ŞEMS Ü MEVLÂNÂ

A+
A-

ŞEMS Ü MEVLÂNÂ

Emekli Öğretim Üyesi
Yard. Doç. Dr.(Eski Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı)
HİDAYETOĞLU Ahmed Selahaddin Çelebî
Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rûmî’nin 21. Batından Torunu

İlk söz Şeyh Gâlib Dedemiz’den:

“Gürûh-ı evliyânın ekmelidir Şems ü Mevlânâ
Misâl-i mihr ü subh-ı müncelîdir Şems ü Mevlânâ
Şeh-i aşkın iki kudret elidir Şems ü Mevlânâ
Sıfât u zâta burhân-ı celîdir Şems ü Mevlânâ
Hemân ayn-ı Muhammed’le Alî’dir Şems ü Mevlânâ”

Şems tâ çocukluğundan îtibâren İlâhî aşka dalarak yaşayan bir şahsiyetti. Şems, Makālât’ında, çocukluktaki ahvâlini şöyle özetler:

“Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryâsına daldım mı, hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: “Oğlum, ben senin hâlinden bir şey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek” dedi. Ben ona şu cevabı verdim: Baba! Seninle benim, babalık ve evlâtlık münâsebetlerimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla beraber bir de ördek yumurtası koysalar; vakti gelince civcivler çıkar. Bu civcivler hep birlikte analarının arkasına düşüp giderler. Yolda bir göl kenarına rastladıklarında, ördek yumurtasından çıkan civciv, hemen kendisini suya atar. Bunu gören tavuk, eyvâh yavrum boğulacak der ve çırpınmaya başlar. Hâlbuki ördek yavrusu neşe içinde yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.”

Şems derin bir vecd içinde, pervâsız yaşayan ve ancak kendi rûh keşfine karşı mesûliyet duyan; harikulâde tesir gücü olan bir şahsiyetti. Ahmet Eflâkî’den nakledeceğim bir menkîbe onun bu şahsiyetini belirler:

“Nasreddin Vezîr’in tekkesinde posta oturma merâsimi vardı ve ulu bir kişiye şeyhlik rütbesi verilecekti. Bütün âlimler, ârifler, hakîmler, emîrler ve ileri gelenler o toplantıda hazırdılar. Her biri, muhtelif ilim ve fenlerde sözler söylüyorlar ve tatlı sohbetlerde bulunuyorlardı. Şems bir köşede, bir hazîne gibi, murâkabeye dalmıştı. Birdenbire kalktı ve onlara: “Ne zamana kadar, şundan bundan rivayet edip övünerek ve atsız eğere binip erlerin meydanına koşacaksınız? İçinizden: “Kalbim bana Rabbimden bu haberi veriyor, diyecek yok mu? Ve ne zamana kadar başkalarının asâsıyla ayakta yürüyeceksiniz” dedi.

Rind ü âzâde meşreb olan Şems-i Tebrîzî yana yakıla kendisine muhâtap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arıyordu. Bir gece karârı elden gitti, vecd halindeydi. Allah’ın tecellîlerine gömülüp mest olduğu bir andaki münâcâtında:

“Ey Allah’ım! Kendi örtülü sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum.” diye yalvardı. Allah tarafından istediğinin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belhli Sultân’ül-Ulemâ oğlu Muhammed Celaleddin olduğu ilhâm edildi. Bu ilhâm ile Şems, 29 Kasım 1244 (24 Cemaziye’l-âhir 642) cumartesi sabahı Konya’ya geldi. Mevlânâ ile Şems, bu iki kābiliyet, bu iki nûr, bu iki rûh, nihayet buluştular; görüştüler.

İbtidânâme’sinde Sultân Veled diyor ki:

“Ansızın Şemseddîn gelip ona ulaştı; nûrunun ışığında da gölge yok olup gitti. Aşk dünyasının ardından defsiz sazsız aşk sesi erişti.

Ona ma’şûkluk hallerini anlattı, açıkladı; böylece de sırrı yücelerden de yüceye vardı.

Dedi ki: Sen bâtına rehin olmuşsun, ama şunu bil ki ben bâtının da bâtınıyım.

Ben sırların sırrıyım, nûrların nûruyum; erenler benim sırlarıma erişemez. Aşk da benim yolumda perdedir; diri olan aşk bile benim önümde ölüdür.

Tamamen ma’şûk olan dostlar, Allah’ın rızâsını kazanmış erlerden de üstündürler, gerçekle bâtılı ayırt edenlerden de.

Onların hâli söze gelmez; söyle bakalım, onların şarâbını kim içer?

Ebedîlik saltanatı âşıklarındır, ama ma’şûkun saltanatı ondan da yücedir.

Zâhir ehli Mansûr’u kınadı; çünkü onlar, onun âleminden uzaktılar. Hepsi bilgisizlikle ona düşman oldular; çünkü onun sırrından bir koku bile alamamışlardı.

Mansûr bu çağda olsaydı, Şems ile Mevlânâ’nın hâli ona da örtülü kalırdı. O da onlara düşman olur, onlara kast eder, onları cezalandırmak için dâra çekerdi.

Şems, Mevlânâ’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âleme ki ne Türk gördü o âlemi ne Arap.

Âlemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir derece vardır ki; o, ma’şûkluk durağıdır. Âleme bu ma’şûkluk durağına dair haber gelmemişti. Tebrîzli Şemseddîn zuhûr edip, Mevlânâ Celâleddîn’i âşıklık ve erenlik mertebesinden, bu zamana kadar duyulmamış olan, ma’şûkluk mertebesine eriştirmiştir. Esâsen Mevlânâ, ezelde ma’şûkluk denizinin incisiydi; her şey döner aslına varır.”

Evvel Şems aradı Mevlânâ’yı…

Dilberler, âşıkları, cânla başla ararlar. Bütün ma’şûklar, âşıklara avlanmışlardır. Kimi âşık görürsen bil ki ma’şûktur. Çünkü o âşık olmakla beraber ma’şûk tarafından sevildiği cihetle ma’şûktur da. Susuzlar, âlemde su ararlar, fakat su da cihânda susuzları arar.

Âhir Mevlânâ aradı; zâhir ve bâtında kendinde buldu Şems’i…

Beden bakımından ondan ayrıyım ama bedensiz ve cânsız ikimizde bir nûruz.

Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni. Ben oyum o da ben. Değil mi ki ben oyum, ne arıyorum? Onun tıpkısıyım, artık kendimden bahsedeyim.

Güzelliğini övdükçe överim; ama o güzellik, o lütuf bendim zaten. Gerçekten kendimi arıyordum; üzüm şırası gibi küpün içinde kaynayıp coşuyordum.

Şıra bir başkası için coşup köpürmez, kendi güzelliğine uyar, onun için işe girişir. Kendisinde gizli olan güzelliğin görünmesine gayret eder.

Menâkıbü’l-ârifîn’de, Malatyalı Şemseddin şöyle anlatıyor:

Bir gün Mevlânâ’nın refâkatinde, zamanın Cüneyd’i ve devrin Ma’rûf’u Çelebi Hüsâmeddîn’in bahçesinde idik. Mevlânâ da ayaklarını ırmağın suyuna sokmuş ilâhî bilgiler saçıyordu. Söz sırasında, Şems-i Tebrîzî’den bahsediyor; ona medhiyeler söylüyordu. Allah dostlarının makbûlü ve arkadaşların ileri gelenlerinden Müderrisoğlu Bedreddin, Mevlânâ’nın, Şems’e olan medhiyelerini işitince bir âh çekti ve: “Çok yazık çok yazık!”dedi. Mevlânâ:

“Niçin yazık, neye yazık? Neye hayıflanıyorsun?” diye sordu. Bedreddin, utanarak ve ta’zîmle, “Şems-i Tebrîzî’yi idrâk edemediğimden ve onun nûrlarla dolu huzûrundan faydalanamadığımdan hayıflanıyorum. Âh u vâhımın sebebi budur. Mevlânâ biran susup hiçbir şey söylemedi, sonra:

“Eğer Şemseddin Tebrîzî’ye ulaşamadınsa, babamın mukaddes ruhuna yemin ederim ki, saçının her telinde yüz bin Şems-i Tebrîzî asılı bulunan ve onun sırrının sırrını idrakte Şems-i Tebrîzî’nin bile şaşakaldığı birine ulaştın. Şâh ve dilber olan Şems-i Tebrîzî, bütün şahlığı ile bizim cânımızın muhâfızı idi.” buyurdu. Meclisteki herkes semâa başladı. Mevlânâ da semâ ederek şu mısraları ihtivâ eden gazelini okuyordu:

“Sultân benim, gül bahçesinin cânı benim. Benim gibi bir şâhın huzûrunda bulunduğun halde şunu bunu nasıl anıyorsun?”

Son söz Şems ü Mevlânâ’nın sırrı Sultân Veled Efendimiz’in izinde gidenlerin:

Şem’-i ruhuna cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm
Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm
Hayfâ yolumu vâdi-i hicrâne düşürdüm
Takrîr edemem derd-i derûnum elemim var
Mevlâ’yı seversen beni söyletme gamım var

Dinle sözüm sana direm özge edâdır
Dervîş olana lâzım olan aşk-ı Hudâ’dır
Âşıkın nesi var ise ma’şûka fedâdır
Semâ safâ câna şifâ rûha gıdâdır

Aşk ile gelin eyleyelim zevk u safâyı
Göklere değin ir görelim Hû ile Hâyı
Mestâne olup depredelim çeng ile nâyı
Semâ safâ câna şifâ rûha gıdâdır

Ey sûfî bizim sohbetimiz câna safâdır
Bir cür’amızı nûşidegör derde devâdır
Hak ile ezel ettiğimiz ahde vefâdır
Semâ safâ câna şifâ rûha gıdâdır

Aşk ile gelin tâlib-i cûyende olalım
Şevk ile safâlar sürelim zinde olalım
Hazret-i Mevlânâ’ya gelin bende olalım
Semâ safâ câna şifâ rûha gıdâdır.

ascelebihidayetoglu@hotmail.com