Süleyman Uludağ: “Bir memleketi kılıç gücüyle fethedebilirsiniz ama eğer manevi güç olmazsa o memleketi elinizde tutamazsınız. Manevi güç, fethedilen yeri vatan yapar.”

A+
A-

Prof. Dr. Süleyman Uludağ Hocamız ömrünü ilme vakfetmiş sayılı ilim adamlarımızdandır. Yıllarca Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalında görev yaptıktan sonra emekli oldu. Lakin Uludağ Hoca ilimden emekli olmadı. Hayatın her saniyesini anlamlı yaşamak, ilim yolunda gayret sarf etmek Hocamız’ın umdelerindendir. Bu sebeple de yeni eserler kaleme almaya, Türkiye’nin dört bir yanında konferanslar vermeye, doktora öğrencilerine yol göstermeye, başta Gürcistan’ın Acara bölgesi olmak üzere pek çok yerde hayır çalışmalarına devam ediyor. Öğrencisi olan Prof. Dr. Mustafa Kara bir söyleşisinde “Hocam Süleyman Uludağ’ı her anlamda kendime örnek almaya çalışıyorum” demişti. İşte bu hoca-talebe ilişkisi, ülkemize pek çok değer kazandırmıştır. Sadece ilmi araştırmalarıyla değil çeviri metinleriyle de ülkemize ufuklar açmış bir ilim adamıdır Süleyman Uludağ. Bu noktada sadece İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini örnek vermek yeterli olacaktır. Bu önemli eseri tam ve bütün olarak ilk kez çeviren ve önsöz olarak da geniş bir İbn-i Haldun değerlendirmesine imza atan hocamız başta sosyal bilimciler olmak üzere ilim dünyasına eşsiz bir hazine kazandırmıştır. Süleyman Uludağ Hocamız’ın başta tasavvuf olmak üzere, kelam, siyaset, fıkıh, usül, siyer, hatırat, musiki, biyografi ve felsefe gibi pek çok alanda 100’ü aşkın eseri bulunmaktadır. Süleyman Uludağ Hocamız hem çalışmalarıyla hem de yetiştirdiği öğrencilerle ülkemizin ilmî hazinesine çok büyük katkılar sunmaya devam etmektedir. Hocamız’a daha nice güzel eserler kaleme alacağı hayırlı uzun ömürler diliyoruz. Biz de Hocamızla tasavvuf ve eğitim çerçevesinde kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşiyi Süleyman Uludağ Hocamız’ın eserlerine bir giriş niyetiyle istifadelerinize sunuyoruz.

Muhterem Hocam, öncelikle bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Söyleşimize hayat hikâyenizle başlamak istiyoruz. Okuyucularımız için Süleyman Uludağ kimdir, kısaca bahsedebilir misiniz?

Amasya’nın Akyazı Köyü’nde doğdum. İlki resmî (1940), diğeri tabii (1937) olan iki yaşım var. İlkokulu köyümde okudum. İlkokul öncesi ve sonrası köydeki imamlardan eski alfabeyi, Karabaş Tecviti’ni, Kur’an-ı Kerim okumayı öğrendim ve o yaşlarda Kur’an-ı Kerim’i hatmettim. 1956 yılında Çorum İmam Hatip Okulu’na başladım. 5 yılı vakıf yurdunda yatılı olmak üzere 7 yıl orada okudum. 1963 yılında İstanbul/Fındıklı’da (Kabataş civarı) 4 yıllık lisans eğitimimin ardından Kastamonu’ya İHL Meslek Dersleri Öğretmeni olarak atandım. 1970-1975 yılları arasında Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü’ne hoca olarak tayin edildim. 1975 Kasım ayında Bursa’da Yüksek İslâm Enstitüsü’nün ilk akademisyenlerinden biri olarak 75 öğrenci ile göreve başladım. 1982 yılında Yüksek İslâm Enstitüleri’nin kaldırılıp ilahiyat fakültelerinin açılmasıyla birlikte Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki görevime başladım. Bu görevimden de 2007 yılında 67 yaşında emekli oldum lâkin 6 yıl daha oradaki yüksek lisans ve doktora derslerine danışman olarak devam ettim.

1960 yıllarında Türkiye’nin siyasal ve toplumsal şartlarının ağır olduğu dönemlerde İmam Hatip sıralarında oturdunuz. O zamanlarda İmam Hatipli olmak sizce nasıldı?

Türkiye’de 1924’te medreseler, 1925’te tekke ve tarikatlar kapatıldı. 1933 yılında ise din eğitimi ve öğretimine tamamen son verildi. Din üzerinden halka kısıtlamalar getirilip dini hayat yasaklandı. Gizli açılan din eğitimi yerleri ise şikâyetler üzerine jandarmalar tarafından basılıp kapatılırdı. İslâmî hayat gözden düşürülüp itibarsızlaştırılmıştı. Tüm bunlar devlet politikası olarak yapılıyordu. Devletin gözünde “hocalar” cahil, mutaassıp, küçük görülen kimseler idi. Bu resmi çevrelerin gözünde böyle olsa da halk bu duruma itibar etmiyordu. 1956’da Çorum’a geldiğimde de bunu gördüm. Bu yasaklamaların ardından İmam Hatip Okulları 1950’li yıllarda siyasetin el değiştirmesiyle tekrardan açıldı. Ancak bu dersleri okutacak hoca bulunamıyordu. Diğer liselerin talebeleri statü olarak bizden daha ileride ve önemli idiler. Bizlere adeta ikinci sınıf muamelesi yapılır, devletin üvey evlatları yaftası yakıştırılırdı. O tarihlerde bizlere üniversite şansı da tanınmıyordu. Üniversiteye diğer lise talebeleri gidebilir lâkin İmam Hatip Lisesi mezunları gidemezdi. “Gerici”, “yobaz” gözüyle bakılır, mezun olduklarında “cenazeleri kaldırır”, “gassallık yapar” vs. diye düşünürlerdi. Yani resmî, siyasi ve bürokratik çevrelerde itibarsızdık.

Böyle olmakla beraber halk nezdinde bizlerin itibarı yüksekti. Halk yasakların ardından imam hatip talebelerini görmeye özellikle de camilere gruplar halinde 100-150 kişinin nizamî olarak gitmelerine hasretti. Halkın bu hasretini bir nebze olsun giderdiğimiz için halk arasında çok iyi karşılanırdık. Burada ikili bir durum var. Halk bizi isterken bizi istemeyip hor, hakir görüp üvey evlat muamelesi yapanlar da vardı. Bu bir çatışmadır ve bu çatışma hala devam etmektedir. Bunun en acı şeklini de 1997’deki 28 Şubat olayını yaşayan arkadaşlarımız oldu. Başörtüsü yasağı, imam hatip mezunlarının sınavlarda katsayı puanlarının düşürülerek üniversiteye girişlerinin engellenmesi vs… O sebeple bu mücadele yıllarca devam etti. Günler geçtikçe halk nezdindeki itibarımız daha da arttı, resmî çevrelerde de mezunlarımız ve müesseselerimiz itibar kazanmış oldu.  Aradan geçen 60 küsur sene içerisinde öyle bir noktaya geldik ki bu okulların mezunlarından milletvekili, bakan, belediye başkanı ve dahi Cumhurbaşkanı oldu. Bu durum, itibarımızın nereden nereye geldiğini gösterir. Geniş ölçüde geçmişteki sıkıntılar ortadan kaldırılsa da yine de bizlere eski gözle bakanlar yok değil. Devletin üvey evlatları milletin desteği ile millet tarafından sahiplenildi, takdir edildi. Bu günlere geldik ama daha yapılması gereken çok şey var, hep birlikte çalışmalıyız. Bir de nispeten rahatladık diye rehavete kapılırsak geleceğimiz parlak olmayabilir. Dolayısıyla işi ciddiye almalı, canla başla bu davanın daha da iyi günlere ulaşması için çabalamalıyız. Bir başka şey de çok şükür ülke olarak iyi durumdayız. Daha da iyiye gideceğiz inşallah. Lâkin İslâm âlemine baktığımızda İslâm ülkeleri dünya ölçeğinde acınacak durumda. Bakınız problemli memleketler, hep İslâm coğrafyasındadır. Arakan, Hindistan, Bangladeş, Afganistan, Keşmir, Kafkaslar, Çeçenistan, Irak, Suriye, Yemen, Somali, Libya vs. de ayrılıkçı hareketler var. İnsanlar yerlerinden tehcir ediliyor ki bunlar iyi durumda olmadığımızı gösterir. Onlar için de elimizden geleni yapıyoruz, daha fazlasını yapmalı, unutmamalıyız. Bu felaketleri atlatıp başarıya ulaşmaları için daima dua etmeliyiz diye düşünüyorum. İslâm ümmeti bir bütündür ve bütünü de düşünmek gerekir.

İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde okumak için 1963-1967 yıllarında Çorum’dan İstanbul’a gitmişsiniz. Lisans yaşamınız ve İstanbul size neler kattı?

1949 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açılmıştı ancak oraya İmam Hatip mezunları alınmıyor, diğer lise mezunları alınıyordu. 1958’de de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Çorum’daki eğitimimin ardından 4 yıl bu enstitüde eğitim gördüm. Evvela Çorum’dan bahsedeceğim. Köyden şehre geliyorsunuz ve şehirde imkânlar daha fazla. Okul, kütüphane, hocalar, dergiler, gazeteler var. Bunlardan bir hayli faydalandım. O yıllarda birçok hoca ve kitap tanıdım. Eski ve yeni harflerle olan birçok kitabı burada okuma şansını yakaladım. İmam Hatip Lisesi yıllarımda yalnızca Arapça’yı bilmiyordum, fıkıh, hadis gibi diğer meslek derslerini dersin hocaları kadar bilirdim. Arapça ve Farsça dillerini ilerlettim. Böylelikle Osmanlıca ve Arapça kitaplarını daha kolay okuma imkânım oldu. Misâl olarak lise yıllarımda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın 8 ciltlik Hak Dini Kur’an Dili‘ni aldım. Önce ayet sonra meal daha sonra da tefsir, tahlil olarak tüm Kur’an’ı baştan sona okudum. Bu bana çok katkı sağladı. Hem Kur’an’daki ayetleri ana hatlarıyla öğrendim hem de Arapçam gelişti. Ayrıca sonraki yıllarda hocam olan Ömer Nasuhi Bilmen’in de 6 ciltlik Hukuki İslâmiyye Istılahatı İslâmiyye eserini de o dönemde ayrıntılı olarak okudum. Bu da fıkıh dilini öğrenmemi sağladı. Bunlar gibi birçok önemli kitabı daha lise yıllarımda okuyup inceleme imkânım oldu. Bu bilgilerle İstanbul’a geldiğimde -rahmet ve minnetle bahsetmek istiyorum- Ömer Nasuhi Bilmen, Nihat Sami Banarlı, Ali Nihad Tarlan, Ali Özek Hocalarım’dan çok değerli bilgiler öğrendim. Tabii bir de hiçbir şey bilmeyen, ehliyetsiz o zamanın 27 Mayıs darbesiyle başarısız oldukları için atılan hocalar da vardı. Hiç hadis bilmediği halde hadis dersine gelen, fıkıhtan anlamadığı halde fıkıh dersine gelen. O zamanlarda bu enstitüde okuyanlar bunu bilirler. İstanbul o zamanlarda olduğu gibi günümüzde de Türkiye’nin kültür başkentidir. Siyasetin başkenti Ankara olsa da ilim, irfan, sanat ve medeniyetin başkenti İstanbul’dur. Herhangi bir meslekte ilerlemek isteyen İstanbul’a mutlaka gitmelidir. Diğer şehirler kişiyi bir noktaya kadar ilerletir. O sebeple sadece enstitü değil o şehirde yaşamak, kütüphanelerinden, ilim-fikir adamlarından, konferans-seminerlerinden vs. faydalanmak talebeyi yetiştiren, ufkunu açan hususlardır. İstanbul’un hayatımdaki yeri ayrıdır. Oradan ayrıldıktan sonra dahi alâkam kesilmedi sık sık gidip geldim. Bir müddet İslâm Araştırmaları Merkezinde (İSAM) Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA) direktörü olarak devam ettim. İstanbul’la ilişkim hâlen devam eder. Bursa ile yakın olması da çalışmak isteyen için güzel bir fırsat diye düşünüyorum.

Peki, akademisyen olma fikriniz nerede ne zaman oluştu? Bunun oluşmasında herhangi bir olayın etkisi var mıdır?

Az evvel bahsettiğim Yüksek İslâm Enstitüsü’ndeki ehil olmayan cahil hocalar -cahil derken bakınız şunu söyleyeyim içimizden bir arkadaşımız tahtaya “Malayaniyi terk etmek, kişinin dini hayatının güzelliğini gösterir” hadisini Arapça olarak yazdı. Hadis hocası sınıfa geldi, iki kelimesini dahi doğru okuyamadı- benim bu yola girmeme vesile oldu diyebilirim. Bu olay benim orada hoca olabileceğimi gösterdi. Şöyle düşündüm: “Bunlar dahi bu bilgisizlikle hocalık yapıyorsa ben onlardan daha iyisini yapabilirim.” Ben cesaretimi o cahil, ehliyetsiz hocalardan aldım. Daha evvelinde de İslâm dinini en güzel nasıl anlamak gerekirse öyle anlamalıyım fikrine sahiptim. Çalışmalarım da bu doğrultudaydı. Gazali, İmam-ı Azam gibi isimleri kendime örnek almıştım. Onlar kadar olamasam da bu hedefte mesafe kat etmek nasip oldu. Akademisyenlik isteğim buralardan geliyor. Ayrıca bir arkadaş gurubumuz vardı: Hayrettin Karaman, Tayyar Altıkulaç, Bekir Topaloğlu, M. Yaşar Kandemir. Onlarla aynı şeyleri düşünüyorduk. Diğer fakültelerdeki arkadaşlarımız ciltlerce kitapla derslerine çalışırken bize 15-20 sayfalık nüshalar veriliyordu. “Neden bizim enstitü geride? Onlar gibi olmalıyız” dedik. “Mezun olduktan sonra mutlaka buraya dönmeli, açığı kapatmalıyız” diye kararlaştırdık ve Elhamdülillah, hepimiz tekrar geri döndük.

1975 yılından itibaren Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü’nde göreve başlamışsınız. Bursa ile yollarınız nasıl kesişti?

Babam 4 yıllık askerliğinin 2 yılını Bursa’da yaptı. O zamanlarda Altıparmak muhitindeki Sinagog civarında bir hoca ile tanışmış ve o hoca babama dini bilgiler öğretmiş. Askerlik dönüşü babam Bursa’yı ballandıra ballandıra anlattı. (Yeşil Bursa, Aynalı Çeşme, Hoca, Binalar…) Bursa’yı ilk olarak babam sevdirdi bana. İlkokula giderken de coğrafya derslerinde tanıdım. İstanbul’a geldiğimde de kaldığım yatılı yurttaki öğrencileri gezmeye getirdiler (1963). Bursa’da İmam Hatip Lisesi ilgisizlikten dolayı geç kalınıp o zamanlarda açılmıştı. İsmail Hakkı Tekkesi Dergâhı’nın yurtlarında kalmış ve Uludağ’a çıkmıştık. Orada çektirdiğimiz fotoğrafları hala saklıyorum. Bursa’ya ilk o zaman gelmiştim. Açıkçası akademisyen olarak Bursa’ya gelmeyi değil İstanbul’a gitmeyi istiyordum ama Yüksek İslâm Enstitüleri hoca alım ilanlarında, İstanbul yoktu. İmtihanların neticesinde Genel Müdürlük ihtiyaç dâhilinde uygun görevlendirmeyi re’sen yapıyordu. Ben de ilk olarak Kayseri’ye hoca olarak görevlendirildim. Daha sonra 1975’te Bursa’da Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılmasıyla hoca olarak buraya geldim. İmam Hatip okullarında olduğu gibi Yüksek İslâm Enstitüsü de Bursa’da geç açılmıştır. Burası Osmanlı’nın ilk başkenti, dergâhları, medreseleri olan önemli bir şehirdir. 1950’li yıllarda Bursa’da bir dernek kurulmuş (Kur’an-ı Kerim Öğretme Derneği) ve siyasi serbestliklerle bu dernek sahipleri İsmail Hakkı Tekkesi’ni merkez haline getirip adını İmam Hatip Okulu ve İlahiyat Öğrencilerine Yardım Derneği (tabelası hala aynı yerdedir) koymuşlardır. Bugünkü İlahiyat Vakfı Derneği bu kurumun bir devamıdır. O dernek vasıtasıyla hafız yetiştirip İstanbul’a yolladılar, İmam Hatip Okulunun açılmasına vesile oldular, arsasını bulup Yıldırım İmam Hatip Lisesi binasını, yurdunu ve tatbikat camiini yaptırdılar. Burada Yüksek İslâm Enstitüsünü açtıranlar da Fethiye’deki ilk İlahiyat Fakültesi binasını yaptıranlar da bu derneğin mensuplarıdır. O derneği ve mensuplarını rahmet ve minnetle anıyorum. Allah onlardan razı olsun.

Akademik hayatınız düşünüldüğünde tasavvuf alanına katkılarınız çok büyük ve önemli. Sizi özellikle bu alana çeken isimler var mıydı? Gençlerimize okumalarını nasihat edeceğiniz isimler kimlerdir?

Tasavvuf başlangıçta ilgi duyduğum bir alan değildi. Daha çok fıkıh, kelam derslerine ilgi duyardım. Çorum’da okul kütüphanesinde bulunan Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sinin 6 ciltlik tercümesini, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr gibi tasavvuf kitaplarını okuyunca sûfilerin hayatlarına, bilgi ve ahlâki yaşayışlarına merak sardım. Bazı tarikat meclislerinin zikir meclislerine katıldım, şeyhlerini tanıdım ancak hiçbir tarikata ehil olarak girmedim. Sadece merakımı giderip bilgi sahibi olmak amacı taşıdım. Daha önce bahsettiğim enstitüdeki arkadaşlarım kendi alanlarını seçince boşta yalnızca tasavvuf kaldı. Ben de “Arkadaşlarım girdikleri sahada yapılması gerekenleri zaten yaparlar, buradaki açığı da ben tamamlayayım” diyerekten tasavvufu ihtisas alanı olarak seçtim. Tasavvuf alanı dolu olsa idi başka alan seçerdim. Lisans mezuniyet tezi olarak “Tasavvufta Sema” konusunu hazırlamıştım. Kayseri yıllarımda bu tezimi geliştirerek yeterlilik tezi dâhilinde hocama sundum ve bu tezle asli hocalığa geçiş yaptım. Bu çalışmam daha sonra 250 sayfalık bir kitap olarak basıldı.

Tasavvufta yapılması gerekenler; Tasavvuf klasiklerini -ki bir kısmı Türkçeye çevrildi- Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi’nde İngilizce, Fransızca, Rusça gibi Batı klasikleri tercüme edilmeye başlandı. 1950 yıllarında bir kısım siyasilerin çalışmalarıyla kendi klasiklerimiz de Türkçeye tercüme edildi. (Fusus’ul Hikem, Mantıku’t-Tayr, Mesnevi…) Tercüme edilmeyen diğer önemli eserlerin çevirisiyle epey uğraştım. Onların başlıcaları; Kuşeyri’nin Risale‘si, Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l Evliya’sı, Hücviri’nin Keşfü’l Mahcub‘u vs… Bursa’ya geldiğimde asistanlarım da oldu. İlki Mustafa Kara, sonrasında Salih Çift, Abdurrezzak Tek, Abdullah Kartal. Bu kardeşlerime de hep Bursa’daki tasavvufi hayatı incelemeleri için telkin ve teşvikte bulundum. Bursa, tekke ve derviş şehridir. Bu, hem içinde bulunduğunuz mekânı araştırdığınız için kolay hem de yaşadığınız şehre karşı vazifeyi ifa etmektir. Bu arkadaşlarımızın da güzel yazıları mevcut.

Diyanet Vakfı Ansiklopedisi’nin Tasavvuf İlmi Heyet Başkanlığı’nı yaptınız ve İbn-i Haldun Maddesi’ni yazdınız. Ayrıca Mukaddime‘yi Türkçeye ilk kazandıranlardansınız. Neden İbn-i Haldun? Tasavvuf alanı akademisyeni olarak sizi İbn-i Haldun’a götüren neydi? İslâm dünyası ve gençlerimiz açısından bu büyük âlimin önemini anlatır mısınız?

Burada şöyle bir şey var. Bazıları tasavvuf denilince gideceksin kâmil olan veya olmayan bir şeyh efendiye ondan el alacaksın, ona bağlanacaksın, o sana evradı ezkâr verecek, sohbetlerine katılacaksın vs. olarak algılıyor. Tasavvufun böyle bir yanı yok değil ve önemlidir de. Ancak benim asıl ilgimi çeken işin fikir, irfan, marifet, sanat boyutudur. Hal böyle olunca uzmanlık alanım tasavvuf olsa da diğer İslâmi ilimlere ilgisiz kalmadım. İslâmi ilimler çeşitli şekillerde sınıflandırılır ki bunlardan biri de zahiri-bâtıni ilimler tasnifidir. Fıkıh, hadis, siyer, tefsir gibi ilimler zahiri olup zihne, hafızaya, yazıya dayanan ve bilginin önemli olduğu ilimlerdir. Bunların uygulaması pek yoktur. Bâtıni olan ise görünmeden var olanın ilmidir. Daha net tabirle bedenle yapılan ilme zahiri, kalp ile yapılan ilme ise bâtıni denir. Bâtıni ilimlerin başında da tasavvuf gelir. Tasavvuf kalp temizliği ve tasfiyesi yapar. Her organın kendine has fiili vardır. Kalbin fiili de niyettir ve gizlidir; asıl amacı dışarıdan bilinmez. Bundan dolayı da iman tarif edilirken kalp ile tasdik dil ile ikrar denir. İşte kalbin tasdiki bir fiildir ve kalbin müspet/menfi birçok fiilli vardır. (Haset, Kin, Nifak, Nefret…). Bu fiillerin menşei kalptir; tasavvufun konusu da kalp tasfiyesidir. Yüce Allah ayet-i kerimede; “Kalbini tasfiye eden, nefsini tezkiye eden, temizleyen felaha erer, onu kirleten ise hüsrana uğrar.” buyuruyor. İşte tasavvuf bu konularla uğraşmaktır. Bu konularla uğraşırken diğer alanlardan ilgimi kesmedim. İlk ders kitaplarım, liseliler için kelam ders kitaplarıdır. Sema-Tasavvuf ile ilgili çalışmam da fıkhî bir meseledir; mûsıkinin dînî hükmünü anlatır.

Tarih alanında da İbn-i Haldun’un Mukaddime’si ile ilgilendim. Daha lise talebesi iken uzun uğraşlar sonucu Zakir Kadiri Ugan’ın Mukaddime tercümesine ulaşmış ve okumuştum. Çevirinin hem dili farklı hem de eksik yönleri vardı. Yıllar geçtikçe Mukaddime’nin üzerine daha çok çalışılması kanaatine vardım ve Dergâh Yayınevi ile anlaşarak yeni baskı orijinal Mukaddime’yi esas alarak yeni bir tercüme yaptım. O tercüme de ihtiyaca cevap verdi ve alanındaki açığı kapattı. Ayrıca Mukaddime, dine farklı bakış açısı kazandırsa da yalnız dini bir kitap olmayıp Tarih Felsefesi, Bilimler Tarihi, Sosyoloji bakımından da önemli bir kitaptır. Bizler maalesef sosyolog denilince batılı isimleri zikredip kendi âlimimize yabancı kalıyoruz. Bunun için de Mukaddime’nin daha iyi anlaşılması hasebiyle geniş bir de ön söz yazdım. İbn-i Haldun üzerine 1970 sonrası epey çalışma oldu ama işi ilk başlatan çok şükür biz olduk hala da devam ediyoruz. Ankara Beştepe Camii’nde Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın katıldığı huzur derslerinin İbn-i Haldun kısmını vermemizi istediler. Biz de içlerinde Recep Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu o guruba bu dersleri verdik. Sonrasında Erdoğan’ın bu dersin ardından bir milletvekilini görevlendirmesiyle İstanbul’da İbn-i Haldun Üniversitesi açıldı. Bu üniversite İbn-i Haldun’u daha iyi tanıtacaktır inşallah. Ayrıca yine İstanbul’da Siyer Yayınları Yayınevi’nin çıkardığı 15 ciltlik İslâm Tarihi kitabında İslâm’da ilimler tarihiyle ilgili yüksek lisans ve doktora derslerinde okuttuğum ders notlarımdan 40-50 sayfalık yazım da mevcuttur. Yani yalnızca tasavvuf alanı ile sınırlı kalmadık. Burada bir şeye dikkat çekmek istiyorum. İhtisaslaşmak güzeldir fakat kendinizi o alana kapatır diğer alanlardan habersiz kalırsanız bu çok verimli olmaz. Çalışma yoğunluğu ihtisas alanına verilip diğer alanlarda takip edilmelidir.

2002 yılında “İran’a ve Turan’a Seyahat” adlı çalışmanız, gezi dalında ödüle layık görüldü. Eserinizde öteden beri buraları merak ettiğinizi söylemişsiniz. Gürcistan ve özellikle Acara Bölgesi’ne yaptığınız seyahatleri de işittik. Bu seyahat maceraları sizi nasıl etkiledi? Seyahatlerinizde neler gözlemlediniz?

Evvela gençler; kitapları okurken özellikle de eski kitapları, bu kitabın müellifi kimdir dikkat etmeli. Bizim eski hocaların eksiği bu yöndedir. İkincisi ne zaman yazıldı? Tarihini bilmek içeriğindeki bilgileri değerlendirme aşamasında yardımcı olur. Çünkü yazar kitabını yazarken yaşadığı çağdan mutlaka etkilenir. Üçüncüsü nerede yaşadı? Ben de kitapları okurken baktığımda genellikle Buhara, Özbekistan bölgelerinde Tirmizi, Maturidi, Buhari, Biruni, İbni Sina gibi birçok âlim yetişmiş. Bu bölgeler Müslüman devletlere medreselere, sanatkârlara, âlimlere yurt olmuştur. İlmi seven ilim adamını da sever, yaşadığı yerleri de sever, kabirlerini ziyaret etmek ister. Bunlar bir bütündür ve seyyahın saiki, motivasyonu genellikle budur. Türkler 1071’de Anadolu’ya geldiler ancak eserleri her daim oraların izlerini taşır. Gitme arzumu körükleyen bir şey de komünizmin oralara hâkim olup, oraların ziyaretini yasaklamasıdır.  Araplar, “Kişi men edildiği işi yapmaya daha da isteklidir”derler. O bölgeler de benim yasağı aşma maceramdır. Oralar benim için Kaf Dağı’nın arkasındaki esrarlı âlem olarak görünürdü.  Gürcistan’a da dedelerimin anlattıklarından yola çıkarak ata yurdumu görmek için gittim. 1991’de Sovyetlerin dağılmasıyla oralarda bir ay gezdim. Gezdiğim o dönemlerde değişme dönemini gözlemleme imkânım oldu. Bir sistem yıkılmış yerine yenisi kuruluyordu, buna şahitlik etmek çok önemlidir. Şimdi gittiğinizde bunu göremezsiniz.

İran ‘da Şah rejimi yıkılıp yerine Humeyni rejimi kurularak dini rejim başlamıştı. İslâm Araştırmaları Vakfı (İSAV) aracılığıyla bir ekiple bunu yerinde tetkik amaçlı gittik. Dönüşte yapılan sempozyumda gezi deneyimlerini aktardık. Ayrıca bu deneyim ‘Tarih Boyunca Şiilik; Dünü, Bugünü, Yarını’ adında kalın bir kitap olarak basıldı. İran’a sonrasında iki ziyaretim daha oldu. Tasavvuf tarihi açısından önemli bir yer olan İran’ın resmi dili olan Farsça tasavvuf dilidir. Eskiler Tasavvufa muhalif olanlar için ‘Kim öğrenirse lisan-ı Farisi, gider dininin yarısı’ derler. Mesnevi’nin ana dili de Farsçadır. Eski âlimler de zorlu yolculuklar yaparlardı ancak gerileme döneminde bu geziler yapılamamıştır. İlim adamları çok gezmiştir. Geziler insanın ufkunu açarak yeni bilgiler edinmesini sağlar. Dünyayı görmek güzeldir. Batılıların turizme önem vermesinin bir sebebi de budur. Gezmek derken sadece tatil, eğlence amaçlı gezmek değil, gittiğiniz yerin kültürünü, tarihini örf ve âdetini anlamak önemlidir. İbn-i Haldun, Mukaddimesi’nde seyahat bölümünde konuyla ilgili geniş bir açıklama yapmıştır.

Uzun yıllar süren bir akademik geçmişiniz var. Bu yıllar içerisinde telif eserler, kitaplar, makaleler, ansiklopedi çalışmaları ve tercüme eserler gibi sayısız eserde imzanız var. Bu süreçte ne gibi zorluklar yaşadınız, genç nesillere hangi tavsiyelerde bulunursunuz?

Bizim çalışma dönemimiz ile şimdiki dönem çok farklı. 1950’li yıllarda kitabın ismini duysanız da bulma imkânınız yok, basımı yok, kütüphanelerden ulaşma imkânı da kısıtlı. Ancak okumak isteyen kişi için engel yoktur, bir şekilde maksadına ulaşır. ‘Her şeye mani olan bir engel vardır, ilmin engelleri ise birden fazladır.’ Bu engelleri aşmak lazım. Azmin elinden bir şey kurtulmaz. Günümüzde 46 ciltlik İslâm Ansiklopedisi’ne internetten dahi ücretsiz ulaşılabiliyor. Sadece bu değil milyonlarca kitaba bu şekilde ulaşma imkânınız var ve kitabı edinmek de mümkün. Bu imkânları kullanan gençler için önlerinde engel yok. Bizim için kitaba dokunmak hissetmek gerekir, kitap sadece kitap değildir. Bakınız kitap cildiyle yazısıyla tarihiyle bilgisiyle önemlidir. Kitap kültürü ayrı bir kültürdür, teknolojinin gelişmesi kitabın ihmaline sebep olmamalı, bu kültür yaşatılmalıdır.

Tasavvufun milletimiz için önemi nereden kaynaklanıyor? Halen unutulmayan ve milletimizin gönlünde yer tutan isimlere baktığımızda büyük mutasavvıflar öne çıkıyor: Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bayramı Veli, Somuncu Baba vb. Başka hiçbir millette bizdeki kadar uzun yaşayan ve bin yıl geçmesine rağmen dün gibi saygı duyulan bu kadar isim yoktur. Bunun sırrı nedir?

Anadolu ve Balkanlar yeni bir millet değil Osmanlı’nın devamıdır, yani bin yıllık bir geçmişi vardır. Tasavvuf bu millette çok önemlidir, ilk medrese İznik’te Davud-i Kayseri tarafından yapılmıştır. Osmanlı, maddi ve manevi gücün birleşiminden kurulan bir devlettir. Maddi güç cihad gücüdür ki onu Osmanlı boyları temsil eder. Manevi gücü ise Şeyh Edebali ve oradaki dervişler temsil ederler. Bir memleketi kılıç gücüyle fethedebilirsiniz ama eğer manevi güç olmazsa o memleketi elinizde tutamazsınız. Manevi güç, fethedilen yeri vatan yapar. İşte o manevi güç tasavvuftur ve gücünü İslâm’dan alır bu bakımdan önemlidir. Osmanlı Devleti maddi ve manevi gücün izdivacından doğmuştur. Osmanlılar bunu bildikleri için tarih boyunca tarikatlara, sûfilere, zaviyelere ve tekkelere önem vermiştir. Tekkeler de bölge halkını İslâm’a kazandırmıştır. Bu topraklarda yalnız Türkler değil birçok ırktan insanlar tarih boyunca yaşamıştır. Bu milletleri bir arada tutan tutkal İslâm, geniş ölçüde de tasavvuftur. Bahsettiğimiz isimler de bundan dolayı unutulmuyor. Bir de bu isimler eserlerini Türkçe yazıyorlar. Eserlerin Türkçe olması daha çok yayılmasına imkân tanıyor. Şiirler dilden dile aktarılarak bugünkü medya vazifesini görüyor. Bu şiirlere beste de yapılınca halkın vazgeçilmezi oluyor.

Son dönemde “Kur’an İslâm’ı” denilen bir akım gözlemleniyor. Geçtiğimiz yıllarda da “Kur’an lafzıyla değil anlamıyla nazil olmuştur” şeklinde iddialar dile getirildi. Bu konuda ne düşünmemiz gerekiyor? Bu meselelere yaklaşımınız nedir?

Bahsettiğiniz şey eskiden de var idi ancak bu kadar gündemde değildi. Türkiye’nin, İslâm âleminin Batı’nın tesirine girdiği son iki asır içerisinde İslâm âleminde birtakım yenilikçi hareketler ortaya çıktı. Bunların çıkması çok tabiidir. Bu hareketlerin tezi; biz vaktiyle büyük medeniyet sahibiydik, güçlüydük bu gücü kaybedince Batı’nın hâkimiyeti altına girip, istilasına uğradık. Bundan kurtulmanın yollarını arıyorlar. Bu bakımdan hem faydalı hem de güzeldir. Ancak aşırıya giden kısımları var. Geçmişe tamamen sünger çekip, tamamıyla batıyı örnek alan kısım aşırı hareketlerdir. Bunların dine yansıyan tarafları da var. Burada size üç çeşit İslâm’dan bahsedeyim: Birincisi Kur’an İslâm’ı; sonradan gelen hadis ve fıkhı yok saymaktır. Bunlar da ikiye ayrılır; bir kısmı yalnız lafza itibar ederken diğer kısım “Lafız önemlidir ancak mana da önemlidir” anlayışına hâkim. Bu işin ifrat /tefrit tarafıdır. Kur’an-ı Kerim lafzı ve manası ile mucizedir; bunları, birbirinden ayırırsanız mucizeliği kalmaz. İkinci İslâm ise Kur’an ve hadisi esas alıp diğer fıkıh, kelam tasavvuf ilimlerini dışlayan Hanbeli Mezhebi, Vehhabiler gibi grupların İslâm’ıdır. Diğer ilimleri dışlamış olmasalar, reddetmeseler Kur’an ve hadise önem vermek iyi bir şeydir. İşin tehlikeli kısmı reddetmek boyutudur. Üçüncü İslâm ise ayet, hadis vardır ancak ulemanın fikirlerine ihtiyaç yoktur. Burada ise açıkça olmasa da Kur’an ve hadis reddediliyor. Ayet ve hadisten yeni hüküm çıkarmayı dışlayıp yalnızca mezhep imamının görüşlerine önem verirler. Bu halk için doğru olsa da araştırmacı akademisyenler için doğru değildir. Çünkü İslâm kültürü düşüncesi, bu kimseler vasıtasıyla var olmaya gelişmeye güçlenmeye devam edecektir. Bunu herhangi bir mezhep imamına inhisar ettirmek akademik olarak doğru değildir. “Halkın ihtiyacını karşılıyor ona da saygı duymak gerekir” diye düşünüyorum. İslâm medeniyeti bir bütündür ve bu bütün korunmalıdır, uzmanlık yapılan alan dışında ki ilimlere de ciddiyetle önem verilmelidir. Tek bir mezhebi ya da önderini öne çıkarıp onun hükümlerinin dışına çıkmayanların İslâm’a zararı olur.

Fuat SEZGİN ve çalışmaları İslâm Bilim Tarihi araştırmalarında sizce nasıl bir önem arz etmektedir?

Fuat SEZGİN’in kıymetini bilemedik. Maalesef biz böyle bir milletiz.  27 Mayıs Darbesi’yle kovduk, Almanlar sahip çıktı, kıymetini bildi. Orada çok güzel eserler meydana getirdi ama Türkiye’yi unutmadı. İslâm ilimleri tarihinde dünyadaki en büyük otorite; Fuat SEZGİN’dir. Bıraktığı eserler, kurduğu vakıf, icatları, canlı olarak sergilediği müzeleri ile çok büyük hizmetleri oldu. Böyle âlimlerin kıymetini bilemiyoruz. Sadece Türkiye’ye değil bütün İslâm âlemine faydası dokundu.  Kitabını Suudiler bile Arapçaya tercüme ettiler bir de ödül verdiler. Allah rahmet eylesin.

Değerli hocam son olarak ülkemizde dini eğitimin bugünü ve geleceği hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Türkiye’de İmam Hatipler, 1951’de açıldı. 1960 darbesiyle sekteye uğramasından korktuk ama çok şükür kapatılmadı, yenileri açıldı. 1971 darbesiyle mevcut azaldı ama hamdolsun o da atlatıldı. 1997, 28 Şubat günleri de atlatılıp bugüne gelindi. 2000’li yıllar öncesi Bursa’da tek İmam Hatip Lisesi vardı ve ikincisinin açılmasına izin verilmiyordu. Bugün Bursa’da yetmişten fazla İmam Hatip Okulu var. Türkiye çapında da durum budur. Yalnız nicelik olarak güzel olsa da keyfiyet olarak, nitelik olarak ne kadar iyi olduğu şaibelidir. Okulların sayısı hazırlık yapılmadan, hoca yetiştirilmeden çoğaltıldı. Hoca ihtiyacı karşılanmayınca seviye düşüyor. Seviyenin derecesini içinde olmadığım için bilemiyorum ama haklı görünen şikâyetler çok. Bu şikâyetlerden birisi de talebelerin diğer lise talebelerinden farklı olmadıkları ve eskisi gibi davranmadıklarıdır. Ben, eskisi gibi olmalarının imkânsız olduğunu düşünüyorum. Çünkü eskilerin yaşadığı hayat şartı ile bugünkü çok farklı. Dış dünyadaki hayat, İmam Hatip Lisesi hocasını da talebesini de etkiliyor, bununla mücadele edilmesi gerekir. Hükümet, bu okulları planlı açabilirdi. İlahiyat fakültelerinde de bu sorunlar mevcut. Bilgiye ulaşma imkânları arttığı için geçmişle farklılık çıkması normal ama bu farklılık hocalar aracılığıyla dengeli kontrol edilirse ve düzenli çalışma olursa yeni şartlarda, yeni şekillerle gelişilebilir ki mutlaka gelişilmeli, güçlenilmelidir. Ayrıca tüm okullarda seçmeli dini dersler konulması, önemli bir adımdır. Bu derslerin tanıtımı ve velilerin seçmesi için bilgilendirilmeleri de önemlidir. Bu bakımdan seçmeli derslerin ne oranda tercih edildiğini takip etmek ve teşvik etmek gerekiyor. Eğitimin içeriği de önemlidir. Bilgi asrında kurtuluşun yolu geçerli bilgidir, hâlen tarihte kalması gereken geçersiz bilgileri okuyoruz. Kafamız bilgilerle dolu ama hayatta işimize yaramıyor. Peygamber efendimiz ‘faydasız ilimden Allah’a sığınırım’ diye dua ediyor. Faydasız ilim topluma faydası olmayan teorik bilgilerdir. Sahneye, alana yansımayan bilgiden Allah’a sığınmalıyız.

Değerli Hocam; bizi kırmadığınız ve sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

 

Söyleşi: Yunus Emre Altuntaş

.htmlhttps://www.dunyabizim.com/soylesi/suleyman-uludag-bir-memleketi-kilic-gucuyle-fethedebilirsiniz-ama-eger-manevi-guc-olmazsa-o-memleketi-elinizde-tutamazsiniz-manevi-guc-fethedilen-yeri-vatan-yapar-h41744.html