Şeyh Gâlib Dede’de Ölüm Estetiği

A+
A-

Şeyh Gâlib Dede’de Ölüm Estetiği

Türkan ALVAN

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Neylersin ölüm herke­sin başında” dediği ölüm, hangi inanca men­sup olursa olsun, insanın acziyetini ifşa eden ve boynunu büken en sert gerçektir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde insanın ölümü istemesi ve intihar büyük günah sayılmıştır. Hz. Peygamber “Sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle, ölümü temenni etmesin.” buyurmuştur.1 Ancak Hz. Peygam­ber “Ölmeden önce ölünüz.” [2] de demiştir. Tenakuz gibi görünen bu ifadeler, aslında Cenab-ı Hakk’a vuslat için dünya hayatının imtihanlarını başarıyla geçmek gerektiği ha­kikatini anlatır. Nitekim hayatı boyunca çok çetin imtihanlara maruz kalan Hz. Peygam­ber, vefatı esnasında “Refîk-i a’la’ya (yüce Dost’a) kavuşacağım.”[3] demiştir. İlk mürşid olan Hz. Peygamber’in, ölümü “en sevgili Dost’a kavuşma” olarak görmesinde, kaina­tın varlık sebebinin aşk oluşu sırrı saklıdır.

Sonsuz devir sistemi içinde hayat ve ölüm Allah’a vuslat kavramı ile anlam kazanır. Bu perspektiften ölüm ebedî hayatın baş­langıcıdır. Hakk âşıkları bu yüzden ölümü sevinçle karşılarlar. Tasavvufta gerçek ölüm anlamına gelen mevt-i ıztırârî, bir de iradenin hayattayken ölmesi anlamında mevt-i irâdî/ ihtiyârî vardır. Sadece bir mürşidin terbiye­sinde gerçekleşen mevt-i ihtiyârî ile insan, kâmil mertebeye erişir. İhtiyârî ölüm “Ölme­den önce ölünüz.” hadis-i şerifinin fiiliyata geçirilmesidir.[4] Gerçek ölüm gelmeden önce ölen, yani hayvanî nefsini etkisiz kılarak eşyanın köleliğinden kurtulan insan, ebedî saadeti kazanır. Kuşeyrî, İbn Arabî ve İsma­il Hakkî Bursevî gibi mutasavvıflara göre nefsin ölümü dört şekildedir: a. Kızıl Ölüm (mevt-i ahmer): Nefse muhalefet etmektir. b. Beyaz Ölüm (mevt-i ebyaz): İnsanın iç dünyası­nın aydınlanması ve kalbinin saflaşmasıdır. c. Yeşil Ölüm (mevt-i ahdar): Eski püskü elbise giyip kibri yok etmektir. d. Kara Ölüm (mevt-i esved): Halkın eziyetlerini fâil-i mutlak olan Allah’tan bilip her zorluğa katlanmak, isyan etmemektir. Nefs bu dört ölümle yüzleşme­den hakiki dost olan Allah’a kavuşamaz. Asıl trajik olan bedenin ölümü değil, kalbin hissizleşip ölümüdür.

Tasavvuftaki devir prensibine göre insan varlık âleminde var olmadan evvelki aslına dönmek ister. Bu yüzden dünyada asil ruhlar ayrılık acısı çekerler. Nitekim Mesnevî-i Ma­nevinin ilk on sekiz beytinde Hz. Mevlânâ, içi boş ney benzetmesiyle insan ruhunun ayrılıklardan şikâyetini anlatmıştır. Bu ben­zetmeyi bir hadis-i şeriften alan Hz. Mev- lânâ5 güzel ölüm örneği olarak Hz. Bilal-i Habeşî’nin vefatı esnasındaki sevinçli hâli­ni anlatmıştır. Zira Bilal-i Habeşî için ölüm, ayrılık değil; sevgilisi Allah ve Resulüne kavuşmak demektir. Bilal-i Habeşî ölürken gökyüzündeki yıldızlara benzeyen Allah’ın has kulları arasına dahil olacağı müjdesiyle düğün sevinci yaşar. Bu yüzden kendisi için gözyaşı döken karısına Hz. Bilal, “Beni özle­yince gökyüzüne bak!” demiştir.6

Ölüm denen dehşetli hakikati görsel ve işitsel sanatlarla estetik bir algıya dönüştü­renlerin başında Mevlevîler gelir. En başta Mevlevîlerin pîri Hz. Mevlânâ, eserlerinde çarpıcı mecazlarla, ölüme dair önemli tespit­ler yapmıştır:

“(Yüce) Kur’ân kıyamete kadar -Ey kendilerini ce­halete kurban edenler! diye nida eder. ..Ben âşıkları ölümden kurtarmak için buracıkta akan bir âb-ı hayatım. (der).”7

“O’nun aşk kılıcının önünde yüz binlerce cân, el- ceğizlerini çırparak ölüme müştak! Irmağı gördün ya, testideki suyu ırmağa döküver. Su hiç ırmaktan kaçar çekinir mi?”8

“Dişin sallandı da düştü mü yerine bir başkası çı­kar; bil ki can vermek de böyledir er(en) için.”9

“Ölümsüz bir canın var, ne diye korkarsın ölüm­den? Tanrı nuruna sahipsin, nasıl sığacaksın me­zara? “[10]

“Herkes güzellik şirinlik davasındadır. Ama şirin­liklere mihenk taşı ölümdür. …Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir.”11

“Hakk’la olunca ömür de ölüm de ikisi de hoştur. Fakat Tanrısız âb-ı hayat bile ateştir.”[12]

“Her adımda Azrail’di yoldaşım; ondan korktum, perişan olduysam canım çıksın. Ölümle yüz yüze savaşlar ettim de ölümün ta kendisinden neşelere daldım, sevinçlere kavuştum. Varlık yükünü tama­mıyla attım da ölümsüzlük üzengisine ayak bas­tım, ölümsüzlük atına kuruldum.”[13]

“Ölümü Yusuf gibi gören canını feda eder, kurt ola­rak görense yolunu sapıtır! Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir; ölüm düşmana düşmandır, dos­ta dost. .Ölümden korkup kaçarsın ya, doğrusu sen kendinden korkmaktasın. Gördüğün ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzündür.”[14]

“Canı sen aldıktan sonra ölüm şeker gibidir; se­ninle olduktan sonra ölmek tatlı candan da tatlıdır bize. Kaldır şu örtüyü, gizleme gerçeği; ölüm ateş gibidir amma Tanrı Halil’ine bahçedir, âb-ı hayat­tır. Ölüm bu yandadır, halbuki o yanda doğmaktır ölüm; orda, hayır, hiç kimse ölmez, ölüm burda- dır ancak. Bırak bedeni de can ol, oynaya oynaya o dünyaya git; ölüm acıdır, kötüdür şimdi, fakat korkma ölümden. Dokuz göğün de kendisine top­rak kesildiği Tanrı’nın tertemiz zâtına and olsun ki ölüm, vuslat şekeriyle helva pişiren helvacıya ben­zer. Ne diye candan kaçayım? Can vermek, candır, cana ulaşmaktır; madenden niçin kaçayım? Altın madenidir ölüm. Bu kafesten kurtuldun mu yur­dun, gül bahçesidir; bu sedefi kırdın mı incidir san­ki ölüm. Tanrı seni çağırdı mı, kendi yanına çekti mi gitmek, cennet gibidir, ölmekse Kevser’e benzer. Ölüm bir aynadır, güzelliğin oraya vurur, orda görünür, ayna seni sana gösteren bir şey olduğu­nu, sana söyler durur. İnanç sahibiysen, tatlıysan ölümün de eminliktir, hoşluktur; kâfirsen, acıysan ölüm de acıdır, kötüdür sana. Yusuf’san, güzelsen aynan da güzeldir, çirkinsen ölüm de çaresiz çir­kinliğini gösterir sana. Sus ki tatlı dillisin, Hızır gibi ebedîsin; ölümse âb-ı hayata karşı kördür, sa­ğırdır.”15

“Kalkın a âşıklar, göğe ağalım; şu dünyayı gördük, bir de o dünyaya varalım. Hayır hayır; şu iki bahçe de güzel, ikisi de hoş, fakat ikisinden de geçelim de bahçıvana gidelim. Sel gibi secdeler ederek denize dek gidelim, denize kavuştuktan sonra da üstünde­ki köpükler gibi el çırpa çırpa koşalım, yürüyelim. Şu yas âleminden düğün dernek âlemine sefer ede­lim, şu safran gibi sapsarı yüzü bırakalım, erguvan gibi kıpkırmızı bir yüz elde edelim. ..Yemyeşil dudu kuşları gibi güzelim kanatlarımızı çırpıp uçalım, şeker yurdu kesilelim, şeker alana gidelim.” [16]

“Bizim ölümümüz, sonsuz bir düğün dernektir. Onun sırrı nedir: -Tek, bir Allah’tır O.”[17](Hz. Mevlânâ)

Hz. Mevlânâ birçok şiirinde aşk ve ibadetle geçen ömrün ölümünü düğün gibi sevinçli bir olay olarak tarif etmiştir. Meşhur şiirin­de kendi vefatına şeb-i arus “düğün gecesi” diyen Hz. Mevlânâ sevenlerine öldüğü gün, yas tutup ağlamamalarını vasiyet etmiştir. Bu vasiyet gereği Hz. Mevlânâ’nın vefatı, Mevlevîler arasında günümüze kadar gelen çok önemli bir geleneği, her yıl 17 Aralık’ta Konya’da ve tüm ülkede sevinçle kutlanan şeb-i arus iftifallerini başlatmıştır.

“. Susun susun, susmak, ölümün konuşmasıdır; şu susmaktan kaçışınız yok mu, hep diriliktendir.”18 diyen Hz. Mevlânâ için ölüm sessizliği aslın­da hakikatin konuşmasıdır. Kendisi bu yüz­den Mesnevi-i Manevî’ye “Biş-nev (dinle!)” emriyle başlamış ve dervişlerine önce sus­mak gerektiğini öğütlemiştir. Zira hakikati dinlemek için bu dünyanın gürültüsüne ku­lak tıkamak gerekir. Hz. Mevlânâ’nın birçok şiirindeki mahlası olan Hâmûş da “Suskun” demektir. Ondan bir asır sonra Hâfız-ı Şirazî “Değil mi sonumuz suskunlar vadisi / Yankılan­sın şimdi felekler kubbesi”19 beyitinde mezarlığı “vâdî-i hâmûşân” kelimesiyle vasfetmiştir.

“Hâmûş” ıstılahı önce Mevlevîler sonra diğer tekkelerde bir gelenek başlatmıştır. Ölümü düğün gibi karşılayan Mevlevîlerin cenaze töreninde matem yoktur, cenazeler ney, def ve kudüm eşliğinde gasledilir, semâ ve ilahi­lerle defnedilir. Mevlevîhânelerde türbe dı­şındaki kabristana hâmûşân yani “suskunlar” denir. Vefat eden Mevlevîlerin mezar kitabe­lerinde ve Esrar Dede Tezkiresi gibi tezkireler­de ölen sûfînin “sandal-nişîn-i bezm-gâh-ı vâdî-i hâmûşân“, “nâil-i mesned-i hâmûşân” olduğu gibi ifadeler kullanılması ölüm estetiğinin taşa ve edebiyata işlenmiş şeklidir. Mesela Bursalı İsmail Beliğ’in Bursa Mevlevîhâne- si’nin ilk şeyhi olan neyzen ve mesnevihan Ahmed Cünûnî Dede’den bahsettiği son derece estetik metnin sonunda, Cünûnî Dede’nin (ö. 1621) vefat kısmı adeta ney taksimi­ne dönüşmüştür:

“Leylâ-yı aşk-ı İlâhînin sâf-derûnı.. .Ol cây-ı dil-cûda Cünûnî Dede mezbûr, niçe sâl âyîn-i Haz- ret-i Mevlânâ’yı icrâ ve nakl-i Mesnevî-i Şerîf ile kulûb-ı dervîşânı ihyâ üzere iken 1030 târihinde harîf-i nâ-sâz-ı ecel mezbûra neyzen bakışın bakup külâh-ı hayâtı serinden cüdâ ve ney gibi cism-i nizârın şerha-dâr ü dâğ-nümâ itmeğin hamâme-i rûhı kafes-i bedenden perrân ve döne döne hadîka-i enîka-i behişte revân oldı.”[20]

Esrar Dede’den Mevlevî olduğunu öğrendiği­miz Bağdatlı Rûhî (Ö.1606)[21] şu şiirinde ölüm kervanına katılan dervişleri, yani “hâmûşân sakinlerini” çok güzel tarif etmiştir:

Aşk câmın nûş idüp anlar ki medhûş oldılar
Cân u dilden Hû diyüp bir kerre hâmûş oldılar

Kıldılar el-fakru fahri nüktesin anlar ki gûş
Atlasına bakmayup çarhun abâ-pûş oldılar

Dün sürâhî bezm-i Cem nukline açdukda dehân
Dinleyüp meclisde bir bir câmlar gûş oldılar

Aşk ile cân virdügi-çün anılup âlemde Kays
Yohsa şâh-ı dehr olanlar hep ferâmûş oldılar

Germ olanlar âteş-i aşk ile Rûhî şem-veş
Tenlerin yakup belâ bezminde hâmûş oldılar

(Bağdatlı Rûhî)

Şeyh Gâlib ve Hüsn-i Hâtime

İslâm akidesinde dünyadan imanla göçüp cennete gitmeye hüsn-i hâtime denir. Ancak ölüme ilahî aşk nazarıyla bakınca hüsn-i hâtime, Cenab-ı Hakk’a ve Habîbullah’a vus­lattır. Hz. Peygamber’in “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” prensibince “bir gülü kok­lar gibi can vermek” diye tarif ettiği güzel ölümün, yani hüsn-i hâtimenin mutasavvıf­lar ve âşıklar arasında çarpıcı örneklerine rastlanır. Galata Mevlevîhânesi postnişini Şeyh Gâlib Dede hüsn-i hâtimeye hayatı ve eserleriyle hüsn-i şehadet etmiştir.

Şeyh Gâlib’in babası olan Dîvân-ı Hümâyûn katibi Mustafa Reşid Efendi (ö.1804-5), dev­rinin tanınmış şairlerindendi ve Yenikapı Mevlevîhânesi 11. postnişini Sâfiyyullah Musa Dede’nin dervişiydi. Gâlib’in büyük­babası Kırımlı Kûçek Mehmed Dede ise Yenikapı Mevlevîhânesi’nin 12. postnişiniydi. Kutbünnâyî Osman Dede’nin yetiştirdiği Kûçek Mehmed Dede, bir süre Konya Mevlevî Âsitânesi’nde türbedârlık da yapmış­tır. Sadece on sekiz ay postnişin kalan Kûçek Mehmed Dede (ö.1746), şimdi Yenikapı Mevlevîhânesi’nde meydân-ı şerîfe bakan hâmûşânda Safiyyullah Musa Dede’nin yanında “eslâf gibi bezm-i lâhûtî-i hâmûşâna dâhil” ve “defîn-i hâk-i ıtırnâk ve müterakkib-i şefâat-i Seyyid-i Levlâk” olmuştur.

Şeyh Gâlib’in annesi Emine Hatun ve baba­sı Mustafa Reşid Efendi Galata Mevlevîhâ- nesi bahçesindeki hâmûşânda medfundur. Mezar kitabesinde de yazdığı gibi, babası Mustafa Reşid Efendi irşad makamında Melamî-meşrep ve ârif bir Mevlevî’ydi.[22] Şeyh Gâlib’in kendisinden sadece dört yıl önce vefat eden annesi Emine Hatun (Ö.1209/1794-5) için yazdığı şu tarih şiiri ise annesine dair mevcut tek bilgidir:

Vâlidem kim Emine Hâtûn’dur
Rûhı olsun Na’îm-i emne elîf
Geldi târîh-i rıhleti Gâlib:
Ola yâ Rab makâmı Huld-ı latîf

(Şeyh Gâlib)

Asıl adı olan Mehmed Es’ad olan Şeyh Gâlib’e ismini dedesi Kûçek Mehmed Dede ile Konya Âsitânesi postnişini Ebubekir Çelebi bizzat vermiştir. Daha doğmadan oğluna müjdeyi veren dedesi Kûçek Mehmed Dede, doğacak torununun hatırını hoş tutmasını Mustafa Re- şid Efendi’ye tembih etmiştir.[23] Yenikapı Mevlevîhânesi yakınındaki bir evde 1171/1757’de dünyaya gelen Gâlib’in doğumuna eser-i aşk ve cezbetullah lafızlarının tarih düşürülmesi, aşk dairesinde yaşanan kısa ama “câzib” bir ömür için oldukça anlamlıdır. Nitekim şairin kendisi “aşk” redifli gazelinde hayatının aşk hamuruyla yoğrulduğu için türlü dertlere dûçâr olduğunu anlatmış ve doğumunun ebced değerine telmih yapmıştır:

Her bâbda bir derde düşer der-be-der-i aşk
Hâşâ ki kedersüz geçile reh-güzer-i aşk

Kim kadir ilâc eylemege hükm-i kaderdür
Târihi imiş Gâlib-i zârun eser-i aşk

(Şeyh Gâlib)

Şeyh Gâlib ilk eğitimini aldığı babasından Farsça öğrendi, Mesnevî-i Manevî, Dîvân-ı Kebîr, Tuhfe-i Şâhidî okudu. Daha sonra Hoca Neş’et gibi önemli hocalardan ileri Farsça, Arapça ve dinî ve beşerî ilimleri (ulûm-ı âliy- ye) tahsil etti. Son araştırmalara göre Şeyh Gâlib’e Es’ad mahlasını Hoca Neş’et verme­miştir, şairin yeni kullanmaya başladığı bu mahlası Hoca Neş’et Mahlasnâme’sinde tebrik etmiştir. Şiirlerinin kronolojik sırasına bakı­lırsa Gâlib, Hoca Neş’et’in meclisine iştirak etmeye başladığı 1192 / 1778 tarihinden önce Es’ad mahlasıyla şiirler yazıyordu.[24]

Kısa ama bereketli ömrüne kıymetli eserler sığdıran Şeyh Gâlib yirmi dört yaşında dîvân tertip etti. 1197 / 1782’de yirmi altı yaşında bi­tirdiği Hüsn ü Aşk’ın te’lîfine hıtâmuhu’l-misk lafzını tarih düşürdü. Mutaffifîn Sûresi 26. âyetinden ilham olan bu ifade, surenin 25-28. âyetlerinde vasfedilen cennetliklerin ikramı Tesnîm Pınarı’ndan akan mühürlü, hâlis şa­rabın misk kokusudur. Hüsn ü Aşk cennetten gelen hâlis misk kokan şarap gibidir.

Hüsn ü Aşk’ı yazdıktan bir yıl sonra (h.1198); derviş Gâlib, -babası ve dedesi gibi- Konya Âsitânesi postnişini II.Ebubekir Çelebi’nin (ö.1784) yanına gittiğinde ailesinden haber­siz çileye girdi. Ancak ailesi 1001 gün süren çile müddetince evladından ayrı kalamaya­cakları için Ebubekir Çelebi’ye mektup yazıp çilesini İstanbul’da ikmal etmesi için ısrar ettiler. Neticede derviş Gâlib, İstanbul’a ai­lesinin yanına dönünce “çile kırmış” sayıldı. Daha sonra Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Ali Nutkî Dede’nin (ö. 1804) yanında 23 Ra­mazan 1198/1784’te yeniden “çilekeş” oldu. Mevt-i irâdî gereği “susmak” (samtî / hâmûşî) şartını yerine getirmek için çilesi dolana dek şiir söylemedi. Derviş Gâlib’in çileye soyun­madan söylediği son şiirdeki Mahabbet razını birbirine hâmûş söylerler mısraı, bu sebeple çok manidârdır. 1001 gün sonra çilesi biten Şeyh Gâlib, 25 Ramazan 1201 / 11 Haziran 1787’de “dede” ünvanını aldı. Şiir yazmaya yeniden başladı. 4 Receb 1204 / 20 Mart 1790’da Regaib Kandili’nde, Edirne Mevlevîhânesi postnişinlerinden Yusuf Sineçâk Dede (Ö.1546) ha­tırasına Yenikapı Mevlevîhânesi’nde yapılan sema âyinine iştirak etti. Şeyh Gâlib o gece “envâ-ı sûz u güdâzla ‘arz u niyâz” ettiği Yusuf Sineçâk Dede’nin ruhaniyetinden Şerh-i Cezîre-i Mesneviyi yazmak için destur aldı.

Yakûb-ı gamem aşk ile hâk olsam da
Cânumdan azîzsin helâk olsam da
Dâmânunı mânend-i Zelihâ tutdum
Ey Yûsuf-ı Sîneçâk çâk olsam da
(Şeyh Gâlib)

Şeyh Gâlib yazdığı esere ilham vermesi için kurbunda olmak istediği Yûsuf-ı Sineçâk Dede’nin Sütlüce’deki türbesinin karşısında ev aldı, bir hafta sonra buraya taşındı. Sütlüce’de süren münzevî hayatında “Bir ay yüzlü ile şe­ker ve süt gibi biriz” dediği Yûsuf-ı Sîneçâk Dede’nin türbedârı oldu. Kendisi bir yandan bu türbenin kandillerini uyandırmak, temiz­liğini yapmakla meşgulken 1790 bitmeden Şerh-i Cezîre-i Mesneviyi tamamladı:25

Yâd eylemez olduk haber-i Yûsuf-ı Mısr’ı
Südlice’de bir mâh ile şîr ü şekerüz biz

Hamdülillâh hâk-rübi hıdmeti oldı nasîb
Mîhmân-ı lutfıyam dergâhına düşdüm garîb

Âşıkam Gâlib cemâlinden ne mümkindür şekîb
Eylemez mahrûm-ı rahm elbet o sultân-ı mehîb

Seyf-i meslûl-i celâlet şâh-ı taht-ı Manevî Yûsuf-ı
Mısr-ı hakîkat Sîneçâk-ı Mevlevî
(Şeyh Gâlib)

Öte yandan Sultan I. Abdülhamid Özi Kalesi’ni zapteden Rusların yaptığı katliamın acısıyla âniden vefat etmişti. 11 Receb 1203 / 7 Nisan 1789’da III. Selim amcasının yerine, yirmi sekiz yaşında tahta çıktı. Mevlevî muhibbi olan padişah, Hz. Mevlânâ’nın türbesi­ni tamir ettirdi ve o sıralar Sütlüce’de ikamet eden Şeyh Gâlib’den Hz. Mevlânâ için gön­derilecek pûşîdeye işlenmek üzere bir beyit istedi. Şeyh Gâlib’in gönderdiği aşağıdaki beyit, atlas kumaştan yapılan pûşîdeye altın iplikle işlendi ve Hz. Mevlânâ’nın sanduka­sına örtüldü:

Müceddid olduğı Sultân Selîm’ün dîn ü dünyâya
Nümâyândur bu nev-pûşîdesinden kabr-i Monlâ’ya
(Şeyh Gâlib)

Sultan III. Selim’in takdir ettiği Şeyh Gâlib 1791’de (9 Şevval 1205) Cumartesi günü Galata Mevlevîhânesi postnişîni oldu. XV. yüzyılda kurulan Galata Mevlevîhânesi İs­tanbul’un en eski mevlevîhânesi vasfıyla bu dönemde harap bir haldeydi. Şeyh Gâlib Sul­tan III. Selim’e sunduğu kasideyle dergâhın tamirini istedi. Padişahın emriyle 1792 yılı içinde semâhâne, şadırvan, matbah ve der­viş hücreleri tamir edilen Galata Mevlevîhâ- nesi’nde ilk sema mukabelesi 15 Zilhicce’de yapıldı; Antepli Aynî’nin düşürdüğü tarih şiiri diliyle Nefesle döndi Adn-âbâda yâ Hû Mevlevîhâne. Şeyh Gâlib Mesnevinin ilk on sekiz beyitine hürmeten dergâhın tamirinden bahseden on sekiz beyitli bir tarih şiiri yazdı. Şeyh Gâlib padişah dışında Mihrişah Valide Sultan ve Beyhan Sultan’dan himaye gördü, çeşitli vesilelerle onlara şiirler sundu. Bunlar içinde Mihrişah Valide Sultan’ın önceden ve­fat eden kız kardeşi Fatıma Sultan’a yazdığı tarihli şiir ve Beyhan Sultan’ın Medine’de Ravza-i Mutahhara’ya gönderdiği görkemli avize için yazdığı tarihli şiir konumuz açı­sından önemlidir. Şeyh Gâlib ile karşılıklı hürmet ve sevgi üzere ünsiyet kuran Mevlevî muhibbi Sultan III. Selim, müzehheb bir Gâlib Dîvânı nüshasını oldukça büyük meblağ­la yazdırdı. Şeyh Gâlib’e şair Cevrî hattıyla yazılan müzehheb bir Mesnevî-i Manevî hedi­ye etti. Neyzen ve bestekâr Sultan III. Selim Şeyh Gâlib’den on altı yıl sonra, 29 Mayıs 1807’de tahttan indirilip şehit edilmiştir.

Tahminen XVIII. yüzyıl başında evlenen Şeyh Gâlib’in Ahmed, Mehmed ve Zübeyde adlı üç çocuğu olduğu bilinmektedir. Anne­si Emine Hatun’u kaybettikten iki yıl sonra; Veled Çelebi’nin Sımât-ı Âşıkân adlı mecmua­sına göre 1211 / 1796’da Şeyh Gâlib; Mehmed Emin Çelebi’nin oğlu Hüseyin Çelebi’yle birlikte Konya’ya Pîri Hz. Mevlânâ’yı tekrar ziyarete gitti.[26] On beş gün süren ve Mevlid Kandili’ne denk gelen bu ziyarette, Şeyh Gâlib Afyonkarahisar Mevlevîhânesi’ne de uğradı[27] ve önce Galata Mevlevîhânesi’nin 2. postnişini ve sonra vefatına dek Afyonkarahisar Mevlevîhânesi postnişini olan Dîvâne Mehmed Çelebi (ö.1544’ten sonra) için yaz­dığı şiirle niyaz etti. Ne var ki bu ziyaretin hemen ardından, 26 Ocak 1797’de halifesi ve yakın arkadaşı Esrar Dede vefat etti. Bu kayıplarla sarsılan Şeyh Gâlib bir yıl kadar sonra hastalandı. Hastayken bile Sultan III. Selim’in Mevlânâ Türbesi’nde Kubbe-i Hadra’yı tamir ettirmesi şerefine otuz altı beyitle yazdığı kasidede şu tarihi düşürdü:

Kalem târihini levh-i ezelde yazdı kim Gâlib
Binâ-yı Hân Selîm bu kubbe-i mînâ-i Mevlânâ
(h.1213)

Hastalığı birkaç ay süren Şeyh Gâlib Dede, kırk iki yaşındayken 1798’de çarşamba saba­hı vefat etti (26 Receb 1213). Ertesi gün Mirac Kandili’ydi, o gün Şeyh Gâlib Dede Galata Mevlevîhânesi girişindeki türbede medfun olan İsmail Rusûhî Dede’nin ayak ucuna defnedildi ve hâmûşâna dahil oldu. Onun erken yaşta vefatı ailesini ve sevenlerini çok üzmüştü. Gelibolu Mevlevîhânesi şeyhi Mustafa Dâniş Dede (Ö.1845), gasil esnasında Şeyh Gâlib’in babasının “Âh oğul, bu tahtaya o kara sakalınla yakışmıyorsun.” diye ağlar­ken ak sakalının gözyaşlarıyla ıslandığını anlatmıştır.28 Nitekim Gâlib’in babası Musta­fa Reşîd Efendi bu acıya altı yıl dayanabilmiş ve h.1219’da vefat etmiştir.

Yaygın rivayete göre Şeyh Gâlib genç yaşında veremden vefat etmiştir. Kısa süren ömründe kıskanılacak başarılar gösteren ve çok ilgi gö­ren bu büyük mutasavvıf şairin hastalanışı ve vefatı üzerine türlü dedikodular yayılmıştır. Bir rivayette Sultan III. Selîm Beşiktaş Mev­levîhânesi ziyaretindeyken Mesnevî’yi Gâlib’in okunmasını isteyince Şeyh Gâlib kürsüye çıkar. Mevlevîhâne’nin postnişini Yusuf Zühdî Dede Mevlevî âdâbına aykırı bu tavırdan incinir. O anda Şeyh Gâlib’in nutku tutulur, mahcuben kürsüden iner; evine dönünce has­talanır, vefat eder. İkinci rivayette Yenikapı Mevlevîhânesi’ne giden Gâlib Dede, mürşidi Ali Nutkî Dede’nin karşısında mağrur oturur, sikkesini çıkarır. Buna üzülen mürşidi orayı terk eder. Bir süre sonra Gâlib hastalanır, ve­fat eder. Üçüncü rivayette Şeyh Gâlib, Yenikapı Mevlevîhânesi’ne atla giderken karşılaş­tığı Sahîh Ahmed Dede’yi atından inmeden selamlar; bu yüzden hastalanır ve ölür. Diğer rivayette bir cuma mukabelesinde yanında şatafatlı giyindiği için ağır ikaz alır ve üzün­tüden ölür. Bir rivayete göre Beyhan Sultan’a duyduğu gizli aşk yüzünden ölmüştür.

Gâlib’in ölümünden sonra dervişlerinden 1819’da Hâlet Said Efendi (ö.1822), Şeyh Gâlib Dede’nin kabrinin bulunduğu İsmail Rusûhî Dede için yapılan türbeyi tamir ettirdi. Bu türbede el-ân Şeyh Gâlib Dede ile Mesnevî şârihi ve Galata Mevlevîhânesi 7. postnişini İsmail Rusûhî Dede (ö.1632); Şeyh İsa Dede (ö.1771); Selim Dede (ö.1777); Hüseyin Dede (ö.1782) ve Şeyh Mehmet Rûhî Dede (ö.1810) bulunmaktadır. Şeyh Gâlib’in vefatına, Keçe- cizâde İzzet Molla, vakanüvis Halil Nûrî’nin oğlu Nebîl Bey (ö.1820), süvari kaleminden Mevlevî Abdülhalim Bey, Hasan Hakkı Paşa (ö.1896) gibi şairler birçok tarih şiiri yazdılar:

Sûz-ı gamla yakar erbâb-ı dili bu devrân
Döndi tennûra bakup cümlesi bu ahvâle

Yani Şeyh-i Galata Hazret-i Gâlib Dede kim
Şi’r ü inşâda ne mümkin gele vasfı kâle

Cân atup gitdi bihişte dönerek rûhı anun
Çıka Rıdvân kudûmı içün istikbâle

Mermere sikke kazar bende-i Mevlânâlar
Rağbet itsün mi bu dünyâdaki câh u mâle

Diyelüm çâre yok ey merd-i Hudâ eyvallâh
Zen-i dünyâ hele şâyeste degül ikbâle

Didi târîhini bu demde ney-i kilk-i Nebîl
Göçdi Gâlib Dede yâ Hû diyüp ehl-i hâle
(Nebîl)

Sağlığında Şeyh Gâlib’i tenkit eden Adanalı Osman Surûrî de vefatına iki tarih şiiri düşürmüştür:[29]

Çerh-i kec-rev galata düşdi yine
Kıydı ehl-i dile âh ol bed-hû

Cevr-i devr ile hâmûş oldı dirîg
Galata şeyhi gibi nâdire-gû

Gâlib-i mutlak olurdı sözde
İtse merdân-ı sühan ana gulû

Kıldı eflâke idüp rûhı urûc
Şeb-i mi’râcda azm-i mınû

Mislini zîr-i felekde bulamaz
İtmesün yok yire devrân tekapû

Çille-i lahde çekildi gitdi
Erba’în içre o merd-i nıkû

Hüzn ile yazdı Surûrî târîh
Geçdi Gâlib Dede cândan yâ Hû
(Surûrî)

Şeyh Gâlib’in sanatından çok etkilenen Keçecizâde İzzet Molla, manzum silsilenâmesinde Şeyh Gâlib’in postnişinliğinden ve vefatından bahsetmiştir. Bu şiirde Keçecizâde’nin Şeyh Gâlib’i ziyaret etmesi ve “elini ayağını öptüğümde aldığım lezzet hâlâ ak­lımda” ifadesi dikkat çekicidir:

Bin iki yüz on üç’de genc iken bozdı tılsımın mevt
Bize cevherlerin bahş itdi gitdi ol kerem kânı

Dehânumdan o lezzet gitmedi bin el ayak öpdüm
Bi-hamdillâh bana takbîl-i desti oldı erzânî[30]
(Keçecizâde İzzet Molla)

Şeyh Gâlib’in Eserlerinde Ölüm Estetiği

Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın “Edebiyat gülista­nı bir gübreliğe dönmüştü, bu gübrelikten Şeyh Gâlib gibi bir lâle çıktı.“dediği Şeyh Gâlib’in şiirlerinde ölüm, estetize edilmiş bir kav­ramdır. Özellikle Hüsn ü Aşk ölmeden önce ölmek düşüncesini, yani seyr ü sülûku ale­gorik olarak işleyen bir eserdir. Şeyh Gâlib’in bu eserinin başındaki miraciyyede, nûr-ı Muhammediyye sırrına vâkıf olarak Bilal-i Habeşî’den bahsetmesi tesadüf değil­dir. Zira Hz. Mevlânâ da Mesnevisinde Hz. Bilal-i Habeşî’nin vefatı esnasındaki sevinç­li hâlini hüsn-i hâtime örneği olarak anlat­mıştır:

Mânend-i Bilâl sâhib-i irfân
Nûr-ı siyeh içre nûr-ı îmân31
(Şeyh Gâlib)

Şeyh Gâlib Hüsn ü Aşk’ta Hüsn ve Aşk’ın ya­şadığı Sevgioğulları (Beni Mahabbet) kabi­lesini anlatırken dehşet güzellikte ölümcül tasvirler yapmıştır. Kara bahtlı bu kabile hal­kının yüzü (aşk içinde) sapsarıdır, sohbetler neydeki feryattır. Yakıcı temmuz güneşini giyerler, içtikleri dünyayı yakan ateştir. Ha­vadan ateşler yağar, vadileri matem ve hü­zün kumuyla doludur. Alışverişlerinde can satar, gizli yanıp yakılmalar satın alırlar. Az­rail o kavmin has sâkîsidir.

Esrar Dede’nin “esrâr-ı makâmât-ı sülûk-ı Mev­levi‘ dediği Hüsn ü Aşk’ta âşık dervişin sem­bolü olan Aşk, nefsinin ölümünü arzu eder. Şeyh Gâlib Hüsn’ün Aşk’a gönderdiği eşsiz güzellikteki âh kılıcını överken ölüme dair beliğ tespitler yapmıştır. Eserde Aşk’a Sühen’in verdiği âh kılıcı, nefsinin ölümünün Hakk rızasına kavuşmak olduğunu anlatan bir semboldür. Kan ırmağı, ateş seli, ecel zeh­ri, nakışlarla bezeli bir ejderha olan bu kılı­cın cevheri Süreyya yıldızıdır. Âh kılıcı kan sızdıran yemyeşil bir dudu kuşu, sülün gibi güzel ve alıcıdoğan gibi çeviktir. Azrail buy­ruğuna âmâde bu kılıcın dalgasının kolu ka­nadı mahşerler icat eder. Âh kılıcı kızıl ölü­mü kanadında gizleyen yemyeşil bir kuştur; zulmü def’ eden bir kan içicidir, aşk yolunda her engeli yok eder.[32]

Şiirlerinde yeşil ölüm, kızıl ölüm gibi kavram­lardan da bahseden Şeyh Gâlib’in vefat eden yakınları için yazdığı tarih şiirleri ölüme dair etkili ve güzel ifadeler içerir. Makalenin haddini aşacağı için buraya alamadığımız bu şiirlerde vefatlarına tarih düşürdüğü kişiler şairin sosyal çevresi hakkında ipuçları ver­mektedir. Mesela Galata Mevlevîhânesi postnişinlerinden Aşçıbaşı Şeyh Hüseyin Dede (ö.1197/1782); Yenikapı Mevlevîhânesi aşçıbaşısı Şerif Ahmed Dede’nin manevi evladı Seyyid Derviş Mehmed Es’ad (ö. 1202/1787); Fasih Dede’nin ayak ucuna defnolan Zikrî Dede (ö.1197/1782); genç yaşta vefat eden Seyyid İskender Dede (1207/1792-3); Gâlib Dede’nin dervişi Manastırlı Hafız Ebubekir Dede (ö.1210/1795); Divan katibi III. Selim’in vakıf katibi Sarıkçıbaşı Mustafa Efendi (ö.1209/1794) tarih şiiri yazdığı Mevlevîlerdendir.

Şeyh Gâlib’in Kütahya Mevlevîhânesi’yle ve Hânedân-ı Sâkıbiyye ile yakın ilişkisi vardı. Kütahya Mevlevîhânesi’nin kırk altı yıl postnişinlik yapan Mustafa Sakıb Dede, Gâlib’in mürşidi Ali Nutkî Dede’yi (ö.1794) yetiştir­miştir. Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân yazarı Mus­tafa Sakıb Dede’nin vefatına (ö.1148/1735) sekiz beyitli bir kıt’a yazmış ve son beyitte şu tarihi düşürmüştür:

Mâtemin gûş eyleyüp Gâlib gürûh-ı ‘âşıkân
Didiler târîh-i fevtin hâyy hatm-i Mevlevî

Sakıb Dede’nin oğlu Hâlis Ahmed Dede (ö.1191/1777-78) de babasından sonra kırk beş yıldan fazla Kütahya Mevlevîhanesi’nde şeyhlik yaptıktan sonra vefat etmiştir. Şeyh Gâlib’in bu olaya yazdığı yedi beyitli kıt’ada- ki şu son beyit, Hâlis Dede’nin vefat tarihine işaret etmektedir:

Şeş cihetden gelür âvâz-ı te’essüf Gâlib
Nakd-i Hâlis gibi Ahmed Dede çıkdı elden

Şeyh Gâlib Konya âsitânesi postnişini II. Ebubekir Çelebi (Ö.1199/1785) ve genç vefat eden oğlu Hacı Mehmed Ârif için birer tarih şiiri yazmıştır. Garîbî mahlaslı II. Ebûbekir Çe­lebi, Konya Âsitânesi’nde 40 yıl postnişin ol­duktan sonra, 66 yaşındayken 28 Rebîulâhir 1199 / 10 Mart 1785’te ikindi namazı abdesti- ni alırken vefat edince[33] Konya hâmûşânına defnedilmişti. Şeyh Gâlib, “Diyâr-ı Konya’nun hırz-ı emânıydı o server” diyerek Konya halkı­nın koruyucusu saydığı II. Ebûbekir Çele- bi’yi bu şiirinde “zahir ve bâtın ilimlerinde yed-i tula sahibi” gibi sıfatlarla övmüştür. Şeyh Gâlib saray hizmetlisi Mevlevî dervişi Musahib Seyyid Ahmed Ağa (1209/1794) için yazdığı tarih şiirine ise “Musâhib oldı hâmûşâna ahbâb” lafzını tarih düşürmüştür.

Şeyh Gâlib’in diğer tarikat büyüklerinin vefatına da tarih şiirleri vardır. Bunlar ara­sında Sâdî Şeyh Ahmed’in oğlu ve dervişi Seyyid Ömer (1210/1795); Yarımca Baba Bek­taşî Tekkesi hizmetnişini Hacı Ömer Baba (1207/1792-3); “Halvetteyken vefat eden” Nakşibendî Şeyh Hâce İsa Efendi (1205- 6/1791-2) ve Cerrahî âsitânesi postnişinlerinden Morevî Şeyh Muhammed el-Halvetî için “gevher-i eşk ile” yazdığı tarih (1209/1794) sayı­labilir. Şeyh Gâlib ayrıca Kâdirî şeyhi Gümüş Dede’nin vefatına (1195/1780) yazdığı şiirde “Hâce Îsâ gitdi âh” lafzını tarih düşürmüştür.

Şeyh Gâlib ve Esrar Dede

1748’de doğduğu kabul edilen Mehmed Es­rar Dede “abdalân” zümresi içinde gençliği­ni yaşadı. Bir süre divan katipliği yaparken “hâcegân” zümresine girdi. Şiirlerinde son­radan bu zümreler içinde geçirdiği zamanı pişmanlıkla anmıştır. Esrar Dede Arapça, Farsça, Rumca, Latince, İtalyanca bilen iyi yetişmiş bir şairdi. Sohbetlerine katıldığı Ga­lata Mevlevîhânesi’nin yeni postnişini Gâlib Dede’den çok etkilendi ve 1208/1793’te 45 ya­şında müridi oldu.

Reh-i Monlâ-yı Rûm’da Esrâr
Mürşidim her makâmda Gâlib’dir

Şeyhim reh-i Mevlevî’de Gâlib oldu
Feyz-i nefesi ‘âleme vâhib oldu

Sâyesinde başıma şems-i hidâyet doğdı
Hazret-i Gâlib’e bir bende-i mağlûb olalı

Esrar Dede intisap ettikten kısa süre son­ra “veliyy-i nimetim, delîl-i tarîkatim, mürşid-i hakikatim” dediği Şeyh Gâlib’in işaretiyle çi­leye soyundu. İkisi arasında çok hızlı ilerle­yen dostluk sıradan mürşid-mürid ilişkisini aşıyordu. Esrâr Dede’nin iki şiirinden Şeyh Gâlib ile zaman zaman Göksu ve Bağlarbaşı gibi mesirelere ve Boğaz’da mehtap seyrine çıktıkları anlaşılmaktadır:

Sâye-i Hazret-i Gâlib’de Boğaz içre bu şeb
Zevk-i min tahtihe’l-enhâr idi bana her sû

Kalender-meşrep bir şair olan Esrar Dede melâamî tavırları yüzünden bir ara mürşidini kızdırınca Şeyh Gâlib, seyyah cezasıyla onu Galata Mevlevîhânesi dışına sürdü. Çok geç­meden Esrar Dede “dokunma” redifli gazelini yazmış ve affedilerek tekrar geri dönmüştür:

Şâhım senün Esrâr sadâkatli kulundur
Lutf eyle o dervîş-i perîşâna dokunma

Esrar Dede’nin vefatın dan bir yıl önce mür­şidi Şeyh Gâlib’in bir kızı doğdu. Esrar Dede küçük Zübeyde’nin doğumuna altı beyitli gazel ile tarih düşürdü. Ömrünün son dem­lerini, çilesini Galata Mevlevîhanesi’ndeki hücresinde eserlerini yazarak geçiren Esrâr Dede, Şeyh Gâlib ile müşterek hazırladığı Tezkîre-i Şuarâ-i Mevleviyye‘yi öldüğü sene ta­mamladı. Esrar Dede 27 Receb 1211 / 26 Ocak 1797’de çilesini tamamladığı gece, Mirac Kandili gecesi vefat etti. Mürşidi Şeyh Gâlib’in onun için yazdığı şu tarih şiiri Esrar Dede’nin Galata Mevlevîhânesi hâmûşânındaki mezar kitabesinde de yazılıdır:

Esrâr Dede çilleyi hatm itdügi dem
Sırr oldı serin hırka-i tâbuta çeküp
Gâlib didi târîhini efsûs efsûs
Hemdemlerini hayrân kodı Esrâr göçüp
(Şeyh Gâlib)

Şeyh Gâlib ayrıca kendine yaşama sevinci veren bu kıymetli dervişi ve dostunu kaybet­menin üzüntüsüyle Esrar Dede için şu mersi­yeyi yazmıştır:

Kan ağlasun bu dîde-i dür-bârum ağlasun
Ansun benim o yâr-ı vefâ-dârum ağlasun
Çeşm ü dehân u ‘ârız u ruhsârum ağlasun
Baştan başa bu cism-i siyehkârum ağlasun
Ağyârım ağlasun bana hem yârüm ağlasun
Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr’um ağlasun
Nâdîde bir güher telef etdüm dirîg u âh
Hâk içre defnedüp gerü gitdüm dirîg u âh

Zât-ı şerîfi âleme bir yâdigâr idi
Fakr u fenâ vü aşk u hüner-ber-karâr idi
Her şeb misâl-i şem’ benüm ile yanar idi
Sâye gibi yanumda enîs-i nehâr idi
Hakkâ tamâm âşık idi yâr-i gâr idi
Birkaç zamân muammer olaydı ne var idi
Allah verdi aldı yine kurb-ı Hazret’e
Biz kalduk intizâr ile rûz-i kıyâmete

Âhir nefesde sohbeti oldı mahabbet âh
Bir yâre urdı bağruma âh derd-i firkat âh
Gelmezdi hîç kalb-i fakîre bu sûret âh
Ey kâş etmeyeydüm o âşıkla sohbet âh
Yakmazdı belki cânumı bu nâr-ı hasret âh
Telh itdi kâmum âh o zehr-nâk şerbet âh
Eyvâh elden o gül-i handânum aldı mevt
Esrâr’um aldı cümle dil ü cânum aldı mevt

Olsun mübârek ol mehe kabr-i sa’âdeti
Mevlâ müyesser ide makâm-ı şefâati
Bitmiş ne çâre dânesi gelmişdi sâati
Dehrin budur hemîşe muhibbâna ‘âdeti
Tefrîk içündür itse de izhâr vuslatı
Zehri yudılmaz ağza alınmaz harâreti
Ben gördüğüm bu dâr-ı fenânun fenâsıdır
Bâkî Hudâ rızâsı bekâ Hâkk bekâsıdır

Meydân-ı Mevlevî’de nişân âşikâr idüp
Pervâz iderdi şevk ile Ankâ şikâr idüp
Eylerdi nây u defle semâ’ âh u zâr idüp
Bulmuşdı kân-ı matlabı Hak’da karâr idüp
Almışdı müjde kûyuna yârun güzâr idüp
Gitdi ne çâre Gâlib’i hasretle yâr idüp
Olsun visâl-i Hazret-i Pîrân’la kâm-yâb
Kıldı karîn-i kabr-i Fasîh’i felek-cenâb
(Şeyh Gâlib)

Esrar Dede “Galata Mevlevîhânesi meydan-ı şerifinde “ney ve def eşliğinde sema ederken aşkını izhar eden” şen şakrak bir derviştir. Klasik şiirimizin en güzel mersiyelerinden biri olan ve ölüm acısını son derece beliğ bir dille ifade ettiği bu mersiyede, Esrar Dede’nin şahsiyeti ve vefatına dair önemli detaylar vermiştir. Gâlib’e göre “dünyaya hediye olan bu nadide cevher”, “fakr u fenâ sırrına ermiş gerçek bir Hakk âşığıdır.” Şeyh Gâlib “vefâlı yârim” dediği Esrar Dede için “her gece soh­bet ederken mum gibi” biz iki âşık “birlikte yanardık”, “gündüzleri gölge gibi yanımdan ayrılmazdı” demiştir. “Ölümünün müjdesini önceden almıştı” dediği Esrar Dede’nin “son nefeste sohbeti muhabbet ve aşk” olmuştur.

Mürşid olmasına rağmen Şeyh Gâlib, bu mersiyede sıradışı şekilde, şahsî duygularını âşikâr etmiştir. “İki gözü inci gibi gözyaşı dö­kerken yüreği kan ağlar. İçi kararmış, bedeni matem rengi siyahlara bürünmüştür. Esrar’ımı, gülen gülümü, nadide bir mücevheri­mi toprakta telef ettim” diyerek dervişinin ömrünü uzatmaya himmetinin yetmediğini düşünerek üzülür. Hatta “Bari biraz daha yaşasaydı” diye hayıflanır. Bu mersiyeyi yaz­dıktan sonra sadece bir iki yıl sonra, Esrar Dede gibi Şeyh Gâlib’in Mirac Kandili arefesi vefat ettiği hatırlanırsa Esrar Dede’ye kavuş­ma arzusunun şairanelikten öte samimi bir dua olduğu anlaşılacaktır.

Şeyh Gâlib’in Kerbelâ Mâtemi

Tasavvuf geleneğinde “şehîd-i aşk” kavramı Ehl-i Beyt-i Mustafa âşıkları arasında rağbet edilen bir kavramdır. Muharrem ayında Hz. Hasaneyn ve Kerbela şehitleri için gözyaşı döken mutasavvıflar, Muharrem ayında ve­fat etmeyi “âşık-ı sâdık” olduklarının bir ni­şanesi olarak görürler ve böyle ölmeyi ümit ederler. Mesela Molla Câmî (ö.1492) Muharrem’in on yedisinde vefat etmiştir. Osman­lıda Aşura ve mersiyehânlık geleneğine bü­yük katkısı olan ve Muharrem gecelerinde yüz rekat namaz kılan Pîr Yusuf Sünbül Sinan hazretleri de bir Muharrem gecesi vefat etmiştir. Yine Nizâmiyye Pîri Seyyid Nizâmeddin Muharrem ayında vefat etmiştir (v.1550). Babasının vefatını “Pederimin hîn-i irtihâlinde burnundan ziyâde kan geldi. Ellerini kana bulaştırıp yüzüne sürdü. -Bi-hamdillâh, bu­gün Hz. Hüseyn’in âlûde-i hûn olması gibi, ben de hûna gark oldum, deyip -Yâ Allâh! sayhasıyla teslîm-i cân eyledi. Merkez Efendi cenaze nama­zında telkîn verirken -Biz cevâbımızı verdik. Var sen de cevâbını hâzırla! demiş ve gûş-ı hakîkatına bir sadâ gelmiştir.” diye aktaran Şeyh Seyyid Nizamoğlu (v.1601) da ceddine sadakatinin nişânesi olarak Muharrem ayında vefat et­miştir. Beşiktaş’taki Sinan Paşa Tekkesi postnişini Celvetî-Nakşibendî Şeyh Neccarzâde Rıza (Ö.1746) on üç Muharrem gecesi “bü- lend-âvâz ile “Allâh” diyerek cânını cânâna teslîm” etmiştir.

Âferîn ol âşık-ı şeydâya kim virmiş revân
Râh-ı Hakk’da kılmış ol kâr-ı şehîd-i Kerbelâ
(Seyyid Nigârî)

“Kerbela şehidi Hz. Hüseyin gibi Hakk yo­lunda can veren çılgın âşığa aferin!”

Gönlüm Hüseyn sanki, ayrılık da tıpkı Yezîd, yüzlerce defa Kerbelâ çölünde şehid olmuş şu gö­nül34 diyen Hz. Mevlânâ’ Ehl-i Beyt-i Mus­tafa’ya çok düşkündü ve Çâr-ı Yâr-ı Güzîn olan Hulefa-i Râşidîn’e hürmeti ve sevgisi büyüktü. Meşhur müseddesinde “Sanma bizi kim beste-dil-i nefs-i gavîyiz / Hâk-ı kadem-i âl-i abâ Mustafâvîyiz” ve “Evlâd-ı Hüseyn’in kul kurbânıyuz el-hak” demiştir. Muharrem ayın­daki faaliyetlerine bakılırsa Şeyh Gâlib’in hayatında tevella ve teberranın Önemli bir yeri olduğu anlaşılacaktır. Hz. Hüseyin’in türbedârı Fuzûlî’nin gazeline naziresinde Şeyh Gâlib, “Kan ağlamak firâk ile şânun-durur senün” diyerek Muharrem mateminden bah­setmiştir.

Şeyh Gâlib postnişin olduğu Galata Mevlevîhânesi’nde Muharrem ayında icra edilen sema ve diğer dinî etkinliklerde tevellaya ve teberraya önem veriyordu. Şeyh Gâlib Dîvânı’nda bunun pek çok Örneği vardır. Mesela III. Selim 20 Muharrem 1207/1792 tarihinde Galata Mevlevîhânesi’ne gelerek sema töre­nini seyretmiş; Şeyh Gâlib’e ve dervişlerine ve diğer Mevlevîlere, semâzenlere, neyzenbaşına, kudümzenbaşına, aşçı dedeye ve meydancıya ihsanlarda bulunmuştur.[35] Ayrı­ca Sultan III. Selim’in emriyle eski reisülküttâb Mehmed Râşid Efendi’nin sebili olarak 10 Muharrem’de hizmete açılan şadırvanın tebriki için bir terkib-i bend ve bir tarih şi­iri yazmıştır. Bu şadırvan ile uzak kaynak­lardan getirilen su, Galata Mevlevhanesi’ne bağlanmıştır. Râşid Efendi sayesinde, Kerbela’da susuz can veren Ehl-i beyt hürmetine Muharrem 1207/1792’de açılan bu şadırvan ile Râşid Efendi Ehl-i beyt âşığı olduğunu is­pat etmiştir.

Şeyh Gâlib Paşa Limanı Yarımca Baba Bekta­şi Tekkesi’nde hizmet eden Hacı Ömer Baba adlı bir Ehl-i beyt-i Mustafa âşığı bir zâtın vefatına tarih şiiri yazmıştır. Ayrıca Yeni- kapı Mevlevîhânesi aşçıbaşısı Şerif Ahmed Dede’nin manevi evladı Seyyid Derviş Meh­med Es’ad’ın 1202/1787 Muharrem’indeki ve­fatı için Şeyh Gâlib iki tarih şiiri yazmıştır. Şiirlerden Mevlevî dervişi ve semazen olan bu çocuğun matem vefatının Gâlib’i çok etki­lediği anlaşılıyor.[36] Gâlib’e göre Kerbela ma­temi derdiyle vefat eden bu çocuk, gerçekten Ehl-i beyt soyundan geldiğini ispat etmiştir:

Şehîd-i Kerbelâ hüzniyle güya
Bürindi başına hâk-i siyahı
Olur seyyidligün işbâtı el-hak
Bu mâtem-hânede fevt-i begâhı
(Şeyh Gâlib)

Şeyh Gâlib’in Kerbela matemini yürekten hisseden bir Ehl-i Beyt-i Mustafa âşığı oldu­ğuna en güzel delil ise bir Muharrem günü Sümbül Efendi Tekkesi ve Camii’nde der­vişleriyle sema töreni bitince dışarı çıkarken yaşadığı bir olaydır. Çok şiddetli yağan yağ­muru gören Şeyh Gâlib duygulanmış ve şu kıt’ayı söylemiştir:

“Yevm-i Aşûrâ’da Koca Mustafa Paşa Câmi- i’nde âyîn-i şerîf icrâ olunurken bârânun kes­retle nuzûli akmasında (dışarı) hurûclarında söylenen rubâîdir:”

Bulandı yevm-i Aşûrâ’da çarhun tab-ı nâ-şâdı
Zemîn ü âsumân bu hüzn ile deryâ-yı Nîl oldı
Semâvât ehlinin gözyaşıdur bârân zann etme
Şehîd-i Kerbelâ’nun rûh-ı pâki içün sebil oldı
(Şeyh Gâlib)

10 Muharrem 1198 / 5 Aralık 1783 tarihinde yazdığı bir gazelinde ise doğrudan Aşura matemine dair ifade kullanmasa da Şeyh Gâ- lib mecazlarla “aşk şehidi” olmaktan bahset­miştir. “Yaraşur” redifli bu gazelini “Tevhid güllerinin bülbülüne sükût yakışır” diye bi­tirmesi, Şeyh Gâlib’in matem taşkınlıklarını onaylamadığı ve sadık âşıkların hep gönül­den ağladığına inandığı şeklinde yorumla­nabilir. Bu tavır Pîr-i Hz. Mevlânâ’nın dü­şüncesiyle örtüşmektedir. Aşağıdaki beyitte matem-düğün tezatı içinde Muharrem ayın­da bile âşığın ölümü bayram sevincidir:

Mâtem-i firkat-i dildâre oldum kurbân
Bu’l-aceb geldi Muharrem’de bu bayram bana
(Şeyh Gâlib)

Şeyh Gâlib Dede Aşk Şehidi midir?

Hz. Aişe ve İbn Abbas’tan gelen rivayetlere göre, Hz. Peygamber “Aşkını gizleyip iffetini muhafaza ederek ölen şehittir” buyurmuştur. Bazı âlimlerin sahihliğine itiraz ettiği bu ha- dis-i şerif, halk arasında rağbet bulmuş ve aşk şehitlerinin hikayeleri dilden dile anlatılmış­tır. Bu inancın özünde, beşerî aşkın ilahî aşka giden yolda önemli bir merhale olması ve âşı­ğın en değerli şey olan canını feda etmesinin takdir edilmesi vardır. Yani “kâl ile değil, hâl ile” aşkını ispat edenler gerçek âşıktır.

Eskiden kara sevdaya tutulanların çok zayıf düşünce “ince hastalık” denen vereme yaka­lanması yaygındı. Bu yüzden şairler veremi aşk hastalığı olarak kullanmışlardır. Yaygın rivayete göre Şeyh Gâlib genç yaşında verem­den vefat etmiştir. Şeyh Gâlib’in ölüm nede­ninin kesin olarak tespiti mümkün değildir, ancak şiirleri onun iç dünyasına ışık tutmak­tadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi vefatın­dan dört yıl evvel annesini, iki yıl önce de dostu ve dervişi Esrar Dede’yi kaybetmesi şairin hassas tabiatını olumsuz etkilenmiştir. Esrar Dede için yazdığı meşhur mersiyesine “Kan ağlasın gözyaşı incisi döken gözlerim” diye başlayan Şeyh Gâlib, “Esrar’ım Cenab-ı Hakk’ın zâtına kurbiyete erişti, biz ayrılık acısıyla kaldık.” “Ölüm onu değil, asıl benim gönlümü canımı aldı.” demiştir.

Ağlama ey bülbül-i dîvâne Allâh aşkına
Merhamet kıl haste-i hicrâne Allâh aşkına
(Şeyh Gâlib)

Nûrî Târîhi’nde Şeyh Gâlib’in vefatına kadar birkaç ay hasta yattığından bahsedilmiştir. [37]

Şairin hem Es’ad hem Gâlib mahlasıyla üç gazelinde “Gül gibi açıldum ammâ gülmedüm” mısraını redd-i matla olarak kullanması ke­derli hâlini yansıtıyor. Yirmi altı yaşında yazdığı Hüsn ü Aşk’ın sonunda Cânumda ne sûziş-i taleb var / Gönlümde ne neş’e-i tarab var38 gibi beyitlerden dünyadan zevk almadığı an­laşılmaktadır.

Osman Surûrî de Şeyh Gâlib’in vefatına yaz­dığı şu tarih kıt’asında onun sayısız sıkıntıla­ra maruz kalarak sonunda ecele yenildiğini söylemiştir:

Hayf mağlûb-ı ecel oldı çeküp
Renc-i bî-hadd ü aded Gâlib Dede
Medd idüp âhı didüm târihini
Oldı nâ-peydâ Gâlib Dede
(Surûrî)

Şeyh Gâlib’in genç yaşta veremden vefat etti­ği bilgisini dikkate alırsak aşağıdaki beyitler­de sevgilinin derdiyle ölümcül hasta hâline geldiğinden bahsetmesi, belki de gerçek ha­yatını yansıtmaktadır ve şairlerin kullandığı mübtezel tabirlerden değildir:

Üzüldi cân gam-ı zülfiyle derd-i çeşminden
Bu hastalukdan efendim sağalmaduk gitdi
(Şeyh Gâlib)

Pîr-i Mevlânâ’nın aşk anlayışını hayatına ve eserlerine yansıtan Şeyh Gâlib’in şiirlerinde sevgiliye vuslat, rıza-yı ilahîye mutabık yaşamak, aşk yolunda ölmek arzusu öne çıkar. Hele Hz. Mevlânâ’ya atfedilen Âh mine’l aşkı ve hâlâtihî / Ahraka kalbi bi-harârâtihî beyitini nakarat olarak kullandığı terci-i bendi, Şeyh Gâlib’in sanatının ve dünya görüşünün özeti gibidir. Bu şiirinde “Aşk ateşine düşeli dîvâne olduğuna kimseyi inandıramadığından dert yanar. Ama kendisi Yakışını söyleyemem âh âh dediği aşkın ölümcül dehşetinin düğün mü matem mi olduğunu ayırt edemeyecek hal­dedir. Şeyh Gâlib’e göre “Küşte-i aşk olanun hâline ağlar hançer” yani, aşk uğruna ölenlere hançer bile ağlar. Ben hâmûş olsamda râz-ı aşkı gûyâdur gönül der; yani aşk uğruna ölse, sus­kunlara karışsa bile gönlü sonsuza dek aşkın sırrını söyleyecektir.

Henüz genç bir şairken Es’ad mahlasıyla yaz­dığı bir şiirinde “Küşte-i gamze-i cellâd ki dirler o bizüz” diyecektir. Zira bu onurlu bir ölümdür. Hz. Mevlânâ hakkındaki bir methiyesinde Şeyh Gâlib, aşk şehidi olduğunu söylemiş ve kendi türbesini tasvir etmiştir. “Sendendür” redifli bu gazelinde Gâlib mahlası kullanma­sı ve Mevlevî sikkesi giydiğinden bahsetme­si, şairin bu gazelini vefatından en çok yirmi yıl önce yazdığını gösterir. Beyitte “ölmeden önce ölmek” hadis-i şerifine telmih vardır:

Şehîd-i aşkun oldum lâle-zâr-ı dâgdur sinem
Çerâg-ı türbetüm şem’-i mezârum varsa sendendür[39]
(Şeyh Gâlib)

Şiirlerine bakarsak aşkın yakışı olmadan, uzun bir ömür sürmeyi istemeyen Şeyh Gâ- lib, ölene dek aşk ateşiyle yanmayı istemiştir. Ayrılık acısı ona ölümden beter gelir. Sevgi­linin (Hz. Peygamber) la’l dudağı için ölmeyi canı çeker. Sevgilinin yüzüne hasret kalma derdinin zifiri karanlığında ölse onun kabri nurla dolacaktır. Öyle ki ahirette mahşer gü­neşi bile nârının nûrunu şairin mezarındaki mumdan alacaktır:

Bî-sûziş-i aşk istemezüz tûl-ı hayâtı
Mânend-i şerer böyle ölince giderüz biz
(Şeyh Gâlib)

Hayât ümmîdin etmem gamze-i cellâddan ammâ
Fedâ olmak o la’l-i nâba cân ister mi ister ya
(Şeyh Gâlib)

Gâlib ölmekle senün çeşmine sıhhat gelmez
Bana bu derdden ölsem de ferâgat gelmez
(Şeyh Gâlib)

Ölürsem şâm-ı gamda rûy-ı yâra intizârumdan
Yarın hurşîd-i mahşer nûr alur şem’-i mezârumdan
(Şeyh Gâlib)

Bazen “O hasta-i gam-ı aşka ecel beğendiremem” dediği zayıf ve hasta gönlüne sitem etmiştir. Bazen “Cân olmak ister ey leb-i şîrîn fedâ sana” diyerek vuslat yolunda ölmek arzusunu dile getirmiştir, bazen de “Cânum mı var ki mâil-i cânâne olmayam” diyerek zaten aşk hasta­sı gönlünün çoktan öldüğünü söylemiştir. Fenâ yurdu olan dünyadan usanan, lezzet almayan Şeyh Gâlib “Bekâ iklîmin özler cân-ı bî-sâmânum eğlenmez” diyerek Hakk’a vuslat özlemini anlatmıştır. Onun bazı beyitlerinde Hz. İsmail gibi, Hz. Ali gibi, Hz. Hüseyin gibi gibi Hakk yoluna kurban olmaktan bahsetti­ği ifadeleri de vardır. Hoca Neş’et’in bir mıs­raını redd-i matla olarak kullandığı şiirinden alınan aşağıdaki ilk beyitte Hz. Ali gibi aşkın kurbanı olmazsa himmetin çevik pençesi­nin yüreğini paralayacağından bahsetmiştir. Aşk yolunda ölmek arzusundan bahseden bir gazelinin ikinci beyitinde ise sevgilinin hasretiyle tuttuğu matem Gâlib’e bayram se­vinci gibi gelmiştir:

Şîr-i merdân-veş eğer kurbân-ı ‘aşk olmazsa dil
Pençe-i pür-zor-ı himmet çâ çâk eyler beni
(Şeyh Gâlib)

Es’ad mahlasıyla gençken yazdığı müseddes na’tında Hz. Peygamber’e “Cemalullah yo­lunda hiç şaşmayan gözündeki kirpiklerinin okuna kurban olduğum, uğruna can verene can bağışlanır.” diye seslenmiştir. Cebrail (as.) bile onun canını kurban edişine gıpta eder. Hz. Peygamber’e hasretle döktüğü kan­lı gözyaşları içinde debelenmesine müsaade etmemesini ister:

Teşnedür bî-şübhe bu zebh ü fedâya Cebreîl
Cân vermek sana cân-bahş olmaga billâh delîl
Ey ki tîg-i çeşm-i mâzâgına kurbân olduğum
Görme lâyık hûn-ı hasret içre galtân olduğum
(Şeyh Gâlib)

Ancak aşk şehidi olmayı isteyen bir derviş olarak anlattığımız Şeyh Gâlib’in, iddia sa­hibi, kibirli mizaçta bir şair olduğuna dair yorumlar da çoktur. Bize göre henüz ergen­lik çağında eşsiz bir divan ve Hüsn ü Aşk gibi çığır açan bir eser yazan bu şairin kendi sanatıyla övünmesi, yaşı ve konumu gereği yadırganmamalıdır. Sanatında genç yaşta zirveye oturması sebebiyle pek çok kimsenin kendisini kıskandığının veya gıpta ettiğinin farkında olan Şeyh Gâlib bir beyitinde şöyle demiştir:

Reşke hâcet yokdur olsak dahi meşhûr-ı cihân
Hilat-i vâlâ-yı şöhret cism-i uryândur bize
(Şeyh Gâlib)

“Dünyaca meşhur olsam da beni kıskanmaya gerek yok. Zira şöhretin süslü kaftanı bana üryan bedenimi örtmez, yok gibidir.”

42 yıllık kısa ömrüne bir de Mevlevî derviş­liği ve Galata Mevlevîhânesi şeyhliği sığdır­mış bir şairden söz ediyorsak mizacını ve sa­natını mutasavvıf kimliğinin etkilemediğini söylemek en iyi ihtimalle saf dilliliktir. Zira postnişinlik yapmış şeyhlerin kibir gibi nefs-i emmare hastalıklarından arınmış olması ge­rekir. Mevlevîlikte seyr ü sulûk terbiyesi al­mak epey zahmetlidir. Bir nevniyâz derviş, çilekeş-cân mertebesine gelirse ve ancak 1001 gün riyazât ile çile çekerse dede olabilir. Şeyh­lik ve postnişinlik sorumlulukta en yüksek mertebedir. Dolayısıyla çok iyi bir şair olsa da Şeyh Gâlib’in mutasavvıf kimliğini göz ardı edilemez ve aşk şehidi olma arzusuna dair söylediklerinde gerçeklik payı vardır.

 


 

KAYNAKÇA

Ali Enver, Semâhâne-i Edeb. Haz.Sadık Erdem, TTK, Ankara, 2013.

Çıpan, Mustafa. Hz. Mevlana’nın Türbesi ve Pûşîdele- ri, Konya B.B., Kültür Aş. Yayını, 2020.

Donuk, Suat. Türk Edebiyatında Vefeyâtnâme ve İs­mail Beliğ’in Güldeste-iRiyâz-ı İrfân’ı. Gece Kitaplığı Yayınları, Ankara, 2016.

Ergun, Sadeddin Nüzhet. Şeyh Gâlib Hayatı ve Eser­leri. 1932.

Esrar Dede, Tezkîre-i Şuarâ-i Mevleviyye, haz. İlhan Genç, AKM Yayınları, Ankara, 2000.

Gürer, Abdülkadir. “Şeyh Gâlib Hakkında Yeni Bilgi­ler”. Türkoloji Dergisi, XII/1, 2000, s.203-225.

Gürer, Abdülkadir. Şeyh Galib Divanı (İnceleme-Me- tin). Ankara Üniversitesi, SBE, Doktora Tezi, Ankara, 1993.

Hafız-ı Şirazi. Hafız Divanı. çev. M. Kanar, c.I, Ay­rıntı, 2011

Halîl Nûrî. Târîh-i Nûrî. İstanbul Üniversitesi Kütüp­hanesi, Ty., No: 5996, yk. 288b-289a.

İpekten, Haluk. Şeyh Gâlib Hayatı Sanatı Eserleri. Akçağ Yayınları, Ankara, 1996.

Kalkışım, Muhsin. Şeyh Gâlib Dîvânı, Akçağ Yayın­ları, İstanbul, 1994.

Mehmed Ziya Bey. Yenikapı Mevlevihanesi. haz.Mu- rat Karavelioğlu, Ataç Yayınları, İstanbul, 2005.

Mevlana Celaleddin. Dîvân-ı Kebir, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Yükkselen Matbaası, İstanbul, 1957.

Mevlana, Mesnevi. c.I-VI. çev. Veled Çelebi İzbudak, tashih: A.Gölpınarlı, MEB, İstanbul, 1995.

Sahih Ahmed Dede, Mecmuatü’t-Tevârîhi’l-Mevle- viyye: Mevlevîlerin Tarihi. İnsan Yayınları, İstanbul, 2003.

Şeyh Galib. Hüsn ü Aşk. Haz. Abdülkadir Gölpınarlı, Altın Kitaplar, İstanbul, 1968.

 


[1]     Buhârî, Merdâ 19, Daavât 30; Müslim, Zikir 10, 13; Ebû Dâvûd, Cenâiz 9; Nesâî, Cenâiz 1, 2; İbni Mâce, Zühd 31.

[2]     Aclunî, Keşfü’l-hafâ, II/29.

[3]     AUahümme’r-Refîke’l-a’lâ: Buharî, Merzâ, 19; Müslim, Selâm, 46.

[4] Bu hadis-i şerifin edebî tefsiri için bk. Mevlana, Mesnevi,VI, s.61-304.

5 a.g.e., c.VI, s.334, b.4213-4214.

6 a.g.e., c.III, s.287-289.

7 a.g.e., c.III, s.351.

8 a.g.e., c.III, s.320, b.3911-3912.

9 Dîvân-ı Kebir, c.I, s. 301, b 2788.

10 a.g.e., c.II, s. 229, B. 1855.

11 Mesnevi, c.IV, s.137.

12 a.g.e., c.V, s.66, b.771.

13 Dîvân-ı Kebir, c.IV, s. 223, b. 2101-2103.

14 Mesnevi, III, s.280, b.3438-3439; 3441-3442.

15 Dîvân-ı Kebir, c.I, s. 309, LXXX.

16 a.g.e., c.II, s. 389, LXXV.

17 a.g.e., c.VII, s. 461, VI, B.5995.

18 a.g.e., c.III, s. 41, VI.

19 Âkıbet menzil-i mâ vâdî-i hâmûşân-est / Hâliyâ gulgule der-künbed-i eflâk-endâz (Hafız Divanı, c.I, s.622)

20 Donuk, a.g.e., s.338.

21 Bağdatlı Rûhî, bir süre Galata Mevlevîhanesi’nde kalıp şiir ve ilimle meşgul olmuştur. (Bk. Esrar Dede, a.g.e., s.217-220).

22 Esrar Dede, a.g.e., s.374.

23 “…senün bir veledün dünyâya gelse gerekdür, ismini Muhammed Es’ad vaz‘ eyle ve hatırına riâyet eyle diyü tavsiye buyurdukları…” (Halil Nûrî, Târîh-i Nûrî, Yk. 289a). İsim ve mahlas tartışmaları için bk. (Gürer, a.g.e., s.XVII-XVIII).

24 Gürer, a.g.e., s.XVII-XX.

25 Esrar Dede, a.g.e., s.381-382.

26 Ergun, a.g.e., s.38.

27 Gürer, a.g.e., s.LII-LIII.

28 Ali Enver, Semâhâne-i Edeb, s.160

29 Gürer, a.g.e., LV-LVI.

30 a.g.e., XXXVIII.

31 Hüsn ü Aşk, b.45.

32 a.g.e., b.1558-1578.

33 Sahih Ahmed Dede, Mecmuatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye, s.339.

34 Dîvân-ı Kebir, c.III, s.73, b.526.

35 Ergun, a.g.e., s.36-37.

36 Gürer, a.g.e., 613-615

37 “…ber-muktezâ-yı hikmet-i Bârî, birkaç mâhdan berü mizaçlarına ba’z ‘ârıza târî olup bunca tedâbîr ü deva gayr-ı müfîd ve ‘akıbet hayât-ı müste‘âr-ı fânîden nâ-ümîd olarak herhâlde ebnâ- yı cinsine gâlib bir zât iken pençe-i nâgeh-gîr-i ecelde maglûb olup işbu Receb-i şerifün 26.güni ‘ale’s-seher karîn-i rahmet-i Müte’âl ve zâde-i tab‘- ı ilhâm-menba‘larından olan Gül gibi açıldum ammâ gülmedüm mısra-ı bercestesi kendülere hasb-ı hâl olur.” (Târîh-i Nûrî, Yk. 289b.)

38 Hüsn ü Aşk, b.2040.

39 “Efendimsin, aşkının şehidiyim. Sinem aşkınla açılan yaraların kızıl lale bahçesine döndü. Şehit diye bana türbe yaparlarsa o türbenin kandili de mezarımdaki mum da senin şevkinle yanar.”

 

DOST – İslâm’a Hizmet Ödülleri takdim gecesi hâtıra kitabının 19. sayısı

 

ETİKETLER: