Şeyh Galip
Şeyh Galip (1757 – 1799)
Şeyh Galib 1757 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Mustafa Reşid Efendi, annesi Emine Hatun’dur. Kuvvetli bir tasavvuf eğitimi içinde yetişen babası, Mevleviliğe ve Melamiliğe bağlı şiirle de uğraşan, kültürlü bir kişiydi. Şeyh Galib’in dedesi Mehmed Efendi de mevlevi tarikatı aydınlarındandı. Galib ilköğrenimini babasından gördü. Hamdi adlı bir bilginden Arapça dersi aldığı ve kendisine Esad mahlasını veren Süleyman Neşet’ten de öğrenimi sırasında faydalandığı bilinmektedir. Çok genç yaştayken güçlü bir şair ve geniş kültürlü bir aydın olarak tanındı.
İlk şiirlerinde Esad mahlasını kullandı. Bu adın başkalarınca benimsendiğini görerek Galib adını kullanmaya başladı. Her iki mahlası birlikte kullandığı görüldü. Henüz 24 yaşındayken divan sahibi olan şair, 26 yaşlarında Türk edebiyatında mesnevi türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan “Hüsnü Aşk” adlı eserini tamamladı. Bir yıl sonra Konya’da Mevlana dergahında çileye girdi, fakat ayrılığına dayanamayan babasının isteği üzerine çilesini tamamlamadan İstanbul’a döndü.
Yenikapı mevlevihanesinde yeniden çileye girdikten sonra hücreye çıktı. Sütlüce’deki evinde, 1791 yılına kadar ilimle ve eser yazmakla uğraştı. Bu tarihte Galata Mevlevihanesi şeyhliğine getirildi. Sekiz yıl kadar süren dergah şeyhliği sırasında Sultan Üçüncü Selim, Valide Sultan padişahın hemşiresi Beyhan Sultanın yakınları arasında yer aldı. Bunun sonucu olarak Sultan Üçüncü Selim ve Valide Sultan’da harap bir durumda olan dergahı ve Kasımpaşa mevlevihanesini tamir ettirdi. 1799 yılında İstanbul’da vefat eden Şeyh Galib’in kabri Galata mevlevihanesinin avlusundaki türbededir.
ŞEYH GÂLİB HAYATI VE ESERLERİ
Prof. Dr. Naci OKÇU
Mehmet Es’ad (Gâlib) 1171 / 1757 – 58 yılında İstanbul’da Yenikapı Mevlevihânesi yakınlarındaki bir evde doğdu. Babası Mustafa Reşid Efendi, annesi Amine Hatun’dur.
İlk bilgilerini babasından alan Gâlib, bir gazelinde, onun yolunu tuttuğunu, duâ ve senâlarla söyleyerek onu “Mürşid-i Üstâd-ı Kül” diye övmekte ve sağlığını dilemektedir:
Peyrev oldum ben de Gâlib vâlid-ı zî-şânıma
Kim duâ vü medhi hem farz ü hem elzemdir bize
Mustafâ nâm u Reşîd ü mür’ id-i üstâd-ı kül
Her nigâh-ı himmeti iksîr-i azamdır bize
Farkımızda sayesin Allah memdûh eylesin
Âlem ancak zât-ı vâlâsıyla âlemdir bize
“Hüsn ü Aşk”ın Miraç bölümünü onun teşvikiyle yazdığını, “Tarz-ı Pîr-i” ondan öğrendiğini belirtmektedir:
Bulmagla hitâm bu mebâhis
Bu zât-ı sütûde oldu bâ’is
Üftâde-i râh-ı ser-bülendi
Ya’nî pederim Reşîd Efendi
Bu güm-rehin oldu dest-gîri
Öğretdi suhanda tarz-ı pîri
Esrar Dede; “Hazreti Gâlib Dede Efendimiz istidâd-ı harikulâdesi ianetiyle ulûm ve fünûn-ı mütemeddideden’vâye-gîr îdi. Halbuki babasından yalnız Şâhîdî Dede manzûme-i lugaviyyesinden başka fârisiyye ve ilm-i şire aid kimseden birşey taallüm eylememişdi” demek suretiyle şâirin babası Mustafa Reş’id Efendi’den ilk tahsilini aldığını zikrediyor.
Esrar Dede bu ifadesiyle Gâlibe ümmîlik isnad etmek istediği anlaşılıyor, ilk anda Esrar Dede’ye hak vermek kanaati hasıl olsa da Gâlib’in eserleri gözönüne alındığında, bunların öyle tahsilsiz bir insan tarafından meydana getirilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır. Nitekim, Köseç Ahmet Dede’nin Es-Sohbetü’s-Safiye ismindeki eserine gayet fasih ve beliğ bir Arapça ile haşiyeler yazmıştır. Ayrıca Yûsuf-ı Sineçâk’ın Cezîre-i mesneviyesine tasavvuf neş’esi ile bir şerh yazmış olması da Gâlib’in düzenli bir tahsil gördüğünü göstermektedir.
Şâirimize, Es’ad mahlasını veren, ayrıca babası Mustafâ Reşid Efendi’den almış olduğu şiir zevkini kuvvetlendiren ve ona bu yolda öncülük eden diğer bir üstadı da Hoca Neş’et’dir.
Söz bir gûher-i ulvi-i Lâhût mekândır .
Mebde’le meâad ana velî gûş u zebândır.
diye başlayan şiirle Gâlib, kendisine Es’ad mahlasını veren Hoca Neş’et’e 37 beyitlik bir kasideyle teşekkür etmiştir.
Şâirlik kabiliyeti, daha pek genç iken gelişen Mehmet, bir aralık Divân-ı hümâyûn beylikçilik kalemine devam etti. Daha sonra Hoca Neş’et’e intisab ederek ondan mesnevi okumaya bir müddet sonra da büyük bir hevesle şiir yazmağa başladı.
Gâlib, babasından ve Hoca Neş’et’ten tahsil etmekle kalmamış, ayrıca o devirlerde edebiyât, musikî ve tasavvuf mektebi mahiyetinde olan mevlevihânelerde, mevlevî büyüklerinin sohbetlerinden de faydalanmıştır.
Türk edebiyâtının büyük üstâdlarından başka, İran’ın büyük şâirlerini de iyice tanıyan, tasavvuf edebiyâtını layıkıyla öğrenmeye başlayan Gâlib, Buharalı Sâib’in şiirlerini çok beğeniyordu. Bütün bunlar ve bilhassa Mevlânâ’nın Mesnevîsi’nin onun düşünce hayatının gelişmesinde çok büyük bir yeri vardır.
Şâir Es’ad mahlasını, eski ve yeni birçok şâirler tararından kullanıldığını, aynı zamanda isim iltibasını önlemek için Gâlib mahlasını seçti.. Şiirlerinde bu yeni mahlası kullanmağa başladı. Es’ad mahlasını da birdenbire terketmedi. Fakat sonraları şiirlerini sadece Gâlib mahlasıyla yazdı. Şâirin bir gurur ifâdesi taşıyan bu mahlası seçmesi zamanında dedikodulara sebep oldu. Hatta şâir Surûri, alaylı bir edâ ile yazdığı kıt’a ile Gâlib’e sataştı.
Bu büyük istidâd, genç yaşta inkişâf gösterince (1195 / 1780) tarihinde yirmidört yasında iken ilk defa divân tertib etti. Bundan iki sene sonra da, (1197/1782-83)de mesnevi tarzındaki büyük eseri, Hüsn ü Aşk’ı meydana getirdi. Nitekim, Semâhâne-i edeb’de : “Genç yaşta iken vücuda getirdiği âsâr-ı mergûbeleriyle sabittir. Tam yirmidört yaşında iken, mükemmel bir divân vücuda getirmiştir ki, bunu şuâra-yı asrdan Pertev Efendi (kâne kelâmü Gâlib) fıkrasıyla tevrîh eylemiştir. Üdebânın mâşuk-ı cânı zurefânın mahbûbı vicdânı olan Hüsn ü Aşk nâm-ı eser bihterinlerin yirmialtı yaşlarında İken ikmal etmiştir. Çûnki eser-i mezkûre kendilerinin buldukları “Hitamü’l Misk” cümle-i celilesini
Galib bu cerîde-i cefânın
Târihi olur “hitâmühü’l misk
lâhiyasını söylemege salahiyet-i kâmile verilmiştir.
Denilerek şâirin Hüsn ü Aşk’ı ve divanının tamamlanışı açıkça ifâde edilmiştir. Hüsn ü Aşk’ın yazılmasına sebep olarak şu hadise gösterilmektedir.
Gâlib, divânını tamamladıktan iki sene sonra bir gün bulunduğu bir mecliste Nâbî’nin Hayrâbâd’ını haddinden fazla medhetmişlerdi. Şâir, Nâbî’ye hürmeti olduğu halde, onun yazdığı bu eserin kıymetsizliğinden bahsetti ve “Bir hırsızın kemâlini irâd” etmekten ibâret olan bu mesneviden daha mükemmel manzum bir hikâye kaleme alabileceğini muhataplarına açıkça söylemekten çekinmedi. Fakat bu vesile ile mecliste bulunanların istihfafına maruz kaldı. İşte yîrmialtı yaşında bulunan Gâlib, derin ve ani bir heyecanla bir iddia yüzünden başladığı Hüsn ü Aşkı altı ay zarfında ikmal etti ve ikmal tarihi olarak 1197/1782 “Hitâmühül-misk” terkibini buldu.
Hüsn ü Aşk adlı mesnevisini yazdıktan sonra (1198 / 1783) Gâlib’in anî bir kararla Konya’ya gittiğini ve Mevlânâ dergâhında çileye soyunduğunu görüyoruz. Ana ve babasının arzular hilâfına yapılan bu yolculuğun, hangi sebeple ihtiyar edilmiş olduğunu açıklayan iki rivâyet vardır. Bunlardan birisi; şâirin Mevlânâ ve mevlevîliğe karşı duyduğu aşk dolayısıyla mevlevîliğin bu en büyük ve kutsal merkezini görmek ve çilesini orada çıkarmak isteyişi, diğeri de Sütlüce’de tanıştığı İbrahim Hân-zâdeler’den Yunus Bey adındaki mahbûbun aşk ve alakasıyla gidişidir. Bu sebeple, Konya’da kaç ay kaldığını bilemiyoruz. Gâlîb, babası Mustafa Reşidin devamlı ısrarları ve Konya Çelebisinin ihtarları üzerine, çilesinin geri kalan kısmım tamamlamak için İstanbul’a dönmüş, Yenikapı Mevlevîhânesi meşîhatında bulunan Ali Nutkî Dede’nin zamanında çilesini üç sene zarfında, Esrar Dede’ye göre de, Mevlevî tabiriyle “Bin bir gün” de tamamlamış, “Dede” ve “Hücre-nişîn” olmuş daha sonra, şeyhi olan Ali Nutkî Dede Efendi’den hilâfet almıştır.
Çilesi boyunca Gâlib, şiirle uğraşmamıştır. Fakat çilesini bitirdikten sonra, tekrar şiir yazmağa başladığı gibi ayrıca tasavvufa ait eserler de vücuda getirmiştir.
Mevlevî derviş ve şâir Yusuf Sineçâk’ın Cezîre-i Mesnevîsine bir şerh yazmıştır. Ondan evvel de Trabzonlu Kösec Ahmed Dede’nin “Es-Sohbetü’s-Sâfiye”sine bir haşiye yazmıştır. Artık. haklı bir şöhret kazanmış; gerek Mevlevîler yanında, gerek o devir şâirleri arasında mümtaz bir mevki sahibi olmuştu. Bilhassa, mevleviliği çok seven, şiire, musikiye karşı büyük bir alâka gösteren üçüncü Selim’in (1203/1789) tahta çıkması, Gâlib için çok mesut bir hadise oldu. Zamanının tanınmış bir şâiri olan Gâlib Dede, yeni hükümdârın teveccüh ve himâyesini kolaylıkla temin etti. Pâdişâh, artık Galib’i takdir ediyordu.
Galib’i takdir eden padişah III. Selim, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin türbesine gönderilecek örtü için şâirden bir beyit istemişti. O da;
Müceddid olduğu Sultân Selîım’in din ü dünyâya
Nümâyândır bu nev -pûşîdesinden kabr-i Monlâ’ya
beyitlerini ihtiva eden Terci-i bendini III. Selim’e takdim etti, böylece padişahla yakınlığını daha da kuvvetlendirmiş oldu.
Galata Mevlevîhânesi post-nişîni olan Halil Nûmân Dede şeyhlikten azledilmiş ve yerine Konya’da Şems dergâhı türbedarlığında bulunan Abdullah Dede tayin edilmişti. Fakat bu zat, vazifesi başına giderken Kütahya’da vefat etti. Konya Mevlevî âsitânesi şeyhi olan Hacı Mehmet Emin Çelebi, Gâlib’i yakından tanıyordu. Derhal bir emirle onu, Galata Mevlevîhanesi şeyhliğine tayin etti. Esasen mevlevîlere daima teveccüh gösteren III. Selim, Gâlib’e karşı beslediği güven ve sevgi neticesi olarak ona zaman zaman bazı vazifeler veriyordu. Bunlardan Mesnevîhanlıkların inhası hakkı şâire veriliyordu.
Diğer taraftan Gâlib’in şiirdeki kudretine hayran olan padişah onun divanını 3000 lira sarfederek yazdırmış, ciltletip tezhip ettirmişti. Padişahın bu iltifat ve ihsanlarına şâir, onun adına yazdığı kasîdelerle mukabele etmeğe çalışıyordu. Ayrıca şâir ve hattat Cevrî’nin yazdığı mükemmel bir Mesnevi’yi de Gâlib’e hediye etmişti. Padişahın bu iltifatından büyük bir memnuniyet duyan şâir o zaman
Bana Sultân Selîm-i kâmver kâm-ı cihân verdi
Bütün dünyâ değer bir genc-i hâsı râygân verdi
matlaıyla başlayan kasîde ile padişahın bu ihsan ve iltifatlarına mukabele etmeğe çalışıyordu. İşte bu suretle padişahın devamlı ihsan ve iltifatlarına mazhar olan şâir her vesile ile minnettarlığını ifâdeden geri durmuyordu. Gâlib’in şiirleri gözden geçirilecek olursa, onun padişah ve sultanlarla olan samimi münasebetlerini gösteren bir çok ifâdelere tesadüf olunur. Baharın gelmesi, bir mehtâb âlemi, bir kış, bir bayram, askeri bir muvaffakiyet, ayrıca Hatice Sultan’ın Neşatâbâd için yazdığı bir manzume, Beyhan Sultanın Çırağan ve Ferahza kasırları hakkındaki tarihler, şâire bir şükran vesilesi olmuştur.
Bilhassa III. Selim için yazılan kasîdeler, o devre ait yapılan muhtelif yenilikler hakkında ve yapılan her müessese için Gâlib uzun medhiyeler, tarihler tanzim etmiş, müceddidliğjni hemen hemen her kasîdesinde, her tarih manzumesinde dile getirmiştir. Özellikle o devirde mevlevîlere ait bir takım müesseselerin tamir ve yapılmasında Gâlibin büyük tesiri olmuştur. Nitekim bu kasîdelerin birinde,
Ol pâdişah ki verdi mühimmât-ı devlete
Hüsn-i nizâm Mehdi-i sâhib-zaman gibi.
demek suretiyle III. Selim’i Nizâm-ı Cedîd hareketiyle bir dünya müceddidi olarak Mehdiye benzetmektedir.
Eski Mevleviler arasında ağızdan ağıza dolaşan rivayetlere göre, beyaz bir cilde sahip olan Şeyh Gâlib’i Sultan Selim “Pamuk Şeyhim” diye sever, hatta sohbet sırasında istirahat lüzumunu duyunca dizine yatarmış. Galib’in III. Selim’in kızkardeşi Beyhan Sultan’a âşık olduğu ve aşkını bildirmediği rivayetlerdendir.
Ah kim düşdü gönül bir şeh-i âlî-câha
Rehnümâ her keremi bin elem-i cângâha
ve
Sultan vasfı Hazret-i Beyhâna yaraşır diyen ve:
Bir suhanla dil-i viranımı ma’mûr etdi
Ede mesrûr anı Hak gönlümü mesrûr etdi
beyitleriyle şâirin Beyhan Sultan’a karşı engin bir muhabbeti sezilir. Gâlib Divânın’da Beyhân Sultan adına yazılmış 3 kasîde 4 tarih vardır. Beyhân Sultan için bu kadar mültefit davranan Gâlib’in bu iltifatı Hatice Sultan’dan esirgemiş olması herhalde manidardır. Ancak bu rivayetlerin Galib’in gördüğü teveccühden doğma ve gerçekliği şüpheli bir rivayet olduğunu sanıyoruz.
Gâlib’in dervişler arasında Esrâr Dede gibi san’at âleminde oldukça mevki tutmuş kıymetli şahıslar da vardı. Yeni yetişen gençler arasında devrinin en büyük şâiri sayılıyor, şiirlerine nazîreler yazılıyordu, işte bu parlak, debdebeli hayat içinde Gâlib’i müteessir eden başlıca hadiseler (1209 H/1794-95) de annesi Emine Hanım’ın, iki sene sonra da çok sevgili arkadaşı ve dervişi Esrar Dede’nin ölümü oldu. Bilhassa Esrar Dede için yazdığı mersiye, Gâlib’in bu ölüm karşısında ne derin bir teessür duyduğunu anlatmaktadır. Esrar Dede için bu üzüntüsünü dile getiren:
Kan ağlasın bu dîde-i dürbârım ağlasın
Ansın beni o yâr-ı vefâdârım ağlasın
beytiyle başlayan bu manzume, şâirin en güzel eserlerinden birisidir. Gerek annesini, gerekse bu mevlevî muhitindeki hâmisini kaybetmek Gâlib için büyük bir darbe oldu. Nihayet kendisi de hastalandı ve 26 Recep 1213 (3 Ocak 1799) Çarşamba sabahı vefat etti. Şâirin cenazesi kandile tesadüf eden perşembe günü büyük bir merasimle kaldırılmış, Galata Mevlevihânesi türbesinde Mesnevi şârihi İsmail Rusûhi Ankaravî’nin ayak ucuna defnedilmiştir.
Gâlib’in hastalığıyla ilgili birçok rivayetler vardır. Bunlardan biri, şâirin hastalığının verem olduğu rivayetidir. Şâirin veremden öldüğü ve hastalanmasına sebep olarak şu vak’a gösterilmektedir.
Bir cuma günü mukabele esnasında, çehre-i câzibine ve kadd-i mevzûn-ı şâirânesine yakışacak suretle, mûtena ve mükellef giyinmiş olduğu halde semâhâneye çıktığı sırada, kendisinin mâsivaya fazla ehemmiyet vererek alâyişe kapılmasma ve böyle zinetle me’lûf olanların başlarını feda etmeleri layık olacağını muhtevi yanında bir tehdid-nâme buldu. O sıralarda Sultan Selîm hakkında dahi bazı cühela tarafından urcûfeler neşrolunmağa başladığından, şâir-i ârif şimdiye kadar kendisine tapınırcasına hürmet ve muhabbet gösteren dervişler arasında böyle galiz ruhun bulunuşuna ve böyle küstahlığın suduruna pek teessüf etti. Bu vak’anın tesiriyle o günden sonra her şeyden elini çekti. Birkaç sene içinde veremden vefatına kadar, ihtiyar-ı inziva ve halvet etti. Bu rivayetten başka, Gâlib’in hastalanmasına sebepolarak gösterilen birkaç rivayet daha vardır.
- PâdişahIII.Selim, Şeyh Gâlib’le beraber bir Çarşamba günü Beşiktaş Mevlevihânesi’ne gitmişler. Ayînden evvel tekkenin şeyhi Yusuf Zühtü Dede’nin mesnevi okutması icab ederken hükümdar o gün dersin Gâlip tarafından verilmesini emretmiştir.
Şâir bunun üzerine kürsüye çıkmış, fakat dergâhında muntazam takrirler yapan şeyh, burada bir kelime bile söyleyemediği için fevkalade mahcup olarak kürsüden inmek mecburiyetinde kalmış ve o günden sonra hastalanmış. Gâlib’in böyle ani bir suretle hastalanması, gönül ehli olan Beşiktaş şeyhini kırmasından ileri geldiği rivayet edilmektedir.
- Şeyh Gâlib, bir gece Yenikapı Mevlevihânesi’ne gitmiş, Ali Nutki Dede ile karşı karşıya otururken mağrurane bir vaziyet takınmış, hatta başından sikkesini çıkarmış:
– Şeyhim, biraz istirahat edelim, demiş. Şeyh de:
– Evet uykunuz geldi galiba, istirahat buyurun, diye kalkmış harem dairesine çekilmiş. Ali Nutkî Dede bundan fevkalade incinmiş, işte himâyesi altında yetiştiği, şeyhinin kalbini kırması kendisine manevi bir sille olmuş ve bu yüzden hastalanmış ve vefat etmiştir.
- Galib, bir gün at üzerinde olduğu halde Yenikapı Mevlevihânesine gidiyormuş. Dergâhın beş on adım berisinde Sahih Ahmed Dede’ye tesadüf etmiş, at üzerinde iken selâm vermiş. Dede ise, fazlaca eğilmek suretiyle mukabelede bulunmuş. Halbuki bu tarzda selâm, ancak Konya Çelebilerine verildiğinden Dedenin maksadı bir tazim değil, Gâlibin edebe muhalefet ettiğini anlatmak imiş. Onun feyz aldığı dergâha yaya olarak gitmesi icab ederken atla gitmesi, Ahmed Dede gibi ihtiyar ve arif bir zâta mevleviliğe yakışacak tarzda selâm vermemesi, felaketini mucîb olmuş hastalanmış ve vefat etmiştir.
Sözü edilen rivayetlerin gerçek olup olmadıklarını belirtmek hususunda hiçbir belgeye sahib değiliz. Hassas bir ruha ve içli bir tabiata sahip olan şâirin vereme yakalanmış olması akla yakın geliyor. Bütün bu rivayetler Galib’in genç yaşında hastalanıp ölmesi yüzünden aranılan bir takım sebeblerden ibarettir.
GÂLİBİN ESERLERİ
- DÎVÂN
Gâlib divanının elimizde bulunan tek matbu nüshası 1252 / 1836 tarihini taşımaktadır. Yesârizâde hattı ile Mısır’da Bulak matbaasında bastırılmıştır.
Divan 380 sahife olup, 124 sahifesi kasideleri, 164 sahifesi gazelleri, 92 sahifesi de Hüsn ü Aşk mesnevîsini meydana getirir.
Dîvânda 30 Kasîde, 71 Tarih, 13 Terci-ibend, 1 Sâkinâme, 8 Müseddes, 19 Tahmis, 2 Muhammes, 1 Tard u Rekb , 11 Rarkı, 11 Mesnevî, 1 Bahr-ı Tavîl, 1 Tezkire, 371 Gazel, 1 Mersiye, 2 Lügaz, 43 Kıt’a, 63 Rübâ, 70 Beyit, 4 Mısra yer alır.
- HÜSNÜ AŞK
Gâlib’in asıl şöhretini sağlayan, kendisinin de övündüğü bu mesnevi 2101 beyitten meydana gelmiştir. Matbu divanın sonunda divanla beraber basıldığı gibi İstanbul’da 1304 yılında Ebuzziya matbaasında ayrıca basılmış, Tahir Olgun tarafından da Mahfil mecmuası yayını olarak, 1939’da tabettirilmiştir. Vasfi Mahir Kocatürk 1961 yılında Hüsn ü Aşk’ı nesre çevirmiştir. Hüsn ü Aşk, Prof, Dr. Hüseyin AYAN ve Prof. Dr. Orhan OKAY son olarak Prof. Dr. M. NURDOĞAN tarafından nesre çevrilmiştir.
Reyh Gâlib, Hüsn ü Aşk’ın sebeb-i telif bölümünde, bir mecliste, Nâbi’nin “Hayrâbâd” ından bahsedildiğini, meclistekilerin bu mesneviyi övmede pek ileri gittiklerini, buna bir nazîre yazmanın mümkün olmadığını söylediklerini ve bu ifâdenin kendisine ağır geldiğini, hatta bu sözlerin bir çeşit sınama sayıldığını, Nâbi’nin bu hikâyesinin konusunu Şeyh Attar’dan çaldığını, Burakı övüşte de Nefi’nin “Rahşiyye’sini örnek edindiğini, hele evlenme tasvirinin hiç lüzumu olmadığını söylediğini, bunun üzerine kendisine böyle bir eser yazmasını teklif ettiklerini, onun da bu teklif üzerine Hüsn ü Aşk’ı yazdığını söyler.
“Hüsnü Aşk, Dîvân edebiyatı bediiyyatından ayrılmak, bu suretle teferrüd etmek isteyen, o edebiyatın talipleri içinde, ancak Sebk-i Hindi’nin yeni buluşlarıyla eski mazmunları işleyen, fakat gerçekten de hem tasavvuf hem şiir bakımından tesiri altında kaldığı eserleri bile yapıcı bünyesinde eriten, bu suretle de tek kalan bir eserdir. “Galib, bu eseriyle tarikatte visalin gayet çetin eziyetlere tahammüllerle mümkün olabileceğini, seyrin bir mürşit tarafından aydınlatılmayı gerektirdiğini, visden sonra da Hüsn’nün Aşktan başka birşey olmadığının anlaşılacağını ortaya koymaktadır.
- ES- SOHBETÜ’S- SÂFİYYE
Köseç Ahmet Dede’nin, Er-risâletü’l-Behiyye Fi tarikati’l-mevleviyye adlı risâlesine tahşiyedir. Eser, Arapçadır. Türk Dili ve Edebiyatı dergisinde çıkan bir makaleden, sözü geçen eserin Üsküdar Mevlevihânesi’nin son şeyhi Ahmet Remzi tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olduğunu öğreniyoruz.
- RERH-İ CEZÎRE-İ MESNEVÎ
Yusuf Sîne-Çâk’ın Mesnevî’nin altı cildinden mevzu ve mana bakımından uygun yüzer beyit seçerek altı bölüm olmak üzere tertib ettiği baş tarafa dokuz beyitlik mesnevî tarzında ve mesnevî vezninde bir başlangıç, sona beş beyitlik bitim bölümü eklediği “Cezîre-i Mesnevî “sinin şerhidir.
Henüz basılmamış olan bu eseri, Gâlib 1204 Receb’inden sonra (1789) ve Kulekapısı dergâhına şeyh olmadan önce, Sütlücüde’ki evinde şerh etmiştir.
- MEVLEVİ ŞÂİRLERE TEZKİRE
Kütüphanelerimizde birçok yazmaları bulunan bu eserde Gâlib, Mevlevi şâirlerinin hal tercümelerini kısaca yazmış ve bazı şiirlerinden seçmeler meydana getirmiştir. Müsvedde halindeki bu eserini tertib, tasnîf ve ikmâl itmek üzere çok sevdiği dervişi Esrar Dede’ye verdiği bildirilmektedir. Nitekim, Esrar Dede bu müsvedde üzerinde çalışarak Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye adlı eserini meydana getirmiştir.
EDEBİ ŞAHSİYETİ DİL VE İFÂDE ÖZELLİKLERİ
“Şeyh Gâlib, edebiyat sahnesine çıktığı zamanda yani XVIII. yüzyılın son yarısında Dîvân şiiri bilhassa Nâbî tesiri altında bulunuyordu. Nedim’i Nâbi’ye tercih ederek onun yolunda yürümek isteyenler yok değildi. Fakat bilhassa Koca Ragıb Paşa’dan sonra, Nâbî tarzı daha da kuvvetlenmişti. Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk’ında “Eski şâirlerin taze mazmun bırakmayarak hepsini tükettiklerini, zamane şâirlerinin eskilerini taklidden başka birşey yapmadıklarını, bu eski üstadların hakiki vârisi olarak, yalnız kendisinin kaldığını iddia etmektedir. Gâlib’in sanat hayatında tesadüf ettiği ilk muarızlar ve Nâbî hayranlarıdır. Ragıb Paşa münşeâtını ezberlemekle kendilerini şiir ve edebiyat adamı sanan Bâbıâlî Kâtiplerinden alayla bahseden Gâlib diğer sınıf muarızlarını da bize anlatmış oluyor. Bunlar da birinciler gibi, her türlü yeniliklere aleyhtar olan Nâbi takdirkârlarıdır. Halbuki dîvân şiirinin bütün üstâdlarını pek iyi bilen, Çağatayca manzûmesiyle Nevâî’ye yabancı kalmadığını gösteren Gâlib, Attar, Mevlânâ, Nizamî, Hüsrev, Sâip ve bilhassa Buharalı Şevket gibi çoğu neslen Türk olan İran şâirlerini de iyice tetkik etmiştir.
Şâir, geniş ve kuvvetli bir muhayyileye sahip olduğu için, sanatın şahsiyet ve yenilik demek olduğuna, başkalarını taklîd etmekle sanat eserleri vücuda getirilemeyeceğini pek iyi anlamıştı. Ona gelinceye kadar, asırlardan beri yetişmiş büyük şâirler, muhtelif şiir nevilerinde en yüksek numûneleri vermişlerdi. Fuzûlî, Bakî, Nefî, Nedim dururken ne mesnevide, ne kasidede ne de gazelde onların üstüne çıkmak imkansızdı. O devrin umûmi kültürü, klâsik İslâm edebiyatı dairesinden hariç yeni bir şiir, yeni bir sanat telâkkisinin meydana çıkabilmesine tamamen mani idi. İşte bir taraftan bu imkansızlığı gören, diğer taraftan mutlaka bir yenilik yapmak lüzumunu duyan Şeyh Galib, bu tezat karşısında epey zaman çırpındı. Fakat kudretli şâir, bütün bu imkansızlıklara rağmen, nihayet yeni bir yol açmağa muvaffak oldu. Bunu yaparken, kendinden önce gelen şâirlerin kullandıkları bilhassa mazmunları, sembolleri yeni parlak renklerle boyayarak ve yeni nisbetler dairesinde telîf ederek yeni bir tarz meydana getirmeğe muvaffak oldu. Diğer taraftan şâir, lisan ve tarz noktasında Bâkî, Nefî, Nedim ve hatta Nâbî gibi büyük şâirlerden istifâde etmiştir. Fakat bütün bunların yanında bilhassa Mevlânâ ve Buharalı Şevket’in, onun şiir sanatında tesiri büyüktür.
KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI
sayfasından alınmıştır