ŞEFİK CAN İLE YAPILMIŞ BİR RÖPORTAJ

A+
A-

– Bize biraz hayatınızdan, kitaplarla olan ilişkinizden bahseder misiniz?

– Efendim, ben sadece Mevlâna âşıkı bir kişiyim. Mevlanayı çocukluğumdan beri seviyorum. Mesleğim edebiyat hocalığıdır. Her Edebiyat hocası gibi ben de bütün dünya klasikleri ile meşgul oldum. Kendi kendime, Fransızca ve İngilizce öğrendim. Babam daha çocuk yaşta bana Farsça ve Arapça öğretti. Sadi’lerin, Hafızların, Mevlânâ’nın bazı beyitlerini ezberletti. Onlar benim Edebiyat zevkimi artırdı. Harb Okulunu bitirdikten sonra subay olarak kıtalara gittim, yine kitapları aradım, araştırdım. Tahirü’l Mevlevî benim hocam oldu. Bir gün ona Kayseri’den bir papaz geldi. Terzibaşiyan adında bir papaz. Kendisi Fuzûli’ye gönül vermiş bir adam. Vatikan’da okumuş Latince, İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Arapça, Türkçe, Farsça biliyor. Fuzûli hakkında bir eser yazıyormuş. Tahirü’l Mevlevi’ye geldi. Bazı metinler okudu. Hoca da ona anlamadığı yerleri izah etti. Şaşırdım, bir Ermeni papazı Fuzûli’yi etüd ediyor. Aradan seneler geçti. Bayezıt’ta üniversitenin karşısında bir ermeni kitapçı vardı. Nişan Efendi diye. Ona gittim. O bana klasik kitaplar, Fransızca kitaplar getirirdi. Nişan Efendi böyle bir kitap duydum, dedim. Terzibaşiyan adlı Ermeni papazı Fuzûli hakkında bir eser yazmış. O eser çıktı mı. Evet çok evvel çıktı, dedi. Ne olur, o kitap varsa bana bir göster, merak ediyorum. Ermenice bilmiyorum ama kitabı bir göreyim, dedim. Merdiveni koydu. Şöyle genişçe boyutta bir kitap indirdi. Açtım kitabı. Ermenice yazılar arasından Fuzûli’den Farsça metinler; Osmanlıca, Arapça, İngilizce metinler. Mesela İngiliz şairi Milton’un “Kaybolmuş Cennet’ten parçalar vardı. Bunu üniversite Profesörleri görmezlikten geliyorlar. 5 cilt yazmış adam. Nişan Efendi, şunun başlangıcından biraz oku dedim. Onun müşterisi olduğum için beni kırmadı. Açtı kitabı. Diyor ki Terzibaşiyan: “Allah’ım! Ben 30 senemi Fuzûli’ye harcadım. Dünyanın bütün ölmez eserlerini gözden geçirdim. Fuzûli’yi ruhuma en yakın, en uygun büyük bir şair olarak buldum. Hayatımı buna hasretim. Yarın bir gün senin huzuruna geldiğim zaman, Ey Terzibaşiyan! Sen dünyada neler yaptın diye sorduğun zaman diyeceğim ki! Allah’ım! Ben 30 senemi Fuzûli’ye verdim.” Fakirin bir iddiası yok. Ben ne Profesörüm, ne doçentim, hiçbir şeyim. Emekli öğretmenim, yaşlı bir adamım. Fakat bütün bu dünya şairleri arasında Mevlana’ya gönül verdim. Ve Mevlana’da aradığımı buldum. Onun için hayatımı ona hasrettim. Allah (c.c)’ın inayetiyle emekli olduktan sonra aşağı yukarı 40 senedir bu işle uğraşıyorum. Bunları iftihar için söylemiyorum. İnsanın kendinden bahsetmesi aşağılıktır. Fakat hakikat namına bunu söylüyorum ki, bu yaşta Allah (c.c) gönlüme koymuş bu aşkı.

– Efendim! Mesnevi ile olan dostluğunuz nasıl başladı? Mesneviye olan bağlılığınız kitaplara olan ilginizin bir sonucu mu?

– Efendim Kitapları seviyorum ben. Bütün dünya edebiyatında tanınmış eserler hangileridir. Kimlerindir. Daha harbokulunda okurken Telemak’ı okumuştum. Telemak’ta birçok şeyler geçiyor. Bende mitoloji merakı uyandı. İnsanlar gerçek Tanrıyı bulmadan evvel ne hayallere kapılmışlar, kendilerine göre her şeyin bir Tanrısı olduğuna inanmışlar. Olimpus’da Tanrılar oturuyor, insanları idare ediyorlar. O zaman dedim ki, bunun başlangıcı şairlerin babası sayılan Omirus’u okumam gerekir. O’nun İlyada’sını iki cilt halinde, Frans ve Kope Eski Yunanca’dan Fransızca’ya tercüme etmişti, onu okudum. Ondan sonra başta Yunan klasiklerini sonra Roma klasiklerini okudum. Hasan Ali Yücel merhum klasikler devrini açtı sonra. Türkçe klasik eserler çıkıyordu. Ben tuttum klasik Yunan mitolojisi diye bir kitap yazdım gençliğimde. Yani bundan 30 sene evvel. Bu kitapları okuduktan sonra her milletten tanınmış eserlere yöneldim. Bende büyük bir aşk uyandı kitaplara karşı. Bilhassa Rus Edebiyatını çok sevdim. Asıllarından okuyayım diye Rusça öğrendim. Bütün bu dünya klasiklerini dolaştıktan sonra Hz. Mevlana’ya geldim. Hz. Mevlana’nın Mesnevisinde tasavvufi konuların gayet açık bir şekilde anlatılması, bazı hikâyelerle bunların pekiştirilmesi benim nazar-ı dikkatimi celbetti. Fakat en önemli nokta eski Yunan eserlerinde biraz sezilen insani duygu İslam eserlerinde fazlasıyla vardı. Batılıların daha şimdilerde söylediği insani ruhtan Müslümanlık asırlar önce bahsetmişti.

Bakın size çok ilginç bir mesele arzedeyim. Çok önceleri gazetelerde okudum. Cambridge üniversitesinde bir Tarih Profesörü İstanbul Üniversitesinde kölelik hakkında konferans verecekmiş. Merak ettim, gittim. Kölelere çok acırım. İlyada adlı kitapta anlatılıyor: Bir Anadolu şehri olan Truva zapt edildikten sonra şehirden insanların hepsini dışarı çıkarıyorlar. Ve şehri yağma ediyorlar. Sonra yakıyorlar. Yükte hafif bahâda ağır ne varsa alıyorlar. Ve ihtiyarları öldürüyorlar. Çocukları, kadınları, erkekleri, o ordunun arkasında alıp Yunanistan’a götürüyorlar. Erkekler köle, kadınlar cariye. Ne Aristosu acıyor bunlara ne Eflatunu. Hatta diyor ki bütün büyük eserler hep esirlerin eseridir, kölelerin eseridir. Sultan Ahmet Meydanındaki dikili taşa bakınız. Hiyeroglif yazılı. Kaç metre yükseklikte. Bizans devrinde Mısırdan getirilmiş. Bu bir kayanın içinden alınır. O esirler o sıcakta uğraşarak yaptılar. Tek bir taştır. Onu yapmak hünerdir. Bütün şaheserler, güzel eserler kölelerin, esirlerin eserleridir. Şimdi o Profesör, konferansta ne diyor. Herkes sustu. Yalnız Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk defa: “Kölelerde insandır.” dedi. Ne Hz. İsa, ne Hz. Musa, ne Eflatun, ne Aristo, ne Konfüçyüs ne de Buda, hiçbirisi kölelerden bahsetmedi. Gayet tabi buluyorlardı. Pazara gidiyorsunuz, esir pazarında para veriyorsunuz, koyun alır gibi cariye alıyorsunuz. Kimse bir şey demiyor. Ama Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk defa: “Kölelerde insandır. Onlara kendi yiyeceklerinizden yedirin, kendi giyeceklerinizden giydirin.” buyurdu. Biz Peygamberimiz diye seviyoruz. Onlar insan olarak, en büyük insan olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’i seviyorlar. İşte Mevlanâ tam da Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yolunda.

Ben yaşadığım müddetçe, Kur’an’ın kuluyum kölesiyim. Ben Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ayağının bastığı yerin toprağıyım. Benim hakkımda başka şeyler söylerlerse ben bunlardan şikâyetçiyim. Benim aslım budur, diyor Mevlana.

Buralardan geldi benim Mevlanâ sevgim. Ve bilhassa Kuleli’de öğretmen sınıfını geçtiğim zaman Tahirü’l Mevlevî’nin talebesi oldum. Ondan çok yararlandım. 951’e kadar ondan ayrılmadım. 16 sene ona hizmet ettim. Taşraya gittiğim zaman da mektuplar yazdım. İstanbul’a gelince ziyaret ettim. Sonra daha başka Mevlevî büyükleriyle tanıştım. Yani benim Mevlana’ya olan sevgim ve Mesnevi’yle olan ilişkim hep onun insani bir ruhu ifade eden bakış açısından geldi.

Hoşça bak zatına kim zübdei âlemsin sen, diyor Şeyh Galip Mevlana’dan ilham alarak, Kendine iyi bak sen âlemin özüsün. Sen insansın. Bizim başımız havada. Hayvanlar gibi dört ayağımızla yürüyüp de yerdan gıdamızı almıyoruz. Kur’an: “Sizin gıdanız göklerdedir.” diyor. İşte bu şaheserler, güzel eserler, müzik, insâni duygular. Hepsi bizim manevi gıdamızı gösteriyor. Ve bununla da en çok Mevlana meşgul olmuş. Onun için Hz. Mevlana’yı sevdim.

– Efendim! Mesnevi tercümeniz okuyucu tarafından diğer tercümelere göre daha fazla tutuluyor. Tercümenizi farklı kılan nedir?

– Mevlana’nın Mesnevisini tercüme etmişler. Çok tercüme var. Fakat bendeniz o tercümelerin şerhlerine bakarak, anlaşılır bir vaziyette beytin içinde şerhler yaparak, tercüme yapmaya çalıştım. Çünkü Mevlana’yı şerh eden meşhur İsmail Ankaravi de öyle yapmıştır. Beyti açarsanız onun altında matomat tercüme bulamazsınız. Altı yedi satırla bir beyti tercüme eder. Açıklamalı tercüme. Ama esastan ayrılmamak şartıyla. Çünkü matomat tercümede fikirler; kafiye ve vezin endişesiyle sıkıştırılmıştır. Sonra anlaşılmayan beyitleri kitabın altına koydum. Kitabın sonuna koymadım, kitabın sonuna koyarsam okuyucu yorgun, sonra aramaz. Hemen sayfa altında açıklanması gereken yerleri şerhettim. Hikâyeler birbirine girmiştir. Onları ayrı ayrı topladım. Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun. Aşağı yukarı 7-8 sene evvel çıktı Mesneviler. Şimdi kitapçıların bana söylediğine göre Mesnevî okumak isteyen Şefik Can’ın tercümesi var mı diye soruyormuş.

-Efendim tabi ki büyük velilerden istifade için onların eserlerini okuyoruz. Ancak siz bizler gibi sadece okuyup geçmiyorsuzun. Bu işe hayatınızı adamış durumdasınız. Acaba Mevlânâ ile mânevî bir bağınız oldu mu? Bu ilişki sadece okumakla kalmamıştır herhalde. Bir gönül bağınız oldu mu?

-Eğer gönül bağı olmasaydı benim içime o aşk düşmeseydi ben nasıl çalışırdım. Nasıl bu işleri yapabilirdim. Daima o benim içimde bir ışık gibi yanmada, bitkin, perişan zamanlarımda bana rehber olmaktadır. O kadar büyük bir feyzine mazhar oldum ki bana deseler, yarın öleceksin, fakat bugün konuşma gücüm olsa konuşurum. O’nu anlatıyorum, sevdiğimi anlatıyorum. Bu onun aşkıdır. Ben bugün 93 yaşındayım. Benim bu halde ayaklarım yürümüyor, kulağım duymuyor, gözüm gereği gibi görmüyor. Fakat içimde onun aşkı var. Ben yaşamak istiyorum. Yararlı olmak istiyorum. Bu, işte onun himmetidir. Allah’ın bir lütfudur. O Allah’ın lütfunu onun himmetiyle buldum ben. Yani kendimden bahsetmeye utanıyorum. Örnek olarak söylüyorum bunu. Aciz bir insanım. Bir hiçim burada. Hiç var. Ve bunu tevazu olarak söylemiyorum. Hiç. Ama bu hiçte onun emaneti var. Ölümsüzüz biz. Şurada benim kaç günüm kalmış. Sayılı günlerim. Neler gördüm geçirdim. Ve geçirmekteyim. Ama gene ayakta tutan sadece ve sadece onun sevgisi ve Allah’ın bir lütfu ihsanıdır. Her zaman dua ediyorum: Ya Rabbi! Eğer ben yararlı olacaksam bana mühlet ver. Eğer zararlı olacaksam al kurtulayım bu dünyadan bıktım usandım. Ölümü istemiyorum ama ölümden korkmuyorum. İnsana o duyguyu vermiş. “İnsan hayatı mezarın başına kadar sever”. Yaşamak ister.

-Efendim! Mevlevî büyüklerinin dışında feyiz aldığınız, birlikte olduduğunuz başka tarikatlardan, manevî büyükler var mı ?

-Şimdi aslında tarikatlar birdir. Ama hangi tarikatlar. Tarikat-ı Muhammediye, Muhammedî yolda olan tarikatlar. Tarikat demek İslâm’ın esasına inananlar demektir. Fakat tarikat erbabı yalnız kendi tarikatında bulunanların kurtulduğuna, ötekilerin yanlış bir yolda olduğuna inanmaktadırlar. Bu çok yanlıştır ve bölücülük yapar İslamiyet’te. Kadiri, Nakşi’yi beğenmiyor, Nakşî Mevlevî’yi hor görüyor, Mevlevî, Nakşi’ye bırak o yobazı diyor. Ve bir ayrılık oluyor. Şimdi fakiriniz taa gençliğinden beri hür düşünceye meyyalim. Mesela Abdullah Cevdet’in bir ictihad mecmuası çıkardı. Serbest düşünceli bir adam olabilir, okudum. Dini bir mecmua olan Sebilü’r-Reşad’ı okurdum. Ondan sonra din aleyhinde olduğu halde İctihad’ı da okurdum. Hangi mezhepte, hangi inançta olursa olsun inancına saygı gösterirdim herkesin. Bizim dinimiz bunu emrediyor. Parçalanmak yok. Şimdi Tarikat erbabı da böyle. Bunu tesbit için derim ki bir cami avlusunda bir şadırvan var. O şadırvan içinde de bir Muhammedî su var. Fakat olukların kimisinde Kadiri yazıyor, kimisinde Rufai yazıyor, kimisinde Mevlevî yazıyor, kimisinde Nakşi yazıyor, açan bu sudan içiyor yahut abdest alıyor ama su Muhammedî su. Madem ki sordunuz Fakiriniz de Mevlanâ’nın dışında çok yararlandığım bir veliden de bahsetmek isterim.

Hacı Sami Ramazanoğlu. Hacı Sami Ramazanoğlu’na çok yakın oldum. O’nun Afrika’dan gelen İngilizce mektuplarını Türkçeye tercüme ettim. Müridleri Pakistan’dan, Cenûbi Afrika’dan, ona ingilizce mektuplar yazarlardı. O zât da bana verirdi. Ben onları Türkçe’ye tercüme eder götürürdüm. O’nun damadı Ömer Kirazlıoğlu vardı; mühendis. O da benim çok yakın dostumdu. Yani gerçek bir veli idi Hacı Sami Efendi. Mesela bilet alacak, gişeye gidiyor parayı avucunda bozuk hazırlıyor, hemen veriyor, çünkü cebimden parayı çıkarayım vereyim, arkamda bekleyen var. O’nun hakkını yerim diyor. Bu kadar ince düşünen insan. Tertemiz bir hayatı vardı. Hicaz’da kaldı, orda vefat etti. Oraya defnedildi. Onun için tarikatlar arasında ayrılık yoktur. Ben Kırıkkale’de bulunduğum zaman da Hasan Dede’ye gittim, Alevî ayinlerinde bulundum, onların sazlarını dinledim. Pir Sultan Abdalın şiirlerini, Yunusun ilahilerini okudum. Onlar da kendi âleminde kalarak bir manevi haz alıyorlar.

 -Efendim Sami Ramazanoğlu Hazretleriyle hangi tarihlerde tanıştınız. Kendilerinden bize biraz bahseder misiniz?

– Efendim, bendeniz nerede, hangi tarikatta olursa olsun böyle tanınmış kişileri ziyaret ederdim. Benim bir dostum vardı. Sonra benim kayın pederim oldu Suphi Bey. Seni Hacı Sami Bey’e götüreyim dedi. Hacı Sami Efendi, Esad Efendi’nin halifesidir. Kubilay hadisesinde ,Menemen’de asacaklardı Esad Efendi’yi. Erenköy’deki köşkünden aldı götürdüler. O’na burada, seni tevkif edecekler, kaç diye, haber verdiler. Yook. Ben devletime, kanunlarına itaatsizlik yapamam, dedi. Menemene gitti oğlu Ali Efendiyle beraber. Çok yaşlıydı. Ali Efendiyi astılar. O hasta yatağında öldü. O’na götürdü beni. Sirkeci’de, bir Tüccarın katipliğini yapıyordu. Girdik içeriye. Efendim bu albay sizinle görüşmek istedi, getirdim, dedi. O zât benim üzerimde çok etki bıraktı. Bazı üzüntülerim vardı. Çocuklarımın annesinden ayrılmak üzere olduğum senelerdi. Çok perişandım. Onları keşfen gördü. Beni teselli etti. Heyecanlandım. Ağlamaya başladım. Bana Mevlânâ’dan şiirler okudu:

“Dünya nedir, dünya Allah’ta gafil olmaktır.” Yoksa zengin olmuşsun, kadınların var, çocukların var. Servetin var. Bu değil dünya. Dünya Allah’tan gafil olmak. Beni çok tesir altında bıraktı. Orada bir saat kadar sohbetini dinledim, içime bir ateşi düştü Hazretin. Nasıl göreceğim diye. Aşağıdaki patronu olan tüccar Alaaddin Bey isminde Kayserili birisi, haftaya gelsem dedim, yok Efendim dedi. Zaten Nakşi Şeyhlerinden olduğu için takipte. O zamanlar Halk partisinin takipli zamanları. Toplantıları takip ediyor. Ben size tâ aylar evvel izin aldım, gördünüz. Ama ben görmek istiyorum. Benim bueyecanlı görüşme arzumu, özlemimi görünce, O’nunla görüşmenin sana bir kolaylığını söyleyeyim dedi, sen, Cuma günleri bana telefon et, hangi camiye gittiğini öğrenirsem sana söylerim, sen o camiye gidip, bir camide görürsün onu. Ben artık Cuma günlerini iple çekiyorum. Cuma günü geliyor, Alaaddin Bey’e telefon ediyorum. Efendim Yeni Cami’ye gidecekler, diyor. Ben kalkıp Yeni Cami’ye gidiyorum. Arkasından Arpacı Camii’ne gidecek diyor. Başka gün Arpacı Camii’ne gidiyorum. Uzaktan görüyorum. O da beni görüyor. Tebessüm ediyor. Çok mütevazı biri. Ben de görünce babamı görmüş gibi seviniyorum.

Aradan zaman geçti. Evinde damadı Mühendis Ömer Kirazlıoğlu vasıtasıyla Efendi Hazretlerine hizmet etmek nasip oldu. Biraz önce arz ettiğim gibi, mektuplarını İngilizce’den Türkçe’ye tercüme ediyordum. O zaman haftada bir defa gidiyordum. Evinde görüyordum. Erenköyü’nde Kazım Karabekir caddesinde 5 numarada oturuyordu. O zaman çok yakınlık duyduk birbirimize. Sonra Kendisi Hacca gidecekti. Her sene gidiyor, bana da Hacca gitmen lazım dedi. Ben de O’nun emriyle kalktım hacca gittim. İlk haccım 1975 senesinde oldu. O’nun tavsiyesiyle gittim. Fakat Hacda Sami Efendi’nin hâli bana çok tesir etti. O’nun Şeyhi Esad Efendi çok uyanık bir insanmış. Diğer bazı Nakşiler Vahdet-i Vücûdu ayrı görürler. Hacı Sami Efendi birgün bana, sen hangi tarikattansın, tarikatın ne dedi. Ben evvelden beri Mevlevi’ye mensubum dedim. Mevlevi’lerin okudukları dua kitabı vardı. Onu çıkardım. Aldı-baktı sen buna devam et dedi, fakat şu vazifeyi de yap dedi. Bana bir vazife verdi, kısa bir vazife. O vazifeyi yaptıktan sonra bende namaza karşı bir şevk uyandı. O zamana kadar namazım alaca. Sabah namazı kılarım, subayım, bazen hiç kılmam. Bazen Cumadan Cuma’ya giderim. O Hazretten o vazifeyi alınca adeta namaza âşık oldum. Aç kalayım namaz kılayım.

-Efendim! Konya’ya giderken yaşadığınız bir olay var onu da nakledebilir misiniz?

-Efendim, beni Kuleli’den Konya’ya tayin ettiler. 964 senesi. Gittim Hacı Sami Efendi’ye Allah’a ısmarladık dedim, Konya’ya gidiyorum. Hangi kitapları götürüyorsun yanında okumak için, dedi. Efendim, dedim, Mesnevi’yi götürüyorum, Abdülkadir Geylâni Hazretlerinin Sohbetlerini götürüyorum. İyi, iyi dedi. Bir de Kuşeyrî Risalesi al dedi bana. Peki Efendim dedim. Allah’a ısmarladık diyerek ayrıldım. Elini öptüm. Dua etti bana, ayrıldım. Harcırah işim uzadı. İki üç gün sonra gidecekken 15 gün sonraya kaldım. O zaman da bir dostun evindeydim. Çünkü kiralık evimi boşaltmıştım. Kanlıca’da bu dostun evinde oturuyordum muvakkat bir zaman için. Nasıl olsa yolcu olacağım, yatağımı hazırlamışım. Bir gün Kadıköy’e gideceğim bir işim var, dolmuşa bindim. İçime Hz. Sami’nin hayali düştü. Göreyim istiyorum. 15 gün evvel gittim, veda ettim artık. Ne göreceksin yahu. Sıraya girmiş bekleyenleri var. İçimde bir ateş, git Hacı Sami’yi gör diyor. Ben böyle tereddütler içindeyken Üsküdar’da dolmuştan indim. Kendimi vapurda buldum. Kadıköy’e gidecektim. Vapura bindim. Sirkeciye, köprüye gittik. Sirkeci de Hacı Sami Efendiye gidiyorum. Artık tereddüt kalmadı. Efendim harcırahım gecikti, onun için gidemedim, tekrar size Allah’a ısmarladık demeye, bir görmeye geldim, diyeceğim dedim. İçimden böyle karar verdim. Gittim dükkana kimse yoktu. Patron beni tanıdı. Albay rütbeli. Kapıyı çaldım, gel, dedi içeriden, seni bekliyordum, dedi. Burada, Konya’da Dişçi Mehmet Efendi’ye yazılmış bir mektup var. Sana ev bulsunlar dedi. Bakın keramete. Sana ev bulsunlar dedi. İşte bu bir keramet. Şaşırdım kaldım.

-Efendim! Bu kıymetli zamanlarınızı aldık, size ve yardımcınız Nur Hanıma çok teşekkür ediyoruz.

-Efendim, ben çok teşekkür ederim. Faydalı oluruz inşallah.