Salavat
Salavat
Efendim salavat nedir, nasıl anlaşılmalıdır? Salavat’ın tesiri nedir? Salavat’ı bir dua olarak nasıl anlamamız icâb eder?
Efendim, benim sohbetlerimizde dikkate getirmeye, dikkat çekmeye özendiğim husus, sizlerin de mutlaka dikkatini çekmiştir, dinimizin bir emirler ve yasaklar mecmuasından ibaret olmadığı hakikatidir. Yapınız, yapmayınız yani böyle bir despotizm, böyle birşey yoktur. Bizim dinimiz bu değil. Resûl-i Kibriyâ aleyhi ekmelittehâyâ Efendimiz hazretleri hakkında “yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” âyeti olmasa idi, “Ey imân edenler! Siz’de O’na salât ediniz.” emri olmasa idi, ondan bir önceki âyet olan “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi” âyet-i kerimesi salavat okumak için yeterli değil miydi? Arkası yok âyetin. İşte bu birinci âyetin mânâsına yükselemeyenler için Cenâb-ı Hak ihtiyaten bir de ikinci âyeti göndermiştir. Onların yanyana gelmesindeki hikmet odur. Hâlâ emir ve yasaklar mecmuası zihniyetinde olanlar için al sana emir. Bu emir olmasaydı: “Muhakkak ki Allah ve melekleri Nebî’ye salât ederler.” âyet-i kerimesi kulların salât etmesi için yeterli değil midir?
Yani o mânâ zaten aklı başında olan bir kul için yeterlidir değil mi?
Niye emir bekliyoruz? Ve maalesef emirle alâkalı olduğu için, bu ikinci âyet yani “yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” âyeti gereği ve bu gereğin yerine getirilmesi için akıl ve baliğ bir müslümanın ömründe bir kere salavat-ı şerif okuması yeterlidir diye kitap var. Kitapta böyle bir hüküm var. Allah aşkına bu ne ilimdir ne kitaptır. Böyle kitap yazılmaz, öyle şey olmaz. Çünkü bakın birinci âyette Allah ve melekleri nebî’ye salât etti demiyor, etmekte diyor.
Bitmiş olan bir fiil değil.
Etmekte, ediyor, devam ediyor. Arapça’nın lisân, gramer bilgilerine girmeyelim ama böyle demektir bu. Olmuş, bitmiş, vaktiyle yapmıştı değil. Hâli hazırda, her an Allah ve melekleri Nebî’ye salât ederler, etmekteler diyor âyette. Dolayısıyla halifetullah olmak bahsi bu çok önemli. Halifetullahlığı bir anlasak, Allah’ın ahlâk’ı ile ahlâklanmayı bir anlasak, zaten Allah habîbine salât ettiği için bizimde O’nun ahlâkı gereği ahlâklanmamızla O’na salât okumamız lâzımdır. Şimdi bakın bazı kabuller vardır yaradılış meselesinde tâ oradan başlanmış. Cenâb-ı Allah “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murâd ettim.” buyuruyor. Bu bilinmek aynı zamanda sevilmektir çünkü Allah’ı sevmeyen yoktur. Allah’ı bilenler Allah’ı severler. Bilmeyenler korkarlar.
Yani imân-ı billâh, marifetullah, muhabbetullah.
Birbirinden ayrı gibi değildir de, içiçedir… Yani süt’ün içindeki yağ gibidir, su gibidir, kazein gibidir ama hepsi süttür. Sütte su’da var. Tabiî çeşmeden katılan su değil.
Derinliği, nüfuz’i ifade ediyor.
Evet, bunların hepsi birden vardır. Şimdi “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi (yani sevilmeyi) murad ettim” dedikten sonra Cenâb-ı Hak -bakın bunlar çok önemli lakırdılar ve yanlış anlaşılmaya mahâl verilmemesi için tekrar tekrar üzerinde duruyorum – Kendi zâtından, ruhundan değil, nurundan, kendi nurundan bir nur ayırdı. O nur’a “Kün Muhammedâ” Muhammed ol! dedi. Yani “Ol” emrinin bir başka versiyonu. “Kün” ol, “Muhammedâ” Muhammed olarak. Ve o nur-u ilâhi’den tefrik edilmiş olan nur müstakil olarak bir şekle büründü. Başı, omuzu, gövdesi, bacakları, kolları olan insan şekline büründü. Ve o şekle bürünür bürünmez dile geldi “Lâ ilâhe illallâh”. Allah-u Zü’l-Celâl cevap verdi “Muhammedun Resûlullâh”. Dolayısı ile “Lâ ilâhe illallâh” kelime-i tayibesi mahlûk lafıdır. “Muhammedun Resûlullâh” kelime-i tayibesi Hâlık lafıdır. Bir insan la ilâhe illallâh demekle kurtulamaz, çünkü sâdece ehl-i tevhîd olur. Ama Muhammedun Resûlullâh demekle, la ilâhe illallâh demese bile müslümandır. Neden? Muhammedun Resûlullâh demek ne demek; Muhammed aleyhisselatuvesselam Allah’ın elçisidir. E Allah var ki, elçisi var. Muhammedun Resûlullâh kelime-i tayibesinde Allah’ın ve Resûlünün varlığı ve onun Efendimiz aleyhisselam olduğu var. Lâ ilâhe illallâh kelimesinde Efendimiz yok. Bu bakımdan Lâ ilâhe illallâh kelime-i tayibesi mahlûk’un lafıdır, Muhammedun Resûlullâh kelimesi Hâlık’ın, Allah’ın lafıdır. Salavat burdan başladı. Çünkü Allah “ve kefâ billâhi şehîdâ” var ya (Senin risaletinin, nübüvvetinin, abdiyetinin şahidi benim) yeterli değil mi yani? “Ve kefâ billâhi şehîdâ” Benim şahitliğim kâfi değil mi? Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkuna karşı ilk sözü, ilk buyurduğu kelâm Muhammedun Resûlullâh’tır. Ve bu salavattır. Ondan sonra bu âyet-i kerime sevketip, ta Hazreti Âdem’den evvel meleklerde de var salavat okuyan, sâdece salavat ile yükümlü melekler var, biliniyor zaten âyetin de gereği. Peki bize bu emir verildiği halde, yani “Yâ eyyuhellezîne Âmenû” Ey imân edenler, “sallû aleyhi” O’na sizde salât ediniz, “ve sellimû teslîmâ” böylelikle selamete erersiniz ayrı. Ama salât ediniz emrine karşı Kur’ân-ı Kerîm’deki sayısız diyebileceğimiz emirlerle, bu emir arasındaki tatbikat farkımız ne bunun farkında mıyız? Bakın çok önemli burası. Namaz kılın buyurmuş Cenâb-ı Hak. Tabiî daha doğrusu kılın da değil de, namazı ikâme edin. Yani kılın, bitsin, çıkın böyle birşey yok. Namaz daima hayatınızda kaim olsun, ayakta dursun, var olsun.
Yani namazla ilgili iki fiil geçiyor yusallû, yukîmû
Tabi, onun için namazı kıl bitsin öyle birşey yok. İkâme edilecek.
Namazla hayatı ikâme etmek.
Evet, o var… Namaz hayatta hep var. Şimdi peki bu emre karşı biz ne yapıyoruz? Baş üstüne yâ Rabbî diyoruz. Ondan evvel mesela namaza kalkarken işte elinizi, ayağınızı yıkayın, başınızı mesh edin, kolunuzu yıkayın yani abdest emri var. Ne yapıyoruz? Senin emrin gereğince niyet ediyoruz, Efendimizin tavsiyesi gereğince Eûzu-besmele çekiyoruz, elimizi yıkayarak başlıyoruz, ayağımızı yıkıyarak bitiriyoruz abdesti. Yapıyoruz. Namazı kılıyoruz. Oruç tutun demiş, işte imsâktan iftara kadar yemiyoruz, içmiyoruz, orucun gereklerini yerine getirmeye çalışıyoruz vs, yani hepsini yapıyoruz. Peki salavat emri karşısında ne yapıyoruz? Hiç düşündük mü? Bakın bütün emirleri yapıyoruz, salavat emrine karşı yaptığımız nedir?
Farkında olarak, bilinçli olarak değil mi?
Salavat emri karşısında salavat okuyoruz demeyelim, o zaman bu sualin mânâsı kalmaz. Nedir salavat okumak? “Allahümme” dua’ya başladık Ey Allah’ım dedik. “Salli” sen salât et, “alâ seyyidina Muhammed” Efendimiz Muhammed için salât et. “Ve alâ âli seyyidinâ” ve onun ailesine de, ashâbına’da salât eyle. Ne yapıyoruz yani biz Hayri bey?
Dua ediyoruz aslında.
Dua da…Biz o ibadeti yapamayız diyoruz. İncelik burada. Senin salât ettiğine yâ Rabbî, biz salât etmekten aciziz, ancak O’na Sen salât edebilirsin. Bizim namımıza O’na lâyık olan salavat ile Sen salât et yâ Rabbî, diye ancak dua edebiliyoruz. Öteki ibadetler hakkında biz oruç tutamayız yâ Rabbî, bizim için idare et, Ali tutmuştur, Ali kılmıştır demiyoruz. Öyle diyenlerde var ya. Namazı ikâme etmeye çalışıyoruz, en azından rükûmuzu, secdemizi, kıyamımızı, kırâatımızı yapmaya çalışıyoruz, oruçta aç kalmaya çalışıyoruz, hac’da tavaf etmeye çalışıyoruz, zekatte birşeyler vermeye çalışıyoruz, birşeyler yapıyoruz ama salavatta yâ Rabbî yapamayız diyoruz. “Bizim için lütfen Sen yap, çünkü Senin methettiğini, Senin salât ettiğini biz methedemeyiz. Biz O’na uygun, lâyık bir şekilde salât edemeyiz yâ Rabbî diye bizim namımıza Sen et” diye dua ediyoruz. Tek ibadetimiz Cenâb-ı Hakk’ın bütün emirlerine eyvallah deyip yapmamıza karşı, tek emrine bu şekilde yapamadığımızı, aczimizi ifade ederek yapıyoruz. Yapamayacağını ifade etmek, Resûlullah’a salât okuyamayacağımızı ifade etmek, Resûlullah’a salât okumaktır. Burası önemlidir. Yoksa Efendimizin ism-i şerîfi geçtiğinde lafın gidişatını kesip, bir takım sloganlaşmış lafları söylemekten ibaret zannediliyor salavat bu değildir. Efendimizi lalettayin insanlarla aynı terazideymiş gibi mütalâa etmek, hatta ve hatta Kuranî ifadeyle onun huzurunda sesimizi onun sesinin üstüne çıkarmak, yüksek sesle konuşmak… Başınız secde’de delinse, dizleriniz nasır tutsa, oruç tutmaktan karnınız sırtınıza geçse bütün ibadetlerinizi habt ederim diyor Allah, yok farzederim terbiyesizlik yaparsanız buyuruyor. Onun kadri vâlâsını inkâr edici veya küçültücü davranışta bulunursanız, ve çokta sade bir misal veriyor, basit bir misal veriyor Allah; huzurunda yüksek sesle konuşursanız. Zannedilmesinki sûre-i Hucurat’ın bu ilk âyetleri asr-ı saâdette hayat-ı Resûlullah’ın müddetiyle sınırlıydı. Hayır efendim bu değildir. Bakın bir hadise anlatayım başımdan geçti. Eskiden Mescid-i Nebevî’yi Ramazan haricinde yatsı namazından bir-bir buçuk saat sonra kapatırlar, temizlik yaparlar sabah namazından bir saat evvel açarlardı. O arada bazı özel izin alabilenler özel küçük gruplar halinde ziyarette bulunabilirlerdi. Fakir elhamdulillah öyle birkaç özel ziyarette bulunanların arasında bulundum. Ve başımızdaki bir büyüğümüz, bir hâfız ağabeyimize ‘Bir aşr-ı şerif oku’ dedi. Şebeke-i Şerifin karşısında iki diz üstü oturmuşuz, edeb içinde, işaretle ‘aşr-ı şerif oku’ dedi. Gayet tiz perdeden bir Eûzu-Besmele çekti hâfız ağabeyim. Demir gibi hâfızdı -öyle tabir ederler ya – Allah rahmet eylesin demir gibi hâfızdı. Eûzu-Besmele’den sonrası yok, gelmiyor, sıfır. Sıkıntı içinde birden ter boşaldı. Bir başka hâfız ağabeyimiz eliyle işaret etti gayet yumuşak bir seda ile “Eûzubillâhimineşşeytânirracîym Bismillâhirrahmânirrahîym” ve okudu âyeti. Bu başımdan geçmiş, olmuş bir hadisedir. Şebeke-i Resûlullah’ın önünde bile bağırılmaz.
Çünkü O hayattadır aslında değil mi?
Ve onun vârisleri olan zevât-ı kirâm’ın yanında da edebe mahalif davranılmaz. Allah amelleri habt eder. Resûlullah Efendimizin hayatı ile sınırlı değildir. Onun vârisleri vardır. O’na giden yolu gösteren, tarif eden, o yoldan gidenler vardır. Onların huzurunda da adam gibi haraket edilmesi lâzımdır. Çünkü adamların huzurunda olduğunu bilenler yükselerek Allah’ın huzurunda olduğunu bilirler, ona göre hep edebli davranırlar. Çünkü edeb insanlardan kabahatini saklamak değildir, Allah’ın huzurunda kabahat yapmamaktır. Allah’ın huzuru belli bir mekâna belli bir zamana mahsus olmadığı, her zaman olduğu için öyle öyle ögrenilir, talim edilir. İşte Efendimiz Aleyhüsselâtü Vesselâm’a salât okumak belli sloganlarla “Allâhümme salli alâ seyyidina Muhammed”, “Sallallâhu aleyhi ve sellem” gibi sloganlara sıkıştırılamaz. Mutlaka zât-ı seniyyesinden bahsederken sair zevâttan bahsedildiğinden fazla bir tâzim ve muhabbet kelimesi gerekir. Ben yarı meczub bir ağabey tanıdım “Muhammedciğim Efendim” diye bahsederdi. İfade edemiyor, sevgisine doymuyor, Efendimiz demiyor ama laubalilik yapmıyor, yarı meczub, “Muhammedciğim Efendim” derdi. Ve biz toplum olarak öyle bir terbiyeli haldeydik, ne yazık ki bazı düşüncelerde sofuluk ağır bastı, çocuklarımızı Muhammed diye çağırmaya başladık bu yanlıştır. Kimse kusura bakmasın. Ciddi bir terbiyedir bu. Biz ism-i şerîfi nebî’nin lalettayin insanlar arasında kullanılmasın diye Mehmed’e çevirmişizdir. Çünkü Resûlullah Efendimizin Ahmet gibi, Mahmut gibi ismi, Mustafa gibi Mürteza gibi sıfatları olabilir ama Muhammed ism-i şerîfi kelime-i tayibesi Allah’ın kelâmıdır. Çünkü Ahmet lafında İncilde “Benden sonra Ahmet gelecek” diye Hazret-i İsa’dan nakildir. Ama Muhammed kelime-i tayibesi Allahu Zü’-l Celâl’in lafzıdır. Şimdi, çocuk yaramazlık yapar ismiyle hitap edersen işte “ulan kereta” diyebilirsin. Ama Allah korusun ulan’dan sonra ism-i şerîfi nebî sarfedilemez. Biliyorsunuz stadyumlarda türlü türlü tezahüratler ve terbiyesizliklerde yapılabiliyor. O çocuğun o ismine de yapıldı. Ben oturup ağladım ama. Bu Resûlullah’a sevgi ve saygı değildir. Benim çocuğumun adı da Muhammed. Ama başka bir ismi’de var ben Emre diye kullanıyorum. Muhammed nüfus kağıdında, orada yazıyor. İsmi şerifi nebî’yi taşıdığı için şefaat-i nebî’ye inşa’Allah mazhar olur diye bir dua mahiyetindedir. Ama ben çocuğuma ism-i nebîyle hitab edemem. Bunu lütfen bu cemiyet artık kaldırsın. Yoktu eskiden. Benim çocukluğumda Muhammed isimli çocuk yoktu, şimdi dolu. Terbiye bakımından hırsını almak için değil kabahat yapıyor çocuk, bağıracaksın, bağaramazsın. Onun için işte Efendimize salât okumak çocuğuna Muhammed ism-i şerîfini koyduğun halde kullanmamaktır. Ama vefat etmiş bir büyük zât hakkında mesela Fatih Sultan Muhammed Han diyebilirsin. Çünkü zaten saygılı bir kelime kullanıyorsun. Efendimizin adaşıdır, onu söyleyebilirsin. Ama mesela bir ne bileyim kabahat yapmış bir Mehmed’e öteki ismi kullanamazsın. İşte salavat demek bunlar demektir.
Gündelik hayata yansımaları bunlar.
Tâzimdir. Yüceltmek değildir, biz yüceltemeyiz Efendimizi.
Biz O’nu anmakla yüceleriz ancak.
Muhammed İkbal’in bir kitabı vardır meşhur Pakistanlı bir Resûlullah aşığıdır Muhammed İkbal. Hazret-i Fâtıma hakkında bir kitap. “Ben bu kitabı yazıp içinde Fâtıma validemizin isminin geçmesiyle O’na birşey değil, kitabıma bir şeref ve kendime bir haysiyet kazandırdım” diye kitabın önsözü böyle. İsm-i şerîfi Fâtıma bile insana bir şeref kazandırır. Resûlullah Efendimizin ism-i şerîfi’de öyledir. Onun için ben tekrar tekrar söylüyorum Efendimize salâvat okumak o sloganlaşmış iki kelimeden ibaret olmadığı gibi, zât-ı seniyyeleri hakkında her türlü tâzimkâr ve muhabbetli, laubaliliğe düşmeden her türlü muhabbetli ifade Efendimiz hakkında bir salavattır. Ve bütün dualar; “Bi hurmeti seyyidül murselin”, “Bi hürmeti sultan-ul enbiyâ” denmedikçe yerine ulaşmaz ama salavat duası hariç. “Allahümme” Ey Allahım, “Salli Ala” O’nun için salât et, “Seyyidina” Efendimiz, seyyidina, habîbina, kurretü’l-Ayn, gözümün nuru, başımın tacı ne dersen de. Bir de maalesef bir başka yanlış düşünceyle aman Resûlullah’ı bu kadar övmeyin lakırdısını son zamanlarda bir takım çevrelerden duymaya başladık. Resûlullah Efendimizi hakkıyla övmek zaten mümkün değildir. Hiçkimse Resûlullah Efendimize 1400 senedir Tanrılık isnat edememiştir, çünkü Allah Habîb-i Edîb-i Zîşan’ını Tanrılık isnadından muhafaza etmektedir. Bunu da böyle bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîm’deki Muhammedun Resûlullah tabiri Allah tarafından korunan bir hükümdür, çünkü bu “Kur’ân’ı Ben indirdim, hükmünü Ben korurum” buyurmuştur. Onun için böyle bir tehlike mevzu bahis değildir, bu olsa olsa onların kendi putperestlik korkusundandır. Biz elhamdulillah Allah ve Resûlünün mü’miniyiz, putperest olma korkumuzda yoktur.
Allah razı olsun hocam, çok teşekkür ediyorum.
Estağfirullah efendim.
* Bu söyleşi Dost Tv’de Hayri Akıncı’nın sunduğu ve Ö. Tuğrul İnançer’in konuk olduğu “Gönül İkliminde” adlı program’dan deşifre edilmiştir.