“ŞEB-İ ARÛS – DÜĞÜN GECESİ” ÖLÜM, GERÇEK ÂLEME DOĞUŞTUR.

A+
A-

“ŞEB-İ ARÛS – DÜĞÜN GECESİ

ÖLÜM, GERÇEK ÂLEME DOĞUŞTUR.

Mevlâna’nın vefatından 737 yıl geçti. Bugünlerde hem Konya’da, hem ülkemizde, hem de dünyanın dört bir köşesinde bu vefat; ya da “gerçek âlemde doğuş” kutlanmakta. Her halde dünyada hiçbir kimsenin vefatı bu şekilde musıkiyle, coşkuyla kutlanmıyordur. Hiç kimsenin vefatına “Düğün gecesi, Sevgililerin buluşma gecesi” anlamlarına gelen “Şeb-i Arûs” denmiyordur.

İşte Mevlâna’yı özgün kılan da budur. Kendisi yaşadığı dönemde hep gerçek ve daimî Sevgili olarak gördüğü Yüce Allah’a ulaşmayı düstur edinmiş; O’ndan ayrı kalmayı dert kabul etmiş; yaşamı oyundan ibaret, bu dünyayı da bir sürgün yeri olarak telakki etmiş. Sevgili’sine kavuştuğunda ise kimsenin kendisi için gözyaşı dökmemesini, bizzat kendi adına sevinerek, ney üfleyerek, kudüm vurarak, Semâ ederek cenazesini geldiği yer olan toprağa geri verilmesini istemiştir.

***

Mevlâna vefatından önce, artık bu âlemden ayrılmak zamanının geldiğinden bahseden gazeller yazmaya başlamıştı. Bir gün ansızın hastalandı, tarihler Kasım ayını gösteriyordu. Hastalık kırk gün kadar uzadı. Selçuklu sarayının iki meşhur doktoru, Tabib Ekmeleddin ve Gazanferî onu tedavi etmek için görevlendirilmişlerdi. Fakat hastalığı bir türlü teşhis edilememişti. Nabzı düzensiz atıyordu, ancak şuurunu ve hâfızasını hiçbir zaman kaybetmemişti. Durumundan endişe duyan akrabaları ve dostlarına ise “Kendinizi üzmeyiniz; hastalığımız bizi bu âlemden ayıracak bir sebepten başka bir şey değildir” diye teselli veriyor; uzayan kış gecelerini yüksek ateşinden dolayı elem ve ıstırap içinde geçiriyordu.

Başta Mesnevî’yi yazdırdığı talebesi Çelebi Hüsâmeddin olmak üzere oğlu Sultan Veled ve bütün arkadaşları; Şeyh Sadreddin Konevî, Kadı Sirâceddin başucundan ayrılmıyor, soğuk su ile yüzünü, başını, ayaklarını, göğsünü yıkayarak ateşini azaltmaya çalışıyorlardı. Bazen kendisi de yanında duran su dolu kaba ellerini sokarak yüzünü, gözünü, alnını ıslatıyordu. Bu yüksek ateşe rağmen yine en güzel rubailerini ve gazellerini söylemekte devam ediyordu…

Ölümünden bir gün evvelki 16 Aralık 1273 Cumartesi günü Mevlâna nispeten iyileşmişti. Akşama kadar kendisini ziyarete gelenlerle konuşmuştu; fakat her sözü âdeta bir vasiyetti. O akşam da en sadık dostu Çelebi Hüsâmeddin ve oğlu Sultan Veled, iki hekim ve yakın dostlarından bazıları yine başucunda idiler. Sultan Veled üst üste birkaç gece uyumamıştı. Mevlâna yaşlı gözlerle ona baktı; zayıf bir sesle; “Bahaeddin! Bugün kendimi biraz daha iyi hissediyorum; git yat!” dedi.

Sultan Veled üzüntülü bir halde kapıdan çıkarken Mevlâna son gazelini söylüyor ve Çelebi Hüsâmeddin de ağlayarak bunu yazıyordu:

“Git!

Başını yastığa koy!

Beni, geceleri rahatsız olan bîçâreyi yalnız başına bırak!

Biz geceleri sabahlara kadar inleyen, çırpınan sevda dalgalarıyız.

Bizi öldüren, kanımızın bahası için hiçbir tedbir söylemiyor.

Bu derde ölmekten başka çare yoktur;

Şu halde nasıl olur da:

‘Bu derde devâ et!..’ diyebilirim?

Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm.

Başı ile bana işaret ediyor ve;

‘Bizim tarafa doğru gel’ diyordu…

İşte Mevlâna’nın son gazeli bu olmuştu. Hicri 672 yılının cümadel-âhiresinin beşinci Pazar günü olan 17 Aralık 1273’de Sevgili’sine kavuştu.

Ertesi sabah Konya bir sükûnet içinde idi. Muazzam bir cenaze töreni düzenlenmişti. Cenaze alayının başında Sadreddin Konevî ve bütün Selçuklu vezirleri, emirler, müderrisler, talebeler yürüyorlardı. Mevlâna, namazının Şeyh Sadreddin tarafından kılınmasını vasiyet etmişti. Ancak Sadreddin-i Konevî namazı kıldıracağı vakit bayılacak gibi oldu, kollarına girip geri çektiler. Onun yerine, tabutun önüne Kadı Sirâceddin geçerek namazı kıldırdı.

Cenaze bugünkü yerine defnedilmek üzere götürülürken Müslümanlarla birlikte Hıristiyanlar ve Yahudiler de cenazeye katılmışlardı. Her biri, kendi âdetleri gereğince Kur’ân-ı Kerim’den, İncil’den, Tevrat’tan âyetler okuyorlardı. Diğer taraftan da güzel sesli hâfızlar âyetler okuyor; müezzinler ve şiir okuyucuları ilâhi ve şiirlerle bu “düğün”e neş’e katıyorlardı.

İşte günümüzde de her milletten, her kültürden, her dinden insanlar Mevlâna’nın bu “Düğün Gecesi”ne katılmakta ve belki de 737 yıl öncesindeki Konya’nın o günkü manzarasını günümüzde canlandırmaktadır.