SERTARÎK MESNEVÎHÂN ŞEFİK CAN DEDE

A+
A-

AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL

 

SERTARÎK MESNEVÎHÂN ŞEFİK CAN DEDE

H. Nur ARTIRAN

(Şefik Can Uluslararası Mevlânâ Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı

Günümüzde Hz. Mevlânâ ve Mesnevî denildiği zaman ilk akla gelen isimlerden biridir Şefik Can. Hazreti Mevlânâ’dan günümüze uzanan, Mesnevîhânlık zincirinin en son halkasıdır.

Tüm yaşamı boyunca mütevazı hanesinin bir köşesinde, gösterişten uzak, sessiz, sâkin bir şekilde  yaşayarak, Mehmet Akif’in”Sessiz yaşadım kim nereden bilecektir” mısraıyla kendini tanımlamıştır. Hem, mânevî özelliği, hem yüksek ahlâk güzelliğiyle, ilim, aşk ve muhabbeti,  diğer hâl ve tavırlarıyla, her zaman Hz.Mevlânâ’nın örnek şahsiyetini hayatında en güzel bir şekilde  yansıtan, Şefik Can’ın  annesi; Ardahan’ın Carısğev kasabasından Yusuf Ağanın  kızı “Gülşen Hanımdır”

Devrinin son derece varlıklı, kültürlü, saygın bir insanı olan Yusuf Ağa’nın, Gülşen Hanım’dan başka üç de oğlu vardır. Ahmet, Muhammed ve Mustafa isimlerindeki bu gençler, halkın büyük bir bölümünün okuma yazma bilmediği 1800’lü yıllarda, Moskova Petersburg Üniversitesi’nde yüksek eğitim görmüştür. Halk tarafından çok sevilen, yardımseverliği, dürüstlüğü, fazîletiyle tanınan Yusuf Ağa, Birinci Dünya Savaşı’nda, Rusların bölgeyi işgal etmesi üzerine, çok iyi derecede Rusça bilmesi ve halk üzerindeki saygın otoritesi nedeniyle, yaşadıkları kasabaya Nâhiye Müdürü olarak atanmıştır.

Ardahan’ın Nakala köyü eşrâfından olup, dönemin çok önemli ilim ve eğitim merkezlerinden Erzurum’un Pervizoğlu Medresesi’nde müderrislik yapan, büyük âlimlerden Hacı Hilmi Efendi’nin oğlu, “Tevfik Efendi” Şefik Can’ın babasıdır. Küçük yaşlarda babasından aldığı mâddî mânevî, eğitimin yanı sıra, yaşadığı dönemin en iyi medrese ve okullarında da okuyan Tevfik Efendi; Erzurum’daki bir Kız Rüşdiyesi’nde uzun yıllar tarih öğretmenliği yapmış, daha sonraları kendi isteğiyle hayatını Müftü olarak idâme ettirmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin Erzurum’da yapmış oldukları katliamın vahâmetinden kaçarak Sivas’ın Yıldızeli kasabasına yerleşen Tevfik Efendi, savaş yıllarında bölgedeki birlik ve beraberliği koruma, din adına yapılan yanlış uygulamalara karşı, câhil halkı eğitme maksadıyla yoğun çaba harcamış, kişisel gayretleriyle ülkemizin barış ve huzûruna, ilmi ve irfânıyla katkıda bulunmuştur. Millet olarak çok zor günler geçirdiğimiz Kurtuluş Savaşı günlerinde, aydın bir din adamı olarak yapmış olduğu hayırlı hizmetleri, Mustafa Kemal Atatürk tarafından da takdîr edilerek, daha sonraları kendilerine  “Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal”  imzâlı özel bir teşekkür mektubu gönderilmiştir.

Böylesine geniş, köklü, mâddî, mânevî, ilim, irfân sahibi, aydın bir âilenin, çok güzîde bir ferdi olan Şefik Can; 11209 yılında Erzurum’un Tebricik köyünde dünyaya geldi. (Resmî kayıtlarda 1910 olarak görünmektedir.) Çok küçük yaşlarda, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaş’ımızın getirmiş olduğu sıkıntı, acı ve ıstırâpları çok derinden yaşadı. Aynı yıllarda küçük bir çocukken annesi Gülşen Hanım’ı da kaybetti. Babasının tüm çaba ve gayretine rağmen, dinmek bilmeyen anne hasretiyle büyüdü.

1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’nı, tüm dehşetiyle yakından yaşayan Şefik Can, boşalan tüfek fişeklerinin mukavva kutusundan, kendisine okul çantası yaparak 1916 yılında, Sivas’ın Yıldızeli ilçesinde ilkokula başladı. Osmanlının son dönemlerinde, “Padişahım çok yaşa” diye başladığı ilkokulu,  1922 yılında “Kemal Paşa çok yaşa” coşkusuyla bitirdi. Büyük bir imparatorluğun hazîn çöküşünü, köklü bir kültürün yok oluşunu, yeni kurulan Cumhuriyetimizin, doğum sancılarını birebir yaşayarak, yakın tarihimizin çok önemli bir tanığı oldu.  İlkokulu bitirdikten sonra babasının arzusu üzerine, askerî okul imtihânlarına girdi.Bu imtihânı başarıyla kazanarak 1923-24 öğretim yılında Tokat Askerî Ortaokulu’na başladı.

Kurtuluş Savaşımız sırasında ülkemizin içersisinde bulunduğu  tüm yokluk ve sıkıntıların hadd safhada yaşandığı Tokat’taki öğrencilik günlerinde, şiddetli kış soğuğundan korunabilmek için, dipçik darbeleriyle parçalanmış Yunan askerlerinin yırtık paltolarını giymek zorunda kalan Şefik Can, çok eski bir kiliseden okula dönüştürülen, elektriği, suyu olmayan bir okulda, fitilli gaz lambası ışığında ders yaparak, yatakhânedeki otlar üzerinde yatıp, yarı aç, yarı tok, büyük bir vatan aşkı, engin bir özveriyle Tokat Askerî Ortaokulu’na devam etti. O yıllarda, ülkemizin savunması, gücü ve selâmeti açısından, Kurtuluş Savaşı sırasında kaybettiğimiz, subay ve askerlerimizin yerini bir an evvel doldurmak ve ülke savunmasını en kısa zamanda güçlendirmek maksadıyla askerî ortaokullar iki yıla indirilerek, öğrenciler hemen liseye alındı. Böylece iki yılda Tokat Askerî Ortaokulu’nu bitiren Şefik Can, 1926-1927 öğretim yılında İstanbul Kuleli Askerî Lisesi’ne başladı.1

Tokat’taki ortaokulun aksine, savaş yıllarının getirdiği yoksulluktan fazla etkilenmeyen, Kuleli Askerî Lisesi’ni 1929’da, Harp Okulu’nu da, 1931 yılında bitirdi. Şefik Can, hâtıralarında  “1927-1931 senelerini içine alan 4 yıllık okul hayatım diyebilirim ki, 96 yıllık ömrümün en duygulu senelerini ihtivâ etmektedir” demiştir. Yaşamındaki bu en güzel yıllarda kendisine eşlik eden çok yakın okul arkadaşları ise, Genel Kurmay Başkanlığı yaparak, ülkemizde bir döneme damgasını vuran Faruk Gürler, Semih Sancar ve Orgeneral Hasan Polatkan’la birlikte Atatürk’ün en yakın okul arkadaşlarından Tatar İzzet Paşa’nın oğlu Tatar Nuri oldu. Bu çok değerli okul arkadaşlarıyla olan dostluğu, yaşamları boyunca en samîmî şekilde devam etti.

Beş yüz mezûn içerisinde on dokuzuncu olarak, Harp Okulu’nu bitiren Şefik Can, 1930’ lu yıllarda Harp Akademisi olan, İstanbul Yıldız Sarayı içerisindeki Levâzım Yüksek Okulu’nda görmüş olduğu bir yıllık eğitimden sonra, 1932 senesinde Haydarpaşa Askerî Veteriner Okulu’nda Ayniyat Muhasibi olarak göreve başladı. Dönemin popüler dergilerinden “Yeni Adam, Türk Sanatı, Bilgi Yurdu” gibi tanınmış kültür ve edebiyat dergilerine hikâye ve makaleler de yazan Şefik Can, 1934 yılında Yeni Adam dergisinin açmış olduğu hikâye yarışmasına “Deli İsa” adlı hikâye ile katılarak bu yarışmada ödül aldı. Edebiyat, Tarih, öğrenme ve öğretmeye karşı aşırı ilgisi nedeniyle, aynı yıllarda, İstanbul Üniversitesi Edebiyat ve Tarih bölümüne devam etti. Kumandanlarından izin almadan üniversitenin iki ayrı bölüme birden  devam etmesi, askerî yetkililerce uygun bulunmadı. İstanbul’dan alınarak, Kırklareli’nin Vize kazasına Ambar Müdür Yardımcısı olarak tayin edildi.

Çocukluk günlerinin geçtiği, Sivas’ın Yıldızeli kasabasının, diğer bir ismi de Yenihan olması nedeniyle, ilkokuldan beri Mehmet Şefik Yenihan ismiyle çağrılan Şefik Can, 1934 yılında soyadı kanûnunun çıkmasıyla,  babası dâhil tüm âilesi “Balcı” soy ismini alırken, hayatı boyunca çok önemseyip değer verdiği babasının, çocukluğundan beri kendisine, Erzurum’da yöresel bir çağırma şekli olan “Can” sözcüğüyle hitâb etmesi dolayısıyla, babasına saygı nişânesi olarak, tüm âilesinden farklı bir şekilde sadece kendisi “Can” soy ismini aldı.

Aynı yıllarda İstanbul’dan ve üniversiteden uzaklaştırılarak Vize’ye gönderilmiş olması onun  edebiyata ve öğretmenliğe karşı duyduğu sonsuz iştiyâkını engelleyemedi. Genç bir teğmen olarak görev yaptığı Vize’de bir çok kez yapmış olduğu öğretmenlik başvurusu; Alay kumandanı İshak Avni Paşan tarafından“ Bu vatana öğretmen çok bulunur, fakat ben senin gibi asker bulamam” diyerek bu dileği her defasında geri çevrildi. Son çare olarak büyük bir hüzünle bir mektup yazıp çok değer verdiği Alay Kumandanına iletti. Satırlara yansıyan öğretmenlik aşkı, bu konudaki içtenliği, samimiyeti, İshak Avni Paşayı çok etkiledi. Uzun bir mücadeleden sonra nihayet öğretmenlik arzusu kabul edilerek, Milli Savunma Bakanlığı’nın da izniyle,  İstanbul Üniversitesi’nde imtihan verip, Öğretmenlik belgesi aldı.1935 senesinde Kuleli Askerî Lise’sinde Tâhirü’l Mevlevî’nin (Tâhir Olgun) yanında stajını tamamlayarak öğretmenliğe başladı.

1937 yılında, Tanzîmât edebiyatının meşhûr gazeteci, siyasetçi, şâir ve yazarı, Namık Kemal’in, Maltepe Askerî Lisesi’nde öğretmen olan oğlu, Ali Ekrem Bolayır’ın vefâtı üzerine, Kuleli Lisesi’yle birlikte, Maltepe Askerî Lisesi’nde de edebiyat öğretmenliği yapmaya devam etti.

1941 yılında, tanınmış Osmanlı paşalarından Kadri Raşit Paşa’nın yeğeni ve Abdülhamit Hân’ın eczâcısı Miralay Mehmet Refik Pasinler’in kızı Müşfika Pasinler Hanımefendi’yle evlendi. Bu evliliğinden 1942 yılında Mine, 1946 yılında Gülşen adında iki kız çocuğu dünyaya geldi.

İkinci Cihân Savaşı nedeniyle 1941 yılı içerisinde, Kuleli Askerî Lisesi Konya’ya, Maltepe Askerî Lisesi de Akşehir’e taşındı. O yıllarda Şefik Can’ın gönülden bağlandığı, Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri, savaş yıllarında İstanbul’dan ayrılıp Konya’ya gitmek istemedi. Sivil öğretmen olması nedeniyle, Kuleli Askerî Lisesi’nden istifâ ederek, Dârüşşafaka Lisesi’ndeki görevine devam etti. Şefik Can, çok değer verdiği mürşidinden ayrılmak zorunda kalarak, önce Akşehir’e daha sonra da Kırıkkale Askerî Sanat Enstitüsü’ne öğretim müdürü olarak atandı. 1949 yılına kadar Kırıkkale’de kalan Şefik Can, 1950 yılında tekrar Kuleli Askerî Lisesi’nde “Edebiyat Öğretmeni” olarak göreve başladı. 1965 Yılında Konya Astsubay Okulu Öğretim Müdürlüğü’nden emekli oluncaya kadar, çeşitli Askerî okullarda, emekli olduktan sonra da sivil kolej ve liselerde Edebiyat ve Türkçe öğretmenliği yaptı. “Binlerce kez dünyaya gelsem her defasında gene öğretmen olmak isterdim” diyen Şefik Can, son nefesine kadar tüm yaşamını ilme, eğitim ve öğretime adadı. Çok iyi derecede bildiği Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca’nın yanı sıra öğretmensiz bir şekilde kendi kendine öğrendiği Rusça’ya bir de gramer yazdı. Bu eser henüz yayınlanmadı. Çocukluğundan beri tüm yaşamını mânevî değerlere göre şekillendiren Şefik Can, özellikle Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri’nden aldığı feyz ve muhabbetle, Hz. Mevlânâ ve öğretisine karşı çok büyük bir hayrânlık duyarak Allah’ın lûtfettiği bereketli ömrünü Hz. Mevlânâ ve onun eserlerine adayarak geçirdi. Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri’nden almış olduğu “Mesnevî-hânlık” icâzetiyle 1960 yıllarında başlamış olduğu Mesnevî derslerine son nefesine kadar devam etti. Hz. Mevlânâ ve eserleri üzerine yapmış olduğu çalışmalarından dolayı 2001 yılında yüksek hizmet ödülü aldı.

Yayımlanmış eserleri şunlardır: 

  1. Mevlânâ ve Eflâtun; Konya İleri Matbaası, 1965

İkinci basım,  Gelenek Yayınları, 2004

  1. Klâsik Yunan Mitolojisi; İnkılâp Yayınevi, 1970
  2. Mevlânâ Rubâîler; Kültür Bakanlığı, 199I
  3. Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri; Ötüken Yayınevi, 1995
  4. Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi; Ötüken Yayınları, 1997
  5. Dîvân-ı Kebîr Seçmeler; Ötüken Yayınları,1999
  6. Tâhir’ül Mevlevî’nin vefâtı dolayısı ile şerh edemediği Mesnevî’nin 5 ve 6.ciltlerinin şerhi; Şâmil Yayınevi, 2000
  7. Cevâhir-i Mesneviyye; Ötüken Yayınevi, 200I
  8. Güldeste– Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.’lerinin Hz. Mevlânâ’dan seçtiği 50 şiir asılları ile birlikte; Konya Büyükşehir Belediyesi Yayınları, 200I
  9. Mesnevî Hikâyeleri; Ötüken Yayınevi, 2003
  10. Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri; İngilizce Çevirisi, Işık Yayınları, 2004
  11. Okullar için Mesnevîden Seçmeler; Ötüken Yayınevi, 2005
  12. Hz. Mevlânâ’nın Rubâîlerinden Seçmeler; Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Md., 2006

Tüm yaşamını ilme eğitim ve öğretime adayan Şefik Can, Tâhirü’l Mevlevî, Midhat Bahari, Ahmet Avnî Konuk, İsmail Hâmi Danişment, İbn-ül Emin Mahmut Kemal ve Seniha Bedri Göknil gibi çok değerli zevâtın devlethânelerinde yapılan, dönemin çok değerli ilim, edebiyat, sanât ve tasavvuf büyüklerinin katıldığı sohbet günlerinin her zaman beklenilen, seçkin bir konuğu oldu. Çok geniş ufku, entelektüel kişiliğiyle, tüm mâddî mânevî değerlerimize, düşünceye, sanâta, sanatçıya, edebiyat ve tarihimize vermiş olduğu yüksek değerle, geniş bir dost yelpazesi içinde, hayatı her yönüyle hissederek yaşayan Şefik Can, 11200’lü yılların tümüne, ilim ve irfânıyla tanıklık etti. Hz. Mevlânâ ve Mesnevî sevdâsıyla, eğitim ve öğretime adanmış, doksan altı yıllık hayırlı ömrü içerisinde görüştüğü, dostluk kurduğu tarihe mâl olmuş çok değerli şahsiyetlerden bazıları şunlardır:

1919 yılında Sivas Kongresi dolayısıyla Sivas’a gelen Mustafa Kemal Atatürk’ü, İlk Okul üçüncü sınıf öğrencisiyken, öğretmen ve arkadaşlarıyla karşılamaya giderek, farkında bile olmadan yakın tarihimize tanıklık ederken, daha sonraları Harb okulu öğrencisi ve mezun olduktan sonrada genç bir teymen  olarak Mustafa Kemal  Atatürk’le üç kez  yakından görüştü.  Mısır’dan döndükten sonra uzun bir hastalık dönemi geçiren, İstiklâl Şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy’u, hastanede ziyâret ederek tanışan Şefik Can; zaman içerisinde çeşitli vesilelerle, Kâzım Karabekir Paşa, Mareşal Fevzi Çakmak Paşa, yukarıda arz edildiği üzere Cumhurbaşkanlığı yapan Semih Sancar ve Faruk Gürler Paşa, Orgeneral Hasan Polatkan, Atatürk’ün çok yakın okul arkadaşlarından Çanakkaleli Tatar İzzet Paşa, Hâlide Edip Adıvar, Rabindranath Tagor, Orhan Seyfi Orhon, Raif Nejdet, Muhiddin Râif, Cemil Senâ, Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Muhsin Ertuğrul, Hüseyin Siyret, Ferit Kam,  Rıza Tevfik, Ali Nihat Tarlan, Fuad Köprülü, Hasan Ali Yücel, İbrahim Alaaddin Gövsa, Feridun Nafiz Uzluk, Süheyl Ünver, Tahsin Yazıcı, Abdulkadir Akçiçek, Ömer Rıza Doğrul, Mehmet Zeki Pakalın, Elmalı Hamdi Yazır, Hattad Hamid Aytaç,  Abdülbâki Gölpınarlı, H.Hilmi Işık, Ali Ulvi Kurucu, Yusuf Ziya Ortaç, Şükûfe Nihal,  Semîha Ayverdi, Seniha Bedri Göknil, Ayten Lermioğlu, Annemariye Schimmel, Suudul Mevlevî,  Neyzen Tevfik, Ahmet Kabaklı, Eşref Edip, Peyami Safa, Hacı Sami Ramazanoğlu, Adıyamanlı Raşit Efendi, Şemseddin Yeşil, Lâdikli Ahmet Ağa, Necmeddin Efendi, Muzaffer Ozak Efendi, Remzi Dede, Süleyman Hayati Dede, Yaman Dede, Selman Tüzün Dede, Hakkı Dede, Münir Çelebi, Esedullah Keymen Çelebi, Celâleddin Çelebi, Şemsi Ergüneş, Osman Senai, Ziya Şoşot, Mahmut Sadettin Bilginer, Ahmet Tâhir Efendi, Mustafa Efendi. Selâhaddin Efendi, Muhiddin Efendi.

Görüldüğü üzere, bizlerin, isimlerini ancak kitaplardan okuyup öğrenebileceği zamanın sosyal ve kültürel kimliğini oluşturan kâmil, edib, şair, sanatçı, asker ve devlet büyükleriyle birlikte olan Şefik Can son yüzyılımızın yakın bir takipçisi olmuştur. Ülkemizin tarihi kimliği ve dokusunda ki çok hızlı değişimi, büyük bir imparatorluğun hazîn çöküşünü, köklü bir kültürün yok oluşunu, cumhuriyetimizin sancılı doğuşunu, çok derinden hissederek yaşamıştır. Hakk ve hakikat yolunda hizmetle geçen yorgun günleri, ehli tarafından araştırılıp incelenmiş olsaydı, yaşadığı her yıl için,  ayrı bir kitap yazılabilir, zamana gömülmüş nice mâddî, mânevî, millî değerlerimizin, farklı yönleri gün yüzüne çıkarılarak, gönlümüzde çeşitli ufuklar açabilirdi. Bendeniz ehil olmamakla birlikte bazı hâtıralarını derlemek için gayret gösterdim. İnşallah zaman içerisinde onları da sizlerle paylaşmak nasip olur.

Edebî Kişiliği:

Şefik Can’ın yüreğinden taşan ilâhî sevgi; insanlara hizmet ve muhabbet şeklinde ortaya çıkmıştır. Kendi hayat tecrübesi, içinde bulunduğu çağın sosyal ve kültürel şartları, onu insanların en âcil ihtiyacı olarak gördüğü Hz. Mevlânâ’nın eserlerine yöneltmiştir. Hazırlamış olduğu eserlerini gönlündeki ilâhî aşk ile harmanlayarak, ifâdenin en berrak, en basit, en sanatsal bir şekliyle, herkesin anlayabileceği ölçüde, edebî bir üslup içinde hazırlamıştır. Çalışmalarında hassas bir mizaç, köklü bir kültür, sağlam bir dil, çok derin edebiyat ve tarih bilgisi, ince dikkat, kuvvetli sezgiyle geniş bir tasavvuf anlayışı, aşk derecesine ulaşan dîvân edebiyatı hâkimiyeti hemen göze çarpmaktadır. Bir ömür vererek hazırladığı eserlerini  önemsemek şöyle dursun, daha fazla hizmet edememenin hüznünü her zaman yaşamıştır.

Maddeden çok mânâya itibâr eden, şöhretten kaçan, gösterişsiz, mütevâzı, eserlerinin basılıp yayılmasından ziyâde, sadece mahdûd da olsa anlayışlı, gönül ehli bir zümre tarafından bilinip okunup değerlendirilmesini istemiştir. Onun yaşamındaki tek hırsı ve tutkusu sadece Hz. Mevlânâ olmuştur. Hem mânevî özelliği, hem yüksek ahlâk güzelliğiyle, ilim, takva,  aşk ve muhabbeti ve diğer hâl ve tavırlarıyla her zaman, Hz. Mevlânâ’nın örnek şahsiyetini hayatında en güzel bir şekilde yansıtarak, çevresine rehberlik etmiştir. Doğru bildiğini en doğru bir şekilde yaşama gayreti içinde olan Şefik Can’ın Hz. Mevlânâ’ya olan tutkusu, teslimiyet, sadakat, ve bağlılığı, güçlü bir îmân derecesine ulaşmıştır.

Hayatı, mâddî mânevî bir bütün olarak yaşayan Şefik Can’ın yaşamını birbirinden ayrı tutmak çok zor gibi görünse de, anlayabildiğim ve anlatabildiğim ölçüde, mânevî boyutunu arz etmek isterim.Hz. Mevlânâ aynasından yansıyan kemâli, insana ve düşünceye saygısı, engin hoşgörüsü,  Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği sonsuz tevâzu ile tek gâyesi insana karşılıksız hizmet olan Şefik Can’ın bilindiği gibi ilk mürşidi Tâhirü’l Mevlevî olmakla birlikte, kendisini o günlere hazırlayıp yetiştiren rahmetli pederleri Müftü Tevfik Efendidir. Daha çocuk denecek yaşta babasının ilgi ve teşvikleriyle Hz. Mevlânâ, Şeyh Sâdi ve Hâfız’ın, beyitlerini ezberleyen Şefik Can, bir asra yakın ömründe hiç üzerinden etkisi silinmeyecek olan Tâhirü’l Mevlevî ismini de, ilk defa, Sebilürreşat Mecmusı’nda,  Tâhirü’l Mevlevî’ye ait şiirleri büyük bir ilgi ve heyecanla okuyan babasından duyarak etkilenip hayrân olmuştur. Yıllar sonra çok değer verdiği babasıyla mürşidini tanıştırdığı zaman, kendini dünyanın en bahtiyâr insanı olarak addetmiştir. Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri’nin Sebilürreşat Mecmuası’nda en son olarak yayınlanan “Hz. Peygamberin Gazve-i Bedir’de Münâcâtı” adlı şiirinden bir dörtlüğü de, teberrüken aşağıda sizlere arz  etmek isterim:

“Bu cünûd-i hamiyyeti ya Rab

 Eğer eyler isen esir-i taab

 Müslümanlık heder olur Rabbım

 Günü günden beter olur Rabbım”

Pek muhterem pederleri Müftü Tevfik Efendi, zamanın tanınmış mânevî büyüklerinden Şeyh Bedrettin Osman Efendi’ye bağlı olup İbn-i Fariz Hazretleri’nin eserlerini şerh edecek kadar derin ilmi olan, aydın bir din adamıdır. Konumuzla alâkalı olduğu için burada kısaca arz etmek isterim: Said Nursî Hazretleri yakın bir dostuyla Tevfik Efendi’yi ziyârete gelip evlerinde misâfir olarak kalır. Şefik Can’ın amcası Hattat Şükrü Efendi’nin el yazması olarak hazırlanan bu şerhleri büyük bir hayrânlıkla okuyup inceldikten sonra söz konusu eserin bir sayfasına, Müftü Tevfik Efendi ve şerh ettiği eserle ilgili bir sayfaya yakın övgü dolu sözler yazarak imzalar. Bu eser Şefik Can’ın arzusu üzerine son zamanlarda yakın bir dostuna hediye edilmiştir.

Böylesine ilim irfân sahibi mutasavvıf  bir babanın terbiyesiyle yetişen Şefik Can 1935 yılında devrinin en mümtaz ve ulu şahsiyetlerinden Tâhirü’l Mevlevî’ye intisâb ederek, onun âşıklar meclisinde  Mevlânâ ve Mesnevî sohbetiyle neşvelenip kemâl bulmuştur. Bu ulvî gönül birliği Tâhirü’l Mevlevî’nin 1951 yılında vuslatına kadar çok büyük bir sevgi, saygı, sadakat, günden güne artan bir muhabbetle devam etmiştir. Vefâ-kâr ve kadir şinâs mizâcıyla her zaman Tâhirü-l Mevlevî’yi rahmet, minnet ve şükran duygularıyla yâd eden Şefik Can: “Cenâb-ı Hakk’ın şu güzel lütfûna bakınız ki, mâddî, mânevî öğretmenlik belgemi de onun imzası ve mübârek eliyle aldım.” Diyerek son nefesine kadar mürşidine en derûni bir şekilde bağlı kalmıştır.

Şefik Can’ın Tâhirü-l Mevlevî ile menkıbeleşen tanışmaları, zaman içerisinde çeşitli basın organları tarafından defaâtle yayımlanmıştır. O nedenle bendeniz burada fazla değinmemekle birlikte şunu da arz etmeden geçemeyeceğim: Bilindiği üzere ilk defa 1929 senesinde Kuleli Askerî Lisesi öğrencisiyken, müellifi olduğu “Ğazâvât-ı Şehy Şâmil” adlı  kitabı istemek için büyük bir heyecanla Tâhirü’l Mevlevî’nin devlethânesine giden Şefik Can’ı kapıda karşılayan Tahirü-l Mevlevî: “Kitabı sana veremem! okumak istiyorsan gel yukarıdaki kütüphanede oku” diyerek onu evine dâvet etmiştir. Şefik Can ise evin içine girmeyi kabul etmeyerek, kitabı alıp geri dönmekte oldukça ısrârlı davranmıştır. Sonuç itibariyle, Şefik Can’ın  tüm iyi niyetli gayretlerine rağmen iknâ olmayan Tâhirü-l Mevlevî, istediği kitabı vermeyerek onu geri göndermiştir. O günlerde Şefik Can’ı çok müteessir eden bu durum, bendenize Yunus Emre’nin Hacı Bektaş-ı Veli’den buğday istemesini hatırlatır. Rivâyete göre; Yunus Emre buğday alıp gitmekte ısrâr ederken, Hacı Bektaş-ı Veli de “Boş ver buğdayı, ben sana himmet vereyim” demekte ısrârlı olmuştur. Elbette Tâhirü’l Mevlevî’nin “Kitabı alıp gitme, gel içerde oku” demekteki ısrârlı davranışı  sadece kitap bağımlılığından kaynaklanan, tesadüfî bir söz olarak düşünülemez. Bu sırlı dâvette bir hayır, hikmet, hakikat vardır. O nedenle ki, yıllar sonra irfân mektebi gibi olan o mübârek evde, bir kez daha yolları Hz. Mevlânâ ve Mesnevî muhabbetiyle birleşmiş, oğlum dediği Şefik Can’a hem gönül, hem devlethânesinde önemli bir yer vermiştir. Cenâb-ı Hakk’ın değişmez güzel takdîriyle iki ayrı bedende bir ruh gibi olan, bu iki Hakk dostunun 16 yıl süren birliktelikleri Şefik Can’ın doksan altı yıllık yaşamı içerisinde çok derin bir iz bırakmıştır. Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri’nden sonra, Mevlevî Şeyhi Mithat Bahari Hazretleri’ne mânevî bir intisâbı olmuşsa da, bu beraberlik mürşit,  mürit ilişkisinden ziyâde iki dost şeklinde geçmiştir.

Midhat Bahari Hazretleri’nin, Seniha Bedri Göknil Hanımefendi’nin villasında yaptığı cumartesi toplantılarına, dönemin çok değerli ve tanınmış tasavvufçuları, edebiyatçıları, şâirleri, mûsikişinasları, âlimleri, hattatları, hâfızları katılmıştır. Bu değerli âşıklar topluluğu içerisinde çok seçkin bir yeri olan Şefik Can, Dîvân-ı Kebîr’den bir gazel seçerek  günün sohbet konusunu kendisi belirlemiştir. Mithat Bahari Hazretleri de Farsça olan bu gazelleri tercüme ederek açıklamalarını yapmıştır. Gerek sohbet günlerinde, gerek diğer zamanlarda her zaman Mithat Bahari ve Seniha Bedri  Göknil Hanım’a  çok yakın olan Şefik Can, Mithat Bahari Hazretleri’nin arzusu üzerine vuslatından sonra cumartesi sohbetlerine  kendisi devam etmiştir. Seniha Bedri Göknil, Şefik Can’ın hazırladığı eski el yazması sohbet konusu bu olan gazelleri, yine Mithat Bahari Hazretleri’nin el yazması olan tercümeleriyle birleştirerek, evde yaptıkları amatör bir çalışmayla kitap şekline getirmiştir. Mânevî değeri çok yüksek olan bu kitabı daha sonraları, Şefik Can’a armağan etmiştir.

Şefik Can’ın şimdiye kadar hiç bilinmeyen bir intisâbı da devrinin tanınmış Melâmî mürşitlerinden Şemsi Ergüneş Efendi’ye olmuştur ki; bu intisâb Mithat Bahari Hazretleri’nden önceye dayanmaktadır. Rumelili Melâmî şeyhlerinden Saatçi Mustafa Efendi’nin oğlu olan Davut Aydın Aslan adındaki bir Korgeneralimiz vasıtasıyla Şemsi Ergüneş Efendi’yi tanıyan Şefik Can,  konuyla ilgili olarak hâtıralarında şöyle demektedir: “Çok yakın dostum olan bu generalin tavsiyesiyle Şemsi Ergüneş Efendi’yi ziyâret ettim ve çok etkilendim. Farsça biliyor. Arapça biliyor. Beş vakit namazında. Öyle nurlu bir zat ki; bana Tâhirü’l Mevlevî’yi hatırlattı. Çünkü bu zat gerçekten çok âlim, çok nurlu, çok mükemmel bir zattı. Bir kandil gecesini yanında geçirdim, sabaha kadar hiç kimse uyumadı. Aman Yâ Rabbi! İlahiler, zikirler, tespihler… Şeyhimin yokluğuyla zaten çok bunalmış bir vaziyetteydim. O gece kendisine intisâb ettim. O da bendenize itibâr eder; sohbet günlerinde hep yanında olmamı isterdi. Bir gün bendenize haber vermeden ziyâretime gelmiş. Evde olmadığımı görünce bir şiir yazmıştı. Geldim de bulamadım diye; çok da güzel şâirliği vardı. Bedrettin Simavi’in “Vâridât” adlı kitabını el yazmasıyla bendenize hediye etti.” Şemsi Ergüneş Efendi’yle ilgili detaylı bilgi olmasına rağmen, Şefik Can  bu konuyla alâkalı hiç konuşmadığı için bendeniz de bu kadarla yetiniyorum. Fakat şunu arz etmek isterim: babasının müftü oluşu, Yenikapı Mevlevîhânesi terbiyesiyle yetişmesi, şeriatsız hakikati yaşamak istemeyişi, Mahmut Sami Ramazanoğlu’na karşı göstermiş olduğu gönül yakınlığı, bilemiyorum belki daha farklı şeylerden dolayı, Şefik Can’ı  genellikle Nakşî tarikatına çok yakın biri olarak görmüşlerdir. Pek bilinmeyen yanıdır Melâmîlerle olan gönül dostluğu ve yakınlığı. Hayatı incelendiği zaman devrinin en tanınmış Melâmî mürşitleriyle çok yakın olduğu görülmektedir. Sadece bendenizin bildiği “Şemsi Ergüneş, Osman Senâi, Ziya Şoşot, Mahmut Sadettin Bilginer, Ahmet Tahir Efendi, Mustafa Efendi, Selâhaddin Efendi, Muhiddin Efendi, Turgut Baba… Bunların hepsi devrinin tanınmış Melâmî mürşitleridir ve Şefik Can’ın çok yakın dostlarıdır. Ahmet Tâhir Efendi ve halifesi Mustafa Efendi’yle Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri tanıştırmıştır. Tatil günlerinde Kuleli Askerî Lisesi yakınlarında bir araya gelerek nice ilmî ve tasavvufî konuları hep birlikte zevk etmişlerdir. Özellikle Mahmut Sadettin Bilginer, Şefik Can’a oldukça yakın biridir. “Allah ve İnsan” adlı eseri hazırlarken kendisinden çok faydalanmıştır. Bu dostluk vesîlesiyle, Şefik Can’ın kız kardeşiyle de tanışıp, ona gönül veren, Mahmut Sadettin Bilginer, arzu ettiği evliliğin gerçekleşmemesi üzerine uzun süre sıkıntılı günler geçirmiştir. Sonuç olarak; Şefik Can’ın tüm yaşamı boyunca birlikte olduğu birçok Melâmî mürşitlerine karşılık, bir tek Nakşî şeyhlerinden Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri’ne karşı derin bir gönül yakınlığı olmuştur. Ve her zaman sonsuz bir sevgi ve saygıyla bahsetmiştir. Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri de Şefik Can’a çok büyük bir alâka ve sevgi göstermiştir. Medine’ye gittikten sonrada sık sık kendilerini aramış, oradan mektup ve kart yollayarak her zaman Şefik Can’a karşı gönül yakınlığını muhâfaza etmiştir. Hatta bazı sağlık sorunlarından dolayı mektup yazamadıkları dönemlerde, torunu Mahmut Sami Kirazoğlu dedesi adına mektup yazmıştır. Kendileri de mektubun sonuna sadece isimlerini yazıp, imzâsını atarak, bir imzâyla da olsa mânevî varlığını hissettirmiştir. Hazretin damadı Ömer Kirazoğlu da, Medine’den çok sayıda mektup ve kart göndermiştir. Esad Erbili Hazretleri’ne ait olup, vuslatından sonra da Mahmut Sami Ramazanoğlu’na intikal eden, üzerinde Mahmut yazılı mânevî değeri çok yüksek olan bir tablo daha sonraları Şefik Can’a armağan edilmiştir. Uzun yıllar büyük bir muhabbetle devam eden dostlukları Hazret’in vuslatına kadar büyük bir sevgi ve saygıyla devam etmiştir. Şefik Can bu gönül beraberliğini özetle şöyle anlatmıştır: “ İlk defa çok sıkıntılı bir zamanımda, bir yakınım vesîlesiyle, Sirkeci’de çalıştıkları muhasebe bürosuna gittim. Kendileri kerâmet gösterip o günkü sıkıntılarımdan bahsedip bendenize tesellî verdiler. Hiç bahis etmediğim halde Mevlevî olduğumu fark ederek Hz. Mevlânâ’dan beyitler okudular. Bu ilk karşılaşmadan çok etkilenmiştim. Yanından ağlayarak ayrıldım. Zaman içerisinde çok yakın dost olduk. Devamlı Erenköy’de bulunan köşküne ziyâretine giderdim. Ayrıca dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan dervişlerinden gelen İngilizce olarak yazılmış mektuplarını tercüme ederek kendilerine iletiyordum. Yalnız olduğumuz bir gün hiç bilmiyormuş gibi hangi tarîkata bağlı olduğumu sordu. Bendeniz her zaman cebimde taşıdığım Mevlevî Evradımı çıkarıp kendisine uzattım. İçinde Es’ad Erbili Hazretleri’yle oğlu Ali Efendi’nin beraber oldukları bir fotoğraf da vardı. Sami Efendi o fotoğrafı görünce gözleri doldu, ağladı. Ayrıca Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri’yle bendenizin de, birlikte olduğu bir resim de bulunuyordu.  Evrâd-ı şerîf’e  ve resme uzun uzun baktı. “Bulunduğun yer çok güzel, sen yine orada kal; fakat sana teberrüken şu tesbîhâtı veriyorum onu da yap.” dedi. Bendeniz de çok büyük bir memnuniyetle kabul ettim.”  Söz konusu olan bu gönül muhabbeti, Şefik Can’ın Mithat Bahari Hazretleri’yle birlikte olduğu zamanlara denk gelmektedir. Şunu da tartışmasız kabul etmek lazım gelir ki, Şefik Can, Mahmut Sami Ramazanoğlu’na karşı çok büyük bir hayrânlık duymuştur. Tüm yaşamı boyunca gönlünde sevgi ve saygısını muhâfaza ederek yıllar önce teberrüken verilen tesbîhâta ömrünün sonuna kadar devam etmiştir.

Burada kısaca da olsa Şemsi Ergüneş Efendi’den de bahsetmek istiyorum. 1872 yılında Sofya’da dünyaya gelmiştir. Henüz gençlik yıllarında kendisinde derin bir tesir meydana getiren büyük mutasavvıf Muhammed Nur’u tanımış onun ilim meclislerine devam etmiştir. Daha sonrada Muhammed Nur Hazretleri’nin Usturumca Tekkesi’ne daha kendisi hayattayken yerine halîfe olarak tayin ettiği Hacı Faik Efendi’ye intisâb etmiş, Hazret’in 11204 yılında vefâtından sonra Muhammed Nur’un oğlu Hacı Şerif Efendi’den daha sonrada Muhammed Nur’un torunu Hacı Kemal Efendi’den ahz-ı feyz eyleyerek seyr-i sülûkunu tamamlamıştır. 1968 yılında 96 yaşında İstanbul’da vefât eden Şemsi Efendi, Edirnekapı Şehitliği’ne sırlanmıştır. Çoğu tercüme elli kadar eserinden sadece “Şemsî” adındaki dîvânı basılmıştır. Şefik Can tüm hayatı boyunca, gerek Mithat Bahari, gerek Şemsi Ergüneş Efendi’ye olan intisâbı üzerinde hiç durmamış sadece Tâhir’ül Mevlevî’ye olan intisâbını her zaman ön planda tutmuştur. Bu da herkes tarafından bilinen çok önemli bir gerçektir. Şefik Can  zaman zaman Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri ve Mesnevî derslerinden bahseder, eski günleri büyük bir özlemle yâd ederdi. Bendeniz büyük bir hayrânlıkla bu hâtıraları dinlerken, kendimi bir gün önceki Mesnevî dersinde hissederdim. Belki kendileri farkında değillerdi ama belâgat, tarz, üslup ve karakter olarak o kadar çok mürşitlerine benziyorlardı ki, görünen tümüyle Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri’ydi. O nedenle bendeniz hiçbir zaman hayrânı olduğum Tâhirü’l Mevlevî Hazretleri’ni görememenin, şerefli huzûrunda bulunamamanın eksikliğini yaşamadım.

1960’lı yıllarda Seniha Bedri Göknil Hanımefendi’nin villasında, Mesnevî derslerine başlayan Şefik Can, daha sonraları Münevver Ayaşlı Hanımefendi’nin yalısında, Nezahat Nurettin Ege Hanımefendi’nin yaptırdığı, eskiden “Güneş Koleji” şu anda “Işık Lisesi” olan Erenköy’deki bir özel okulun konferans salonunda, aynı vakfa ait olan Mustafa Nazmi Ersin Camii’nin kütüphânesinde ve Nezahat Nurettin Ege Hanımefendi’nin kendi oturduğu konağında, ayrıca, Hülya Tertemiz Hanımefendi’nin desteğiyle Maltepe Huzur Evi konferans salonunda, Hz. Mevlânâ ve Mesnevî’ye gönül veren Hakk âşıklarının devlethânelerinde, Üsküdar Benötesi Psikoloji Derneğinde, Edebiyat Vakfı desteğiyle Kızıltoprak’taki Yunus Evi’nde ve Kâzım Karabekir  Kültür Merkezi’nde  son günlerine kadar  Mesnevî derslerine devam etmiştir.

Şefik Can, Mesnevî dersleri verdiği bu yerler hakkında şöyle demiştir: “Seniha Bedri Göknil Hanımefendi Hakk’a yürüdü.  Münevver Ayaşlı yalısında hizmet eden hanım sandalye taşımaktan yoruldu. Güneş Koleji’nde burada din dersi yapılıyor diyen bazı kişiler rahatsız oldu.  Mustafa Nazmi Ersin Camii’nde, dinleyiciler kadın erkek karışık diyen cemâât, bu işi yanlış buldu. Huzur evinde yaşlıların huzûru kaçtı. Yunus Evi’nde restorasyon zamanı geldi. Üsküdar’daki Kültür Merkezi’nde yönetim değişti. Sonuç olarak hep birilerini rahatsız ettiğimiz için, bir şekilde yürütüldük. Fakat Kâzım Karabekir Kültür Merkezi’nden artık ben yürüyeceğim.” Gerçekten de çağımızın yetiştirdiği, çok değerli müstesnâ şahsiyetlerden biri olan Mesnevîhân Şefik Can Hakk’a yürümeden çok kısa bir zaman evvel, en son Mesnevî dersini Kâzım Karabekir Kültür Merkezi’nde vermiştir.

Tüm yaşamını, tahsîl ve ilim hayatı boyunca edindiği ilmi ve tecrübeyi insanların idrâk seviyelerine göre anlatmaya çalışarak geçiren Şefik Can Mesnevî sohbetlerinde bir taraftan konuyu en anlaşılır bir şekilde anlatırken, bir taraftan nükte saçan çeşitli beyitler söyler, bir taraftan öğretirken, bir taraftan da sevdiren, derinliklerinde nice inceliklerin gizli olduğu özlü bir sohbet sahibiydi.  Bütün söz, fiili ve hâlleri söyledikleriyle bütünleşen, buna ilâveten inanç, bilgi, duygu, tutum, davranış, duruş itibârîyle, tam doğru istikamette durmaya çalışan, hiçbir davranış ve sohbetinde batıl inanç ve hurâfeye yer bulunmayan, yuvarlak laflar ederek esas maksadı bir takım kelime oyunlarıyla gizlemeyen, insanlara doğru dürüst olmaktansa, Cenâb-ı Hakk’a karşı doğru ve dürüst olmaya çalışan ender şahsiyetlerden biriydi.

Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca ve Rusça dillerini çok iyi derecede bilen Şefik Can, çok güçlü bir edebiyatçı ve tarihçi kimliğiyle, dünya edebiyatını da farklı yönleriyle dikkatlice incelemiş, araştırmıştı. Harp Okulu’nu bitirdikten sonra; İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümü’ne devam ederken, ayrıca Tarih Bölümü’ne de devam ettiği çok az kişi tarafından bilinir. Zaten kendisi canlı bir tarih olan Şefik Can, edebiyat, tarih ve tasavvufî konulardaki hâkimiyeti kadar, felsefî konularda da çok derin bir bilgiye sahipti. Hâlen çeşitli üniversitelerin Arkeoloji bölümünde ders kitabı olarak okutulan “Yunan Mitolojisi” adlı eseri buna en güzel örnektir. Çok büyük özeliklerinden biri de; Dîvân edebiyatı ve şiire karşı ilâhî aşk derecesinde tutkun oluşudur. “Kültürün,  şiirin, dini, îmânı, mezhebi olmaz” der hiçbir düşünce ayrımı yapmadan, gönlünde nice akisler bırakan çeşitli kitapları dîvân ve şiirleri büyük bir heyecanla defalarca okurdu. Ömrünün son günlerinde bile yeni duyduğu bir beyti ezberlemek için gayret gösterirdi. Eskilerin deyimiyle “Mahfûzâtı” çok zengindi. Hâfızasında yüzlerce güzel kıta, beyit ve mısrâ vardı. Bunlarla sohbetini süsler; daha da anlaşılır bir hâle getirirdi. Çok dingin hâfızası, şekil mükemmelliği, söyleyiş yumuşaklığı, his ve hayâl inceliğiyle, tarihî ve edebî kültür zenginliği her zaman dikkat çekiciydi. Çok derin mâddî mânevî kültür birikimini, en asli görevi olarak kabul ettiği Mesnevî sohbetlerinde herkesle paylaşmaya çalışırdı.

Pîr çeşmesinden akıp gelen ilâhî sözler ışığında, tüm hayatını şekillendiren Şefik Can; Hz. Mevlânâ’yı dilindeki sözlerle değil, gönlündeki aşk ve muhabbeti ile yaşatarak sayılı nefeslerini bu uğurda tüketmiştir. Allah’ın tevfîki ile her mânâda doğru dürüst oluşu, görünen görünmeyen, mâddî mânevî her türlü insanî, dinî ve ahlâki düşünceye saygısı, duygu, hâl ve tavır hareketleri ile tam bir insanlık örneği olan, Şefik Can’ın yüksek şahsiyetlerini anlatmakta âciz kalan fakirin bu eksik ve yetersiz ifâdelerini hoş görmenizi niyâz ederiz. Hz. Pîr’imizin büyük bir teveccüh göstererek, daha bu fâni âlemde bile Kûbbe-i Hadrâ’sının gölgesi altına aldığı çok değerli Mesnevî Üstâdımızdan bizlere o kadar büyük bir insanlık mîrâsı kaldı ki, bunu ne zamana ne de kelimelere sığdırmak mümkün değil. Zaten bir zerrenin güneşi idrâk edip, gereği gibi sırlarını beyân etmesi düşünülemez. O nedenle sınırlı sayfalar içerisinde şimdilik bu kadarla iktifâ ediyorum.

Tutku şeklinde bağlı olduğu Dîvân-ı Kebîr’i hazırlarken önsözünde, çok büyük bir samîmiyet ve içtenlikle şöyle demiştir: “Ey tanıdığım ve tanımadığım sevgili okuyucularım! Bu şiirleri hissetmek, duymak saâdetine ererseniz, bu şiirleri seçerek tercüme eden Şefik Can’ı bu âciz kulu hayırla yâd etmenizi, hatalarını hoş görmenizi ve rûhuna Fâtiha okuma lûtfunda bulunmanızı niyâz ederim.  Hz. Mevlânâ’yı sevenlerin, ona gönül verenlerin en hakiri, en değersizi ŞEFİK CAN.”

Değerli Hakkı Süha Sezgin de;  Şefik Can’dan yansıyan bu hiçliği en güzel bir şekilde şöyle ifâde etmişlerdir: “Bazı değerler vardır yer altı ırmakları gibi sessiz akarlar, gözlere görünmezler. Bunlar toprağın üstündeki yeşilliğin, çiçeklerin, buğdayın hakikî besleyicisi oldukları hâlde ortaya çıkmazlar, bizden minnet alkış istemezler. Bu türlü değer artezyenlerine, rûh ve vicdân burgularıyla inilir. Onları görmek için insanda onlara benzeyen tarafların olması gerekir.”  Evet değerli dostlar;  bizler burada ne söylersek söyleyelim şu da bir gerçek ki; Şefik Can çok büyük bir samîmiyetle kendini Hz. Mevlânâ’yı sevenlerin, ona gönül verenlerin en hakiri, en değersizi olarak tanımlamıştır.  Sadece içten bir yakarışla arkasından Fâtiha okumasını niyâz etmiştir. O nedenle kendilerini bir kez daha çok büyük bir özlemle, sevgi, saygı, minnet ve rahmetle anarken, aziz rûhâniyyetlerine gökyüzünden yağmur gibi Fâtihalar yağmasını niyâz ediyorum.

“Son evrâdı şu idi: Lâ maksûde illâ hû
 Lâ meshûde illâ hû, lâ mevcûde illâ hû
Geldi bir ney söyledi şeb-i arûs’a tarih
Dost’a gitti “MESNEVÎHÂN MEVLEVÎ CANI HÛ”

Prof. Dr. Mustafa Kara, yukarıdaki çok değerli beyitleriyle Şefik Can’ın vuslatına tarih düşerken;   Kuleli Askerî Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliği yapan Haydar Ali Diriöz’de yıllarca birlikte nice güzellikleri paylaştıkları Şefik Can için aşağıda arz edilen tarihi düşmüştür.

“Kadimi  dostum mirim Şefik Can-ı  saadet-mend
Şakavet aleminden  alemi-  uhraya  gitmiştir

Muallim miralay  ceyş-i  uluma kendi  gönlüyle
Cemal-i  mutlakın  ayinine  îlaya  gitmiştir

Beraber  altı  yıl anınla  talim-i  edep  hoştu
Sanırsın  mekteb-i  hamuşiyi ihyaya  gitmiştir

Bu  dünyayı  denide eğlenip kalmak  ne  mümkündür
Bu  Mecnun-ı  vefa-pira koşup  Leylaya gitmiştir

Tutuşmuş  yanmış  altmış yıl nasıl bir aşktır  ya Rab
Bütün  sa’y  ü sebatı  rah-ı  Mevlanaya  gitmiştir

Demiş  tarihini  elbette  bir salih  çıkıp  Haydar
Şefik Can  bey  pişip Mevlanadan  Mevlaya  gitmiştir”  2005

İlâhiyat Fakültesi Dekanlarından, Prof. Dr. İsmail Yakıt da Şefik Can için aşağıda arz edilen tarihi düşmüştür.

Bir büyük zat daha yürüdü Hakk’a
Odur Mevlânâ muhibbi Şefik Can

Dilerim Celâleddin er- Rumi’nin
Ola cennette musâhibi Şefik Can

Atıp bir nida-yı “hayf” dedim tarih:
“Gitti şârih-i Mesnevi Şefik Can”

Şefik Can’ın yakın gönül dostu Fevzi Halıcı da aşağıdaki beyitleri Şefik Can’a armağan etmiştir.

“Ayrılıktan çok şükür âzâde Can,
Tertemiz ihlâsla sermest sâde Can
Bir niyaz gönlünde şakır çok şükür
Âlemde Nur’dan sunar bir bâde CAN”

Hz. Mevlânâ’nın pâk soyundan olup, Ulu Ârif Çelebi torunlarından, A.Salâhaddin Hidayetoğlu Çelebi de; 13-11-2003 tarihinde gönül sesini şöyle dile getirmiştir:

“Es-Selâm ey vâris-i mahbûb-i Rahmân es-Selâm
Es-Selâm ey nâşir-i envâr-ı Furkân es-Selâm

Üstâd-ı Ekrem Cânım Efendim’e
Hû Erenenler
Dâim Hakk’ı Görenler

Mesnev-i hân dost Şefik Cân Hak-eren
Cân efendim cân refikim cân- veren

Mesnevî’den solmaz ölmez gül- deren
Dest-i Pîr’den nûş ederek dem-süren

Hâk-i pây-i Mustafa’ya ser-veren
Nây-ı Pîr’den gûş ederek sır-veren

Nesl-i Pir’den cân SALÂHÎ cân- gören
Dem-be-dem âh Âsitâne yüz-süren

Âh efendim cân efendim nûr-ören
Cân refikim dost Şefik CÂN nûr veren”

(1) Her şeyin üstünde olan vatan ve millet bütünlüğümüzü korumaya çalışarak üzerinde yaşadığımız topraklarda özgürce dolaşabilmemiz için, ne acı ve sıkıntılar çekildiğini, 400 bin şehit kanıyla sulanan vatanımıza, geçmişte olduğu gibi, bugün de bizlerin sahip çıkmasının ne denli önemli olduğunu, birkaç satırla da olsa bir kez daha hatırlamak dileğiyle nâçizâne hazırlamaya çalıştığımız Şefik Can dedemizin biyografisini  tarihi gerçekler ışığında  arz etmeye çalıştık.