“Şems’in Gaybûbeti, Mevlânâ’nın Huzûru: Mesnevî ve Osmanlı Şerhlerine Göre Şems-i Tebrîzî”

A+
A-

“Şems’in Gaybûbeti, Mevlânâ’nın Huzûru: Mesnevî ve Osmanlı Şerhlerine Göre Şems-i Tebrîzî”

ŞEMS – Güneşle Aydınlananlar Sempozyumu

Dr. Semih Ceyhan

İSAM Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi

Modern dönemde, Hz. Şems-Hz. Mevlâna ilişkisine bakışta, bazı yanlış ve anakronik (zamana aykırı) yorumlarla karşılaşılmaktadır. Yorumların kökeninde Mevlâna’nın, belli bir tasavvufî geleneğin mirasçısı ve bu gelenek içerisinde sülûk sürecine tâbi tutulduğu gerçeğinin görülmek istenmemesi ya da paranteze alınması tavrı vardır. Bu yorumlardan ilkine göre, Mevlâna’nın manevî dönüşümünde, temel ve yegâne faktör Şems-i Tebrîzî’dir. Bu yoruma en sarîh reddiye Sipehsâlâr Risâlesi’nde bulunabilir. Sipehsâlâr’a göre Mevlâna, üç sohbet (manevî ilişki) halkasında, ruhanî tekâmülünü gerçekleştirmiştir. Birinci halka, Bahâeddin Veled ve Seyyid Burhâneddin Muhakkik Tirmizî; ikincisi Şems-i Tebrizî; üçüncüsü Sadreddin Konevî’dir. İkinci yorumda ise; Şems-Mevlâna ilişkisinin, tarihsel açıdan tekâmül kaydettiği gözardı edilmekte ve ilişkiye kategorik yaklaşılmamaktadır. Bu yorum sadece Mevlâna’nın Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî’deki, Şems’e dair remizli ifâdelerine dayanmakta, özellikle Şems’in gaybûbetinden, uzun yıllar sonra zuhûr eden, Mesnevî’deki Şems portresinden sarf-ı nazar etmekte, ortaya muhayyel(hayal edilen) bir Şems tasavvuru koymaktadır. Dolayısıyla ŞemsMevlâna, münasebetinin gerek tarihsel açıdan, gerek sufi irfan açısından incelenmesi kaçınılmazdır.

İşte bu tebliğimizde, Şems’in ikinci gaybûbetinden, yaklaşık 12 yıl sonra yazılmaya başlanan, Mesnevî-i Şerîf’te Mevlâna’nın, Şems’ten nasıl bahsettiğine dair Osmanlı Mesnevî şârihlerinin açıklamalarını da gözönünde bulundurarak bir çerçeve oluşturmaya çalışacağız. Bu çalışmada Şem’î, Rüsûhî Dede, Sarı Abdullah, İsmail Hakkı Bursevî, Murâd-ı Nakşbendî, Abidin Paşa, Ahmet Avni Konuk, Kenan Rifâî, Abdülbaki Gölpınarlı şerhlerinden istifade edilmiştir. Bu şârihlerin çoğu, İbnü’l-Arabî mektebinde yetişmişler, Şems’e ve Mevlâna’ya İbnü’l-Arabî’nin irfan projeksiyonunu tutmuşlardır.

1. Bilindiği üzere, Şems’in Makâlât’ını neşreden ve Şems hakkında bir çalışma yayınlayan, İranlı araştırmacı Muhammed Ali Muvahhid, ŞemsMevlâna ilişkisinin, Mevlâna’nın eserlerine yansıyan şeklini nazar-ı itibara alarak, üç aşama kaydettiğini söyler. Bu aşamalar aynı zamanda Mevlâna’nın, Kübrevî usulü üzere babası Sultânu’l-ulemâ Bahâeddin Veled ve teknik anlamda yegâne mürşidi Seyyid Burhaneddin-i Tirmizî’den; Şems’in de, Ebû Bekr-i Sellebâf tarafından, irşad edilmesinden sonra, birbirlerini daha yüksek bir seviyede teslik ettikleri, sülûkun mertebeleri şeklinde anlaşılabilir.

1.1. Birinci aşama, Mevlâna ile Şems’in birbirlerini sınadıkları, birbirlerinin sırlarını idrak etmeye çalıştığı dönemdir. Yani Şems’in, gerçek dost arayışını tam anlamıyla tatmine erdirmesi, ilâhî hakikatlerin idrak edilebilmesi için, diğer şeyh ve dervişleri olduğu gibi Mevlâna’yı da, Hızır-Musa kıssasını hatırlatır biçimde –ki ilahi hakikatlerin zuhur etmesi için Musa Hızır’a muhtaç olduğu gibi, Hızır da Musa’ya muhtaçtırşeriat dışı bazı sorularla imtihan ettiği, manevî istidadını ve yüksek irfanını keşfedince, dostluğuna kabul ettiği ilk dönemdir. Şunun vurgulanması gerekir ki, Mithat Bahârî’ye göre, Şems-Mevlâna mülâkatına dair, ilk dönem Mevlevî literatüründe yer alan rivayetlerin bazısına, ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Özellikle Abdurrahman-ı Cami, Abdülkâdir el-Kureşî ve Devletşah’ın eserlerinde geçtiği gibi, Mevlâna’yı kitap okurken bulan Şems’in, kitapları havuza attırması ya da yaktırmasına ve onu kitapları mütalaa etmekten alıkoymasına dair menkıbe tasavvufî incelik taşımamaktadır. Mevlâna’nın, manevî mertebesini küçülteceği için gerçek dışıdır. Zira Şems, Mevlâna’nın donuk, cansız kitapla konuşan, canlı kitap arasındaki farkı bilen, bir kâmil olduğunu bilmeyecek bir veli değildir. Mevlâna da, Şems’in bu tür bir müdahalede bulunmasına imkân tanıyacak ve iki tür kitap arasındaki, derece üstünlüğünü idrak edemeyecek kadar müptedi salik değildir. Ahmed Avni Konuk ve Midhat Bahârî, Mevlâna’nın bu esnada kutbiyyet makamında bulunduğunu ifade eder. Şems’in, Konya’ya onu irşad için gelmediğini, aralarındaki ilişkinin klasik anlamda mürşid-derviş ilişkisi değil, zati tecelliye mazhariyetin söz konusu olduğu bir sohbet yani dostluk olduğunu belirtir. Şems’in Dımaşk’ta iken Mevlâna’da gördüğü irfan ve aşk nuruna hayran kaldığını, bunu geliştirmek ve Mevlâna’yı kendisine göstermek için, onun sohbet dostu olduğunu, bu sebeple Şems’in, Mevlâna ile karşılaştığında, ona yönelttiği soruların, mürşidin dervişini imtihanı şeklinde anlaşılmaması gerektiğini söylerler. Nitekim Hz. Pîr bunu sarâhaten buyururlar: “Hz. Şems benim hem pîrim, hem mürîdimdir. Hem derdim, hem ilâcımdır. Bu sözü açık söyledim ki, benim şemsim, benim hüdâmdır.” İsmail Hakkı Bursevî, Şems-Mevlana sohbetinin, üveysilerin ne ruhanî ne cismanî, fakat ilâhî olan, işrâkîlerin ise sadece ruhanî olan sohbetinden farklı olduğunu, İbn Arabî-Konevî sohbeti gibi ekseri ehl-i sülûkun yaptığı gibi cismanî sohbet olduğunu söyler. Şerhini Şems’in ruhaniyetinden istimdâd ile yazan Sarı Abdullah Efendi, bu sohbetin Tebriz’de yaşayan, zamanın gavsi Hâce Ali’nin emri ile gerçekleştiğini ileri sürer. O’na göre Mesnevî’de Hâce Ali’ye ima yollu pek çok defa işaret edilmiştir.

1.2. İlişkinin ikinci dönemi Mevlâna’nın, Şems’in sırrında fani olduğu aşamadır. Yani fenâ ya da sekr, mahv, cem’ ve gaybet hali. Bu hâlin neticesi ise fenâ ender fenâ hâlidir. Bunu Mevlâna, Şems’in öğretilerini güneşin ışıklarını, yeryüzünün yansıtması misâli Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî’de gazellerle dile getirmektedir. Bu dönemde Şems’in, Mevlâna’yı kemâlde daha yüksek seviyelere eriştirmek için Konya’dan ilk ayrılışına şahit olmaktayız. Eflâkî’ye göre Şems’in, melâmet tavrının gereği olarak, Mevlâna’yı bırakıp ilk gidişi, bir tür celâl O zamana kadar Mevlâna, Şems’te sadece cemâl tecellisini görmüş, Şems Konya’dan ayrılarak ona celâl tecellisini de göstermiştir. Bunu da Mevlâna’nın, kendisini tam anlamıyla müşahede etmesi için yapmıştır. “Mevlâna tamamıyla lütuftur, Şemseddin’de ise hem lütuf hem kahır sıfatı vardır” sözü de bunu teyit eder.

1.3. Üçüncü dönem ise, Şems’in gaybûbetinden –ki son dönem Mevlevî meşâyihi Hüseyin Fahreddin Dede, Mehmed Celâleddin Dede, Azmîzâde Ahmed Dede, Ahmed Remzi Dede (Akyürek), Veled Çelebi Efendi (İzbudak), Mithat Bahârî) ile Bay rami-Melâmîlerden Sarı Abdullah ve Gölpınarlı dışında, Mesnevî şârihleri Şems’in şehâdetine, değil gaybûbetine hükmederlersonra Mevlâna’nın beka ya da huzûr, sahv, fark haline kavuştuğu aşamadır. Bu aşamada Şems kendisine sorulduğunda, “Şems-i Tebrîzî sadece bahanedir, güzel ve latif olan biziz” şeklinde cevap vermişMesnevî’nin bu halin eseri olarak vücûd bulduğu söylenebilir. Nitekim Divan’a nazaran Mesnevî’de, Şems’e “doğrudan” atıflar nadirdir. Bununla birlikte Mesnevî’de, Şems’in hakikatine kaynaklık eden, tüm peygamberler ve bu hakikatten hissedar olan veliler, Şems’in sırrını yansıtması açısından söz konusu edilir. Mesnevî’nin konusunun, sülûk ve marifetu’n-nefs ve marifetullah olması da, bununla ilgilidir. Diğer bir ifadeyle Divan’da, Şems’in sırrı bir aşk ve vecd halinin eseri olarak, doğrudan ifade edilirken, Mesnevî’de bekâ ve fark halinin sonuçları açısından, tefrik edilerek dile getirilir. Dolayısıyla hakikat ve sır bir, hâle ve esere göre anlatılış biçimleri muhteliftir. Ancak şunun daima göz önünde bulundurulması gerekir ki, tasavvufta fenâ hâlini, bekâ hâli takip etmekle birlikte, bekâdan sonra da fenâ hâli sûfîye nüfûz edebilir. Fakat hüküm gâlibe göredir.

2. Muvahhid Ali’nin üç dönem taksimini, Şems sonrasıyla genişleterek, Mevlâna nutkunun üç dönem geçirdiğini ileri sürebiliriz: Şems ile geçirdiği dönem, Selâhaddîn-i Zerkûbî ile geçirdiği dönem, Hüsâmeddin Çelebi ile geçirdiği dönem. Gölpınarlı, Mevlâna’nın “gökten geldi yine göğe gitti” diyerek bazı şiirlerini yırtıp atmasını, Şems öncesi devre

2.1. Mevlâna, Şems ile geçirdiği dönemde, O’na duyduğu aşkın ateşinden tamamen yanmış, fenâ ender fenâ (fenâ hâlinin ilk farkına varma hâli) mertebesine erişmiş, bu mertebeyi ifade etmek üzere, Dîvân’ında asıl adı Muhammed b. Ali b. Melikdâd olan, Şemsüddîn-i Tebrîzî hakkında, “şemsü’l-hak ve’d-dîn, bahr-i rahmet, hurşîd-i lütf, hüsrev-i a‘zam, nûr-ı mutlak, âfitâb” gibi remizler kullanmıştır.

2.2. Annemarie Schimmel’e göre, Mevlâna’nın ilk halife Zerkûbî ile geçirdiği ikinci dönemdeki şiirleri ile Şems’le geçirdiği ilk dönem şiirleri arasında fark vardır. Şems sırrının Zerkûbî mazharından tecelli ettiği, ikinci dönemdeki şiirlerse Mevlâna’nın, bekâ hâlinin bir neticesidir. Şems’in gaybûbeti sonrası söylenen bu şiirlerde bir dinginlik, sessizliğe temâyül eden ve sükûta davet eden ibâreler görünmektedir. “Hâmûş” mahlasını kullanması, özellikle bu döneme aittir. Daha sonraki dönemlerde de, bu mahlasın kullanılması söz Nitekim Mevlâna’ya “Arif kimdir?” denildiğinde, “Arif, sen sustuğun halde, senin sırrından bahseden kimsedir. Bu da, Şeyh Selâhaddin’dir” demesi bununla ilgilidir.

2.3. Üçüncü dönem ise, Mevlâna’nın ikinci halife ve Mesnevî’nin kendisine hediye edildiği, Hüsâmeddin Çelebi ile geçirdiği dönemdir. Bu dönemde Mevlâna, kâmil bir mürşid olarak “bekâ ender bekâ” ya da tam huzûr merYani Hakk’ın isim ve fiilleriyle var olma, tüm ilahi hakikat ve sırları, eşyada tecellisi açısından idrak etme ve bu idraki pek çok hikâye ve mecazlar kullanarak ifade etme hâlidir. Bu ifadelendirme Hüsâmeddin Çelebi mazharı üzerindendir. Nitekim Mesnevî’ye “Hüsâmînâme” adı verilmiştir. Mesnevî’nin önsözündeki, “Hüsâmeddin’in öyle bir soyu vardır ki, Şems kaftanını onun üzerine atmıştır” cümlesindeki “Şems” tabirini Rüsûhî dede, Şems-i Tebrîzi ile yorumlar. Buna göre Hüsâmeddin, maneviyatta Şems tarafından irşâd edilmiştir. Nitekim Şems, “Mevlâna’dan aldığım feyz bana ve üç kişiye yani, Zerkûbî, Çelebi ve Sultan Veled’e yeter” diyerek, Çelebi’nin mürebbisi olduğunu açıklamıştır.

Sultan Veled, babasının Şems-i Tebrîzî’yi güneşe, Zerkûbî’yi aya, Hüsâmeddin Çelebi’yi yıldıza benzettiğini kaydeder. Mevlâna ise, Hakk’ın mutlak vahdet nurunu önce güneş mazharından, Şems’in gaybûbetinden sonra, güneşin nûrunu yansıtan Zerkûbî’deki ay mazharından, Zerkûbî’nin hicri 657’deki vefatından sonra ise, güneşin nurunu dolaylı, ayın nurunu doğrudan yansıtan Hüsâmeddin’deki, yıldız mazharından bi’l-cümle alan âlem mesabesindedir. İnsan-ı kâmili (mikrokozmos) sembolize eden âlemin, (makrokozmos) asıl ışık kaynağı ise, Şems yani güneş yani, hakikatler hakikatidir. Dolayısıyla her hâlükârda, Mevlâna’yı aydınlatan Şems’tir. Fark sadece mazharlardadır.

Bilindiği üzere Mesnevî, hicri 657 ya da 659 yılında yazılmaya başlanmıştır. Şems’in Konya’ya gelişi 642, gaybûbeti 645’tir. Mevlâna ile Konya’da sohbeti üç yıldır. Zerkûbî’nin vefatı 657 yani, Mesnevî’nin daha yazılmaya başlanmadığı dönemlerdir. Hüsâmeddin Çelebi bu esnada 35–36 yaşlarında bir genç, Mevlâna ise 53 yaşındadır. Dolayısıyla Mesnevî’nin, Şems’in gaybûbetinden yaklaşık 12 yıl sonra, yazılmaya başlandığı söylenebilir.

3. Peki bu uzun yıllardan sonra “bekâ ender bekâ” mertebesinde bir mürşid-i kâmil, bir ârif-i kâmil olarak Mevlâna, Mesnevî’de Şems’i nasıl tasavvur edip, Hüsâmeddin’e dile getirmiş ve şârihler bu tasavvuru nasıl izah etmişlerdir? Şunu ileri sürebiliriz ki, Mesnevi beyitleri ile Şems arasında, en fazla irtibat kuran şarihler, görebildiğimiz kadarıyla İsmail Hakkı Bursevî; Gölpınarlı ve Avni Konuk’tur. Bu irtibat, diğer şârihlerin de şerhleri dikkate alınırsa, daha çok Mesnevî’nin ilk cildinde, Şems’in Mevlâna tarafından, doğrudan zikredilmesi Diğer cilt şerhlerinde, Şems’e işaret nadirdir. Ancak “dilberlerin sırrı, başkalarının sözü içinde söylenmesi daha hoştur” (I, 136) beytinin şerhinde Avni Konuk’un vurguladığı üzere, Mesnevî’de sadece padişah-cariye, tacir-papağan, baykuşlar arasına düşen doğan kıssalarında değil –ki bu hikâyelerde padişah Mevlana, tabîb-i ilâhî Şems; tacir Mevlâna, kaybolan papağan Şems; doğan kuşu Şems, doğanın aralarına düştüğü baykuşlar gaybûbetine sebep olanlardırbelki tüm hikâyelerin zımnında Şems vakıasına işâret vardır. Bu işaretler şârihler tarafından nadiren izhar edilmiş, okuyucunun keşfine havale edilmiştir. Gölpınarlı’ya göre, Mevlâna’nın telmihen Şems’ten bahsettiği en uzun metin, II. Cilddeki 1669–1707. beyitleri arasındadır.

Mesnevî’de geçen “şems” sembolü, Hind şârihlerinden İmdâdullah’ın söylediği üzere, çeşitli anlamlara gelir: Şems’ten murâd, hakîkatü’l-hakâyık ya da Hakikat-i Muhammediyedir. Onun zımnında Şems-i Tebrîzî’ye nazar vardır. Mevlâna’nın kaidesine göre “şems” lafzı kinayeli bir şekilde bazen Hakikat-i Muhammedi’ye, bazen Hz. Peygamber, bazen aşk, bazen ma’şuk, bazen de başka bir şeye delâlet eder. Bunların birbirinden temyizi(ayırt etme) ise, ancak zevkan olur.

Şârihleri de nazar-ı itibara alırsak Mesnevî’de Şems, iki açıdan tasvir edilmiştir: 1. Şems’in sırrı; 2. Şems’in gaybûbeti.

3.1. Şems’in Sırrı: Şârihler içinde yalnızca Sarı Abdullah, ilk 18 beyitte Şems’in anlatıldığını Tarihsel bir bakış açısı sergileyen ve şerhini Şems’in ruhaniyetinden istimdâd(yardım dileme) ile kaleme alan Sarı Abdullah’a göre, ney ile kastedilen Şems’in sözleridir. Mevlâna’nın kalbine panzehir (tiryâk) olarak tesir edip, onu inciye dönüştürmüştür. Zamanın Konya’sı olan neyistandaki (kamışlık) zehirli akrep ve yılanlar ise, Şems’in muhalifleridir. Şems’in sözleri muhaliflere zehir olarak tesir etmiştir. Bu zehrin tesiriyle yılan ve akrep tabiatlı kimselerin, zehirleri açığa çıkmış ve Şems’in şehâdetine sebep olmuştur. Neyzen ise, Şems’in şeyhi Hâce Ali’dir. Neyzenin nefesi ile Şems, Mevlâna’ya rehber olmuştur.

Şem’î, Abdülmecid Sivâsî ve Bursevî ise, “Günler geçtiyse, geçip gitsin, korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal” beytinde Mevlâna’nın, Şems’e hitâben “âlemde hiçbir mürşit kalmasa bile, sen bütün âlemi irşâd edecek büyüklük ve azamete sahipsin” dediğini söyleyerek, Şems’in manevî yüceliği vurgulanmıştır.

Şârihlere göre Mesnevî’de, “Güneşin delili güneş geldi. Eğer sana delil lazım ise, ondan yüz çevirme” ile başlayıp, “Fitne, kavga ve kan dökücülük isteme. Bundan ziyade Şems-i Tebrîzî’den bahsetme. Bunun nihayeti yoktur, başa dön ve hikâyeyi tamamla” ile sonlanan 116 ilâ 143. arasındaki beyitlerde Şems’in sırrından ve gaybûbetinden dem vurulmaktadır. İsmail Ankaravî, Hüsâmeddin Çelebi’nin “perdeyi kaldır ve çıplak söyle, zira ben gömlekli dilberle yatmam” isteğine karşılık, Mevlâna’nın “eğer o sır zahirde üryan olursa, ne sen kalırsın, ne kenarın ne ortan kalır” cevabındaki ifşa edilmemesi gereken Şems’in sırrının, mutlak vahdet ya da vahdet-i vücut sırrı olduğunu söyler. Şem’î’ye göre bu sır kemale ermiş kimselerin sırrıdır ki, Çelebi gibi puhte(olgun) olmayanlar, bu sırrı idrak edemediklerinden, açıkça değil örtülü bir şekilde söylenmesi gerekir. Bursevî’nin dediği gibi, her hakikat yabana atılmaz, tavuk deve pazarında satılmaz. Zira mutlak vahdet sırrına ermek, yani Şems’te fani olmak, beşeri varlıktan külliyen soyunmayı gerektirir. İsti’dâd kesbetmeden güneşe yaklaşmak, mahvolmakla sonuçlanır. Sâliklere düşen şey, murâdı ölçülü istemektir.

Öte yandan, Şems’in hakikatini halka ifşâ etmek, fitne ve kavga sebebi olacağından, kıssa ve remizlerle ifade edilmelidir. Avni Konuk, İbn Arabî’nin Füsus’ta, vahdet-i vücûd sırrını apaçık söylediği için, tekfire kadar varan olayların meydana geldiğini, Mevlana ise, vahdet-i vücûdu Mesnevî’de, kıssa elbiseleri altına gizlediğinden, ta’nlardan âzâde kaldığını söyler. Abidin Paşa konuyu şöyle açıklığa kavuşturur: “Asıl hüner, hem ruhanî hallerin söylenilmesini isteyen ve akıllı olanları haberdar etmek, hem de bazı boş ve gereksiz davaları meydana getirmemektir. İşte bu büyük vazifeyi, akıllara ve belki ruhlara hayret verecek yolda Mesnevî-i Şerif meydana getirmiştir.”

Ankaravî, Bursevî ve Avni Konuk’a göre Şems, zamanın kutbu’l-aktâbıdır. Beyitlerde Şems için kullanılan “hariçte tek” “benzersiz sevgili” (yâr-ı nazîr), feleklerin kutbu olan “dördüncü felekteki gönül güneşi”, “mâna Allah’tır diyen din şeyhi” tabirleri bunu simgeler. Konuk’a göre, gökteki güneş nasıl canlılara hayat ve feyz veriyorsa, Şems-i Tebrîzî’nin, güneş gibi olan zatı ve hakikati de, insan ruhlarına feyiz vermektedir. Bu aynı zamanda bir mürşid-i kâmilin vasfıdır.

Dârü’l-Mesnevî’nin kurucusu, Hülâsatü’ş-şurûh adlı Mesnevî şerhinin müellifi, Murâd-ı Nakşbendî, “Git gölgeden güneşi bul. Tebrizli şah Şems’in eteğine yapış” (I, 435) beytinin şerhinde, kişinin gölge sıfatlı mürşidleri terk etmesini, güneş misali bir mürşide bağlanmasını, onun da Mevlâna zamanında Şems-i Tebrîzî olduğunu, nitekim Niyâzî-i Mısrî’nin “her mürşide dil verme ki yolun sarpa uğratır. Mürşid-i kâmil olanın gayet yolu asan imiş” sözünün bu manaya işaret ettiğini söyler. Ankaravî, Bursevî ve Avni Konuk ise Murâd-ı Nakşbendî’nin aksine, gölgeden kastın Hüsâmeddin Çelebi olduğunu, Şems’e ulaşamayan kimsenin, en azından Hakk’ın ziyası ve asrın kâmili olan, Çelebi’ye el vermesi gerektiğini söylerler.

Mesnevî’de Şems, peygamberlerle de remzedilir. “Can şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış.” (I, 125) beytinde Ankaravî, Yusuf’u Şems, Yusuf’un gömleğinden koku alan ve “can” vasfıyla nitelenen Yakûb’u, Hüsâmeddin Çelebi, Yakûb’a müjde getiren elçiyi de, Mevlâna olarak şerheder. “Ey hoş nefesli Mesih! Meşakkatten nasılsın. Zira cihanda define yılansız olmadı. Ey İsa, yahudinin bakışından nasılsın. Ey yusuf, düzenbaz ve hasetçilerin cefasından nasılsın” (II, 1848– 1849) beyitlerinde Avni Konuk’a göre İsa tabiriyle Şems’e, Yusuf tabiri ile Sultan Veled’e telmih vardır. Zira Mevlâna’nın ortanca oğlu Alâeddin Çelebi, kardeşi Sultan Veled’in, Şems’e olan teveccühlerini kıskanmış idi.

3.2. Şems’in gaybûbeti: Bursevî ve A. Avni Konuk, “Vaktâ ki gül gitti ve gülistan geçti, artık bülbülden sergüzeşt Hep ma’şûkdur ve âşık perdedir. Diri olan ma’şûkdur ve âşık bir ölü” (I, 29–30) beyitlerinin şerhinde, Şems’in gaybûbetine işâret olduğunu, Şems’in güle, sohbetinin gülistâna, bülbülün Mevlâna’ya teşbih edildiğini, ma’şûktan kastın Hakk’ın zâtı, âşıktan kastın ise, Hakk’ın esmâsının mazharları olan bütün mevcûdât olduğunu söylerler. Konuk’a göre bu beyit, Mevlâna’nın Şems’in gaybûbetinden sonra, huzûr hâline işâret eder. Şöyle der: Hz. Şârih: “Bu beyitte Hakk’ın hususî tecellisinden umumî tecellisine intikal vardır. Şems-i Tebrîzî’nin cismanî sureti, ilâhî isimlerin mazharıdır. Şems de benim gibi, Hakk’ın âşığı idi. Bizler, Hakk’ın hususî tecellileri olmakla beraber, hakikatimiz, ma’şûk olan Hakk’ın ayn’ı idi. Ancak suretimiz, bu maşukun ayn’ı olan hakikatimizi perdeledi. Şayet Şems’in cismanî sureti gaybûbet etti ise, bu görünen eşyâ sûretlerinin hepsi de, ma’şûk olan Hakk’ın ayn’ıdır. Hakk’ın âşığı olan tüm eşya suretleri Hakk’ın zatına perdedir. Zira eşya suretlerindeki faaliyet ve hareket, Hakk’ın hayat sıfatının Hayy isminin eseridir. Dolayısıyla gerçekte diri olan, ancak ma’şûk olan Hak’tır. Âşık olan eşya suretleri ise, ölü ve donuktur.”

Özellikle Ahmed Avni Konuk’a göre, Mesnevî’de Şems’in gaybûbetine sebep olan şey, Şems’in hakikatini idrak edemeyenlerin, ona besledikleri haseddir. Mevlâna, Şems’e hitaben Mesnevî’de şöyle der: “Biz Şemseddin aşkından tırnaksızız. Tasarrufumuz kalmadı. Yoksa biz o gözü kör olanı, görür hale getirirdik. Agâh ol ey Hüsâmeddin, çabuk hasetçinin, hakikati görmeyen, kör gözüne ilaç ver. O kimse ki, güneşe haset eder. O kimse ki, güneşin varlığından incinir. Sen ki, nefsaniyet ve tabiat zulmetlerinde kalmış olan kimselere tedaviye salâhiyetin vardır. Fakat hasetçiliğinden dolayı, sana karşı kalbine inkâr getirmiş olan hasetçilere ilâç verme. Zira hasetçi ilaç kabul etmez. Eğer senin hasetçin ben olsam bile, haset sıfatının verdiği tesir ve kalbî ıstırap içinde, can çekişmem için bile can verme. İşte sana devasız bir dert. Haset. Haset için sadece ah vardır. İşte sana ebedi hayvaniyet kuyusunun dibine düşüş. Hasetin sonucu, ezel güneşinin kaybolmasıdır.” (II, 1117–1125) Şems’e güdülen bu haset, Konuk’a göre Mesnevî’nin II. Cildindeki “baykuşlar içine düşen doğan kuşuna beslenen haset” kıssasında da ifade edilmiştir.

Mevlâna, aradan 12 yıl geçmesine rağmen, Şems’e beslediği aşkın şiddetinden, zaman zaman gaybûbeti hatırlar ve hüzünlenir. Kafesteki papağanını yitiren tacir hikâyesindeki şu beyitler, Avni Konuk’a göre bu duygunun bir tezâhürüdür:“Eyvah yazık, benim nağmeleri latîf olan kuşum, benim ruhumun güzel kokusu, benim fesleğen bahçem. Eğer Süleyman’ın böyle bir kuşu olsa idi, ne vakit o, bu kuşlar ile meşgul olurdu. Eyvah yazık. Bir kuş ki, ucuz buldum, hâlbuki onun yüzünden yüz çevirdim. Ey dil sen bana çok ziyansın. Mademki söylersin, ben sana ne söyleyeyim. Ey dil, sen hem ateş hem harmansın. Bu harmana nice bir ateş verirsin. Eyvah! yazık. Benim karanlıkları aydınlatıcı sabahım. Eyvah! yazık benim sabahı parlatıcı nurum. Eyvah! Yazık benim latif uçan kuşum. Sen benim sülûktaki nihayet mertebemden, başlangıç mertebeme uçtun. Eyvah! yazık, eyvah! yazık, eyvah! yazık ki, bir ay bulut altına gizlendi.” (I, 1724–1751)

Diğer taraftan Mevlâna, gaybûbetten sonra, Şems’e yönelik “ümidsizlik” halinin Hakk’a duyulan ümide intikal ettiğini söyler. Bu bir tür gaybûbetten sonra, Hakk’ın huzûrunda olma hâlidir. Şârih Avni Konuk’un yorumuyla, bu hal şöyle ifade edilmiştir: “Şems sebepler üzerine muttali olur. Sebeplerin ipi de, ondan kesiktir. Şems Hakk’ın ma’şûkudur. Mazharı olduğu ilâhî tecellileri, halktan gizler ve kendi tarafına incizaba sebep olan akis iplerini keser, kaybolur. Şems’in kendisini aşikâr kılması ve gizlenmesi, Hakk’ın “Bâsıt” ve “Kâbız”, “Mâni’” ve “Mu’tî” isimlerinin gereğidir. Yüz binlerce kere Şems’ten ümidi kestim. Siz buna itimad ediniz. Ben sana “ümidsizliğime itimad et” dersem de, sen benim Şems’in huzur ve sohbetinden ayrılmaya sabredeceğime veya balığın suya karşı sabredeceğine itimat etme. Ey Hüsâmeddin, eğer ümitsiz olsam da, her şey Hakk’ın tecellisidir. Şems’deki olan ilahi tecelli nurlarının, benim kalbime aksetmesi veya aksetmemesi birer Hakk’ın tecellisidir. Veren de odur, alan da. Kabzeden de, basteden de. Hiç yaratılmışın hakikati, yaratanın zatından nasıl kesilir. Hiç var olan, yoklukta otlar mı? Her şey varlığın ayn’ıdır.”

Sözlerimizi Şârih-i Mesnevî Kenan Rıfâî’nin sözleriyle bitirelim: “Hakikat güneşi de dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Kendisine yaklaşanları yakar. Her ruh, ona isti’dâdı ve imkânları ölçüsünde yaklaşabilir. Rûhun, aşması gereken dereceleri geçmeden, büyük nûra varması mümkün değildir. Miraç gecesinde Cebrâîl’in Sidre’ye geldiği zaman ,“Eğer bir adım atarsam, yanarım!” dediğini hatırla! Aziz Hüsâmeddin, acele etme!”

KAYNAKÇA:

Ferîdûn-i Sipehsâlâr, Risâle: Mevlâna ve Etrafındakiler (trc. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1977, s. 121-134;

Sultan Veled, İbtidânâme (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara 1976, s. 48-79;

Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri (trc. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1995, II, 189-286;

İsmail Rusûhî Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, İstanbul 1289, I, 76-79, 125-126; VII, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1563, vr. 185a-b;

M. Ali Muvahhid, Şems-i Tebrîzî, Tahran 1996, s. 145-151;

A.Schimmel, As Through a Veil Mystical Poetry in Islam, New York 1982, s. 83-100;

F. Lewis, Rumi: The Past and Present, Boston 2000, s. 134-202;

Midhat Baharî Beytur, Mesnevi Gözüyle Mevlana, İstanbul 2005, s. 57-65, 78-82;

Semih Ceyhan, İsmail Ankaravî ve Mesnevî Şerhi, Basılmamış Doktora Tezi, UÜSBE, s. 397-424;

a.mlf., “Selâhaddîn-i Zerkûb”, DİA, XXXVI, 340-341;

Reşat Öngören, “Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî”, DİA, XXIX, 442-444;

Şeyda Öztürk, Şem’î Efendi ve İlk Türkçe Tam Mesnevî Şerhi, Basılmamış Doktora Tezi, MÜSBE, İstanbul 2007, s. 235-239;

İsmail Rüsûhî Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, İstanbul 1289, s. 75-79; 125-126;

Ülker Aytekin, Sarı Abdullah ve Mesnevî Şerhi, Basılmamış Doktora Tezi, MÜSBE, İstanbul 2002;

İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Mesnevî (haz. İsmail Güleç), İstanbul 2004, s. 113-119; 135; 158-159; 199; 284; 296-303; 317; 325-326; 729-741;

Zekiye Güntan, Mehmed Murâd-ı Nakşbendî ve Hülâsatü’ş-şürûh adlı Mesnevî Şerhi, SÜSBE, Konya 2009;

Abidin Paşa, Mesnevî Şerhi I (sad. Mehmed Said Karaçorlu), İstanbul 2007, s. 60-65;

Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi (haz. Mustafa Tahralı vd.), İstanbul 2004-2006; I, 95-97; 128-137; 196-201; 508-519; III, 311-325; 433-435; IV, 26-27; 131-132; 150; 502- 503; 513; V, 515-516; 608; VI, 101;

Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevî ve Şerhi, İstanbul 1973, I, 22; 25; 71; 84; 91; 98; 181; 572-573; II, 191, 271; IV, 477, VI, 283; 480-481;

Kenan Rıfâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, İstanbul 2000, s. 30-31.

Array

ETİKETLER: