Sâmiha Ayverdi’de Mevlânâ

A+
A-

Sâmiha Ayverdi’de Mevlânâ

Aysel Yüksel*

Sâmiha Ayverdi’nin, Mevlânâ’ya olan derin sevgi ve hayranlığının kaynağı, Hocası yirminci asrın büyük mutasavvıf ve eğitimcisi Ken’an Rifâî’dir. Mevlânâ ve Mesnevî’si ile tanışmasında, onu derinden bir alâka ile incelemesinde ve bu konudaki çalışmalarında Hocası’nın büyük tesiri vardır. Öyle ki; genç yaşta başlayan bu alâka gittikçe derinleşerek devam etmiş, hattâ yazı hayâtına da bir başlangıç vesîlesi olmuştur.

Ken’an Rifâî, daha dergâhını açmadan evvel evinin bir odasında küçük bir gruba Mesnevî’den şerh ve tefsirlere başlamıştır.14 Dergâh açıldıktan sonra da devam eden bu çalışmalar 1925’de tekkelerin kapatılmasına kadar sürmüş, hatta kendisi bu dünyâdan çekilinceye kadar da yakınlarını bu konuda bilgilendirmeye devam etmiştir.

Konumuz dışına çıkmamak için kendisinin Mevlânâ hakkındaki düşüncelerini şu kısa ve veciz cümle ile özetlediğini söylemekle iktifâ edelim: “O, şiir güzelidir, mûsikî güzelidir, bilgi güzelidir, Allah güzelidir, O güzeller güzelidir.”15

Sâmiha Ayverdi, 1951’de Hocası’nın vefâtından sonra; S.Erol; S.Huri, N.Araz ile birlikte yazdıkları, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık kitabında bu büyük mutasavvıfı anlatırken onu daha iyi tanıtmak için Mevlânâ’dan örnekler verir, âdeta bu iki büyük insanın duygu, düşünce ve eğitim metotları gibi birçok noktada aynîleşecek kadar birleştiklerini ifâde eder.

1939’da yazdığı Batmayan Günde Hocası’nın tasavvufî görüşlerini yer yer roman kahramânı İrfan Paşa’nın defterinden okuyucularına aktarırken Mevlânâ Celâleddîni Rûmî’den de M.C.R. rumûzu ile hayli örnek verir. Dost kitabında da; Kitaptan Evvel bölümünü “Yüce Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, güneşi de yere indirseniz ancak anlayan anlar, inanacak olan inanır vesselâm.”16 sözleriyle noktalar.

Türk Târihinde Osmanlı Asırları’nda ise Selçuklu Devri ve on üçüncü asır Anadolusu’nu incelerken bu büyük insanın yaşadığı devirden başlayarak asrımıza kadar uzanan tesirlerini çok ince çizgilerle tespit eder17.

Bağ Bozumu’ndaki Eğitim Üzerine Bir Sohbet yazısında ise “Söze bir Mesnevî hikâyesi ile başlamak istiyorum” der18. Aynı eserde Ethem Ağa adlı yazısına, “Mevlânâ Celâleddîni Rûmî’nin: “İnsanlar, bilmedikleri hakîkatlerin inkârcısıdırlar.” deyişi, nice inkârların altında yatan sebebi açığa çıkarmaktadır” cümlesi ile başlar.19

Ancak biz yazarın şimdiye kadar çıkan kırk eseri içinden birkaç örnek verdik. Fakat bütün eserleri bu gözle incelendiği zaman Sâmiha Ayverdi’nin, Mevlânâ’da dikkat ettiği pek çok husus ve onlara bakış açısı daha iyi anlaşılacak, günlük hayâtımızı ve iç âlemimizi düzeltme yolunda bize ışık tutacaktır. Esâsen bu kısa yazımızın çerçevesini aşacak böyle bir araştırma bilhassa Edebiyat, Felsefe ve İlâhiyat Fakültelerinde lisans üstü ve doktora tezleri olarak ele alınırsa çok faydalı netîceler elde edileceği kanaatindeyiz.

Sâmiha Ayverdi, muhtelif senelerde gerek İstanbul’da gerek Konya’da yapılan Şebi Arûs toplantılarına dâvet edilerek konferanslar vermiştir.

Bunlardan dördü ilk baskısı Kültür Bakanlığı tarafından yapılan Âbide Şahsiyetler’de neşredilmiştir.20

Bütün bu yazılarında Mevlânâ’nın îman ve kültür hayâtımızdaki önemi, tesirleri, tasavvuftaki yeri, terbiyeciliği ve terbiye metotları, eserleri, asırlar boyu Mevlânâ’ya duyulan ihtiyaç, dünyânın ve bizim bu büyük düşünüre olan vefâ borcumuz gibi hususlar üzerinde durarak bu konulardaki görüşlerini bildirir.

Mevlânâ’nın, XIII. asır Anadolusu’ndaki önemini, günümüze ve geleceğe uzanan tesirlerini anlatırken:

XIII. asır Anadolusu’nun bir taraftan çeşitli mezhep ve inanışlarla bulanmış havası,bir taraftan Moğol istîlâ ordularının baskısı ile karışmış nizâmı içinde Mevlânâ’yı, mücâhit ve kahraman rûhu ile yılmadan usanmadan MüslümanTürk îman ve tefekkürü adına faaliyette görürüz. Öyle ki, mâlik olduğu değerlerle hâlin olduğu kadar istikbâlin de hamurunu mayalayan her büyük insan gibi, kütleye, kemâlin ve müteâlin tohumlarını saçan Mevlânâ Celâleddîni Rûmî, Anadolu Türklüğünün siyâsî kaderiyle işbirliği yapan içtimâî târihinin fonunu çizmiş üstad bir kudrettir.”21 der.

“XIII. asır Anadolusu’nun kanlı ve buhranlı coğrafyası üstünde Mevlânâ Celâleddîni Rûmî ve Yûnus Emre gibi rehber ve önden gidici insanlar olmasaydı, belki de dünyâya parmak ısırtan bir Osmanlı medeniyeti ve hâkimiyeti de olmazdı”22 hükmü ile de bu büyük tasavvuf erlerinin sâdece îman hayâtımızda değil târihî, siyâsî ve içtimâî hayâtımızdaki mühim rollerini de belirtir. Onlara bu vatanın evlâdı olarak târihî kaderimiz bakımından da ayrı bir minnet ve şükran borcu duymamız gerektiğini söyler.

İktisâdî krizler, siyâsî, askerî ve içtimâî buhranlarla temelleri sallanan cemiyeti ele alıp ondan tâze, sağlam ve yepyeni bir terkip meydana getirmek ümîdi ve dayanağı kaybolmuş toplulukları ruh sağlığına eriştirmek, değme kahramanın başaracağı bir cihet değildir.”23 hükmü ile de Mevlânâ’nın, yaşadığı devrin ve târihî kaderimizin çizilmesindeki mânevî rolünü işâret ederken o devir kütleleri üzerindeki zehirleyici hareketlere panzehir olduğunu da belirtir.

Yedi yüz seneden beri gittikçe artan bir sevgi ve alâka ile anlamaya çalıştığımız Mevlânâ, insanları eğitirken nasıl bir metot kullanmış, nelere dikkat etmiştir? diye soracak olursak Sâmiha Ayverdi bu sorumuza şu cevâbı verir:

“Mevlânâ Celâleddîni Rûmî, insan rûhunun şematik çatısını bütünüyle görüp onun sakat, bozuk ve kusurlu taraflarına ferâset ve kudretle parmak koymuş, mânevî bir operasyonla da” iyileştirme yoluna gitmiş,24 ve “kütle terbiyesinde sevgiyi esas almıştır. Öyle ki kütleleri terbiye ve istikāmetlendirmekte asla zorlama ve sun’i metot kullanmamıştır. Bilakis onun terbiyeciliği, tamâmiyle insan tabiatına uygun bir anlayışın mahsûlüdür. Doğrudan doğruya insan oğlunun benliğine el uzatmış, azgın, mütecâviz ve yıkıcı enerjiyi alarak bunları aşk ve îman haddesinden geçirip, irfan ve fazîlet hâline gelmesini sağlamıştır.”25

Kendini bir beşeriyet fedâisi olarak insanlara nezretmiş müstesnâlar arasında bulunan Mevlânâ Celâleddîni Rûmî’nin kütle terbiyesindeki gāyesi, sistemi ve metotları gāyet sarih ve hasbî idi. Tam bir vahdetçi görüşle iyâlullah tanıyıp saygı, sevgi ve şefkatle bağlı olduğu insanları, hayvânî insiyaklarının esâretinden kurtarıp tasfiyeli ve muhâsebeli bir rûha, bir vicdan hürriyetine eriştirmek istiyordu. İnsanları kendi kendileri ile yüzleştirerek kötülüklerinden utandıran Hz. Mevlânâ böylece nefsânî kuvvetlerin baskısı ile sinip şuur altında uyuklaya kalmış değerleri sihirli aşk asâsıyla dürterek faâliyete geçirmeyi bir din gibi mukaddes bilmiştir.” “Böylece nefsânî kuvvetler musaffâ bir enerji hâline gelince insan oğlu kinlerden, hasetlerden, gurur, intikam gibi yıkıcı ve menfî duygulardan boşalarak bir vicdan cennetinin hürriyetine adım atmış olur.”26

“İnsanları hep kendileriyle hesaplaşarak sulhe ve huzûra kavuşturma yolunda birleyici ve birleştirici tefekkürünü ve aşk temini hareket noktası olarak seçmiştir.27

Çünkü o, maddî mânevî bütün illetlerin devâsı olarak aşkı tanımakta ve bu ilâhî kudrete “Ey bizim sevdâsı güzel olan aşkımız, ey her derdimizin tabîbi, şâd ol!” diye seslenmektedir. Ve yine “Peygamberimizin yolu aşk yoludur. Ben aşka tâbîyim, rehberim, hocam odur!” demektedir. İşte yedi düvele ikram ettiği, yedi düveli gark ettiği şevk, îman ve hikmetini, hep mâlik olduğu o ezelî ve ilâhî aşk kaynağından dağıtmıştır.”28

“Böylece bir beşer fedâîsi ve örnek terbiyeci olan Mevlânâ, kütleleri şevk ve îman potasında birleştirerek bütünledikten sonra, bu şevk ve îmânı, beşeriyetin müşterek enerji kaynağı hâline getiren merkezî otoritedir.

Etrâfına güzelliğin, iyiliğin ve kemâlin zevkini tattırmış; beşerî ve nefsânî duygular altında ezilip uyuya kalmış rûhânî ve mânevî kudreti dürtüp faâliyete geçirmek sûretiyle de ferdî egoizmi musaffâ bir enerji hâline getirmeyi beşeriyete karşı bir borç bilmiştir”.29

“Hz. Mevlânâ’nın, kütlelere tesir ederken kullandığı metodun üstünlüğü, söylediklerini nazârî kalıplar hâlinde bırakmamış olmasıdır. Böylece de sözlerini amel hâline getirmiş bir tatbîkatçı olarak, verdiği formülle ve yaşadığı hayatla ispat eden örnek bir insandır.”30

Sâmiha Ayverdi, Mesnevî ve Dîvânı Kebîr hakkındaki görüşlerini de kısaca şöyle ifâde eder:

“Dîvânı Kebîr, bir ezel susuzluluğu, bir ufuksuz aşk çırpınışıdır.”31 “Büyük insan Mevlânâ, Dîvânı Kebîr’inde şimşek parıltısı gibi göz

kamaştırıcı bir vecdin kıvılcımları ile dünyâyı ışıklandırmış, coşturmuştur. Mesnevî’sinde ise realist bir hakîm, mütefekkir ve ağır başlı bir sanatkâr olarak, insan oğlunun iç hayâtını nafakalandırmak, böylece de bir ruh formasyonu verebilmek yolunda dâhiyâne bir kudret göstermiş, aşkının, îmânının, bilgi ve irfânının tükenmez kaynağını kütlelerin emrine vermiştir.”32

“Beşeriyete, kurtuluş, selâmet ve huzur yollarını açan, her kavme, her cins, her mezhep ve topluluğa hitâp eden Mesnevî’ye neden kulak vermiyoruz? Neden onu günü geçmiş, işi bitmiş bir kitap olarak kütüphânemizde saklıyoruz? Artık dünyânın canı boğazına gelmiştir. İnsanlık âlemi, bir uyarıcı, bir oldurucu ve rast sesin hakîkate açılmış bir muhabbet kapısının yokluğu ve ıztırâbı içindedir. Bilsek de bilmesek de, söylesek de gizlesek de bu budur. Onun için Mevlânâ denen insanlık dostuna sırtımızı çevirmeyelim ve Mesnevî denen âbide eseri tozlu raflardan indirip hayâtımızın içine sokalım.”33 Zîra “Mesnevî insanoğlunun kulağını büker, muzdarip ve muhtaç kütlelere vahdet inanışını, îman heyecânını, Allah sevgisini sebil sebil dağıtır.”34

“Mesnevî’de insan sevgisi ve terbiyecisi cephesi hemen hiçbir didaktik eserde rastlanmayan bir şiir ve müzikalite ile söylenmiştir. Şu halde insanlarla Mevlâna Celâleddîni Rûmî arasında bir köprü kurmak lâzım gelirse bunun kendi eserleri olduğunda şüphe edilemez. Bilhassa Mesnevî dünki, bugünki ve yarınki insanın mayasını tutup ruh inzibâtını kurmakta yeryüzünün en sözü geçkin eserlerinin başında gelir. Zîra Mevlânâ’nın hareket ve vusûl noktası olan ilâhî aşk, sırasına göre şiir olarak, hikmet ve mârifet olarak bu kemalli fikir ve mantık silsilesinin bürhanlarından gerçeklerinden o büyük ve eşsiz Mesnevî’si doğmuştur. Bunun içindir ki Mevlânâ Celâleddîni Rûmî denen o yüce mürebbî mürşidin hayat felsefesini ve terbiye sistemini ortaya çıkaracak sırlı anahtar, eserleri ve hassaten Mesnevî’sidir.”35

“Şâyet insan oğlu Mesnevî irfan ve kültürünü hazmedip rengine boyanmış olsaydı hakîkatle kendi arasına giren yüz kızartıcı bir hayâtın çekişmelerine, ihtiraslarına, fitnelerine ve türlü türlü çirkinliklerine lüzum ve sebep kalır mıydı?”36

Sâmiha Ayverdi, Mesnevî’nin üslûbundan bahsederken, bu eserin kinâyeler ve mecazlarla hakîkati anlattığını ve bütün bu gerçekleri büyük bir ustalıkla kitabın içine yerleştirdiğini söyler: “Mesnevî ve hikâyeleri, insan oğlunun dikkatini hakîkatler üstüne çekmek için hazırlanmış latif bir tuzaktır.

Bizzat büyük velînin dediği gibi, bunlar bağların, bostanların etrâfını çeviren dikenli çitler gibidir. Tâ ki yanından ve etrâfından geçenlerin eteklerine takılıp onları kendisine çeksin.”37 der.

“Yarı didaktik yarı epik bir âbide olan Mesnevî’sinde Mevlânâ, insan oğlunun kulağını bükerek îkaz ve ihtarlarını eski kavimlerin mâcerâları veyâ efsâne şahıslarının hikâyeleri içinde anlatır.”38

“Şunu da belirtmek îcap eder ki Mevlânâ, gerek Mesnevî’si, gerek rubâileri ve gazelleriyle insan oğlunu hep düşünmeye sevketmiştir. Böylece de kendini kendi iç hazînelerinden, vicdan dünyâsından haberdâr etme yoluna giderken, asla körü körüne inanmaya zorlamamıştır. Zîra onun fikir çevresinde, körü körüne îman diye bir şey yoktur. Bu sebeple de Mesnevî kıssaları, aynı kuvvette çarpışan zıt fikirlerin insan şuuruna verdiği mukāyese malzemesi ile doludur.

Ama Mevlânâ belki şarkın kültür hazîneleri içinden seçip kitabına aldığı hikâyeleri, kendi üslûbu ve tefekkürü ile değerlendirip, günlük hayâtın üstüne ışık tutan realist bir terbiyecedir. Öyle ki, birbirine bağlı ve birbirini bütünleyici olan bu hikâyeleri okuyanın, onlarda kendini bulmaması ve bir aynaya bakar gibi, bunların içinde kendini görmemesi, yine onların terâzisinde iyiliklerini ve kötülüklerini tartıp kendine çeki düzen vermemesi mümkün değildir.”39

Mevlânâ, Mesnevî’sinde önce büyük bir hikâyeye başlar, bu arada hatırladığı başka bir hikâyeye geçer, sonra daha başka bir veyâ birden fazla hikâyeyi iç içe sıralar ve bunları büyük bir ustalıkla netîceye bağlar. Bu hikâyelerde yer yer hikmet dolu beyitler söyleyerek her hikâyeden bir netîce çıkarır. Bu hikâyelerde zengin bilgi, görgü, duygu, düşünce, hikmet ve hakîkatler coşkun bir lirizm vardır. Mevlânâ çeşitli hayat hâdiselerinden, en basit günlük olaylardan akıllara hayret verecek dersler, ibretler, hikmetli netîceler çıkartır.

Şerhli Mesnevîi Şerif kitabının neşre hazırlanması çalışmaları sırasında bu noktaya dikkat eden Edebiyât Târihcisi Nihad Sâmi Banarlı “Günlük hayâtın en basit hâdiselerini dahi değerlendirip mânâlandıran iki büyük velî gördüm: Mevlânâ Celâleddîni Rûmî ve Ken’an Rifâî” diyerek bu konudaki görüşlerini dile getirdiği Sâmiha Ayverdi’nin hâtıraları arasında yer alır.40

Yazarın daha çok, Ne İdik Ne Olduk, Bağ Bozumu, Hey Gidi Günler Hey gibi hâtıra serîsinde çıkan kitaplarında benzeri üslûbu görmek mümkündür. Öyle ki, günlük bir olaydan bahsederken bu olaydaki bir hatırlama ile ya diğer bir hâtırayı veyâ tarihde geçen bir olayı nakleder, bundan bir netice çıkarır, yazısını da bu ibretli olayları nasihat yollu, dikkati çeken bir hüküm ile bağlar. Bu hükümler çok defâ bir soru cümlesi ile nihâyetlenir.

Deneme türündeki yazılarında bize batıdan gelen bu türün klasik kurallarından farklı bir üslûba sâhip olmasında bilhassa Mevlânâ’nın ve çok derinden öğrendiği şark kültürünün tesirlerini aramak gerekir ki Sâmiha Ayverdi’nin üslûbunun bu bakımdan şark kültürünün bir devâmı olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ Hey Gidi Günler Hey kitabındaki Yerimizi Bilelim parçası da bunun bir örneğidir. Bu yazıda bağ sâhibinin eşeği ve köpeği ile ilgili hikâyeyi anlattıktan sonra genç câriye kıssasına geçer ve netîceyi aynı üslûpla sonuca bağlar.41

Mevlânâ ile alış veriş, kitâbî ve aklî basamağın üstüne çıkmadıkça bu bir kuru ilmî muâmele ve gösterişten öteye nasıl geçer deyip “hikmet, irfan ve aşk tohum gibidir. Onları sayfalar arasındaki zindandan çıkarıp günlük hayâtta yaşanır ve nafakalanır hâle” getirmenin gerektiğine inanan Sâmiha Ayverdi roman hikâye ve diğer yazılarında Mesnevî hikâyelerinden bâzılarını adapte ederek bunlardaki prensiplerin günümüzde nasıl yaşanacağına dâir ip uçları da vermiştir. Meselâ İnsan Ve Şeytan romanında Osman’la Şevket arasında geçen konuşmalar Hz. Mûsâ ile çoban hikâyesinin Yerimizi Bilelim parçasındaki bağ sâhibi, eşeği ve köpeği ile ilgili bölümler Mesnevî hikâyelerinin günümüze adapte edilmiş şekilleridir.42

Esâsen Sâmiha Ayverdi İnsan yazısında da Mevlânâ’ları tanımak için sâdece okumanın değil bu uluların görüşlerinin hayâta geçirilmesinin önemli olduğunu belirtir.

Prof.Dr. Rûhi Fığlalı’ya yazdığı 7.12.1980 târihli mektubunda: “Ancak, birkaç gün evvel göndermiş olduğum Şebi Ârus konuşmasında, sözün değil, hâlin geçerli olduğunu belirtmekle bu türlü sohbet yollu alış verişlerin kifâyetsizliğini ortaya koyduğum halde İstanbulAnkara yolunu aşıp aranıza gelmek fırsatını bulamadığım için, hiç değilse aynı sirişteyi iki ayrı ucundan tutmanın da az çok bir faydası olduğunu inkâr edemiyorum.

Kelâm kalıbı içine gizlenmiş olan prensipler yaşandığı takdirde hayat bulur ve solüsyon hâlinde insan oğlunun iliğine kemiğine işler.

Kitap, risâle, şiir, mektup, her ne kadar insanın bir cephesine hitap ederse de, o kitapların ve yazıların ihtivâ ettiği hakîkatler, kelâm olmaktan çıkıp yaşandığı takdirde hayat bulur ve yaşayanı zindeler kâfilesine katar.

Sözümüzü bir misâlle âfâkîleştirerek basite ircâ edecek olursak, farazâ filân veyâ falan sebzenin vücûda lüzum ve faydasını duymuş yâhut da okumuşsunuzdur. Fakat o sebzeyi yemedikçe, faydası dâimâ nazarî kalmaya mahkûmdur. Ancak yemek sûretiyle bizde fânî olup uzviyetimize karıştığı ölçüde o, biz olmuş olur.

Ateşin yakıcılık hassasını herkes bilir. Lâkin parmağı olsun ateşe değmemiş kimse için inanılan fakat yaşanmamış olan gerçekler silsilesi içinde kalır.”

Görülüyor ki mühim olan, prensiplerin, “kalem kalıbı” yâni yazılı metin olmaktan çıkarılıp yaşanır hâle getirilmesi, ilme’lyakîn olmaktan çıkıp ayne’lyakîn ve daha sonra hakke’lyakîn olmasıdır. Modern psikolojinin de bire bir ve kişiye uygun eğitim ve öğretime önem verdiğini, ve bu uygulamanın tasavvufun eğitim metodu ile bâzı bakımlardan birleştiğini görmekteyiz.

Bu konunun ehemmiyeti üzerinde duran Sâmiha Ayverdi asrımızdaki ahlâk çöküntüsünü de şöyle izah eder:

“Artık yirminci asrın insanı, kendini yalnız et, kemik ve kandan ibâret bir mahlûk olarak görmek, onun için de sâdece etine kemiğine hizmet eylemek dalâleti içindedir. Bu yüzden de hâmil olduğu gerçekleri arayıp sormaz ve hatta seçemez olmuştur. Netîce îtibâriyle kendi kendisine yabancı, hatta düşman kesilen bu insan, sevgiyi unutmuş, îmandan ihlâstan habersiz kalmış; sonunda da üstüne çöken egoizme teslim olarak onun emrinde dünyâya meydan okuyan bir dev hâline gelmiştir.

Halbuki insan tabiatında köle ve emir kulu kalmaya mahkum hisler vardır. Kin, nefret, intikam, yalan ve iftirâ gibi. Cemiyetler ne vakit bu kölelere hürriyet tanıyıp başı boş bırakacak olursa hayat düzeni alt üst olmak mukadderdir.

Bu yüzden mânevî nafakadan, ruh sağlığından ve her türlü millî ve insânî değerlerden mahrum olarak yetiştirdiğimiz nesiller; vicdan, ahlâk, mesûliyet, vatan ve îman şuurundan boş olarak hayâta atılıyorlar. Netîcede de cemiyetin çürümesine yol açmış oluyorlar.

Cemiyetimiz bir çözülüş hâlindedir. Bu durumu meydana getiren sebepler Selçuklu Devleti’nde ne ise aşağı yukarı bu gün de odur.”43

Çünkü; “Ağacın kökü hasta ve çürük olursa, ondan sağlam meyva beklemek safdilliğin tâ kendisidir. Bu yüzden de asıl alâka himmet bekleyen kökdür. Yâni kütlenin bütününe hitâp edecek, bütününü içine alacak kültür hayâtıdır.

Şu halde Mesnevî denen âbide eseri tozlu raflardan indirip hayâtımızın içine sokalım ve ondan ne türlü faydalanmak lâzım olduğunu düşünelim.”44

Yerimizin müsaadesi nisbetinde Sâmiha Ayverdi’nin Mevlânâ hakkındaki duygu ve düşünceleri deryâsından ancak bir damlayı sizlerle paylaşabildik.

Yüce velînin dediği gibi zikir, ancak fikri harekete geçirir. Bizler de bu milletin evlâtları olarak Mevlânâ’ların, Yûnus’ların ve bütün bu uluların yolunu tutalım, onlarla öyle hakke’lyakîn olalım ki madde ve mânâ âleminde bir yeniden doğuşa hak kazanalım.


* Ayverdi Enstitüsü Müdürü.

14 S.AyverdiS. ErolN.ArazS.Huri, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 2003, 5. baskı, s. 105.

15 Sâmiha Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 2006, 4.baskı.

16 S.Ayverdi; Dost, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 2007, 4.baskı.

17 S. Ayverdi, Türk Târihinde Osmanlı Asırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 1999, 4.baskı

18 S.Ayverdi; Bağ Bozumu, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 2005, 2.baskı ,

19 a.g.e

20 S.Ayverdi, Âbide Şahsiyetler Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 2006, 4.baskı.                                      31

21 a.g.e.22 a.g.e.

23 S.Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, İstanbul 1976, s.25

24 S.Ayverdi, Büyük Terbiyeci Mevlânâ, Mevlânâ Yıllığı 1963, Konya, 1963, s.20

25 S.Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 4. baskı, İstanbul 2006.

26 a.g.e.

27 a.g.e.

28 S.Ayverdi, S.Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 4. baskı, İst. 2006.

29 a.g.e.

30 a.g.e.

31 S.Ayverdi,Türk Târihinde Osmanlı Asırları, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 1999.

32 S. Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 4. baskı, İst. 2006.

33 S. Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 4. baskı, İst. 2006

34 a.g.e.

35 a.g.e.

36 a.g.e.

37 S. Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 4. baskı, İst. 2006

38 S.Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, İst.1999.

39 S. Ayverdi, Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 4. baskı, İst. 2006

40 S. Ayverdi, Dost, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 2007, 4.baskı.

41 S. Ayverdi, Hey Gidi Günler Hey, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 2002, 2.baskı.

42 S. Ayverdi, İnsan Ve Şeytan, Kubbealtı Neşriyâtı, İst. 2001, 3.baskı.

43 S.Ayverdi., Âbide Şahsiyetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 4. baskı, İstanbul 1976,

44 a.g.e.

Array

 

KUBBEALTI AKADEMİ MECMUASI, sayı 143, yıl 36/4, Ekim 2007

ETİKETLER: