SEVMEYİ BİLEMEDİK
SEVMEYİ BİLEMEDİK
Sevmeyi bilemedik nedense,
Bir menzil ötede kaldı çiçekleri?
Ona varmak yerine hep ondan uzaklaştık.
Renkler bir şey ifşâ etmedi,
Kokular uyarmadı bizi,
İçimizde katılaştık, içimizde taşlaştık…
Sevmeyi bilemedik nedense,
Rengini sulara mı verdi sevdâlar?
Hep açılmamış kapıları çaldık.
Umutlar döküldü yollara,
Sarsıldık yol uçlarında,
Köşe başlarında donup kaldık…
Sevmeyi bilemedik nedense,
Aldı umutlarımızı gözyaşlarımız?
Ne gül uyardı bizi, ne balın usaresi.
Kovulduk gönül tarlalarından,
Ne geldi bir mutlu haber,
Ne de bir ışığın sesi…
Sevmeyi bilemedik nedense,
Tahtımızı feda edemedik birazcık?
Bahtımız uçup gitti ellerimizden.
Eridi tüm umutlarımız,
Zamanın hızlı yelesinde,
Bir gölge bile kalmadı bizden…
Yaşadığım bir olayın etkisini hala hissederim: 3 yaşlarında torunum yanımda, kendi başına oynamaktadır. Ben de elimdeki dergiye bakıyorum. Çocuk birden sanki arı ısırmış gibi feryat etmeye başladı. Şaşırdım, dergiyi bırakıp ellerini tuttum: “Hayırdır yavrum, bir şey mi oldu?” Gerekçesi çarpıcıydı: “Dede, bana niye gülmüyorsun, beni sevmiyor musun?” Gözlerinden süzülen boncuk boncuk damlaları sanki bir kurşun gibi yüreğime oturdu. Torunumun davranışı fıtratının gereğiydi. Ama biz fıtratın fotoğrafını okuyamadık demek ki. Hemen kucağıma aldım, öptüm, sevdim, elinden tutup gezdirdim. Kendisini sevdiğimi söyledim. Ama o geceyi huzursuz geçirdim… Halbuki ben, çocuklar üzerine en çok şiir yazan bir şairim. Hemen her kitabımda bir çocuk bölümü olmuştur:
ÇOCUKLAR
Hizmet altın bir buket gibidir,
Ona koşun çocuklar!
Ben artık gerilerde kalmalıyım,
Beni aşın çocuklar!
Erdemliliğin yolu dikenlidir,
Ama ulaşın çocuklar!..
“Aydınlığın Gözleri”nden
SAVAŞ ÇOCUKLARI İÇİN
Güller kızarmayacak, çiçekler açmayacak,
Bülbül kafeste suskun kuşlarsa uçmayacak.
Sensiz yüksek dağlardan göz yaşını almayıp
Irmaklar bundan böyle gülerek akmayacak,
Ne baharda böceği, ne dallarda kuşları,
Dinlemeyecek gönlüm, gözlerim bakmayacak.
Savaş çocuklarında bulamazsam gülüşü,
Huzur göğsüme gelip karanfil takmayacak!..
“Bu Yüreğin Ülkesinde”den
Gül üşür Afgan dağında,
Ağlıyor mor menekşeler.
Çocuklar sevgi çağında,
Korkunun yükünü çeker.
“Sevgi Donanması”ndan
BİR ÇOCUK
…
Bir çocuk sorar;
-İvan amca, Moşe amca, Sam amca,
Niye dünyamıza girersiniz davetsiz,
Sizin de ülkenizde yok mu çocuklar?
Bırakın hayatımızı biraz da bize,
Biz çıkaralım onu yeniden temize…
Dalga dalga kuşatırken korkular,
Gerilir bir yay gibi fırlar üstümüze,
Korkuların bittiği yerdeki hayatı sorar!…
“Deryadil”den
DİYALOG
Kuş gösterdi kanadını;
-Ben uçarım dere tepe!.
Çocuk açtı yüreğini;
-Atım budur her hedefe!..
Su derede şırıl şırıl;
-Büyümeğe koşuyorum.
Çocuk uzattı elini;
-Ben de ona taşıyorum!
Çiçek bukle bukle güldü;
-Benim cilvem yüzümdedir.
Çocuk tuttu kirpiğini;
-Benim tadım gözümdedir!..
Güneş yağmurlu bir günde;
-Bu yedi renk kumaşımdır!
Çocuk döndü gölgesine;
-Aydınlanmak savaşımdır!
Kuş, çiçek, su ve de güneş,
Bir tatlı koro kurdular.
Çocuk geçti başlarına,
Beni bana duyurdular!..
“Bir sır Gibi”den
Bir çocuğun başını okşamaktan, ona tebessüm etmekten, mümkünse ona “Seni seviyorum” demekten daha mutlu edici bir hediye olabilir mi? Sanmıyorum!
Ne var ki, günümüz insanı için sevmek çok pahalı bir hizmettir. Müşterisi yoktur. Üreteni yoktur. Satanı yoktur. Satın alanı da yoktur. Herkes istiyor ki, o kendiliğinden gelip kapısını çalsın. Hiç kimse onun tohumunu yüreğine ekip, duygularında yetiştirerek, bir inanç disiplini, hatta bir iman haline dönüştürmek istemiyor.
“Sevdiğini Allah için seven, nefret ettiğine de Allah için nefret eden”, insan bir ulvi ışığın peşindedir. O, sevgisiyle büyür, yücelir, peşinden gidilen kişi olur. Onun sevgisi nefretini de perdeler.Ama, hani, nerede bu insan?
“İnsan sevdikçe yaşar” derler, doğru. Yaşamanın direncini sağlayan sevgiden başka nedir ki? Sevmek fedakârlık ister. Nefsinden fedakârlık, enaniyetinden fedakârlık, hesaplarından fedakârlık.
Ben sevginin annesi olarak “merhamet”i görürüm. “Rahmet”in hayatımızda şekillenen rengi. Buna ne kadar yakınız? Bundan ne kadar besleniyoruz? Bu sorulara cevap bulabildiğimiz gün, sevgi bir ideal olmaktan çıkar, hayatın realitesi haline gelir. Bugün buna ihtiyacımız var.
Bakın, yukarıya bir şiirimi aldım. Bu şiirin yazılış hikâyesi bizim sevgiyle irtibatımızı göstermesi bakımından önemlidir:
Öğle namazını, bir semt camiinde kıldım. Namazdan çıktıktan birkaç dakika sonra, cami kapısında iki yaşlı adam sille tokat birbirlerine girdiler. Görünce şaşırdım. Olduğum yerde donup kaldım. Bu iki adam, birkaç dakika önce aynı safta yan yana durmuşlar. “Sıratı müstakim”de olmayı dilemişlerdi. Bunlar din kardeşiydiler. Bunlar aynı inanç şemsiyesinin altında kendilerine verilen nimetlerin şükrü için bir araya gelmişlerdi… Namazdan hemen sonra, daha o ruhaniyetin harmanisi altında iken niye burada; cami önünde kavga ediyor, birbirlerine de hiç de hoş olmayan sözler söylüyorlardı? Ayırdılar, merak edip onları tanıyanlara sordum: Birisi, caminin önünde bir şeyler satan adama müdahale etmiş; “Cami önü ticarethane değildir, buraları bu şekilde kirletmeyin”, demiş. İyi hoş, cami ve çevresini ticaretçilerin işgalinden kurtarmak için bir temennidir bu. Öbürü de; “Bırak satsın, üç-beş kuruş kazanıp nafakasını almasın mı?” diye karşılık vermiş. Onun niyeti de kötü değil. Bir insanın geçimine buradan sağlanacak katkıya hoşgörü ile yaklaşıyor. İkisinin de gerekçeleri haklı görülebilir, ama bu, kavgaya götürecek kadar bizi birbirimize böylesine yabancılaştırmalı mıydı?.. Camiye gir, Yüce Yaratıcıya; “Senin rızana uygun bir kul olabilmek için kapına geldim, beni affet, beni bağışla, bana merhamet et”, de. Dışarı çık, O’nun razı olamayacağı bir tavrı yanındaki din kardeşine sergile… Belki de ikisi de doğru yaptıklarına inanıyorlardı, ama ortaya çıkan manzara ürkütücüydü… Durumumuza üzüldüm. O sırada gözlerimde beliren damlaları tutamadım. Eve gelip yazımın başına koyduğum bu şiiri yazdım.
Bugün, bütün insanlığın en büyük problemi bu! Torunumdaki sevgi açlığı da bunu işaret ediyor, yetişkinlerin sevgisizlikten beslenen kavgası da. Toplum maneviyatı erozyona uğradığı için insanlar hesabî oldular. Düşünce ve davranışlarında hasbî olamıyorlar…
Peki, sevginin olmadığı yerde güven olur mu? Sevginin olmadığı yerde iman olur mu? Sevginin olmadığı yerde insan olur mu? Bence cevap aramamız gereken en önemli sorular bunlardır…
Bu yazıyı, “Sevgi”yi bir hayat biçimi olarak düşünmemiz gerektiğini anlatan bir rubaimle bitirmek istiyorum:
SEVGİN ESERİN YOKSA
Bir gün gelecek, ağlayanın kalmayacak,
Sevgin, eserin yoksa adın olmayacak.
Kul, cenneti burdan kazanıp gitmektedir,
Bilmen gerekir; orda hazır bulmayacak!..
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
muhsinilyas@gmail.com