ŞEMS VE MEVLÂNÂ
ŞEMS VE MEVLÂNÂ
ESER SAHİBİ: ABDULKERİM SURUŞ
MÜTERCİM: MELİKHAN KİRAZOĞLU
(“Şems ve Mevlânâ”, Kumar-ı Aşıkane, Müessese-i Ferhengi-i Sırat, 1384, Tahran. )
var mıdır o kumarbazdan mesudu elinde ne var ne yok kaybeden
elinde kalan yalnız arzusudur bir el daha kumara.1
Bu şiir, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonra Celâlüddîn-i Rûmî’nin ahvalini tüm veçheleriyle anlatıyor. Şems-i Tebrîzî Mevlânâ’yı bir kumara davet etti; bu kumar kazanç ve zafer ümidinin olmadığı bir kumar olsa da Mevlânâ en derininden bu kumarı kabul edip ona adımını attı ve hasbelkader muzaffer çıktı. Ertesindeyse arzusu ‘keşke bir kez daha imkânı olsa da aynı kumarı oynasam’ idi. Talihten yana bahtiyardı Mevlânâ. Ona Şems ile buluşmak nasip oldu. Aşk ve hayat kumarında kazanmak, aşkın muallimi ve aşıklar halkasının başı payesiyle namını salmak nasip oldu. Serencamıysa âriflerin ve aşıkların övüncü. Tüm aşıklar gibi onun da vuslatı, ayrılığı vardı. Ömrünce kavuşmanın talibiydi. Muradına erip maşuğuyla bir arada olduktan sonra çok sürmedi bu hal, zira acı ve uzun ayrılık devri başladı. Başlarda Şems’inin batmış olduğuna inanmadı. Günlerce mahbubunu ve muallimini ilk kez bulduğu yere, medreseye gitti. Medresenin etrafında dolaşıp aşkından ve gamından şu rubaiyi tekrar tekrar okuyor, inanmaksızın kendisine ve başkalarına diyordu ki:
kim öldü der ebedî yaşayana
ümidin güneşine kim öldü der
güneşin düşmanı çıkmış dama
kapatıp gözlerini der: ‘’öldü güneş’’.2
Bir kez daha kavuşmamak üzere Şems’i kaybettiğine inanmıyordu. Herkes yanına varıp yalan da olsa Şems’ten haber veriyordu, o da onları hediyelere boğuyordu. O batmış güneş, yavaştan Mevlânâ’nın varlığının yakasından yeniden doğdu, Mevlânâ kendisi diğer bir Şems olup yeni bir devre, yeni günlere başladı.
Kapı ağyara kapalıyken Şems ile halvette baş başa olduğu, taze bir hayatın zemininin biçimlendiği önceki günlerin rüyaları ve hatıraları bundan böyle onu taze ve diri tuttu. Melâmet edenlerin acılığını, ekşi yüzlülüğünü, kınayışlarını kabul edip onların sirke seline karşı yüklerce şekeri âlem sirkengebinle taşsın diye döktüğü o tatlı günlerin hatırası! Nuh’un yaptığını yapmaktan mutluydu:
sirke nasıl ki sirkeliği arttırır
bu halde şekere de artmak düşer
dokuz yüz sene boyunca davetteydi nuh
her bir an kavminin inkârı daha da azgın
kavim ona sirkeler döküyordu
nuh ise bir derya şeker.3
Bir müddet daha Şems’ten bir iz bulmanın umudundaydı. Olur ya belki onu geri getirir! Müridlerini teşvik ediyordu:
gidin ey yoldaşlar çekip getirin yârimizi
getirin bana artık kaçkın dilberi
tatlı teranelerle, altın bahanelerle
çekip getirin eve güzel çehreli ayı
söz verip derse ki başka vakit gelirim
hiledir tüm vaadi aldatır sizi
sıcak soluğun sahibidir o, efsunla
suyu düğümler, havayı bağlar
bir kutluluk, bir mutluluk; geldi mi o sevgili
otur da seyret hayret veren harikalarını rabbin4
Ve bazan halvetteyken gözünün önünde, yanı başında görüyordu onu. Belki derûnundaki ateş biraz azalır diye tüm sitayiş ve övgüyü ona adıyordu:
yarim, mağaram benim; ciğeri yiyip bitiren
sevgilisin, mağarasın, ey sahip bak bana
ruh ve nuh, açan ve açılansın
yarılmış göğüssün, ben esrarın kapısında
ışık ve şenlik: mansur’un talihi sensin
tur’un kuşusun sen, ben gaganda bîtap
gün ve oruç sensin, dilenmekten hasıl olan da sen
su da sensin testi de, bu kez su ver bana
güneşin hücresi sensin, nahidin hanesi de
ümidin bahçesi de sen, yolumu aç bana
katre ve deniz, lütuf ve kahırsın
şeker ve zehir de sen, fazla eziyet etme bana
yem de tuzak da sen, kadeh ve şarap
sensin hem ham hem pişmiş olan, hamlığı reva görme bana5
Bazenleriyse Şems’i aydınlıkla ve belagatle tasvir ediyor, kendi ruhuna nasıl da derinden tesir ettiğinden bahsediyordu. Şems’in adını aşkın peygamberi koymuştu. Kendisinin dervişlik harmanına taşmış ve tüm varlığını fenaya vermiş bir sel olarak görüyordu onu:
bu gece yarıları kimdir ay gibi gelen
aşkın peygamberidir, mihraptan buraya gelen
şehirde böylesine gürültüyü kim koparmış
dervişin harmanına sel gibi taşmış
bir deste anahtardır aşkın
kucağındaki gelişi kapıları açmaya.6
Gönlünü kaptırmış bir aşık gibi ayrılık derdinden inliyor, sarı benzi, kanayan yüreğiyle maşuktan bahsediyor, sadâkatiyle ondan aldığı her bir armağanı onun hayalinin dibinde kurban edip olur da bir iz aramak için bir ahu gibi damlarda gezindiğini, tuzaklara ve çukurlara düştüğünü pervasızca söylüyordu. Ama olmuyordu. Böylelikle maşuğun hayaliyle de bir müddet geçti.
gönlümde bir tek sen ve senin sevdan
solgun sarı benzimde senin gamının safranı
senden aldığım her bir armağanı teslim ettim hayaline
tatlı hayalinde aynı çehre aynı haşmet
yüzlerce dama çıkayım, yüzlerce tuzağa varayım
ne edeyim, çünkü can ceylanı çölüne tutkun
açmazsan kapıyı dama çatıya çıkarım
ne latif bir candır seni seyreden can.7
Halkın melâmetinden daraldığı vakitler dünyevî lezzetler ve taallukat onu kendisine çekiyor, her köşeden bir şeytan onu büyülemek ve meftun etmek için gönül çalarca göz kırpıyordu.
Mevlânâ ise cesurca o sihirbazlara karşı dimdik durup gönlünü bir kez daha çıkmamak üzere boyayan o ilk sevgilinin dostluğunun tatlılığına şükranla hepsini reddetti. Ahde vefasını, korumayı bilişini, maşuk tanırlığını, sebatını Şems’e şöyle anlatıyor:
denedim bildim hepsini yoktu senden hoşu
daldım deryaya, çıkmadı sencileyin bir inci
binbir fıçıyı açtım, hepsini tattım
senin âsî ve kavî şarabın gibisini ne kafam bilir ne dudağım
tebessüm etse gül ve yasemin kalbimde, neye şaşmalı
senden başka bir yasemin tenli beni hiç kucaklamadı
senin peşine düşüp koyuverdim kendi muradımı birkaç gün
bir muradım mı kalır sen nasip olmadın mı8
Ve bazı bazı ayrılık ateşiyle canı burnuna geldiğinde vuslat yolu aramıyor, üzüntü ve acı içerisinde Şems’i muhatabı kılıp ciddiyetle şöyle diyordu:
kimseler olmasa da olur bir ömür, sensiz olmaz ama
senden dağlanmış gönlüm, başka bir yeri kabul etmez
sensiz ne yaşamak güzeldir ne ölmek
gamın dururken nasıl çıkarayım başımı, sensiz olmaz ömür
sen baş isen ben basan adım olayım, el isen sancak olayım
ve gidersen yokluk olayım, sensiz olmaz ömür
bazen vefa bazen cefadır yolun
benimsin sen! nereye gidersin? sensiz olmaz ömür9
Mevlânâ’nın Şems’e bu sâdıkâne, mürîdâne, aşıkâne yakarışları divanının ciddi bir hacmini teşkil ediyor. Bu beyitlerin katmanlarında Mevlânâ’nın muvaffakiyetini, Şems’in huzurunda ve onunla karşılaşmanın tesirinde nasıl Mevlânâ olduğunu da görebiliriz. Onun saadetinin sırrı bizzat seçtiği mahrumluk ve kaybedişti. İlk başlarda kendisinin de dediği üzere bir müddetliğine kendi muradını terk ediyor, sonrasındaysa rahatça ve kolayca her bir muradını elde ediyor. Başlangıçta cüretkârca, kazanma ümidi taşımaksızın hayat ve şeref kumarına adımını atıyor, sonrasındaysa güçlü, başı dik, muzaffer olarak kumardan çıkıyor. Her şey o kumara atılan cesurane adımların ve kaybetmeye hazır olmanın rehiniydi. Bu kaybediş tüm kazanmaların da pınarıydı, işte bu nedenle ‘bir el daha kumara arzusu’ vardı ve o kumarın cesareti aynı dirilikle kendisinde payidar kalsın istiyordu.
Şems, bunun dışında bir şey yapmadı Mevlânâ’yla. Onun köhnemiş yırtık giysilerini, Celâlüddîn’in kendi örtünmesinin, haşmetinin ve şerefinin direği saydığı bu giysilerini onun üstünden çıkarttı, onu çıplaklığıyla hürleştirdi. O vakit o çıplak beden, kimseden ödünç almaksızın kendisi bir libas dokumaya koyuldu ve kendisine atlas bir kabâ giydirdi, önceki köhne ve yırtık giysilerinden nefret ediyor, onlara lanet ediyordu:
canın parıltısını buldu gönlüm, açılıp yarıldı gönlüm
yeni bir atlas dokudu gönlüm, bu köhne yırtık giysinin düşmanı oldum
zühre idim ay oldum, iki yüz katlı felek oldum
yusuf idim, şimdiyse yusuf doğuran ben oldum10
Bu eski ve yırtık giysiler neydiler? Nam, şöhret, müritler, şeyhülislamlık, alimlik iddiası, mal mülk, haşmet, servet, kol kanat, müderrislik, fetva makamı… Bu zincirlerin her biri bir arslanı yahut kartalı ölene dek bağlı tutmaya yeter. Şems, zincirlerini kırsın, köhne hırkasını yırtıp atsın, kendi şahsiyetinin ayı o kara bulutların ardından çıkıp güneş misâli kâinatın gecesini gün kılsın diye Celâlüddîn’e divanelik dersi verdi. Bunu Mevlânâ kendisi en belâgatli surette bizlere hikâye ediyor:
dedi: mest değilsin, git ki ehli değilsin
gittim mest oldum, neşeyle taşar oldum
dedi: dîvâne değilsin, bu haneye layık değilsin
gittim dîvâne oldum, kendimi zincirlere vurdum
dedi: başsın ve şeyhsin, yol gösterensin önden gidensin
şeyh değilim ön değilim, buyruğuna kulum
dedi: mum oldun, bu cemin kıblesi oldun
cem değilim, mum değilim, darmadağın dumanın kendisi oldum
dedi: vardır kolun kanadın, sana yok benden kol kanat
kanadın kolun uğruna kanatlarımı yolar oldum11
Şems Mevlânâ’ya hiçbir şey vadetmedi: ne bir aydınlık gelecek ne de bir mükafat. Ona mükafat olarak bu kumarın uhdesinden gelmenin yeteceğini söyledi. Birisinin rahat ve ferahtan elini eteğini çekmesi, çıplak ve hafif bir nefsi, taallukatın zevalini tecrübe edebilmesi az bir nimet değil. O Celâlüddîn’i Kierkegaard’ın deyişiyle ‘karanlıkta aramaya’ rağbet ettirdi, ve o ‘ feleği kat eden tiz’ Şems karanlıktan korkmamasını, gecenin kalbine inmesini sağladı.
Ama gece değildi o. Âlemi parıldatan güneş idi. Çıplaklık değildi; bizzat örtünmek, haşmet ve atlas giyinmek idi. Arzu olunandan mahrum kalmak değil mutlak bahtiyarlıktı. Fakirlik değil, ebedî zenginlik idi. Ateş değil, Kevser pınarı idi. Mevlânâ’ya nasip olmuş en mühim talih olan aşkın vasfıdır tüm bunlar:
aşk niçin o denli kanlıdır en başta kaçsın diye yabancısı
o tutuşmuş mumların aksinedir ateş gözükür: ama tümden hoştur12
Mevlânâ’nın aşk tecrübesi meydanın eri olmayanlar oraya ulaşmasınlar, şöhretin ve gümüşün peşinde olanlar o gümüş maşuktan behresiz kalıp ümitsizliğe kapılsınlar; nihayeten bir tek cesurlar ve sadık aşıklar onun sevdalısı olsun diye göğün latif aşkının başta hunhar bir çehreyle arz ettiğini öğretti.
Şems öğretti ve Mevlânâ sınayıp gördü ki aşıklık hürlüğün kendisidir ve eğer hürriyet talebi yoksa orada aşıklıktan da bir lezzet düşmez kimsenin payına. Mevlânâ’yı Şems’ten ayrı düştükten sonra sıcakla sarıp ışıldatan, sesini kubbede ebediyen aksettiren aşk güneşiydi:
bir güzel aşk bizimkisi yâ rab
sıcak nasıl da sardı bizi, çünkü güneş gibi bir
aşktır bu yâ rab
nasıl da saklı nasıl da apaçık.13
Dârülmülk Konya 2. Sayı
* Konya’da, Selçuk Üniversitesi’nde 1995’in Aralık ayında düzenlenen Mevlânâ’nın Hayatı ve Düşüncesi Konferansı için Kanada’da yazılmış bir makaledir.
1 Divan-ı Kebir, Gazel 1085
2 Mevlânâ Celâlüddîn’in Hayatı, Bediuzzaman Furuzanfer, sayfa 79
3 Mesnevî, Altıncı Defter, Beyit no: 17, 10, 20
4 Divan-ı Kebir, Gazel 163
5 Divan-ı Kebir, Gazel 37
6 Divan-ı Kebir, Gazel 2336
7 Divan-ı Kebir, Gazel 759
8 Divan-ı Kebir, Gazel 770
9 Divan-ı Kebir, Gazel 553
10 Divan-ı Kebir, Gazel 1393
11 Divan-ı Kebir, Gazel 1393
12 Mesnevi, Üçüncü Defter, Beyit no: 4750, 3920
13 Divan-ı Kebir, Gazel 95
Array