâlinin güzel yüzünün âşıkı idi. Âşıklar, dâima sarı benizli olurlar. Veled hazretleri ise, anadan doğma maşuktur. Maşukların da daima renkleri kırmızı ve dudakları da aynen yemen akîki renginde olur.” Şeklinde cevap vermiş ve bu cevabıyla da Sultan Veled’in tahsinine mazhar olmuştur. 615 Şems’in gaybûbetinden sonra Mevlânâ’nın sırasıyla hemdemi olan Şeyh Salahaddîn Zerkûb Konevi ve Hüsameddin Çelebi de Sultan Veled’in yetişmesinde katkısı bulunan sufilerdir. Ayrıca Sultan Veled Menakıbnamelerde ismi yoğun bir şekilde zikredilmemekle birlikte Şeyh Kerimüddin Bek-temur’u da özel bir isim olarak anar.

Bütün bunlarla birlikte “Veled’e, babasının verdiği ilim ve velâyetten başka, ilim ve velâyet yoktur.”616 şeklindeki ifadesinde de açıkça belirttiği üzere maddi ve manevi açıdan Hakk’a yönelik kurbiyyet ve irtibatı nihaî surette babası ve şeyhi Mevlânâ vasıtası ile gerçekleşmiştir. Bu itibarla Sultan Veled Mevlânâ’ya nisbet itibariyle teessüs eden tarikatın en önemli ve ilk mümessili addedilse yeridir. Nitekim Sultan Veled bahsi geçen sufilerin her birinde Mevlânâ’yı görmüş ve bulmuştur.

Sultan Veled’de zuhûr eden tasavvufî tavrın inkişafında başlıca konuma sahip olan babası Mevlânâ târihsel anlamda kendinden önceki pek çok sûfî geleneğin mümessili olmuş ve bu gelenekleri tahkîk ederek zâtında cem’ etmiştir. Bunun zahîri bir sonucu olarak kendisinden sonra, kendisine bağlı bir gelenek teşkîl etmiştir. Bu durumu “Sizin bana bahş ve inâyet ettiğiniz şeylerden bir alâmet göstermek isterdim. O alâmet de şudur: Seyyid Burhâneddîn’in nurlarıyla dolu olduğunuz zaman, sizin ondan dolu olduğunuzu ve Şems-i Tebrîzî’den, Şeyh Salâhaddîn’in nurlarıyla dolu olduğunuz vakit, Şeyh Salâhaddîn’den, Büyük Mevlânâ’dan dolu olduğunuz vakit de Büyük Mevlânâ’dan dolu olduğunuzu söyleyebiliyor ve kendi azametinizin nûruyla dolu olduğunuz vakit de bunu anlıyorum. Ne zaman bunların birisinin nurları ve ruhaniyetiyle dolu olsanız, hangisinden dolu olduğunuzu haber verebiliyorum.” sözleriyle dile getiren Sultan Veled “Hüdâvendigâr’ın dolduğu; aksiyle perileri, insanları ve o anı dolduran; melek karakterli müritleri bekâ kadehiyle mest eden o hal bana da geliyor.” şeklindeki ifadesiyle de bu durumun kendi zâtında da zuhûrunu dile getirdiğinde Mevlana “O hal sizin mülkünüzdür, sizindir, sizin içindir. Sizin dostlarınızın ve çocuklarınızın nasibidir.” diyerek kendisinin manevî yönden de takipçisi ve vârisi olan Sultan Veled’i tasdîk etmiştir.617

Bütün bu söylenenlere bağlı olarak Sultan Veled’de tezahür eden sûfî tavrın temel niteliği, kaynaklar tarafından babası ve şeyhi Mevlânâ’ya tam bir teşebbüh ve sadakatle bağlılık/tâbiiyet şeklinde belirlenmektedir. Esasında bu durum kendi eserlerinde de sıklıkla vurgulanır.618 Sultan Veled her durumda babasına intisabını, iftihar ile dile getirmekten geri durmaz. Böylelikle hedefinin ilk basamağını şeyhiyle aynileşme olarak çizer. Bu durum evvelemirde taklid şeklinde ortaya çıkmış ve Sultan Veled bu tavrı dolayısıyla kimi modern araştırmacılar tarafından tenkid edilmiş, bunun tabii bir neticesi olarak ta tarikat içerisinde işgal ettiği mevkinin çok altında bir düzeye indirgenerek değerlendirilmiştir.619

Baba ile oğul arasındaki ilişki, ilk bakışta kan bağından kaynaklanan bir nisbet izlenimi uyandırmakla birlikte esasta neseb ilişkisinin ötesinde manevi bir irtibat şeklinde değerlendirilmiştir ve aslolan irtibatın bu yönüdür. Bu durumun bir tezahürü olarak mesela Mevlânâ’nın diğer bir oğlu olan Alaaddin Çelebi kendilerinde bu manayı taşıyacak kabiliyetin bulunmaması dolayısıyla adeta Mevlânâ hanedanından değilmişçesine değerlendirilir.620 Buna mukabil mesela Çelebi Hüsameddin ile Mevlânâ arasında neseb ya da sıhriyet bağı bulunmamakla birlikte Mevlânâ hanedanından addedilmiştir ve bizzat Mevlânâ tarafından oğul olarak nitelendirilmiştir. 621 Ancak Çelebi Hüsameddin’in “çelebi” olarak nitelendirilmekle birlikte tefrik açısından bu vasfının isminden önce zikredildiği, sair çelebiler için ise bunun tersinin cari olduğu gelenek içerisinde rivayet edilegelmiştir.

Eflâkî, Sultan Veled’in Mevlânâ’nın çocukları arasındaki seçkin konumunun ve hususi niteliğinin melekût âlemince teyid edildiğine dair bir rivayeti pek çok raviden nakleder. 622 Ayrıca bizzat Mevlânâ’nın, medresesinin duvarına kalın bir kalemle: “Bahâeddînimiz, iyi talihlidir. Hoş yaşadı ve hoş ölecektir.” diye yazmış olması623 hatta hane halkına karşı sert tavrından ötürü kendisini şikayet eden Ulu Gera/Büyük Kira Hâtun’a, Mevlânâ’nın “Ona sert bir söz söylenemez, çünkü Tanrı Hazretleri ona kızmaz ve onu seviyor. O hür ve serbest bir adamdır. Ben yüzüne karşı ona kaba bir şey söyleyemem.” şeklinde cevap vermesi, Sultan Veled’in bu manevi seçilmişliğinin ifadeleri olarak değerlendirilebilir.624

Kaynaklar şeyh ile mürid/baba ile oğul arasındaki teşebbühü, Sultan Veled’in tekamül sürecine işaret eder mahiyette birkaç yönden özellikle vurgular. Evvela Mevlânâ’nın henüz küçük bir bebek iken dahi oğlu Sultan Veled’e teveccühünün bir nişanesi olarak geceleri uyandığında onunla ilgilendiği belirtilir. Bu durum tıpkı süt emme zamanındaki bir bebeğin anne sütü ile beslenmesi ve maddi gıdasını elde ederek tabiatının böylece şekillenmesi şeklinde bir benzetme ile dile getirilir. Böylelikle Sultan Veled’in de maddî-manevi gıdasını Mevlânâ vesilesi ile temin ettiği buna bağlı olarak ta manevi ilimlerin ve sırların aktarımının gerçekleştiği sembolik bir ifade ile dile getirilir.625 Sultan Veled, Mevlânâ’nın kendisine yönelik özel teveccühü dolayısıyla bütün meclislerde daima babasının yanında oturmuştur. Aralarındaki suri benzerliğin, kendilerini görenlerin kardeş zannedecekleri kadar fazla olduğunu dile getirilir.626 Benzerlik bizzat Mevlânâ’nın diliyle Hz. Peygamber’in bir hadisini telmihen ifade edilmiştir. Mevlânâ, Sultan Veled’e şöyle der:”Sen yaradılış ve ahlak itibariyle herkesten çok bana benzersin/insanlar içerisinde bana en çok benzeyensin.627 Böylelikle Mevlânâ suri yönden kendisine müşabehette bulunan oğlunun manevi yönden de bu müşabehete sahip bulunduğunu belirler.628 Mevlânâ bir başka ifadesinde şöyle söyler: “Ey Bahâeddîn! Benim dünyaya gelişim, senin dünyaya gelmen içindi; çünkü benim bütün bu söylediğim sözler, benim sözüm (kavlim)’dir. Halbuki sen, benim eserimsin (fiilimsin).629

Bu durum Hz. Peygamber’e atfedilen “el-veledü sırrı ebîhi” 630 hadisi ile açıklanmaktadır. Şu halde “Sultan Veled Mevlana’nın sırrıdır.” Şeklinde değerlendirebileceğimiz ifade sûfîlerce kaleme alınan eserlerde bir ıstılah gibi “Çocuk babasının aynıdır.” şeklinde de yorumlanmıştır. Buna göre çocuk babada bilkuvve mevcuttur, onun varlığında gizlidir ve babanın hakikatinden doğar, ondan çıkar ve ona döner. Babanın tabiatı ve özellikleri, sıfatları, sırları çocukta zuhura gelir ve böylelikle çocuk bunları devam ettirmekle babasının sırlarının sıfatlarının ve yetkinliklerinin izhârına; ismini yâd edilmesi ve hatırlanmasına sebep olur. Çocuğun sûretinde zâhir olan hakîkatte babasıdır. Aynı hakikatten kaynaklanan varlıklarından ötürü baba ve çocuk benzer huylara sahip olurlar. Burada kastedilen salt biyolojik anlamda baba ve oğul olmaktan ziyade ilk ve ikinci olmak ya da nitelik ve özelliklerini sürdürülmesidir. Bu durum âlemde Hakk’ın sırlarının ortaya çıkması ile ilişkili olarak değerlendirilmektedir. Çocuğun sûretinde zâhir olan hakîkatte babasıdır. Babanın çocuğa nisbeti hakîkatin âleme ve “bir”in diğer sayılara nisbeti gibi değerlendirilmiştir. Nitekim Mevlana ile Sultan Veled arasında var olan irtibatın Mevlana ile diğer çocukları arasında söz konusu olmadığı da dile getirilmiştir. Böylelikle anlaşılmaktadır ki Sultan Veled’de Mevlana’nın hakikatinin bir tür zuhuru söz konusudur. ya da tersten okuduğumuzda Sultan Veled, Mevlânâ vasıtası ile Hakk’a irtibat sağlayarak marifet kesbetmiştir.

Eflâkî, Sultan Veled’i babasının şarihi olarak nitelerken de esasta bu duruma işaret etmektedir. Bir velinin şerh edilmesi demek, o veliye tam bir tabiiyet ile bağlılık ve aynileşme neticesinde gerçekleştirilebilecek bir durumdur. Böylelikle kişi esasta başkaları üzerinden kendini anlatmış demektir. Şu var ki bu durumda kendilik hali aynileşmenin öncesinde var olan benlikten farklı bir karakterdedir. Bu durum aslında marifet konusu ile ilgilidir. Allah hakkında bilgi “marifetullah”ın anahtarı kişinin kendisine dair bilgisidir.631 Bu bilgiyi elde edebilmek için sûfîler tarafından öngörülen çeşitli uygulamalar söz konusudur ki hepsini kuşatan bir ifade ile seyr u sülûk olarak adlandırılır.

Mevlevî seyr u sülûkunun önemli bir umdesi “çile”dir.632 Sultan Veled yirmi yaşına geldiğinde babasının izni ve inayeti ile halvete girerek çile çıkarma isteğini dile getirmiştir. Mevlânâ, bu tür zahmet ve çilenin Musa ve İsa Peygamberlerin şeriatında olduğu, Muhammedîler için böylesi bir duruma hacet bulunmadığını Hadîd, 57/27633 ayetini telmih eden ifadelerle belirtmekle birlikte oğlunun ısrarlı ve ciddi isteğini geri çevirmemiştir. Mevlânâ’nın izni akabinde halvet için uygun bir mekan hazırlanarak kapısı kapatılmış üç günde bir Mevlânâ ve aynı zamanda Sultan Veled’in kayınpederi de olan Şeyh Salahaddin halvete gelerek kontrol etmişler, tasarrufta bulunmuşlardır. Kırk  günün sonunda  Mevlânâ pek  çok  kimseyle  birlikte  halveti açmış,  oğlunu karşılamış, sema etmiş ve ortalık sakinleşince Sultan Veled’den Şeyh Salahaddin’in huzurunda, halvette vâki’ olan hallerden ve keşiflerden bahsetmesini istemiştir. Bunun üzerine Sultan Veled işitmeye (semâ’a) ve müşahedeye dair bazı hallerinden bahsetmiş ve babası Mevlânâ’nın tahsini ile birlikte sırrın saklanılması yönündeki tavsiyesine muhatap olmuştur. Eflâkî’nin nakline göre Sultan Veled’in ifadeleri şu şekildedir:

“Halvetten otuz gün geçince gözümün önünden yüksek dağlar gibi renk renk nurların hiç ara vermeksizin yığın yığın geçtiğini gördüm ve o nurlar arasında kulağımla “Şüphesiz Allah bütün günahları affeder.”634 âyetini işittim. Bu ses fâsılasız can kulağıma ulaşıyordu. Ben de bu sesin lezzetinden kendimden geçiyordum. Bundan başka gözümün önüne kırmızı, yeşil, beyaz levhalar tuttuklarını ve bu levhalarda: “Bizden yüz çevirmekten başka senin bütün günahların affolunmuştur” kelimeleri yazılmıştı.” Mevlânâ bunu işitir işitmez feryatlarla çarh vurmaya başladı ve dostların heyecanından, bir kıyamettir koptu. Sonra, Mevlânâ: “Bahâeddîn, gördüğün ve işittiğin gibidir. Belki bundan yüz bin kere fazladır. Fakat şerîatın namusunu korumak ve şerîat sahibine uymak için bu sırları gizli tut, kimseye söyleme. Çünkü bu eşek kuyruğundan farkı olmayan insanlar, defsiz oynarlar. İnsanların kötüleri bu hakikatlerin sırlarına vâkıf olurlarsa dünyayı harâb ederler. Ümmetin kalbi zayıf olanlarında, kader sırrına tahammül edecek tâkat yoktur.   Onlar   Tanrı’nın   hikmetinden   habersiz   ve   beşer   şeklinde   yaratılmış eşeklerdir.”635

Rivayetin satır aralarına dikkat edildiğinde üç noktanın vurgulandığı görülür. İlk olarak nur-renk sembolizminden söz edilmesi dikkati çeker. Bu ifadelerin Seyh Salahaddîn Zerkûb’un huzurunda dile getiriliyor oluşu ayrıca anlamlıdır. Nitekim Mevlevî gelenek içerisinde en çok Sultânü’l-Ulemâ636 ve Şeyh Salahaddin nur ve renk sembolizmine atıfta bulunmuştur.637 Sultan Veled de ifade-i meramını şeyhi tarzında arz etmiştir. İkinci olarak bu ifadeler idrak araçlarından birinde meydana gelen fethin diğerlerini de harekete geçirdiğini zımnen açıklamaktadır. 638 Son olarak ise Mevlânâ’nın ilk başta söylediklerinin nihayet Sultan Veled tarafından da anlaşılmış olması, kader sırrının açılması; bununla birlikte sırrın faş edilmemesi yönündeki tavsiyedir. Sırrın ketmedilmesi ve fâş edilmemesi Sultan Veled’in sonraki dönem eserlerinde sıklıkla vurguladığı bir ilke olarak karşımıza çıkacaktır.639

Sultan Veled’in tekamülünde önemli yeri bulunan bir diğer şahsiyet de Şems-i Tebrîzî’dir. Mevlânâ bizzat kendisi oğlunu Şems’e mürid etmiştir.640 Şems-i Tebrîzî Konya’ya ilk gelişinin akabinde Mevlâna ile sohbetlerinde Sultan Veled kendilerine hizmette bulunmuştur. Bu durum Şems ile Mevlana arasında vaki’ olan sırların şahidinin Sultan Veled olduğu anlamını taşır 641 Sultan Veled’in babasının da tavsiyesiyle Şems-i Tebrîzî’ye olan bağlılığı da had safhadadır. Nitekim Şam’da bulunduğu sıralarda kendisini davet için Mevlana oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermiş ve dönüşte Sultan Veled Şems-i Tebrîzî’nin peşi sıra yaya bir vaziyette kendisini takip etmiştir.642 Kendisinin de bir binite binmesini teklif eden Şems’e verdiği cevabıyla Şems’in takdirini kazanan Sultan Veled’in seyr u sülukunda önemli bir merhale olan bu seyahati şu şekilde ifade etmektedir:

“Veled, ey padişahlar padişahı dedi; seninle aynı tarzda olmak elimden gelmez,

Hem padişah ata binsin, hem kul; lâyık değil bu, sakın söyleme bunu, nasıl olabilir bu,

Atlı olmak sana değer padişahım; çünkü sen sevgilisin, bense âşığım,

Sen, gerçekten de efendisin, bense kulum; hattâ sen cansın, ben seninle diriyim,

Benim yaya gitmem, senin ardında basımı ayak yapıp koşmam gerek, Böylece Veled, bir aydan fazla bir müddet yayan – yapıldak yürüdü: kimi inişte, kimi yokuşta, durmaksızın yol aldı,

Yol,  yolculuk  güçtü  ama  kolay   göründü;  çünkü  o  zahmet,   definenin kapısındaki kilidi açmıştı,

Yolda O’ndan binlerce sır duydu; göğün de ardında yüzlerce âlem gördü, Hiç kimseye bu, nasib olmamıştır; onun her ihsanından yeniden yeniye sevinmedeydi643

Şems-i Tebrizi bu durumu Konya’da dile getirerek memnuniyetini ifade etmiş ve “Şimdi benim Tanrı vergisi olan iki hâlim vardır. Biri başım, öteki sırrımdır. Başımı tam bir samîmiyetle Mevlânâ’nın yoluna fedâ ettim. Sırrımı da Bahâeddîn’e verdim. Mevlânâ hazretleri bu hâle şâhit olsun. Zira eğer Mevlana Bahaeddin’in Nuh kadar ömrü olsaydı ve hepini ibâdet ve riyâzete harcasaydı yine bu yolculukta benden ona ulaşan sır kadar sırra müyesser olamazdı. Sizden de nasiplere nail olacağı ve ir pirin olgunluğuna ulaşacağı, büyük bir şeyh olacağı umulur inşallah.” sözleriyle Sultan Veled hakkındaki kanaatini dile getirmiştir. Nitekim ilâhî-beşerî aşkın mazharı olarak

Sultânü’l-Ma’şûkîn şeklinde vasfedilen Şems-i Tebrîzî’nin sırrına erişen Sultan Veled de ma’şûkiyyet mertebesini elde etmiştir.644 Dönemin önde gelen devlet adamlarından Muînüddîn Pervâne’nin düzenlediği bir mecliste “Mevlânâ hazretleri, son derece riyazetten sarı benizli idi. Sultan Veled ise, son derecede kırmızı yüzlüdür. (Bunun sebebi nedir?)” diye soran bir kişiye karşılık orada bulunan Mevleviyye mensûbu Şeyh Muhammed-i Selmastî: “Mevlânâ hazretleri, ezellerin ezelinden hakkın celâlinin güzel yüzünün âşıkı idi. Âşıklar, dâima sarı benizli olurlar. Veled hazretleri ise, anadan doğma maşuktur. Maşukların da daima renkleri kırmızı ve dudakları da aynen yemen akîki renginde olur.” Şeklinde cevap vermiş durumdan haberdar olan Sultan Veled de Şeyh Muhammed ile karşılaştığında onu tebrik ve tasdik etmiştir.

Sultan Veled’in dikkat çeken bir diğer niteliği de babasının halifelerine karşı takınmış olduğu tavırdır. Konuyla ilgili olarak Eflâkî’nin “Sultan Veled’in, babasının halifelerine gösterdiği tevazu ve kulluk hiçbir şeyh-zâdede görülmemiştir.645 şeklindeki ifadesinden de açıkça anlaşılacağı üzere Sultan Veled’in bu tavrı esasında babasına olan hürmetinin eseridir. O, Mevlânâ’nın halifelerini şeyhinin aynı bilmek itibariyle her birisine karşı özellikle vurgulanmayı gerektirecek kadar üst düzeyde son derece hürmetkar bir tavır sergilemiştir. Özellikle çelebi Hüsameddin’e karşı tutumu bu bağlamda belirtilir. Her ne kadar Mevlânâ’nın intikalinin hemen akabinde Çelebi Hüsameddin, Sultan Veled’e şeyh olarak babasının irşad makamına geçmesini, kendisinin de ona tabi olarak lalalık etmesini teklif etmişse de bu teklif Sultan Veled tarafından çeşitli eleştirilere (aralarını açmaya, kıskançlık ve nifak sokmaya çalışan kimselere rağmen) maruz kalması pahasına “Sofi hırkaya, yetim de sanata lâyıktır. Sen, babamın zamanında, halifemiz ve arkadaşların ulusu olduğun gibi bu asırda da halifemiz ve büyüğümüzsün ve öyle bir Hüdâvendigâr’ın yâdigârısın. Bizim padişahın vasiyeti veçhile taht ve halifelik senindir.” ifadeleriyle kabul görmemiştir. Bu bağlamda Sultan Veled, on bir yıl kadar Çelebi Hüsâmeddîn’in hizmetinde bulunmuş, babasına saygısının ve onun tercihlerine gösterdiği rızanın bir göstergesi olarak onu babasının kâim-makamı olarak, şefkatli bir baba, irşat edici bir halîfe olarak bilerek tam bir sıdk ve ihlas ile ona kulluk ve müritlik etmiştir.646 Sultan Veled aynı tavrı başta Şems-i Tebrizi olmak üzere diğer Mevlevî kutupları için de sergilemiştir. Böylelikle Sultan Veled Çelebi’nin müridi olmuştur. Hatta oğlu Arif Çelebi’yi, Çelebi Hüsameddin’e mürid yapması da Sultan Veled’in Çelebi’ye bağlılığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Sultan Veled hemen her vesileyle Çelebi’nin hatırını üstün tutarken babasına olan doğrudan bağlılığını da çeşitli vesilelerle dile getirir.647

Babası ve şeyhi Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin adına nisbetle kurulmuş bir tarîkatın tarihsel yapısı içerisinde (çerçevesinde) ele alındığında Sultân Veled’in tarîkatın kurumsallaşması sürecinde ve düşüncenin seyrinin ta’yîninde belirleyici bir rol oynadığı görülür. Sultan Veled Mevlânâ’nın önde gelen mümessili olarak Mevleviyye’nin piri addedilmiştir. Celaleddin Rumi bütün efradı ile birlikte şeyh/pir makamının mutlak temsilcisi ise bunun mukabilinde Sultan Veled de yine bütün efradı ile derviş ve Mevlevî makamının hakiki mümessilidir. Bu kanaain en büyük destekçisi sultan Veled ile Mevlânâ arasındaki çeşitli suretlerde kurulabilecek benzeşme ve ayniyet irtibatlarıdır.

Hüsâmeddîn Çelebî’nin vefâtının hemen akabinde Sultân Veled (bi’l-irsi ve’l-istihkâk) babasının makâmına oturmuş ve şeyh olmuştur. Böylelikle tasavvuf târihinde o güne kadar benzeri görülmemiş bir silsilenin Mevlânâ’nın ma’nevî otoritesine niyâbetle tarîkatın merkezî otoritesini teşkîl eden Çelebilik Makâmının ihdâsı söz konusu olmuştur.

Sultan Veled, dönemin siyâsî otoritelerinde örneğini sıkça gördüğümüz hânedân yapılanmalarının sosyal ve dînî alandaki bir örneğini teşkîl eden Çelebilik Makâmının ilk halkasını teşkîl eder. Makamın işgâlinde istihkâk ve verâsetin belirleyici unsur olma özellikleri tarih içerisinde farklı değerler ve oranlarda baskın olsa da ilk dönem söz konusu olduğunda yapının oldukça dengeli olduğu ifâde edilmekte, durumun böyle oluşu en azından aksi iddiâların var olmayışıyla tesbît edilmektedir.

Sultan Veled’in gerçekleştirdiği önemli faaliyetlerden biri de sonraları tarikatın merkez âsitânesini teşkil eden dergâhın nüvesi olmak üzere “Pîr Makamı”nın, babası Mevlânâ’nın merkadini ihata eden, örten kubbe-i hadrâ’nın (yeşil türbe) imarıdır.

Eflâkî’nin nakline göre Sultânü’l-Ulemâ, henüz sağlığında kendisinin, takipçilerinin ve neslinin mezar yeri olacak mekânı, Konya surlarının dışındaki tepelik araziyi işaret etmiştir.648 Bazı rivayetler bu arazinin Alaaddin Keykubat’ın gül bahçesi olduğu ve bu işaret üzerine Sultan tarafından Baha Veled’e hediye edilmiş olduğu yönündedir.649 Sultânü’l-Ulemâ, vefatı akabinde işareti vechile buraya defnedilmiştir ve kendisine son derece hürmetkârâne bir bağlılık sergileyen Sultan şeyhin merkadi etrafına Ka’be’nin çevresindeki gibi bir duvar çekilmesini ve mermerden bir taş üzerine de vefât tarihinin yazılarak tesbitini emretmiştir.650 Günümüzde esasında Mevlânâ’ya ait bulunan ahşap sandukanın altında bulunan Sultânü’l-Ulemâ lahdinin şahidesi muhtemelen bu dönemlerden kalmadır. 651 Ayrıca Eflâkî’nin naklettiğine göre Muînüddîn Pervâne’nin, Mevlânâ’yı ziyaret ederek Sultânü’l-Ulemâ’nın türbesi üzerine eşi benzeri görülmedik bir tak ve yüksek bir kubbe inşa etmek hususunda iznini istediyse de Mevlânâ feleklerin kubbesinden daha güzelinin yapılamayacağı gerekçesiyle vazgeçmesini söylemiştir.652 Bununla birlikte bazı araştırmacılar H. 630 / M. 1232 yılında Alaaddin Keykubad’ın lalası Emir Bedreddin Gevhertaş’ın Mevlânâ için bir medrese inşa ederken şeyhi Sultânü’l-Ulemâ için muhtemelen civarında medfun bulunan Şeyh Salahaddin Zerkûb Konevî’nin merkadlerini de kuşatacak türde kapalı bir türbe inşa ettirdiği kanaatindedir.653 Böylelikle daha ilk zamanlardan itibaren bu özel mekanın bir ziyaretgah haline geldiği açıktır. Nitekim kaynaklarda Mevlânâ’nın, babasının654 türbesini sıklıkla ziyaret ettiği, bunu adet haline getirdiği, namaz kılıp evrad okuduğu655 ve murakabede bulunduğu, belirtilmektedir.656 Bu durum zamanla merkad üzerinde/etrafında bir yapılanmanın şekillendiği fikrini doğurmaktadır.657

Bizzat Mevlânâ Mesnevî’deki “Türbeler, kubbeler ve küngüreler!.. Ashâb-ı ma’nâdan bu makbûl değildir.”658 İfadesiyle makberler üzerine türbe yapılması fikrinin aleyhinde bir tavır sergilemiş gibi gözükmekle beraber herhangi bir yasaklamayı da dile getirmemiştir. Kaldı ki türbelerin, içerisinde merkadi bulunan zatın manevi anlamda tekmili maksadıyla değil, kendisine karşı sergilenen hürmetin zahiri bir ifadesi olarak vefatı akabinde sevenleri ve takipçileri tarafından inşa edildiği, zaman zaman mimari bir yapı olmanın ötesinde sembolik anlamlar ihtiva ettiği aşikârdır. Bu durum İslam geleneğinin tarihsel süreci çerçevesinde sıklıkla gözlemlenebilir. Mesnevî’deki bu ifadeye mukâbil olarak değerlendirebileceğimiz, Eflâkî’nin, Mevlânâ’ya isnad ettiği:

“Dostlarımız uzak mesafelerden gözükmesi için türbemizi yüksek yapsınlar. Kim türbemizi uzaktan görür, inanır ve bizim veliliğimize güvenirse Yüce Tanrı onu rahmete kavuşmuşlar sırasına koyar. Özellikle tam bir aşk, riyasız bir doğruluk, yapmacık olmayan bir gerçek ve içinde şüphe olmayan bir bilgiyle gelip türbemizi ziyaret edip namaz kılan kişinin her dileğini Yüce Tanrı yerine getirir ve kendi amaçlarına ulaştırır. Onun dine ve dünyaya ait istekleri elde edilir.”659 ve “Bizim türbemizi yedi kez yapacaklar. Sonuncu seferinde zengin bir Türk çıkacak ve onu bir tuğlasını altından, bir tuğlasını da ham gümüşten olmak üzere yapacaktır. Bizim türbemizin etrafında bir şehir olacak, sonra da türbemiz bu şehrin ortasında kalacaktır. O zaman da Mesnevî’miz şeyhlik edecektir.”660

şeklindeki nakilleri de, (bizzat onun sözleri olmaktan ziyade) başta Sultan Veled olmak üzere Mevlevî kamuoyunun ortak kanaatiyle harmanlanmış gibidir. Bu kanaatin zahiri bir neticesi olarak vefatının hemen akabinde661 Selçuklu Emirlerinden Alemüddin Kayser, Mevlânâ için bir türbe imar etmek maksadıyla Sultan Veled ile meşverette bulunur ve iznini talep eder. Sultan Veled, muhtemelen Mevlânâ’nın manevi şahsiyetine yakışır şekilde bir türbeyi inşa ettirebileceğine itimat ettiği Alemüddin’in samimi talebine olumlu cevap vererek “O halde tam bir doğruluk ve samimiyetle kesin bir karar ver; o ma’nâ Beytü’l-Ma’mûr’unu yapmaya başla.” şeklindeki ifadesiyle izin verir. Bunun üzerine Alemüddin sarayda temcidler ve münacatlar içeren beyitler okuyarak Muinüddin Pervane ve eşi Gürci Hatun’un mali desteklerini de elde ederek imar faaliyetini başlatmıştır. Alemüddin Kayser’in dostlarından olan Bedreddin Tebrizi türbenin mimarı olarak görevlendirilmiştir. Saray mensupları tarafından sağlanan seksen bin dirhem-i sultanîlik mali desteğin yanısıra Kayseri’nin gelirlerinden de elli bin dirhemin tahsis edildiğini belirten Eflâkî, Alemüddin’in türbenin inşası için sarf ettiği otuz bin dirheme ilave olarak imar tamamladıktan sonra türbe ashabına, medrese sakinlerine ihsanlarda, Sultan Veled ve Çelebi Hüsameddin’e de teberrularda bulunduğunu belirtir.662 Esasında Mevlânâ’ya ait olmakla birlikte günümüzde Sultânü’l-Ulemâ’nın merkadi üzerinde bulunan, mimar Abdülvâhid b. Selim’in eseri olan, Hümâmüddîn Muhammed b. Kenâk/Genâk el-Konevî tarafından imal edilen ceviz ağacından yapılma sandukanın 663 erken dönemlerden itibaren orada bulunması da, merkadi ihata eden kapalı bir yapının varlığı fikrini intâc etmektedir. Hatta bu gün Mevlânâ müzesi olarak bilinen mekanda yapılan kazı çalışmaları neticesinde semahane yerinde 8m2’lik kare planlı, ahşap direkli bir Selçuklu enkazı tespit edilmiştir ki bu yapının inşa tarihi oldukça gerilere Mevlânâ ya da Çelebi Hüsameddin dönemine kadar götürülebilir. Bu açıdan Mevlânâ âsitânesi ile ilgili ilk yapılanma faaliyetini biri türbenin, diğeri ise türbeye bağlı dergahın inşası olmak üzere en az iki yönlü olarak değerlendirmek gerekir.

Mevlânâ’nın, babası Sultânü’l-Ulemâ’ya Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad tarafından hediye edilen gül bahçesinde, babasının makamının hemen yanı başında bulunan merkadi üzerine türbenin inşasıyla birlikte şekillenen/temerküz eden bir yapılanmanın var olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Aynı zamanda bu yapılanmaya bağlı vakıflar tesis edilmiştir ki Çelebi Hüsameddin hilafeti döneminde tıpkı Mevlânâ’nın sağlığında olduğu gibi vakıf gelirlerinin idaresini titizlikle yerine getirmiştir.664 Türbe inşa edildikten sonra burada görevlendirilen imam, hafız, müezzin, mesnevihan, şeyyad, guyende ve huzur hizmetkârların masrafları vakıf gelirlerinden karşılanmıştır. Diğer bir taraftan da Mevlevî geleneğin mu’tâd adetlerinin/rusûmun temellerini oluşturan Cuma namazından sonra sema etmek, Kur’ân okunmasından sonra Mesnevî okunması gibi adetlerle gelen gidene riâyet ve hizmetlerin karşılanması gibi uygulamalar da türbede de gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Böylelikle burası Mevlevîliğin merkez âsitânesi olmuştur. Bütün bu uygulamalar gerçekleştirilirken Sultan Veled de Çelebi’nin hemen yanıbaşında yer alarak ona eşlik etmiştir.665 Bu meyanda Mevlânâ’nın vefatının hemen akabinde, daha Çelebi döneminden itibaren merkez asitaneye bağlı vakıflar tesis edildiği de anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra yöneticilerin ve güç sahibi zevatın Mevlânâ’ya ve ailesine duydukları hürmet ve bağlılığın tabii bir neticesi olarak türbe yapıldığı ilk günlerden zamanımıza gelinceye kadar pek çok çeşitli değişiklikler geçirmiş, tadillere, tağyir ve tamirlere uğrayarak ilavelerle genişletilerek günümüzdeki şeklini almıştır.

Esasında gerek Sultânü’l-Ulemâ 666 ve gerekse Mevlânâ, ikametgâh olarak medreseyi tercih etmişlerdi. Sultan Veled ise hemen her hususta olduğu gibi bu konuda da babasını takip etmiştir. Bununla birlikte Sultânü’l-Ulemâ Maârif’inde müridleri ile birlikteliğini sağlayan bir mekan olarak “câ-namâz”dan bahseder. Bunun yanı sıra Mevlânâ’nın son derece sevdiği ve “hemşehri” şeklinde hitab ettiği Harezmli Emir Taceddin Mu’tezz Horasânî Mevlânâ zamanında ikamet ettikleri medresenin yanına dervişler ve hizmetkarlar için bir “dâru’l-uşşâk” bina etme niyazındadır. Mevlânâ Emir’in bu ısrarlı niyazını Peygamber’in sünnetine mütâbaata muhalefet gerekçesiyle667 kabul etmez. Emir, para gönderir, Mevlânâ’nın çok canı sıkılır ve geri gönderir. Nihayet Sultan Veled’in aracılığıyla izin çıkmış ve “Medrese-i Amire”nin yanı başına hizmetkarlar ve dervişler için birkaç ev inşa edilmiştir.668

Ayrıca medrese içerisinde sadece tedrisin değil aynı zamanda tasavvufi faaliyetlerin de gerçekleştirildiği anlaşılan “cemâat-hâne” 669 de göz önünde tutulduğunda bütün bu müştemilâtın bir Mevlevihane nüvesi teşkil ettiği sonucuna ulaşabiliriz.

Sultan Veled 10 Receb 712 / 15 Kasım 1312 Cumartesi günü bu dünyadan göçtüğünde670 ardında birçok halife ve eser bırakmıştır (ki bunların en önemlisi oğlu ve câ-nişîni Ulu Arif Çelebi’dir). Eflâkî’nin Sultan Veled hakkındaki iki değerlendirmesi onun Mevleviyye geleneğindeki makamını özetle ifade etmesi bakımından önemlidir. Şöyle der Eflâkî:

“Tam yetmiş yıl, … babasının sözlerini şerh etti. Sırları açıklamada ve hadisleri tefsir etmede olağanüstü bir başarı gösterdi. Bütün Rum ülkelerini, değerli halifeleriyle doldurdu ve gerçekten Sıddîk hazretlerinin hanedanının sırlarını yaydı. Sevgili oğlu, abdâl ve evtâd’ın sultanı, … velilerin halefi Çelebi Celâleddîn Emir Arif’i, Çelebi (Hüsâmeddîn)nin has müridi yaptı ve aralarında inat ve kıskançlık[ları sebebiyle nifâk çıkarmak isteyen kişilerin maksat ve garazlarını elde etmesine pirim vermedi] … Bu kimseler hakkında “Körlüğü hidayete tercih ettiler.” sözü söylendi.”671 “Babasının intikâlinden sonra temiz bir kalple birçok yıllar yaşadı. Üç cilt mesneviyât, bir cilt de divan vücûda getirdi. … Hayli [kimseyi] ârif ve ilmiyle âmil âlim haline getirdi. Babasının bütün sözlerini nadir misaller ve eşi olmayan teşbihlerle açıkladı. “Çocuk babasının sırrıdır” hadisi, Sultan Veled için vârid olmuştur (Tanrı bu oğul ve babanın ruhunu kutlasın, onların lütuf ve ihsanını asıkları üzerine döksün). Alâeddîn’in de (Hz. Mevlânâ’nın) çocukları olmakla beraber, onlarda bu mana, bu nur yoktu.”672

Cenaze namazı Mecdeddin Aksarâyî tarafından kıldırılmıştır ve nereye sırlanması gerektiği hususunda yaşanan kısa bir tereddüdün ardından Feridun Sipehsâlâr’ın oğlu Mecdeddîn Sipehsâlâr’ın murâkabe (istihâre)si neticesinde vârid olan işâretle673 babası Mevlânâ’nın yanıbaşına sırlanmıştır.674 Ölümünden sonra makamına oğlu Ulu Arif Çelebi câ-nişîn olmuştur.675 Üç evliliği676 ve sayılarının birden çok olduğu anlaşılan cariyeleri vardır. Dört erkek iki de kız evladı olmuştur.677 İlk eşi Fatıma Hatun pek çok çocuk doğurmakla birlikte bunlar henüz bebekken ölmüştü. Nihayet önce iki kız doğurmuştur ki Mevlânâ ilkini Abide ikincisini ise Arife olarak adlandırmış ve sırasıyla Mutahhara ve Şerife (ya da Şeref) lakaplarını vermiştir. Bu iki hanımın da ikişerden dört çocuğu olmuştur. Mutahhara Abide Hatun’un Germiyanlı Süleyman şah’a gelin edildiği şeklinde bir tevatür yaygındır.678

 


596 Mevlana’nın iki evliliği ve bu evliliklerinden dört çocuğu olmuştur. İlk evliliğini Karaman’da ikametleri esnasında babası Sultânü’l-Ulemâ’nın müridi Hâce Şerefeddin Lâlâ-yı Semerkandî’nin kızı Gevher Hatun ile gerçekleştiren Mevlana’nın bu evlilikten Muhammed Bahâeddin Sultan Veled, bir sene sonra da Muhammed Alaaddin adlı iki erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. İkinci evliliği ise Gevher Hatun’un ölümünden sonra Konya’da gerçekleşmiştir. Mevlana’nın ikinci eşi Konyalı İzzettin Ali’nin kızı Gera/Kira/Kerra Hatun’dur ve bu evliliğinden de Muzaffereddin Emir Alim ve Melike Hatun adlarında iki çocuk sahibi olmuştur.

597 Kaynaklar Sultan Veled’in doğum tarihi hakkında farklı bilgiler rivayet etmektedirler. Bununla birlikte kayınpederi Şeyh Salahaddîn Zerkûb-i Konevî’nin diğer kızı Hediye Hatun ile evlenmek sûretiyle Sultan Veled ile bacanak olan ve pek çok eserle birlikte Sultan Veled’in Divân’ını da istinsah etmiş bulunan Hattat Nizameddin Veledî’nin yazdığı divan nüshasında mevcut kayıt bizce en muteber tarihi bildirmektedir. Bk. Sultan Veled, Divan-ı Sultan Veled, nşr. Feridun Nafiz Uzluk, Uzluk Basımevi, Ankara 1941, “Sultan Veled’in Hayat ve Eserleri”, s. 1-2.

598 Eflâkî, III, 218.

599 Eflâkî, VII, 1.

600 El-Cevahiru’l-Mudîe’de adı “Muhammed” yerine “Ahmed” şeklinde kaydedilmişse de bu durum hata eseri olmalıdır.

601 Sultan Veled, İbtidânâme, b. 4710 vd.; Feridun Nafiz Uzluk, “Sultan Veled’in Hayat ve Eserleri, Divan-ı Sultan Veled, Uzluk Basımevi, Ankara 1941, s. 1-2. Veled Çelebi İzbudak, Sultânü’l-Ulemâ’nın torununa kendi adını aynen “Muhammed Bahâüddîn Veled” şeklinde verdiğini belirttikten sonra şu açıklamalarda bulunur: “Hz. Sultânü’l-Ulemâ efendimize o vaktin teşrîfâtı olmak üzere “Veled-i Sultân” derlerdi. [Nitekim Sultânü’l-Ulemâ’ya, annesinin Harzem prenseslerinden olması dolayısıyla sultanoğlu anlamına gelen Veled-i Sultan veya atf-ı terkibi ile Sultan Veled deniliyordu.] O vakit ünvanları “Veled-i Bektemur, Evlâd-ı Müderris, Veled-i Hatîb” tarzında olup isimleri olan “Fahreddîn, Kerîmüddîn, İzzeddîn” ta’zîmen söylenmezdi. Nitekim ondan sonra da ve’l-hâletü hâzihî “Hatîboğlu, Çavuşoğulları, Kasîdecizâde” tarzındalardır. İşte Sultânü’l-Ulemâ efendimizin ünvânı “Veled-i Sultan” iken kalb edilip “Sultân Veled” çağırılmış ve fi’l-hakîka dünyâ ve ukbâ sultânı olmuştur. Kardeşine de üç sene evvel vefât eden büyük oğlu “Muhammed Alâeddîn Çelebi”nin namını aynen tevsîm buyurmuşlardır.” Bk. Veled Çelebi, Bâis-i Füyûzât-ı Cihân Olan Cenâb-ı Mevlânâ (k.s. a.) İle Ricâl-i Tarîkat-i Mevleviyye’nin Tarihçesidir, (Konya Vilâyeti’nin Ahvâl-i Umûmiyye-i Târihiyyesi içerisinde) s. 814.

602 Babası gibi Sultan Veled’in de adının Hanefi fukahası arasında zikredilmesi, onun resmî ilimler sahasında ciddi bir fıkıh geleneğini de tevarüs ettiğinin göstergesidir. Nitekim Mevlana’nın babadan – atadan miras ilmî bir geleneğe sahip bir ailenin mensubu bulunduğu ve bu geleneği oğlu Sultan Veled’e de aktardığı söylenebilir. Sonraki dönem hayatında da gerek tasavvufi düşüncenin tesbiti, tedvini ve ifadesi söz konusu olduğunda ve gerekse sosyal nizamın tesisinde Sultan Veled’in sahip olduğu bu formasyonu son derece elverişli bir biçimde kullandığı da göze çarpmaktadır.

Dini ilimler söz konusu edildiğinde Fıkıh ve tasavvuf birbirinin mütemmimi olarak ele alınır. İbâdât, muamelât ve ukûbâtı konu edinir biçimde “kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi” şeklinde “ma’rifet-i nefs” olarak tanımlanan fıkıh (fıkh-i zâhir), tasavvufun zâhirî yönünü temsîl eder şekilde değerlendirilirken tahalluk ve tahakkuk süreciyle, hakîkatleri yönünden eşyanın mahiyyetinin bilinmesi ile alakalı olarak nazarî tasavvuf ta bu zâhir fıkhın bâtını olarak ele alınmıştır (fıkh-ı bâtın). Diğer yandan tasavvufun ameli yönü ile fıkh-ı zâhir çerçevesinde âdâb ve ahlâk başlığı altında ele alınan konular paralellik arz eder. Bu durum diğer İslamî ilim dalları için de söz konusudur.

Tasavvufî bilginin ve irfânın aktarımı husûsunda formel düşünme melekesini kullanan ve resmî ilimlerin alışılagelmiş sistematiğinden ve terminolojisinden yararlanan sûfîlerin bilgiyi aklîleştirme ve aktarabilme açısından daha başarılı oldukları ya da diğer bir ifâde ile daha anlaşılabilir oldukları söylenebilir. Bu sebeple resmî ilimleri deruhte etmiş bulunan sûfiler tarih boyunca daha az itirazla karşılaşmışlardır. Gerek Sultan Veled ve gerekse Mevlâna bu anlamda ilmî bir geleneğe sahip olmanın avantajından faydalanarak bunu eserlerine aksettirmiş sûfîlerdir.

603 Eflâkî, VII, 23.

604 Eflâkî, III, 531-2

605 Mevlânâ Celâleddîn, Mektuplar, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1963, s. 97. Ayrıca bk. Eflâkî, VII, 31.

606 Sultan Veled, tıpkı babası gibi önce Şam’da daha sonra da Halep’te ilim tahsilinde bulunmuştur. Eflâkî Halep’te münazaralara katıldığını nakleder. Ayrıca Konya’ya dönüşünde şehrin bütün fazıllarının Mevlana’nın medresesinde toplanarak kendisini karşıladığını, Mevlânâ’nın oğlundan armağan olarak bazı latifeler ve nükteler sunmasını talep ettiğini ve bu sırada Sultan Veled’in gönlüne babasının bu tür formel ilimlerle uğraşmamasına rağmen kendisinin bu konuda oldukça ilerlediğine dair bir düşünce arız olduğunu anlatır. Ardından sözü Mevlânâ alınca, onun anlatımında zâhirî ve bâtınî ilim mezc olmuş Mevlana’nın ilmî yüceliği ile sözün zahiri batınına karışmıştır. Eflâkî, III, 531.

607 Eflâkî, VII, 6.

608 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 124; Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ, haz. M. Akkuş-A. Yılmaz, İstanbul 19120, I, 321; Taşköprü-zâde, a.g.e., I, 747.

609 Sultan Veled, İbtidânâme, b. 1331 vd. Sultan Veled, Veled-nâme, tsh. Celâleddîn Hümâyî, Müessese-i Neşr-i Hümâ, Tahran, 1367, s. 55.

610 Eflâkî, VII, 2.

611 Eflâkî, IV, 32.

612 Eflâkî, IV, 11.

613 Eflâkî, III, 11.

614 Sultân Veled, İbtidânâme, b. 4333.

615 Eflâkî, VII, 24, 25.

616 Sultân Veled, Dîvân-ı Sultân Veled, haz. Feridun Nafiz Uzluk, Uzluk Basımevi, İstanbul 1941 (1358), s. 499.

617 Eflâkî, VII, 13.

618 Sultan Veled, İbtidânâme, Dîbâce.

619 Gölpınarlı, Sultan Veled’i babasının maddi-manevi mirasına istinad ile onu taklitten öteye geçememiş, orijinal bir düşünce geliştirememiş vasat bir şair olarak değerlendirir ve kendisinin teşkilatçı karakterini öne çıkararak sadece müesis yönüyle resmeder. Hâlbuki Sultan Veled’in şeyhine karşı tam bir teslimiyetle tabiiyyeti, onu orijinal kılan temel niteliğidir. Nitekim o bir dervişte evvelemirde bulunması gereken bu ana özelliği mükemmelen temsil ile adeta arketipik bir Mevlevî portresi sergilemiştir ve bunun doğal bir neticesi olarak gelenek tarafından tarikatın tesisini sağlayan pir olarak değerlendirilmiştir (Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 29-52).

620 Eflâkî, VIII, 59.

621Mesnevî, I, Dîbâce. Ayrıca Sultan Veled İbtidânâme’de ikinci doğumdan bahseder.

622 Eflâkî, VII, 18.

623 Eflâkî, VII, 3; Ayrıca bk. Eflâkî, VII, 23.

624 Eflâkî, VII, 7.

625 Eflâkî, VII, 1. Derler ki: Mübarek dilini ağzına sokar, onu yalar yüzünü ve saçlarını öperdi. Şimdi de mukaddes türbede babasının yanında rahat etmektedir.

626 Eflâkî, VII, 1.

627 Sultan Veled, Velednâme, s. 3.

628 Eflâkî, VII, 1.

Bu bağlamda Sultan Veled’de Mevlânâ’ya tam bir teşebbüh ve tabiiyet ile intisabını vurgulamalıyız. Nitekim hakikat arayışına yönelik İslam öncesi pek çok öğretide de var olduğunu gördüğümüz şekliyle İslamî anlayışta başta tasavvuf olmak üzere hemen hemen bütün düşünce geleneklerinde teşebbüh/benzeşme aynileşme yolundaki ilk mertebedir.

629 Eflâkî, VII, 8.

630 Hadisin değerlendirmesi için bk. Mesnevî, IV, 3116 vd.; V, 1927 vd.; VI, 1611 vd.

631 Sûfî düşünce alemin yaratılışındaki gâîlik prensibini Hakk’ın kendisini bilme arzusu çerçevesinde açıklarken, alemde Hakk’ın kemaliyle zuhurunun insan’da gerçekleştiği fikrine ulaşırlar ve böylelikle Allah ile insan arasında bir irtibat kurarlar. Bu açıdan bakıldığında insan, Allah’a benzer nitelikte var edilmiştir. Böylelikle kişi tahalluk süreci içerisinde Hakk’ın kendisinde zuhur eden niteliklerini kendisinde müşahede ederek bilir ve hakikate erişir/tahakkuk. Bu meyanda Hakk’ın mükemmelen zuhurunun söz konusu olduğu insan-ı kamil’e yönelik bilgi de aynı kapıya çıkar.

632 Sultan Veled’in halvet, uzlet ve çile ile ilgili değerlendirmesi şöyledir:

Çile çıkarmak, Peygamberlerin sünneti değildir, bu bir âdet ve alışkanlıktır. Eğer dostlar samimi olmazsa, onlardan uzaklaşmak için bir köşeye çekilip uzlet yapmak yerinde bir iştir. Fakat samimi dostlardan uzaklaşmak ise doğru değildir. Çünkü “Cemaatte rahmet vardır” buyrulmuştur. Cemaatte rahmet olması, diğer varlıklarda da görülmektedir. Mesela bir bitki tek başına istenilen seviyede büyüyemez, fakat yaylada kendi cinsinden olan diğer bitkilerle beraber olursa, daha kuvvetli yetişir. Su az olursa, akıp gitmez, olduğu yerde kalır, kokuşmaya başlar. Eğer çoğalırsa, bir dere hâline gelerek akıp gider. İşte böylece her şey kendi cinsiyle kuvvet bulur. Nitekim Atlar, esterler hemcinsleri olan Esterle daha iyi yol alırlar. Şu halde uzlet (çile) yabancılardan uzaklaşmak için yapılmaktadır. Yoksa yarden ve gerçek dostlardan kaçınmak için değil.” Bk. Sultan Veled, Maârif, s. 162.

633 Ayetin meali şöyledir: “Sonra bunların peşinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.” İbn Arabi ve takipçileri zikredilen ayeti sûfî uygulamaların meşruiyeti için delil ittihaz etmişlerdir. Benzer anlayışın Mevlevî gelenekte de söz konusu edildiği görülmektedir.

634 Zümer, 39/53.

635 Eflâkî, VII, 10.

636 Bahâeddîn Veled’in eseri Maârif üzerine yapılacak bir incelemede nur ve renk lemeâtına yönelik sembolizme dayalı bir dille ifade edilen pek çok hakikati bulmak mümkündür. Bu durum şahsi bir tercih olmaktan ziyade Horasan-Mâverâünnehir coğrafyasına mensub sûfîlerin genel tercihinde aramak daha doğru olacaktır. Nitekim gerek Necmüddin Kübra’da (özellikle Fevâihu’l-Cemâl ve Risâle Fi’l-Halve gibi eserlerinde) gerekse Sühreverdî ve Nakşî-Hâcegân ekolü geleneğinde de benzer üsluba bir vakıa olarak sıklıkla rastlanmaktadır. Bk. Süleyman Gökbulut, Necmeddîn Kübrâ ve Kübrevîlik, Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2009, s. 247 vd.; Ali Yıldırım, “Renk Simgeciliği ve Şeyh Galib’in Üç Rengi”, Milli Folklor, XVIII/72, s. 130; İsmail Rusûhî Ankaravî, Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi -Makâsıd-ı Aliyye Fî Şerhi’t-Tâiyye, haz. Mehmet Demirci, Vefa Yay., İstanbul 2007.; Nazif Hoca, Ruzbihân el-Baklî, s. 103-118; Osman Türer, “Letâif-i Hamse”, DİA, XXVII, 143.

637 Eflâkî, V, 11, 15.

638 Konuyla ilgili bk. Mesnevî,

639 Mesela bk. Sultan Veled,

640 Eflâkî, IV, 32.

641 Eflâkî, IV, 100.

642 Eflâkî, VII, 2.

643 Sultan Veled, İbtidânâme, 949 vd.

644Sultan Veled, İbtidânâme, 4332 vd.; 6160 vd.; 6340 vd.

645 Eflâkî, VII, 2.

646 Eflâkî, VII, 2.

647 Eflâkî, VII, 4.

648 Eflâkî, I, 57.

649 İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Enes Kitap Sarayı, Ankara 1997, s. 632. Bu hadise kuvvetle muhtemel 1221 yılından önce gerçekleşmiştir.

650 Eflâkî, I, 24.

651 Ş. Barihüda Tanrıkorur, Türkiye Mevlevihanelerinin Mimari Özellikleri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji ve Sanat Tarihi Anabilim Dalı Sanat Tarihi Bilim Dalı, Doktora Tezi, Konya 2002, I, 9.

652 Eflâkî, III, 551.

653 Tanrıkorur, a.g.e., s. 10, dipnot 29; Konyalı, a.g.e., s.

654 Ki aynı zamanda büyük oğlu Alaaddin Çelebi ve Şeyh Salahaddin de burada medfun bulunmaktadır.

655 Eflâkî, III, 507.

656 Eflâkî, I, 34.

657 Benzer şekilde Mevlânâ sonrası dönemde de türbe sürekli olarak ziyaret edilegelmiş bir melce’ ve makam hüviyetine bürünmüştür. Bk. Eflâkî, VII, 11.

658 Mesnevî, III, 135. Hatta kendisine atfedilen “türbemizi ariflerin gönüllerinde ara” ifadesi de menfi kanaat taşıdığının delili addedilmiştir.

659 Eflâkî, III, 344.

660 Eflâkî, III, 345.

661 Mevlânâ kaynakların ittifakı ile 5 Cemâziye’l-Âhir 672 / 17 Aralık 1273’te vefat etmiştir. Türbesinin ilk inşasının tarihi hakkında net bir malumat bulunmamakla birlikte uzmanlar 1274 yılı sonbaharında türbenin tamamlandığı kanaatini belirtmişlerdir. Bk. Tanrıkorur, a.g.e., s. 9 vd.; Haluk Karamağaralı, “Mevlânâ Türbesi”, TED, sy. 7-8 (Ankara 1966), s. 38 vd.

662 Eflâkî, VII, 9.

663 Bk. Tanrıkorur, a.g.e., s. 40; M. Y. Akyurt, “Konya Âsâr-ı Atîka Müzesinde Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin Sandukası”, TTAED, sy. 3 (1936); M. Önder, “Bir Selçuklu Şaheseri Mevlânâ’nın Ahşap Sandukası”, VD, sy. 17 (1983), s. 79-92.

664 Eflâkî, VI, 6.

665 Eflâkî, VI, 25.

666 Eflâkî, I, 11, 21.

667Mevlânâ, Divan-ı Kebîr, Gazel nr. 1712.

668 Eflâkî, III, 152.

669 Eflâkî, III, 217, 577, 582.

670 Eflâkî, VII, 33. Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 210-211. Eflâkî, intikâli ile ilgili şu anekdotu nakleder:

Göçtüğü gece de şu beyti söyledi:

“Bu gece sevinç duyduğum ve kendi kendimden âzâd olduğum gecedir.”

Bundan sonra öteki aleme göçtü. Tam yedi gün, birbiri arkasından onun kutsal türbesinin civarından ta göklere, Simak yıldızının tepesine kadar bir nur yükseldi. Yüksek ve alçak tabakadan herkes bunu gördü. Âşıkların imanı bir iken bin oldu. Basiret sahibi dostlar ve sır sahibi kardeşler, bunun, Çelebi Arif hazretlerinin nuru olduğunu naklettiler. O kutlu tahta oturduğu vakit bu nur şekil bağladı ve dünyayı aydınlattı. Çünkü o, yedi velinin nurunu beraber getirmişti.” Eflâkî, VII, 32 “Sultan Veled hazretleri (Tanrı onun zikrini yüceltsin), cisimler âleminin merkezinden ruhlar âlemine göçtüğü vakit yedi gün yedi gece durmadan yer sallandı” Eflâkî, VII, 27.

671 Eflâkî, VII, 2.

672 Eflâkî, VII, 18.

673 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 210-211.

674 Uzluk, a.g.e., s. 92.

675 Eflâkî, VII, 27.

676 İlk hanımı Eflâkî’nin de ravilerinden olan ve Eflâkî tarafından çeşitli vesilelerle akıl, feraset, ibadet taat velayetine atıfla medhedilen Fatma Hatun Şeyh Salahaddin Zerkûb’un kızı olup kardeşi ile birlikte bizzat Mevlânâ’nın tedrisi ile yetişmiştir. Düğünleri muhtemelen H657 yılından önce gerçekleşmiş olmalıdır. Mevlânâ’nın oldukça fazla muhabbetinin var olduğu anlaşılan bu gelini ile oğlunun izdivacı dolayısıyla söylediği gazeller Divanında kayıtlıdır. Bombay basması Divan s, 40, 94. Bk. Mektubat, s. 54; Eflâkî, Fatıma Hatun’un kardeşi Hediye hatun da Nizameddin Hattat adlı bir Mevlevî ile evlenmiştir. Mevlânâ, Fatma Hatun sağ hediye hatun sol gözümdür şeklinde nitelerdi.

İkinci eşi Nusret Hatun’dur ve Âbid Çelebi’nin annesidir. Üçüncü eşi ise Sünbüle Hatun’dur. Zâhid Çelebi ve Vâcid Çelebi ondan dünyaya gelmiştir.

677 Eflâkî, VII, 28.

678 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 210-211; Uzluk, a.g.e., s. 7-8.

 

ETİKETLER: