Semâ zikrinin mânasını mütalâa
Semâ zikrinin mânasını mütalâa
Şehbâz-ı cenâb-ı zülcelâlest semâ
Ferrâş-ı kulûb-i ehl-i hâlest semâ
Der mezheb-i münkirân herâmest semâ
Der mezheb-i âşıkân helâlest semâ
Zülcelâl olan Allah’ın doğanıdır sema.
Hal ehlinin kalplerinin hizmetkarıdır sema.
Münkirlerin mezhebinde haramdır sema
Aşıkların mezhebinde helâldir sema
buyuruyor Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (KS)
Mevlevî, Mevlâvîdir. Mevlâvî yani Allahî’dir. Hak dost Hz. Pîr yolunda hizmet eyleyip, yüce Rabbinin rızasını kazanmaktır niyâzı. Bende-î Kur’ân, Peygâmberin yolunu can fedâdır Mevlevî. Fikri, zikri “Allah” olanın gönül kâbetullahını tavafı’da ibadettir. Semâ kendinden geçiş değil, aslına varıştır. Semazen’in attığı her çark imân istivâsının hattıdır. Hatt-ı müstâkimdir. Fiziki taliminde dahi edeb ve erkân’ın usûlu gereği kaidelere riayet zorunluğu olduğu muhakkaktır. Hele bir de gönlünde aşk-ı Hudâ ile sema edenin, sâdece Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle bu zikrullahı talim edenin hem dilinden hem de hâlinden sema “dinle”mek gönül sahiplerine bir lütf-u ilâhi ve ruha gıdadır. İşte cümle varlığını Hakk rızasını kazanmaya adamış bir Mevlevî bendesinin Aşçı İbrahim Dede’nin gönül şerhinden ikram buyurdukları sema’ın manevi lezzetini dinlemeye davet ediyoruz. Bu aşk ile gönlü titreyen cümle semazen kardeşlerimizin ibadetlerinin Cenâb-ı Hakk’tan kabûlünu, yüreğine sema aşkı düşmüş olan kardeşlerimizin de tatbikatte ve tefekkürde daim bu feyz ile hemhâl olmalarını niyâz ederiz.
Kasımpaşa Mevlevihânesinde ilk günler (Reşad Ekrem Koçu)
Şeyh Hasan Dede’nin izniyle Kasımpaşa Mevlevihânesine gidip sema meşketmeyi kurdum. Zirâ Kasımpaşa Mevlevîhanesi’nin Şeyhi Şemseddin Efendi vefât edip mahdumu Ali Efendi postnişin olmuştu. Ali Efendi çocuk olmakla, Mesnevîhan meşhur Hüsameddin Efendi merhûmun irâdeleriyle Kasımpaşa Mevlevîhanesi’nde kıdemli Mevlevîlerden gayet âbid ve zâhid hakkâk Kadri Dede Efendi nâmında bir zâtı vekâleten potnişin yapmışlardı. Kadri Dede’nin hânesi de Aksaray’da olup Şeyh Hasan Efendi Hazretleriyle sevişirlerdi. Bir gün gidip keyfiyeti Kadri Dede’ye ifade ettiğimde bilâ tereddüd aşk ve muhabbetle kabul etti. Malûm ya, fanus içinde yanan şem’ her ne kadar muhtefî olsa dahi ehl-i basîretten gizlenemez. Hemen Dedelerden birisine emredip bir aded sikke-i şerife getirtip odayı halvet ederek tekbir ile başıma koydu. Bir müddetçik orada zikir ile meşgul oldum. Sonra çocuk Şeyh Ali Efendi’nin huzuruna çıkıp ellerini öptüm.
Sema’ meşketmek için matbahta bulunan çilekeşlerden bir Dede’yi çağırtıp beni ona teslim ettiler. Mevlevîhane’nin matbahına geldim. Lâleli’de bulunan efendilerden birkaç zât, zâten Kasımpaşa Mevlevîhanesi’nin muhiblerinden idi. Mevlevî esvabları ile gidip âyîn-i şerîf’de bulunurlardı. O gece onlarla bir yere toplanıp Mevlevîhane’nin aşk ve muhabbeti ile sabahı ettik. Yeniden bir âlâ sikke-i şerîf yaptırmak ve Mevlevî elbisesi diktirmek gibi şeyler konuştuk. Ertesi gün erkenden Lâleli’den doğruca Kasımpaşa Mevlevîhanesine gidib matbahta semâ’ meşkederek oradan doğruca Seraskerlik Ruznâme Kalemine, akşam da kapudan çıkıp yine doğruca Mevlevîhâneye gider, semâ’ meşkedip akşam ezaniyle beraber Lâleli’deki evime dönerdim. Osman bey bu yorgunluğuma acır:
-Canına yazık değil mi efendim? Niçin bu hallere düşüyorsun? diye teselliye uğraşırdı. Şimdi o hâlleri düşünüyorum da akıllı adam işi değil diyorum! Bu akıllı işi değildir, belki mecnun işidir. Zîra “Divâne-râ kalem nist” Mecnunlar için kalem yoktur, aklına ne gelir ise onu işler. Ve bunları yaptıran kimdir? Elbette bir mahbûb-ı matlûbdur. “Bu Rabbimin lutfundandır.” Hezâr sad hezâr hamd ü senalar olsun Cenâb-ı Hudâ’ya ki bir zerrecik olsun sahbâ-yı aşkıma maya damlatmıştır.
On gün tâlim edip kırkıncı günü semâ’ meşki tekmil oldu. Kasımpaşa Mevlevîhanesi’nin âyîn günleri Pazar olmakla sâir dedeler misilli semâ’hâneye duhulümü Kadir Dede Efendi’ye arz ile izin istediler. Onlar da memnun olup müsaade buyurdular. Fakat Mevlevîlerin âdetinden olarak semâ’ı bitirenler (ikmâl-i sema edenler), âyîn gününde semâ’hâne’nin açılmasından evvel, yâni dört beş raddelerinde Dedelerin ilân etmesiyle, sekiz on Mevlevî tennûre giyerek ve birkaç Mevlevî ney ve kudüm vurarak bir acemi tâlimi icrâ edilir. Sonra alelusûl muayyen vakitte sâir Dedelerle beraber semâ’hâneye girilir. Benim hakkımda da o kaide icrâ olundu.
Bâzı arkadaşlar da beni görmek için Mevlevîhâneye gelmişlerdi. Boyum uzun, sakal ve bıyık, tamamen Mevlevîye mahsus sakal ve bıyık idi. İşte böyle endâm ile, tesâdüf mevsim bahar idi, beyaz tennûre ve şellâki hırka ve kıt’ası gayet güzel sikke-i şerîfe güzel ve rengi âlâ, pek yakışmıştı. Velhâsıl o gün ziyâretçiler beni seyre gelmiş gibiydi. Hattâ göze gelmekten korkarak bâzı duâlar okurdum. Ziyâretçiler pek çoktu. Vaktâki Meydancı Dede yüksek sesle:
-Semâhaneye buyurun!” sâlâsını eda ettiler.
Sûri İsrafil’e itâat eder gibi dervişler, kabirleri olan hücrelerinden birer birer meydan-ı muhabbetde başvurup boy göstermeye başladılar.
O sırada ben de, Dedemle beraber hücreden, topal eşekle kervana karışır gibi baş gösterir göstermez, Dedelerin o cemiyet-i kübrâsını gördükte aşk ile kendimden geçtim. Ancak ayaklarım kendiliğinden hareket ederdi. Gözlerim ve rengim mevtâ göz ve rengine girmekle yanımda bulunan Dedem korktuğumu sanarak nasihat verdi, ben: “Bu hâl korkudan değildir, belki aşk-ı İlâhi’nin melâlidir!” dedim. Bunun üzerine “Maşallah, öyle ise teşekkür ederiz; aşk ile memlûl olan canınızı tebrik ederiz!” diye buyurdular. Dedeler ve ziyâretçiler karışık olarak semâ’hâneye girdik. Meydan, benim gibi muhibb-i Mevlânâ olanlara mahsustu. Meydana evvelâ sağ ayağımı bastıkta, göz yaşım benden evvel semâ’hânenin zeminini öptü. Birkaç ayak ileri varıp usûl-i dedegân üzere hazret-i şeyhin makam ve postuna baş kesmek için başımı aşağa indirdiğimde gözlerimden akan yaş hırkanın önüne bir hatt-ı müstakîm çektiği görülmekle, “Hâzâ Sırâtun mustakîmun” (Doğru yol budur.) nidası can kulağıma geldi.
Muhiblere mahsus olan yer semâ’hânenin ufak kapısının sol cihetindedir, mest bir halde oraya çekilip sâir muhiblerin alt tarafında “Fe’zkurullâhe kiyâmen ve ku’ûden” (Ayakta ve oturarak Allah’ı anın. Nisâ, 4/103) işaretiyle kıyamda durdum. Gözlerimin hâli perişan olduğundan etrafa nazar edemezdim. Şeyh Efendi’yi bekliyorduk. Teşrifi biraz gecikti. Bu müddet zarfında biraz kendime geldim. Göz ucuyla etrafa nazar ettim. Şeyh efendimizin teşriflerinin cümle kapısında olan nöbetçi askerler tarafından “ Hâs dur, selâm dur!” nidasıyla ve silahların şakırtısıyla haber verilmesi üzerine, kendimi toparlayıp mürşidimin varışına haberdar oldum.
Şeyh Hazretleri, “Es-selâmu aleyküm” diyerek baş kesmesiyle cümle dedegân ile birlikte baş kestik. Meydancı Dede efendi redd-i selâm eyledi ve öğle namazının edasına meşgul olduk. Namazdan sonra herkes yerlerine ve makamlarına çekildi. Ben de yerime çekilip yer ile görüşüp oturdum:
Li-ecli Resûl-i mübîn
Ederler bûs-ı zemîn
Makâm-ı âlî-i cenâb-ı mutribden hazin hazin güzel bir ses ile aşr-ı şerif okundu. Bunu müteâkip Dede Efendi’ de mutribde nât-ı şerif’e başladı. Sonra neyzen dede efendi’nin taksime başlaması ile sâir neyzenlerin demlenmesi de beni bir aşk ummanı gibi sürükledi.
[Istitrâd: Hazret-i Pîr Mevlânâ kuddise sırruhu’l-aziz Mesnevî-i şerîf’lerinin başında şöyle buyurmuşlardır:
Bişnev in ney çun hikâyet mikuned
Ez-cudâyihâ şikâyet mikuned”
“Bişnev” ile buyurup duymayı-işitmeyi emir eylediler, yani “İşit, dinle!” buyurdular. Onun için ki din ve tarikatta başlangıç için ve lâzım olan işitmek ve dinlemektir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da sem’i (işitmeyi), basar yani görme’ye öncelikli buyurdu. Zira ki sem’ (işitme), şart-ı nübüvvettir, görmek değildir. Onun için asam ve sağır resûl yoktur; lâkin Ya’kub aleyhisselâm gibi âmâ olur. İşitmek, aklın maarifle istikmaline sebeptir; lâkin görmek öyle değildir, basar( görmek) ancak gözle görüleni müşahade eder. “Ey kulak, can kulak, işit ki ney sana ne hikâyeler söyler, fıraktan neler söyler, nasıl şikayetler eder! Lâkin bu sözleri duymaya kulak lâzımdır. İndallâh varlıkların ziyade şerlisi Hak kelâmından sağır olandır ve onu söylemekten dilsiz kalandır,” Kemâ Kâl’Allâhu ta’âlâ: “Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir. “[Enfâl, 8/22} buyuruyor. Zira ebkemlik (dilsizlik) sağır olmaktan olur. Nutka elbette semâ’ lazımdır. Pes o kimse ki kelâm-ı Hakk’ı işitmeye ve onunla amel edip iş etmeye, ona dilsiz olmak kararlaştırılmıştır. Onun için Hazret-i Mevlânâ Efendimiz “Bişnev!” diye emrederler ki “ Kulak verin, dinleyin!” buyururlar. İşittik, dinledik, âmennâ ve saddaknâ azizim. ]
Sultan Veled devri’ne başlamak üzere ayağa kalktık. Devir tamam olup eller omuzda, başlar kesik olduğu halde:
Halkı âlem yılda bir gez id içün kurban eder
Dembedem saat ve saat ben senin kurbanınam!
diyerek Şeyhim huzuruna doğru birinci semâ’a başlandı. Cümlenin malumu olduğu üzere dört defa sema’ olur. Mevlevî ıstılahında buna “Dört selâm” derler. Herbiri Çıhâryâr-ı Güzin Efendilerimizden birine râci’dir.
Birinci sema’a başlandı. Ehlinin malumu olduğu üzere sağ ayağa “çark”, sol ayağa “direk” tabir ederler, yani daima sağ ayak yerinden kalkıp çark eder, sol ayak yerinde durur, her çarkta ism-i Celâl hafiyyen zikrolunur. Yâni kalbden “Allah!” zikriyle meşgul olunur. Ben de bu minvâl üzere sema’a başlayıp, vaktâki tennûre tamamiyle açıldı ve aşk havası içini ve dışını sardı, o beyaz tennûre dalgalanmaya başladı. Etrafa gözucuyla nazar etmek lâzımdır ki çarpmasın, Donanmây-ı Hümâyun gibi birbiri ardınca hareket etmek iktizâ eder. İsm-i Celâl ile meşgul oldum. Etrafta olan ziyaretçileri, alâim-i semâ gibi kürevi bir hat, Dedeleri bu hat içinde beyaz bulut, Hazret-i Şeyhi de, makamında, kırmızı post üzerinde yeşil destarlı sikke-i şerif tâbir olduğu halde merkez-i dâire gibi sabir ve müstahkem gördüm.
Birinci selâm tamam oldu. İkinci selâma çıkamadım. Tâb-ü tevânım kesilmişti. Makamımda durdum. Sâir Dedeler ikinci ve ilânihâye dördüncü selâma başlayıp bitirdiler. Nihayet herkes yerinde oturdu. “Hitamehu misk” diye bir aşr-ı şerif okundu, duâ edildi. Dem-i Hazret-i Mevlânâ çekilerek âyîn-i şerife nihayet verildi. Herkes hücrelerine gittiği gibi ben de Dedemle beraber hücreme gittim.
Nasihat
Sikke-i şerif tekbirlenip duası ba’de’l-ifâ yed tutup tevdii lâzım gelen emânet ve esrar icrâ olunduktan sonra hubb-ı dünyâ, hubb-ı câh, hubb-ı şöhret terkini de ayrıca beyan ve tembih ve niyâz ile buna mukabil üç adet muy kat’olunur ki bunların kıymetleri işte bu kadardır bilesin azizim,çünkü bunlara muhabbet pek büyük afettir, sâlikân en zuyade yolunu kat’ eden bu muhabbettir, zira ki muhabbet şirket kabul etmez, muhabbet bir şeye olur, ikiye olmaz; nısfiyet ve tefrik kabul etmez, birdir, yektâdır ki buna kimse kıymet ve baha takdîre edememiştir. İşte buraları ehlinin malumudur. Ancak bazı ihvanın yanlış telâkkiyâtı vardır ki onlar zannederler ki dünyayı, mansıbı, şöhret ve şayıayı terk edeceğiz. Yok azizim, bunların muhabbeti ve sevilmesini terk edeceksiniz, yani ne kadar mal ve emlâk, akçeler, bohçalar olursa olsun, rütbeniz ister ise rütbe-i beşeriyenin gayesi olsun, şöhret ve şayianız cihanı tutsun, bunların hiçbir zarar ve ziyanı yoktur. Ancak kalbinizde bunlara muhabbet ve sevgi var ise işte onu ihraç ve terk edeceksiniz.
Bu bahis ile semâ zikrinin mânasını mütalâa eden ihvanın aşk u muhabbeti ve gönülleri şâd u handân ve sefaları an-be-an müzdâd olsun. Dem-i Hazret-i Mevlânâ ve Şems-i Tebrîzî Hû diyelim Hû.