ŞEYH GÂLİP”TE MEVLÂNÂ SEVGİSİ – Hüseyin AYAN
5. Mevlana Kongresi
ŞEYH GÂLİP”TE MEVLÂNÂ SEVGİSİ
Prof. Dr. Hüseyin AYAN
XVIII. yüzyıl şâirlerimizden olan Şeyh Gâlib (1171 H./ 1757-1758 M. -27 Recep 1213 H./4 Ocak 1799 M.) İstanbul’ludur. Mevlevî bir âilenin çocuğudur. Husûsi hocalardan ders almış ve babası tarafından yetiştirilmiştir. Kendi ifadesine göre, daha çocuk yaştayken, Mevlânâ’nın himmetiyle şiir söylemeye başlamıştır. Mevlevî-hâne’de, Mevlevî büyüklerinin sohbetlerinde bulunmuş, Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’i ve Mesnevî’siyle meşgul olmuş, Mesnevî şerhlerini ve diğer tasavvufla ilgili kitapları okuyup incelemiştir. Mesnevî’yi, Kur’ân-ı Ma’nevi ve bürhân-ı Mevlevî olarak kabûl etmiş, bu kitabı elinden düşürmemiştir. Hüsn ü Aşk yazmalarındaki kayıtlara bakılacak olursa, 27 yaşında iken, Mesnevî’yi onbirinci defa hatmettiğini görürüz. Mevlânâ ve yüzyıllar içinde tanınmış Mevlevî şâir ve âlimlere son derecede bağlı bulunan Şeyh Gâlip, eserlerinde, özellikle Dîvân’ı ile Hüsn ü Aşk’ında, münâsebetler düşürerek bunları anmış veya kendilerine övgüler yazmıştır. Mevlânâ ve Mevlevîliğe olan ilgisiyle, kendisinden önce Abdülmecid Sivasî, Cevri ve İlmi Dede tarafından şerhedilen Yûsuf Sîneçak’ın, Mesnevî’den bir mânâ bütünlügü içinde seçilen 366 beyitlik “Cezîre-i Mesnevi”sini şerhetmiştir.
Yenikapı Mevlevî-hânesi şeyhi Abdülbâki Dede (1237/1821)’ye intisap eden Gâlip, Konya’ya gelip Mevlânâ dergâhında çileye soyunmuştur. Zayıf ve nahif bir bünyeye sahip olan Gâlib’in, çilesini İstanbul’da tamamlamasına müsaade isteyen babası, oğlunun Yenikapı Mevlevî-hânesi’nde çilesini doldurmasını sağlamıştır. (25. Ramazan 1201=1787 M.) Binbir gün, yaklaşık olarak 3 yıl süren bu “çile” esnâsında Gâlib, hiç şiir söylememiştir. O’nun “çile”ye girişini, bazı uydurma sebeplere bağlayanlar olmasına rağmen, biz, Gâlib’in Mevlânâ ve Mevlevîliğe olan derin muhabbetinin bunda en müessir âmil olduğunu ifade ile diğer ihtimallere değer vermedigimizi söylemek isteriz.
Gâlib, yukarıda belirttiğimiz gibi, kendini büyük işlere hazırlamış bir şairdir. Arapça ve Farsça’yı çok güzel öğrenmiş; Arapça bir eser olan Köşeç Ahmed Dede’nin “Es-Sohbetü’s-Sâfiyye” sine aynı dilde “Er-Risâletü’l Behiyye fi Tarikati’l Mevleviyye” adıyla “tâlika” yazmıştır. Gâlib bu Arapça şerhinde, Mevlevîlik tarikatı hakkında kıymetli bilgiler vermiştir.
Mevlânâ ve ona nisbetle kurulan Mevlevîlik sevgisiyle bir “Mevlevî Şairlere Dâir Tezkire” hazırlığına girmiş, bazı şairlerin kısaca hal tercümelerini yazmış, şiirlerinden örnekler seçmiş fakat bu müsveddeyi, tamamlamak üzere çok sevdiği dervişi Esrâr Dede’ye devretmistir. Şimdi Esrâr Dede Tezkiresi olarak bilinen bu eserde Gâlib’in payı büyüktür.
Gâlib’i Şeyh Gâlib yapan, hiç şüphesiz Hüsn ü Aşk’ıdır. Edebiyat tarihçilerinin kanâatlerine göre, Hüsn ü Aşk, Divan Edebiyatının son sözü’dür. Yazarına göre, Hüsn ü Aşk’ın ilham kaynağı Mevlânâ’nın Mesnevî’sidir:
Feyz erdi Cenâb-ı Mevlevî’den
aldım nice ders Mesnevî’den (2029. beyit)
Gâlib, bununla öğünerek:
Esrârını Mesnevî’den aldım
Çaldımsa da mîrî mâlı çaldım (2019. beyit)
demektedir. Daha 27 yaşlarında iken Mesnevî’yi 11 defa “hatmeden” Gâlib, Mesnevî”de bitmez tükenmez bir hazine keşfetmiştir. Bu hazineden bize Hüsn ü Aşk bir “yâdigâr“dır.
Şeyh Gâlib, ilahi aşkın cezbesine kapılmış, derin bir Peygamber sevgisi ile dolu olarak, “Peygamberler silsileni tamamlayan Allâh, herşeyi bilen evliyâyı” (137. beyit) hizmete koşmus. Bunların başına, Gâlib’e göre, Mevlânâ’yı getirmiştir:
Şehdir o gürûha Molla Hünkâr
Besdir bu cihâna bir cihân-dâr (138.beyit)
Mevlânâ, evliyâların şâhıdır. Bu dünyâya bir hükümdâr kâfîdir. Gâlib’e göre Mevlânâ, “İrfan diyârının tahtında hükümdârdır. Allâh’ın Aslan’ı lakabiyle anılan Hz. Ali’nin seccâdesine oturmuştur. Hz. Ebubekir gibi, onun düşüncesi de hakikate giden yolu gösterir. Mevlânâ, Hz. Ali’nin neslinden gelenlerin göğsünde bir güneş, Ali yolcularının yoluna bağlayan bir altın zincirdir. Ney’i sayesinde Hz. Dâvûd’un sesi duyulur gibi olur. Mevlânâ, din bilginlerinin hepsinden üstündür. Gâlib, çok ileri giderek, Mevlânâ hakkında “Peygamber-i Rûm” tabirini kullanmaktadır. Elbette bu tabiri biz, Anadolu’nun habercisi” manasında anlıyoruz, zâten böyle tevîli sayesinde Gâlib, kendisini gelebilecek ağır ithâmlardan kurtarabilmektedir.
Şeyh Gâlib’e göre, Mevlânâ’nın sözü hayat verir. O, Mehdî gibi, şerîatı ihya eder. Bu güne kadar, hiçbir kitâba: “Kur’ân’ın özü” denmemiştir. Mesnevi’sine bakıp, şerefini seyretmelidir! Söz mülkü çok geniştir. Bir bucağı ta İbrahim Edhem’e dayanır. Bu geniş bahçe’de, Mesnevi’ye, “Ma’nevi” adlı bir nazire yazan İbrâhim Gülşenî (O. 940 H./ 1533-34 M.), bülbül olmuştur. Felek abdâlı, onun aşkıyle helâktır. Güneş ve Ay, onun aşkıyle yakasını yırtmıştır. (Sîne-çak: “Mevlevi büyüklerinden Yusuf Sîne-çak’tır. O. 953 H./ 1548 M.). Mesnevî’nin şerefli beyitleri, ayet ayet şeriatın ve hakikatin sırrıdır. Aydınlık sözleri, mânâ meş’alesidir. Her noktası, mânâ mücevheridir. Mevlânâ Hazretleri, Gâlib’e göre, evliyâlar kafilesinin baş tacı ve erenler topluluğunun şâhı, çelebisidir. O’nun Tanrı’da yok oluş ve Tanrı zuhurlarındaki mazhariyetleri anlayış dalgaları, Doğu’yu da Batı’yı da kaplamıştır. Bu beytin aslı şöyledir:
Etmiştir ihâta Garb ü Şarkı
Emvâc-ı mühît-i gark u farkı (152. beyit)
Biz, Şeyh Gâlib’in bu beytine, bir nevi “kerâmet” gözü ile bakmaktayız. Zirâ, günümüzde Doğu’da ve Batı’da Mevlânâ Hazretleri konuşulmaktadır:
Aktâr-ı cihâna hükmü câri
Eczâ-yı zamâna feyzi sârî
Âlem dolu feyz-ihimmetinden
Bahsetme abes, kerâmetinden (153, 154. beyitler)
Günümüz Türkçesiyle bu beyitlerde Gâlib: Mevlânâ’nın hükmü, dünyânın bütün ülkelerine, feyzi, bereketi de zamanın en küçük dilimlerinde geçerlidir. Bütün dünyâ O’nun himmetinin feyziyle, bereketiyle dolu iken, Mevlânâ’nın kerâmetlerinden bahsetmek, saçmalıktır, diyor. Bunları, Mevlânâ için, samimiyetle ifâde ederken de Şeyh Gâlib, bize göre, kerâmet göstermektedir.
Mevlevî olanların ve Mevlevîlik tarîkatını sevenlerin, Mevlânâ’yı ve O’nun eşsiz eserini sevmeleri şaşılacak bir olay değildir. Ancak Emîr Buhârî’nin hacca giderken yanına bir Mushaf ile bir Mesnevî alması, Mesnevî’nin değerini anlatmaya yeter bir delildir. (Mustafa Kara, Molla İlahî’ye Dâir, Osmanlı Araştırmaları VII-VIII. s.389.).
Şeyh Gâlib, Divanı’nda, hemen her vesile ile Mevlânâ’ya olan sevgisini ifade imkanı bulur. Burada, Mevlânâ’ya medhiye olarak yazılmış 3 kasîde vardır. Gâlib’in bu medhiyelerde, Mevlânâ’yı övmesi kadar tabii bir şey olamaz, Lakin O, Hz. Ebûbekir’i överken bile:
Cedd-i a’lasıdır ol Hazreti Mevlânâ’nın
Mazhar u muzhır-ı esrâr-ı safâdır Sıddîk (s.5)
demektedir. Zamanının Osmanlı Sultanı Üçüncü Selîm’i, hemen her vesile ile öven Şeyh Gâlib, padişâhın Mevlânâ’ya, Mevlevîlige olan yakınlığını çeşitli Mevlevî-hâneleri tâmir ve yenilemesini, Konya’mızdaki Mevlânâ dergâhına olan bağışlarını ve Padişah tarafından gönderilen “Pûşide”yi gözden uzak tuttuğu düşünülemez! Husûsiyle Kubbe-i Hadrâ”nın tâmiri vesilesiyle yazdığı kasîdede (s. 34-35) Gâlib, bir taraftan Kubbe-i Hadrâ”nın tâmirinden duyduğu sevinci, diğer taraftan bizzat kendisinin padişahtan gördüğü “keremler”i karşılaştırmalar yaparak dile getirmektedir: (Her sahada yenilikler yapmaya çalışan Padişah için)
“Ukûlün mâ-verâsı münkeşiftir zihn-I pâkinde
Nazar-gâhıdır anın Levh-I Mahfûza kadar hâlâ
(Gördüğü ikrâmlar için)
Keremler kim senin devrinde gördü Gâlib-i nâ-çâr
Hüseyn-i Baykara”dan görmedi Câmi gibi yektâ
Senin sâyende Dergâh-ı Felek-mânend-i monlâ”da
Bu “abd-i kem-terînin nâmı oldu şi”r ile ibkâ (s.35)
Şeyh Gâlib”e göre. Hz. Mevlânâ:
Mazhar-ı “aşk-ı Hudâ Hazret-i Mevlânâdır
Menba”-ı sıdk u safâ Hazret-i Mevlânâdır
Ser-te-ser hükm eden ıklîm-i Fenâ fi”llâha
Şâh-ı evreng-i bekâ Hazret-i Mevlânâdır
Nür-ı “irfâna dil-i pâki sipihr-i bâlâ
Maşrık-ı şems-i hüdâ Hazret-i Mevlânâdır
Vâris-i ekmel-i sultan-ı rusül şâh-ı kerem
Hâtem-i tavr-ı sehâ Hazret-i Mevlânâdır
. . .
Agniyâ vü fukarâ bende-i dergâhıdır
Şâh-ı dervîş-edâ Hazret-i Mevlânâdır
Enbiyâ sırrına mîrâs ile mâlikdir ol
Mazharü”l-“ulema Hazret-i Mevlânâdır (s.5)
Bir başka şiirde Mevlânâ, Cenâbı Hakkın Cemâl ve Celâl sıfatları ile çağrışımlar yaptırılarak, edebî sanatlardan en geniş mânâda faydalanılarak, şöyle vasfedilmektedir:
Görünürse her ne taraftan cemâl-i Mevlânâ
Gelir zebânlara ism-i celâl-i Mevlânâ
Celâl-i din olur Allâh hakı “Celle Celâl”
Göründü kudret-i Mevlâ misâl-i Mevlânâ (s.6)
Şeyh Gâlib, yüksek seviyede kişilerin anlayabilecegi bir üslup içinde öğdügü Mevlânâ’yı, dergâha yeni intisap eden dervişlerin kolaylıkla söyleyebileceği ve anlayabileceği bir dille de şiirler yazarak, hem kendi iç dünyasını açığa vurmakta hem de rehber edindiği Hünkâr’ına yalvarmaktadır:
Düştüm yine kaldır beni
Yâ Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Bakmaz diye bildim seni
Ya Hazret-i Monlâ-yı Rûm
İhsânına mağrûr olup
Cürm eyledim ma’zûr olup
Geldim sana mecbûr olup
Ya Hazret-i Monlâ-yı Rûm
Bu şiirdeki ahenk hemen kulaklara yerleşebilmektedir. Ayrıca “ilâhi” vezniyle de yazılmış olması, Mevlevi sema ve ayinlerinde kolayca icra olunabilecek bir akıcılığa ve kolaylığa sahiptir.
Şeyh Gâlib, az önce ifade ettiğimiz gibi, “çile” esnasında hiç şiir söylememistir. Ancak, “çile” doldurduğu sırada ve daha sonraları, Mevlevi Mutfakını övmüş ve bunu Mevlânâ’ya olan sevgisini ifade için bir vesile bilmiştir: Gâlib’e göre, Mevlânâ’nın Mutfakı:
Mu’alâ dûdman-ı evliyâdır Matbah-i Monlâ
Dil ü câna ocağ-ı kîmyâdır Matbah-i Monlâ
Bu şiirin son beytinde Gâlib, o günlerin hasretini çektiğini şöyle söylüyor:
Olup âdem safasın sürmedim Gâlib o firdevisn
Dahı hâlâ gözümde tûtiyâdır Matbah-ı Monlâ
Sultan Üçüncü Selim’in Şeyh Gâlib’i sevdiği, rivayete göre, başını onun dizine koyarak dinlediği bilinmektedir. Padişahın Şeyh Gâlib’e ettiği ihsânlardan biri de Cevrî hattıyla kaleme alınmış bir Mesnevî’dir. Bilindiği gibi, XVII. Yüzyıl şâirlerinden Cevrî İbrahim Çelebi, hayatını kalemiyle kazanıyordu. Bugün kütüphanelerimizde, onun kalemiyle yazılmış 22 Mesnevî nüshası bulunmaktadır. İşte böyle bir Mesnevî”yi satın alan padişah, onu cildleterek, Şeyh Gâlib’e hediye eder. (Bk. Hüseyin AYAN, Cevrî- Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni, Erzurum, Atatürk Üniversitesi Basımevi, 1981, s.5). Bunu fırsat bilen Şeyh Gâlib, Mevlâna”nın Mesnevî”sine verdiği değeri şöyle ifade ediyor:
Bana Sultân Selîm-i kâm-ver kâm-ı cihân verdi
Bütün dünyâ değer bir genc-i hâs u râyegân verdi
Gâlib’e göre, Mesnevî’nin her cildi bir ışık saçan gök, bu yerinde duramayan kara yer üzerine 9 kat gök; Gâlib’in böyle bir kitâba “nice zamandan beri hasret çektiği keşif yoluyla bilen Padişah, işte şimdi Halîfeliğin hükmünü yerine getirmiş olur.” Bu ihsân karşısında Gâlib, hem Padişah Üçüncü Selim’i hem de Mevlânâ’nın Mesnevîsi’ni en yüce vasıflarla övüyor.
Hazret-i Mevlânâ’nın meşhûr bir beytini, 6 bendlik bir “terci-i bend” hâline getiren Şeyh Gâlib, ‘ilahi aşkı’ gayet senli-benli dile getiriyor: (Bir bendini takdim ediyorum)
Âşıka ne ser ve ner server gerek
Başına buyruklara efser gerek
Devr-i felekten n”ola pervâneye (pervâ neye?)
Şem”i tavâf etmeğe bir per gerek
Yanması hâzır yolu ma”lûm anın
Haccına ne zâd u rehber gerek
Bu sözü ammâ ki kolay sanma sen
Aşk gibi sînede gevher gerek
Kuvvet-i bâzû bu kapıda durur
Rüstem işi anlama Haydar gerek
Terk-i hevâ etmesi âsân değil
Avn-ı Hudâ, feyz-i Peygamber gerek
Başına gavgâ-yı kıyâmet kopup
Sînede bir mihr-i münevver gerek
Âh mine”l-“aşkı ve hâlâtihi
Ahraka kalbî bir-harâtihî
Râmiz Bey”in bir mısrasını, çok beğenen Şeyh Gâlib, buna 4 mısrâ eklemek suretiyle, 6 bendlik bir “tercî-i bend” vücûda getirivermiştir: (Bir bendi şöyledir)
Gürûh-ı evliyânın ekmelidir Şems ü Mevlânâ
Misâl-i mihr ü suhb-ı müncelîdir Şems ü Mevlânâ
Şeh-i aşkın iki kudret elidir Şems ü Mevlânâ
Sıfât u zâta bürhân-ı celîdir Şems ü Mevlânâ
(Hemân ayn-ı Muhammed”le Alîdir Şems ü Mevlânâ)
Yukarıdaki bendde de görüldüğü üzere, bu mısrâ Şeyh Gâlib tarafından çok beğenilmiş ve onun divanında hemen her fırsatta tekrarladığı ve ikisini birbirinden aslâ ayıramadığı Şems-i Tebrizi ile Mevlânâ”yı bir arada zikredilmesine vesile teşkil etmiştir.
Başka bir münasebetle ifade edildiği üzere, Üçüncü Selîm”in Mevlânâ Dergâhı”na bir “Pûşide”yi tavsif için 7 bendlik ve her bendi 4 beyitten ibaret olan bir “tercî-i bend” yazmasına vesile olmuştur. Sizin de hoşunuza gidecek olan bu tercî-i bendden, sadece bir bendini okuyarak, sözlerimi bitirmek istiyorum:
O Monlâ kim veliler hâline medhûş-ı hayrettir
Makâmı derk olunmaz Allâh Allâh bu ne hâlettir
Kitâb-i Mesnevîsi âyet âyet ders-i hikmettir
Tokuşmuş mevc mevce kulzüm-i âşk u mahabbettir
Serâser nutk-ı pâki hep keremdir hep kerâmettir
Cenâb-ı Şehriyâra şübhe yok tevfîk-ı Hazrettir
Müceddid olduğu Sultân Selîmin dîn ü dünyâya
Nümâyândır bu ney “Pûşide”sinden kabr-ı Monlâya
Saygılarımla.
BİBLİYOGRAFYA
Şeyh Gâlib, Divan, Mısır (Bulak), 124+164s.
Abdülbaki GÖLPINARLI, Hüsn ü Aşk, İstanbul, As Basımevi, 1968, 347.
Mustafa KARA, Molla İlâhi”ye Dair, Osmanlı AraştırmalarVII-VIII. S.389.
Hüseyin AYAN, Cevrî- Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni, Erzurum, Atatürk Üniversitesi Basımevi, 1981, III+399 s.
Orhan OKAY- Hüseyin AYAN, Hüsn ü Aşk, İstanbul, Ahmet Sait Matbaası 1975, XLVII+352s. (M. Kaya BİLGEGİL”in Hüsn ü Aşk”a dair yazısıyla).