Şemseddin Tebrîzî, Hayatı ve Ölümü – Tofigh Hashempour Sobhani
Şemseddin Tebrîzî, Hayatı ve Ölümü:
Prof. Dr. Tofigh Hashempour Sobhani
Peyam-i Noor Üniversitesi emekli Öğretim Üyesi
Şemseddin’in, yüzünün bahsi geldi de,
dördüncü kat gökteki güneş bile, başını çekti gizlendi.
Mâdem ki adı anıldı; lütuflarından, nimetlerinden birazını, anmak da gerek.
(Mesnevî, 1, b. 123-24)
Bu Şems, kimdir?
İsmini, Şemseddin Muhammad b. Ali b. Milikdâd Tebrizi, olarak yazmışlardır. Hayatının incelikleri hakkında, fazla bir bilgimiz yoktur. Şems, 1244-1247 m/642-645 H. arası Konya’da bulunduğunda bazı konuşmalar yapmıştır. Mevlâna’nın etrafındakiler ise, o konuşmaları anladıkları kadarıyla toplamış ve Makâlât isimli bir kitapta bir araya getirmişlerdir. Kendisi, o konuşmaları diğerlerinin ellerinde gördüğünde ona “Hırka” (kağıt parçası) dermiş.
Tebriz’de doğmuş ve Tebrizli oluşuyla da övünmektedir. “O şehirde öyle insanlar vardır ki, ben onların en küçüğüyüm. Bu, şu demektir: Denizden küçük şeylerin dışarı atıldığı gibi, o deniz beni dışarı atmış. Biz böyleyiz. Onlar da nasıllardır! ” (Makâlat, s. 641).
1186 M/ 582 H’de doğduğu sanılıyor. O’nun Konya’ya geldiğinde 60 yaşında olduğu kabul edilerek, onun doğum tarihini tespit etmeye çalışıyorlar (Furuzanfar, 88). Onun sözlerinden, kendi ailesinin tek erkek çocuğu olduğu anlaşılıyor (Makâlât, 625-626). Bazı davranışları, baba ve annesini korkutuyormuş. Şeyh Ebubekir adlı birisinden, Makâlât’ında söz ediyor. Herhalde bu, Ebubekr-i Sellebāf-i Tebrizi onun şeyhi olmalı. (Makâlât, II, 89, 103 v-diğer yerler).
Ne zaman yolculuk yapsa, Şems-i Perende (Uçan Şems) adını alırmış; mükemmel bir insan olduğundan dolayı, Kâmil-i Tebrizî diye tanınmış. Kendi zamanının şeyhlerinin bir çoğu ile görüşmüş ama Makâlat’a göre, hiç birisini beğenmemiştir. O’nun Evhaduddin Kirmânî ile görüştüğü meşhurdur. İbn-i Arabî ile de görüşmüş, Onu Şeyh Muhammad diye anıyor, ve takılıyor: “Şeyh Muhammed’in sözlerinde bu laf çok geçerdi: filan yanlış yaptı, filan halt etti, ama ben onun halt ettiğini görür ve ona söylerdim. Başını aşağı indirir, oğul derdi, pek yaman kamçı vuruyorsun.” (Makalat, I, 239). İmam Fahr-i Razî’ye ciddi bir şekilde : “Ne haddi vardı, Fahr-i Razî’nin ki, Muhammed Tazi (Arap Muhammed) böyle der, Râzî Muhammed (Rey’li Muhammed, yani Kendisi) böyle dedi. Bu sözü söyleyen, zamanın mürtedi olmaz da ne olur? Meğer tövbe ede. Neden kendilerini incitirler, neden keskin kılıcın üstüne atılırlar?” (Ayni, I, 288). Fahr-i Râzî’ye muhalefet Şems’ten, Mevlâna’ya da devretmiştir.
Şems, hangi şehre giderse gitsin, hangâhlarda ya da medreselerde ikamet etmezmiş. Hanlarda ya da kervânsaraylarda yatarmış. Halkın içinde, tüccar kıyafetinde gezermiş. Bazı araştırmacılar onu, Kalanderi’lerden saymışlar; bazıları Fütüvvet ehli olarak addetmişlerdir. Fakat onu Melâmeti’lerden saymak, daha doğru olur. Her zaman “Tanrıya beni dostlarınla buluştur diye yalvarırdım. Bir gece rüyamda gördüm, seni erenlerden biriyle, sohbet arkadaşı yapacağım dendi. Nerede o velî diye sordum. Ertesi gece bir rüya daha gördüm, Rûm ülkesinde dediler …” (Mevlâna … , s. 67)
Mevlâna da, Şems’in alnında Abdal’ın ışığını hissediyor :
“Canın ışığı nasıl bedene vuruyorsa Abdal’ın ışığı da, benim canıma vurmadadır” (Mesnevî, I, b. 3286).
O ışığın sayesinde Mevlâna, Konya’da ilk görüşte Şems’e sarıldı. Ders ve vaaz vermeyi ve mihrabı bıraktı. Kaynaklarda bu ilk görüş, çeşitli şekillerde anlatılmışsa da, tarihi değeri pek yüksek değildir. Eflâkî, Menâkib al-Arifin’de, Muhyeddin Abdülkadir Cevâhir-al-Muzi’esinde ve Devletşah Tezkiretü’ş Şuara’sında, olaya uzun uzadıya değinmesine rağmen bunların tarihi gerçekliği pek azdır.
Şems’in, Konya’ya gelişi, bütün önemli kaynaklarda kaydedilmiş, hatta şu ibareyle ki; Mevlâna Şemseddin Tebrizi – dâma berekatuhu – 642. H. Cemaziyel Ahir’in yirmi altıncı Cumartesi gününün sabahının erken saatlerinde Konya’ya gelmiştir” denilmiştir.
İşte şimdi, Şems’in mânevî olarak doğuşunun 1244 m / 642 H’de vuku bulduğunu söylemek doğru olacaktır.
Makâlat’a göre Şems, az sakallı, zayıfca, aynı zamanda çok etkileyici bir kişidir. Kendine güvenen ve çok otoriter bir insandır. Tarikatlarda olan kurallara hiç aldırmaz ve dost ve müridlerinden kayıtsız şartsız kabul beklerdi. Ancak öyle bir özelliğe sahip olduğu için, Celaleddin Rûmî gibi bir büyüğü meşhur etmiştir.
Mevlâna, Şems’in kaybından sonra otuz sene boyunca, onu hiç unutmamış, hatta son nefesine kadar onu yâd etmiştir. Ömrünün son dakikalarında söylediği, en son gazelinin sekizinci beytinde şöyle demiştir:
“Dün gece rüyada bir pîr gördüm, aşk köyündeydi, eliyle bana yanımıza gel diye işaret etti.” (Divan-ı Kebir, c.1, s. 123, b. 3019).
Şems, Kur’ân-ı Kerim’in bir ayetine dayanarak, mevcuttan daha fazlasını istemiştir. Cuma Suresi’nin 10. ayeti’nde şöyle buyurulur Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Cuma Suresi, LXII, 10).
Şems şöyle diyor: “Çok” kelimesi, “fazla” demektir; yani her şeyden fazlasını dilemeli, fakihliğe râzı olmamalı. Ayrıca daha fazlasını istiyorum manasına da gelmektedir.” (Makâlat, 221).
Şems’in Konya’ya geldiği sırada Mevlâna, bir müderris idi. Medrese ortamına adeta gark olmuştu ve ne canından kopan bir şiir dudaklarında ve ne yürekten gelen bir aşk vardı dilinde.
Şems, bu büyüyü bozdu. Hatta onu, babasının Ma’ârif’ini ve Mütenebbî’nin Divânı’nı okumaktan bile alıkoydu. Mevlânâ, kendini kaybetmişti. Kendinden geçmiş ve bu kendinden geçiş haline de “aşk” adını vermişti. Ama belli ki bu hal, halkın anlayabileceği “aşk” hali değildi. Mevlâna, bu halini, Fîhi-mâ Fih’te en güzel şöyle anlatır:
“Az fakat faydalı söz, şuna benzer : Yanmış bir mum, yanmamış bir mumu, öper-gider …” (Fîhi mâ-Fîh, 226).
Şems, Mevlâna’dan tam bir teslimiyet bekliyordu:“Birisi denize düştü mü, çırpınmak ona fayda vermez. Deniz onu kırar geçirir, arslan bile olsa; ancak kendisini ölü göstererek, kurtulur. Deniz adamı batırıncaya kadar bırakmaz, boğar, öldürür. Öldü mü, onu sırtına alır, taşır ve ona hamal kesilir … “ (Makâlat, s. 148).
Artık müridler ve talebeler Mevlâna’yı göremez oldular. Sipehsalar, olayı şöyle anlatıyor:“ Mevlâna, semadan sonraki vakitlerini, Şemseddin’in sohbeti aliyelerine tahsis buyurmuşlar idi. Bu sebeple ekser ashâb hazrete hizmeti ubûdiyetmendâne arzınden ve şeref-i sohbetten kalmışlar idi. Uzun müddet – olur ki şeb-i firâkımıza suphi visâl yüz gösterir, ve ubûdiyyet yaralarına kurbiyet merhemi bahşi iltiyam ve selah eder umudiyle o hale tahammul ettiler. Mümkün olmadı… Akibet kubâri inkâri vicheyi kâre kondurdular. Fiski aşk saydılar…
Vaktâ ki haddi aştılar, bildi ki âzim bir fitne etrâfa sirayetle intişar edecek…Birden bire habersizcesine mahruseyi Dımeşk’e hicret buyurdu…” (Risâle, Midhat Bahâri terc., 171-172).
Şemsin, Konya’dan ayrıldıktan sonra nereye gittiği tam olarak belli değildir. On altı ay kadar Konya’da, Mevlâna ile beraber kaldı. Sonra Konya’dan ayrıldı. Bir müddet sonra Şam’dan Mevlâna’ya bir mektup gönderdi. Mevlâna bir manzum gazelinde kendi hâlini şu şekilde anlatır:
Ezelden beri diri olan, herşeyi bilen, herşeye gücü yeten, daima tedbir ve tasarrufta bulunan Tanrı’ya andolsun ki!
Işığı, aşk mumlarını yaktı da yüz binlerce sır, bilindi-anlaşıldı.
Onun bir hükmüyle dünyâ, âşıkla-aşkla, hükmedenle-hüküm yürütülenle dop-dolu bir hale geldi.
Tebrizli Şems’in tılısımlarında da, şaşılacak hazineler gizlendi.
Andolsun bu Tanrı’ya işte; yola çıktığın andan beri mum gibi tatlılıktan ayrıldık, gitti.
Her gece mum gibi yanıyoruz; ateşiyle eşiz, baldansa mahrumuz.
Onun yüzünden ayrılalı, bedenimiz yıkıldı, can da bu yıkık yerde, baykuşa döndü.
O dizgini bu tarafa çevir; zevk-i işret filinin hortumunu bu yana uzat.
Sen olmadıkça semâ’ haramdır; çalgı, şeytan gibi taşlanmıştır.
Sen yokken, okunup anlanacak, zevk alınacak bir tek gazel bile söylenmemiştir.
Mektubunu dinleyince, bu zevkle beş-altı gazel nazmedildi ancak.
Şam’ın da, Ermen ülkesinin de, Rûm diyârının da övüncü gecemiz, seninle sabah gibi aydın olsun. (Mektûbât, s. 244 v.d.)
Mevlâna, Sultan Veled’i, yirmi kişiyle beraber Şems’i geri getirmesi için Şam’a gönderir. Şems, Mevlâna’nın davetini kabul eder. Miladi 1247 yılının Mayıs/ hicri 645 yılının Muharrem ayında, Konya’ya döner. Mevlâna onu karşılar ve şu gazelini söyler :
“Yola su serpin, şimdicecik sevgili geliyor; bahçeye müjde verin, bahar kokuları gelmede” (Divan, II, s. 1066).
Mu’ânitler dost gibi görünürken, düşmanlıklarını sürdürmekteydiler. Bu defa mezhep farklılıklarını da işe karıştırdılar.
Acaba İmam Ebu-Hanîfe, İmâm Şâfîî’ye uyacak mıydı? Mevlâna, Hanefî ve Şems, Şâfîî mezhebindendi. Fakat Şems, hiç bir şekilde taasub sahibi değildi. Şams şöyle söyler:
“Ben, Şafîî’yim, ama İmam Ebu-Hanife’nin mezhebinde işime yarar bir taraf bulsam da kabul etmesem, inatçı sayılırım (Makâlat, s. 182).
Bu ikinci gelişinde Şems, Mevlâna’nın hareminde bulunan ve evlatlığı olan Kimya Hatun’la evlendi.
Alâeddin, Kimya Hatun’a aşık idi.
Avam tabakası, her şeyi bir kenara bırakıp, sadece Kimya ve Alaeddin’i konuşur oldular.
Ama Mevlâna, Şems’i başka bir şekilde görüyordu ve şöyle diyordu: “Bir dibi, kıyısı bulunmaz denizsin, iki âlem de bir katrendir; iki âlem de bir parçacık altın kırıntındır, sense yüzlerce altın mâdenisin.
Beni, sarhoş bir hâlde çakmağına çeken sensin, ben aydın canmışım, yahut bedenmişim, haberim bile yok, ne işim var bunlarla benim?
Sensin şarap, sensin mahmurluk – sorhoşluk, sensin düşman, sensin dost, bu düşmana binlerce kutlu can feda olsun. (Divan-i Kebir, Gazel 1205).
Ve ilâve ederek:
“Sen benim göğümsün, bense bu hayranlıkla yeryüzüyüm âdeta: andan âna, zamandan zamana gönlümde neler bitirmedesin, neler.
Gönlüne ne ektin, ne bilsin yeryüzü. Senden gebedir, yükünü sen bilirsin ancak (Gölpınarlı, 3, 350)” diyordu.
Şems, hiç çekinmeden kendini överek rahatlıkla şunu ifâde ediyordu:
“Mevlâna ay ışığıdır, benimse varlığım güneş; güneşe göz erişemez, ama aya erişir. Güneşin ışığı ve nurundan dolayı hiç bir göz onu göremez. O ay, güneşe eremez, ama olur ya güneş aya erer.” (Makâlat, 115).
Şems’e bu sefer, dönülmeyecek bir yolculuk görünüyordu. Birincisinden çok şiddetli olan bu ikinci fitneye, Mevlâna’nin ikinci oğlu Alâeddin Çelebi de karışmıştı.
Şems işi anlamıştı. Sultan Veled’e “gördün ya diyor, gene ne hale geldiler. Beni Mevlâna’dan ayırmak, ondan sonra da bu yüzden sevinmek niyetindedirler. Ben de, bu sefer öyle bir gidiş gideceğim ki kimse izimi bulamayacak. Yıllar geçecek, izimin tozu bile bilinmeyecek. Öyle bir koybolacağım ki demler, devranlar geçecek, nihayet mutlaka onu bir düşman öldürdü diyecekler …”
Şems’in ölüm olayı çeşitli rivayetlerle anlatılıyor. Bunlardan birisi şöyledir: Şems Mevlâna ile halvette iken birisi dışardan Şems’i çağırıyor. Şems Mevlâna’ya, beni öldürmeye çağırıyorlar, der. Mevlâna, bir müddet susar, sonra şöyle söyler: Şems dışarıya çıkar. Yedi kişi bir olup saldırır ve bıçaklarlar. Şems bir nâra atar… artık ortada bir kaç damla kandan haşka bir şey görünmez.
Mevlâna’nın, Şems’in ölüme gitmesine izin vermesi, ve onun haykırşını duyduktan sonra hiç bir tepki göstermemesi, kabul edilir gibi değil.
Ama hikâye şöyle devam eder: Şemsi’i öldürenler, onun cesedini alır ve bir kuyuya atarlar. Ve artık devamı, herkes tarafindan bilinen şeyler.
Şems, artık Mevlâna hakkında yapacağı birşey kalmadığını hissetmiş olacak ki, daha fazla Konya’da durmasının hiç bir anlamı olmadığını kabul etmişti. Mevlâna bile bu yüce sırrı duymuş ve anlamıştı:
“Gah da oldu, ay gibi güneşin ardından gittim; Zaman oldu geriledim, eskildim; Zaman oldu arttım geliştim, dolunay kesildim.
Senin anlatışın kulağımı keskinleştirdi; çünkü o yüce sırrı duydum.” (Divan, c.5, s. 207)
Kimya, ansızın 5 Aralık 1247 M / 645 H yılının Şaban’ında vefat etmişti. Şems o günlerde, bir hafta boyunca hayatı hakkında düşünmüş, bir gece yarısı hiç kimseye haber vermeden Mevlâna’nın ve Kimya’nın hatıralarını Konya’da bırakıp gitmişti.
Mevlâna, durumu anlar anlamaz deliler gibi Şems’in gölgesinin peşine düşmüştü:
Ey gönül gibi hem benimle beraber olan, hem benden gizlenen, esenlik sana; sen Kâbe’sin, nereye gidersem gideyim, sana yönelirim, sana varmak isterim ben.
Nerde olursan ol, her yerde hazır ve nazırsın, uzaktan bize bakar durursun; adını andım mı, gece bile olsa ev aydınlanır.
Gâh alıştırılmış doğan gibi elinin üstünde kanat çırparım, gâh güvercin gibi kanadımı çırparak, damına konmaya gelirim.
Gaipsen, niçin her an gönlümü incitip durursun; hazırsan ben ne diye gönlümde tuzak kurarım sana?
Beden bakımından uzaksın, amma gönlümde gönlüne açılmış bir pencere var; o pencereden ay gibi hırslanmacasına sana haber gönderir dururum.
Ey bizden uzak güneş, ışığını bize yolluyorsun; ey senden ayrılan her kişinin canı, canımı sana kul köle etmedeyim.
Kulakta da sen varsın akılda da, gönülde de; fakat bunlar da ne oluyor ki? Sen, bensin, seni böylece tüm olarak övmedeyim, anlatmadayım … (Gölpınarlı, 1. s. 96)
Şems’in türbesi hakkında, Amin Ahmed Râzi, Heft İklim’den, Nesuhî Mitrakçizâde, Menazil-i Sefer-i Irâkayn’den ve rahmetli Prof. Dr. Muhammed Emîn Riyâhi ise hem bu iki kaynaktan ve hem de başka kaynaklardan faydalanarak, Şems’in mezarının Hoy’da olduğunu ispat etmişlerdir. Şems, Tebriz’de doğmuş Konya’da Mevlanâ’yı yetiştirmiş, Hoy’da ebedi uykuya dalmıştır.
Şems, Mevlâna’ya neler telkin etti acaba?
- Mevlâna’ya, halka başka nazarla bakmasını öğretti.
- Halka şefkat ve merhamet gözü ile bakmayı ve onlarla ilgilenmeyi öğretti.
- Hiç kimseden yüz çevirmemesini öğretti.
- Huşuneti ve Firavunluğu bırakmasını salık verdi.
- Mevlâna’ya, karşısındakini yad görmemesini öğretti.
Sayın William Chittick’in, Makâlât’ın İngilizce’ye çevirisi hakkında yazdığı bir kaç söz de şöyledir:
“Benim, Makâlât hakkında duyduğum ilk şeyler, 1968 yılına rastlar. O zamanlar ben, Tahran Űniversite’sinde Edebiyat bölümünde doktora talebesiydim ve Mevlâna’nın Mesnevî’sini Furuzanfer (1970 vefati)’in yanında okuyordum. Furuzanfer, o zamanlar Divân-i Kebir ve Fih-i mâ Fih’in editörlüğünü yapmaktaydı. O, belki de günümüzde Mevlânâ ve edebiyatın ihata edebileceği en büyük kaynağı oluşturmaktadır. Bir gün sınıftayken, bir şiir beytinin nasıl doğru okunması gerektiğini kendisine sordum. Benim, Amerikan tarzındaki lehçeme vurgu yaparak, bana kendisine İngilizce ders verip veremeyeceğimi, sordu. Ben de, bütün varlığımla kabul ederek, bir kaç ay boyunca her hafta, bazen de iki haftada bir evine gittim ve dil alıştırmaları yaptık. Bu çalışmalar sırasında, uzunca sohbetlerimiz oluyordu. Bir keresinde, Şems’in Makâlât’ından bahsederek, elinde onun bir nüshasının olduğunu söyledi. Ben kendisine, bunun iyi bir doktora tezi olacağını ifâde ettiğimde, nezaketle bunun üniversite mezunu, lisans öğrencisinin işi olamayacağını, söyledi. Tasavvuf, Fars dili , Arap dili ve edebiyatı bölümü üstadına ihtiyac olacağını bildirdi. Kendisi bile uzun yıllar sürecek araştırmalar, nüshaların karşılaştırılması ve manaların tesbiti ile gerçekleşecek olan bu geniş alanda çalışmadı.
Dr. Muvahhid nüshasının birinci cildi, 1977’de neşredildi. Ben, o zamanlar henüz Tahran’daydım.
O sıralarda bu yayından bir cild almıştım. Amerika’ya döndüğümde, bundan yararlanarak Mevlâna hakkında bir makâle yazdım ve sonunda 19120 yılında basıldı. Ama daha sonraki yıllarda, ne bu kitapla uğraşmayı ve ne de Muvahhid’in ikinci cildini almayı düşündüm.
Bu tercümeyi gerçekleştirme kararını, Kamil ve Kabir Hilminiski’ye borçluyum ve kendilerine teşekkürü borç bilirim. 2001’in Ağustos ayında, ben ve eşimi bu konu ile uğraşan kimseler olarak Kalifornia, San Huan Batista’da bulunan, güzel manastıra davet ettiler. Burada bulunduğumuz bir hafta süresince Kamil, Makâlât’in bir kaç sayfasının Dr. Refîk Algan ve kendisi tarafından Türkçeden, İngilizceye yapılan tercümesini bana gösterdi. Şunu gördüm ki, bu tercüme Makâlât metninin değerli bir tefsiri ve şerhidir. Bu tercüme, Mevlevî geleneğinin ışığında yapılmıştır. Kamil, benden bunun bir kaç bölümünü direkt Farsça metninden, Farsça bölümü için İngilizceye tercüme etmemi istedi. Bütün kalbimle kabul ettim.
Bunu tercüme ettiğimde büyülenmiştim.
Eğer Kamil, bu mutlu anda Dr. Algan’ın tercümesinin metnini bana vermeseydi, şüphesiz bu kitap şu an elinizde olmayacaktı.
Bu kitabın, hazırlanmaya başlandığı son dönemde Annemarie Schimmel’in üzücü vefat heberini duyduk. 2002 yılı 31 Aralık günü onunla yaptiğimiz konuşmada Şems hakkında oldukça detaylı bir şekilde sohbet etmiştik. O da bu kitabı daha yeni bitirmişti.
Prof. Schimmel, Mevlâna’nin en önemli takipçilerinden biri sayılırdı. Mevlâna’ya gerçekten ilgi gösterenler onun Mevlâna hakkındaki eserini de yakından tanırlar. Bu kitabın adi “Hurşid-i Pîrûzî-nişân”dır[1] ki, bu Şems kelimesinin direk kelime anlamıdır. Hurşid’in (=Güneş’in = Şems’in) galibiyeti ve üstünlüğü, Mevlâna’nın vucudunda yer bulmuştur ve bunun işaretleri yüzyıllar sonra hala, devam etmektedir. Annemarie Schimmel’in yaşamı bu işaretlerin en belirgin örneği sayılmalıdır.
Makâlat’tan bir kaç kısa örnekle sözümü bitiriyorum:
“Büyük şehirlerde oturun demek, kâmil bir ârifin kapısında olun demektir. Köylerden sakının sözü de, noksan kişilerin sohbetinden sakının anlamına gelir.” (Mevlâna, A. Gölpınarlı, 102).
“Diri Tanrımız var bizim, artık ölü Tanrıyı ne yapalım? Bu, al-mânâ huvallâh dediğimiz mânadır işte- Tanrı ahdi fasid olmaz.” (aynı eser, 105).
“Bir adam, balığı anlatmada ve büyüklüğünü söylemekteydi. Birisi, sus be dedi, sen balık nedir, nereden bileceksin? Adam, ben nasıl bilmem ki dedi, bunca deniz seferlerinde bulundum. İtiraz eden, peki dedi, madem ki biliyorsun, anlat bakalım, balık nasıldır? Adam, balığın deve gibi iki boynuzu vardır deyince öbürü, anlaşıldı dedi, balıktan haberin olmadığını biliyordum amma, şu sözünle birşey daha anlaşılmış oldu: Sen öküzle, devenin farkını da bilmiyormuşsun!”
Zaten ona göre Müslümanlık, teslimiyettir. Yani halkı kendisinden emin etmek ve Tanrıya mutî olmaktır. O, Hazret-i Muhammed’in “Elinden, dilinden, Müslümanların emin olduğu kişi Müslümandır” hadisini pek geniş bir mânada anlıyordu. “Bu gece ben, geleceğim diye söz verdiğim o Hristiyana gidiyorum.” dedim. Dediler ki, biz Müslümanız, oysa o kâfir, sen bize gel. Ben ve o çocuk Müslümandır, çünkü teslim olmuştur. Halk, ondan emindir, Tanrıya mutîdir o. Sizse teslim olmamışsınız. Müslümanlık teslim olmaktır, dedim” (Fâtih. 13. a)
[1] Bu kitap İran’da Şukûh-i Şems adı ile Ustad Hasan Lāhūtî tarafindan Farsçaya çevrilmiştir.
ŞEMS – GÜNEŞLE AYDINLANANLAR SEMPOZYUMU