SALAHADDÎN ZERKÛB KONEVÎ
2.1.4. SALAHADDÎN ZERKÛB KONEVÎ
Şems-i Tebrîzî’nin gaybet ve istitârı akabinde Mevlânâ’nın hayatında yeni bir devrenin başladığını söyleyebiliriz. Bu dönem Mevlânâ’nın Şems-i Tebrîzî ile birlikte zirveye ulaşan coşkunluğunun yavaş yavaş sükûnete yüz tuttuğu dönemdir. Elbette ki söz konusu sükûnet bir anda gerçekleşmemiştir. Aynı zamanda bu süreci Mevlânâ’nın, rucû’ ve fark-ı sânî mâkâmını tahsil neticesinde363 Hz. Peygamber’e tâm mütâbaat gereği “da’vet ve irşâd” ile meşguliyete yol bulma açısından bir geçiş dönemi olarak da değerlendirebiliriz.
Kaynaklarımız Şems’in gaybeti ve istitârı akabinde Mevlânâ’nın kendisini aramak üzere iki defa Şam’a seyahat ettiğini belirtirken nihâyetinde Şems’i kendi derûnunda bulduğunu da ilave ederler. Sultan Veled meseleyi Hz. Ali’nin (k.v.) “Nefsini Bilen Rabbini Bilir” hadisi çerçevesinde değerlendirerek Mevlânâ’nın şahsında gerçekleşen “enfüsî terakkî” neticesinde “Nefs-i Emmâre”nin dönüşümü ile yıldızın “Ay” kesilmesinden bahseder.364 Böylelikle Mevlânâ’nın, ayın güneş ışığını yansıtması misali ilâhî marifetin tecelligâhı ve ma’kes bulduğu mahal ve makamı temsil ettiğine işâret eder. Ayrıca Mevlânâ’nın “semâ’ dolayısıyla mest olmayı”365 bu makamın bir tür kıstası olarak tesbît ettiğini ve semâ’dan mest olmayanın zevk ve şevkten (hoşluk ve tarab) bir şey elde etmediğini belirttiğini ifade eden Sultan Veled ârifin, gönülde gizli bulunan “Allah’ın Zât’ından ayrı olmayan Nûr’u” sayesinde “temyiz” kabiliyetine, dolayısıyla ilme ve marifete sahip olduğunu açıklar.366 Sultan Veled bu hususu, insanın mütekâbil durumları zâtında cem’ etmeye kâbil oluşu ile ilişkilendirir ve “emânet âyeti”367 ile istişhâdda bulunur.368
“Şeyh bu coşkunluk âlemindeyken mürîdlerinden biri, onun yakınlığına erişti; yakınlık atına bindi,
Binicilik de ne, beylik de ne? Padişah oldu, menzile (makâmât) de hâkim kesildi, yola (tarîkat) da,
Yol alanlar (sâlikler), onun yüzünden azık elde ettiler; ehl-i menzil (hâl ve makâm sahipleri), ondan ihsanlara eriştiler,
Allah’a ulaşmada güçlü bir olgunluk elde etti o; bakışı, taşa bile feyiz verir oldu,
O, yedi göğün de, yedi yerin de kutbuydu; lâkabı da padişah Salâhaddîn idi,369
Güneşin nuru bile yüzünden utandı onun; onu gören herkes, gönül ehli oldu, Şeyh (Mevlânâ), onu hâl sahibi (olarak) gördü, abdâl zümresinden onu seçti, Yüzünü ona tuttu, herkesi bıraktı; ondan başkasıyla görüşüp konuşmayı hata saydı,
Şemseddîn diyordum ya dedi; ne diye uyuduk biz? Geldi işte gene, Elbisesini değiştirdi de yüzünü göstermek, salına salına yürümek için gene geldi.”370
Böylelikle anlaşılmış oluyor ki Mevlânâ Şems’ten sonra kendisine hem-dem olmak üzere Şems’in halefi ve halîfesi olarak371 Şeyh Salâhaddîn Zerkûb Konevî’yi seçmiş, onunla sükûn bulmuş372 ve aynı zamanda müntesiplerine de Şeyh’i işâret ederek kendisini cümle mürîdânın teslîkine memur etmiştir.373 Şeyh’in muttasıf olduğu bu iki husus, Mevlevî geleneğindeki -aşağıda detaylandırılacak olan- belirleyici rolüne de işâret etmektedir.
Bu arada tıpkı Şems-i Tebrîzî ile münâsebet, sohbet ve hususiyle halvetin doğurduğu rahatsızlık misali, kimi münkirlerin gönüllerinde haset ateşinin yeniden alevlendiği belirtilmektedir. Nitekim Mevlânâ sair müridân ile alâka -ki celveti gerektirmektedir- husûsunda kendisini geri tutuyor ve Şeyh Salâhaddîn’i işâret ediyor, kendisi sadece onun sohbetiyle ârâm bulmayı yeğliyordu. Anlaşılan o ki Şeyh Salâhaddîn’in hilâfet ve niyâbeti de müridânın bir kısmı tarafından kolaylıkla kabul edilmemiştir. Üstelik bu sefer durum öncekinden daha da vahimdi, nitekim Şeyh Salâhaddîn’e yönelik inkâr dolu muhâlif tavır daha pervasız ve alenî bir surette sergilenmekteydi.374 Diğer taraftan başta Sultan Veled olmak üzere mürîdânın büyük bir bölümü Şeyh Salâhaddîn’e intisâb edip irâdet getirmiş ve Şeyh Salâhaddîn’in teslîk dairesine girmişlerdir.
Bizzat Mevlânâ, Salâhaddîn Zerkûb’u yetmiş kadar gazelinde muhtelif vechelerle mesela gönlün, dinin, hakikatin ve de cihânın “salâh/sulh u selamet” bulduğu mücessem sûret olmak itibariyle isminin veya mesleki mensûbiyyetinin işaret ettiği türlü mecâzî çağrışımlar ile adeta Şeyh’te zâhir mezkûr husûsiyetlerden ilkini îmâ ederek zikreder.375 Diğer taraftan hususiyle üçüncü şahıslara karşı Şeyh’ten bahsederken kullandığı “Şeyhu’l-Meşâyih 376 (Melikü’l-Meşâyih ve’-Abdâl), Veliyyullâh fi’l-Arz, Ebâ Yezîdü’l-Vakt (Ebâ Yezîdü’l-Hakîkat) 377 , Cüneydü’z-Zamân (Cüneydü’t-Tarîkat), Kutbü’z-Zamân, Hızıru’l-Kadem, Mesîhu’l-Enfâs, Nûrun Yemşî bihî fi’n-Nâs, Melikü’-Abdâl, Rûhu’l-Ârifîn, Emînü’l-Kulûb, Sırrullâh fi’r-Ricâl, el-Müeyyed bi-Envâri’l-İlâhiyye ve’l-Ezvâi’r-Rabbâniyye, el-Müşerref bi-İşrâki Şemsi’l-Maârif, el-Muhtess bi-Bevârikı Nûri’l-İhtisâs Hudâvend Salâhu’l-Hakk ve’d-Dîn” misali vasıflar ile Seyyid Burhâneddîn Muhakkik Tirmizî’nin cân ve gönül oğlu olup tam bir istiklalle halîfesi bulunan Şeyh’in “kıble-i ervâh-ı mukaddes (mukaddes ruhların kıblesi)” olduğuna işâret etmekte ve mürîdanı teşvik etmektedir. 378 Dolayısıyla Şeyh Salâhaddîn cümle “Mevleviyân”ın şeyhi ve mürşididir. Bu itibarla Mevlevî gelenek tarafından “aktâb-ı seb’a-i Mevleviyye” içerisinde addedilen Şeyh Salâhaddîn Zerkûb; Sipehsâlâr tarafından “Hazret-i Seyyidü’l-Evliyâ ve’l-Müttakîn, Zübdetü’l-Ârifîn, Kutbü’l-Evtâd, Emânullâh Beyne’l-İbâd, Cüneyd-i Sânî ve Fakîr-i Rabbânî, Muhtâru’l-Kulûb Şeyh Salâhaddîn Zerkûb” şeklinde vasfedilir. 379 Eflâkî ise, eserinde Şeyh’in menâkıbına ayırdığı faslın başında ismini şu şekilde kaydeder: “Hz. Sultânü’l-Ârifîn, Burhânü’l-Mükâşifîn Kutbü’l-Evtâd ve’l-Ebdâl Şeyh Salâhu’l-Hakk ve’d-Dîn Ferîdûn b. Yağıbasan el-Ma’rûf bi-Zerkûb el-Konevî (k.s.)”380
Şeyh Salâhaddîn nisbesinden de anlaşılacağı üzere Konya381 civarında dünyaya gelmiştir.382 Babasının adı “Yağıbasan”, annesinin adı ise “Latîfe”dir383 ve göl kıyısında bulunduğu belirtilen “Kâmile”384 köyünde385 balıkçılık ile geçindikleri nakledilir.386 Şeyh Salâhaddîn ise “zerkûbî/kuyumculuk” mesleğine yönelmiş 387 ve Eflâkî’nin anlatımıyla Mevlânâ dini ilimleri kesbetmek, kıyl ü kâl, tedrîs ve tezkîr ile meşgul olurken o da helal rızık ve hâlini kuvvetlendirmek (kût-i halâl ve kuvvet-i hâl) için çaba sarfetmiştir.388 Şeyh’in eşi de annesi ile aynı adı taşımaktadır.389 Ayrıca Fâtıma Hâtûn3120 ve Hediyye Hâtûn391 adlarında iki de kızı vardır.
Tasavvufî irtibatı açısından gençliğinde ilk olarak Seyyid Burhâneddîn Muhakkik Tirmizî’ye intisab etmiş bulunan 392 Salâhaddîn Zerkûb’un, Mevlânâ’nın Seyyid Burhâneddîn’e intisabının ardından tecdîd-i inâbet ile Mevlânâ’ya mürîd olduğu kaydedilir. Bizzat Mevlânâ tarafından “ferzend-i cân ü dil-i Seyyid Burhâneddin el-Muhakkık ve halîfe-i ôst be-istiklâl (Seyyid Burhâneddîn Muhakkik Tirmizî’nin cân ve gönül oğlu ve onun tam bir istiklalle halîfesi)”393 şeklinde anılışına bakılırsa Şeyh Salâhaddîn, Seyyid Burhâneddîn Muahkkik Tirmizî’nin kademinde ve meşrebinde bir sûfî olmakla birlikte Şems-i Tebrîzî’nin de sohbetinde bulunmuş ve bir anlamda Seyyid’in manen Şems’in ise silsileten ve tarihen halifesi olmuştur. ????? Hatta Seyyid Burhâneddîn’in hakkındaki inayetine delîl olmak üzere Eflâkî şu sözünü nakleder:
“Şeyhim Sultânü’l-Ulemâ’dan bana iki büyük nasip erişmiştir; biri söz fesâhati, diğeri hal güzelliği. “Kâl”imi (söz fesâhatimi) Hz. Mevlânâ Celaleddin’e verdim; çünkü onun halleri çoktur. “Hâl”imi de Hz. Şeyh Salâhaddîn’e bağışladım. Çünkü onun herhangi bir şekilde (kâl) söz söylemesi yoktur.”394
Muhakkik Tirmizî’nin Konya’dan ayrılarak Kayseri’ye yerleştiği ve orada intikâl ettiği dönemde Şeyh Salâhaddîn’de bir müddet köyüne gitmiş, orada evlenip yuvasını kurmuştu.395 Şeyh’in; yaşadığı hayata gayet te alışmış iken bir Cuma günü Konya’daki Ebu’l-Fazl mescidinde Mevlânâ’nın vaazında bulunduğu, Şeyh Burhâneddîn Muhakkik Tirmizî’nin ahvâlini ve nûrunu Mevlânâ’da müşâhede ettiği ve Mevlânâ huzurunda baş koyduğu belirtilir. Kısa bir muhaverenin ardından Mevlânâ, hayli zamandır görüşmediği, kendisine özürler beyân eden eski dostuna şöyle söylemişti: “Hayır, hayır, sen bizdensin, bizim canımızsın, bizimsin, güzelliğimizsin (ân), cânânımızsın.” Ardından Mevlânâ’nın, Şeyh’in elinden tutarak kendisine hem-dem kıldığı belirtilir.396
Esasında Muhakkik Tirmizî’nin 639/1241’de intikâlinden sonra ve Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gelişinden yani 26 Cemâziye’l-Âhir 642 / 29 Kasım 1244’ten önce h. 641 (m. 1243/1244) yılında gerçekleşmiş olması kuvvetle muhtemel bu hadisede 397 Mevlânâ’nın mezkûr ifadesi, uzun zamandır görüşmemiş iki dostun birbirine iltifatından çok daha öte bir anlam taşımaktadır. Nitekim burada söz konusu yakınlık Sultan Veled’in rivayeti ile Mevlânâ tarafından şöylece izah edilir:
“Onu (Şeyh Salâhaddîn) aramızdaki husûsi cinsiyet ve münasebet (dolayısıyla) dost edinip seviyorum. 398
“İnsanların birbirlerine olan sevgileri, kuru (mücerred) sözle değil, aralarındaki cinsiyet ve nisbet (münâsebetiy)ledir”
Nedir cinsiyet? Bir çeşit nazar ki onunla (bir cinsten olanlar), birbirlerine yol bulur, kavuşurlar.399
Dolayısıyla Mevlânâ ile Şeyh Salâhaddîn arasındaki münasebet sade bir dostluktan çok öte cinsiyet ayniyeti ve nisbeti olarak değerlendirilmiştir. Manâda/Hakîkatte ve sîrette vâki’ taallukun sûrette tezâhürü ise türlü vecihlerdendir.
Mesela Mevlânâ Şeyh Salâhaddîn’i ve ailesini kendi ehl-i beytinden addetmekte idi. Nitekim Şeyh’in iki kızı yüzleri tamamen açık olacak halde ve serbestlikte dahi Mevlânâ’nın huzurunda bulunabiliyorlar ve Mevlânâ kendilerine okuma yazma öğreterek terbiye400 ve tedrîsleri ile bizzat meşgul oluyordu.401 Hatta Fâtıma Hâtun için “sağ gözüm”, Hediyye Hâtun için “sol gözüm”, anneleri Latîfe Hâtûn’un zâtı için ise “Hüdâ’nın musavver latîfesi” şeklinde iltifatlarda bulunduğu kaydedilir. 402 Aynı zamanda manevi münâsebet zâhirde sıhriyet olarak da tezâhür etmiş; Mevlânâ, oğlu Sultan Veled ile Fâtıma Hâtûn’u nikâhlamış403 ve Mevlânâ hânedânı -gerek zükûr çelebiler ve gerekse inâs çelebiler- bu aileden vücûda gelen çocuklar ve torunlar ile devam etmiştir. 404 Mevlânâ söz konusu evliliğin mana âleminde de kutlandığını belirterek inşâd ettiği gazellerle tebrîk ve tesîd eder.405 Diğer taraftan Hediyye Hâtun ise tuğra ve inşâ divanına mensup bir bürokrat olduğu anlaşılan kâtipler sultanı ve Mevlânâ’nın yakın çevresindeki son derece özel mürîdân ve âşıkânından406 Hattât Nizâmeddin 407 ile evlenmiştir 408 ve çeyizinin Gürcü Hâtun’a hususi olarak ricada bulunduğu nakledilir. Mevlânâ hazırlanan çeyizi kardeşler arasında taksim etmiş, ayrıca bu düğünü de gazel inşâd ederek kutlamıştır. 409 Nihâyet Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gelişi ve Mevlânâ ile mülâkatı neticesinde söz konusu halvet hali Şeyh Salâhaddîn’in hücresinde gerçekleşmiş ve sırrına kimsenin muttali’ olamadığı sohbet esnasında halvethâneye girebilen iki kişiden biri Şeyh Salâhaddîn’dir.410
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Mevlânâ’nın başlangıçtan (ezelden) itibaren Şeyh Salâhaddîn’e özel bir yakınlığı ve teveccühü söz konusudur. Kendisi, Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gelişi ile birlikte tedrîs ve tezkîr misâli halka, talebe ve mürîdâna taalluk eden her türlü alâyıktan el çektiği dönemde dahi son bir tezkîrde (vaaz) bulunması hususunda muhlis muhibbânının istirhâmlarının yanı sıra Şeyh’in işâretini kırmamış ve son bir tezkîrde bulunmuştu.411
Ayrıca Mevlânâ, şeyh Salâhaddîn’in hatırını o derece aziz tutmaktaydı412 ki Şeyh Salâhaddîn’in farklı şekillerde telaffuz ettiği kimi kelimeleri onun gibi telaffuz ediyor, mevzûun hâtırı yerine vâzı’ın hâtırını gözetiyordu.413
Şeyh Salâhaddîn’in resmî ilimlere dair bir tedrîsten geçmediği belirtilmektedir. Hatta bu açıdan ma’rifetten bihaber ve edepsiz kimseler tarafından şiddetli tenkîdlere ve ta’nlara muhatab olduğu vurgulanır.414 Dahası bunca yetersizliğine (!) rağmen Mevlânâ onu seçmiş, üstün tutmuş ve Şems-i Tebrîzî zamanında olduğu gibi başkalarıyla görüşmez olmuştu. Her ne kadar Şeyh Salâhaddîn kendisinin sadece bir ayna mesâbesinde bulunduğunu ve Mevlânâ’nın bu aynada kendi cemâlini temâşâ kıldığını vurgulasa da bu durumun inceliğinden ve keyfiyetinden bihaber kimseler haddi aşarak zaman zaman kendi ındî kanaatlerini Şeyh’in yüzüne karşı dile getirme küstalığında dahi bulunuyorlardı. Hatta daha da ileri giderek Şeyh’e karşı bir suikast planlandığı belirtilmektedir.415
Bu mesele ile ilgili olarak geleneğin bakış açısını tesbit bakımından Eflâkî’nin şu değerlendirmesi kayda değerdir: “Taşkınlık ve kınamada bulunanların büyük çoğunluğu Hz. Şeyh Salâhaddîn’in bilgisiz ve âmmî olduğunu söylerler; son derecedeki cehalet ve körlükleri dolayısıyla “ümmî”yi “âmmî”den ve “levh-i mahfûz”u “levh-i hâfız”dan (yazı tahtası) ayırıp temyiz edemezlerdi.”416 Böylelikle anlaşılıyor ki gelenek tarafından Muhakkik Tirmizî’nin “hâlinin sabâhatini/yüz güzelliği” bağışladığı ve kîl ü kâl kabîlinden mübâhese ile alakası bulunmayan Şeyh, “âmmî” değil “ümmî” olarak telakkî edilmektedir. Nitekim “ümmî olmak” İslam kültüründe okuma-yazmadan yoksun olmak şeklindeki mecâz anlamının çok ötesinde, bizzat Hz. Peygamber’in de ilişkilendirildiği, varlığın aslından neş’et ettiği günkü sâfiyet ve temizliğini muhafaza etmiş olmasıyla ilgili olumlu bir nitelik olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla şeyh Salâhaddîn, “ümmî”dir ve aynı zamanda “ârif”tir. Mevlânâ bu hususu sarahatle şu şekilde ifade eder: “Arif, sen sustuğun halde, senin sırrından bahseden kişidir. Bu da Şeyh Salâhaddîn’dir.”417 Şeyh Salâhaddîn de derununda feyezân eden marifet nûrunu Mevlânâ sayesinde idrâk ettiğini dile getirmektedir.418
Diğer taraftan Mevlânâ’nın daha önce de yaşandığı üzere Şeyh Salâhaddîn’den başkasına iltifat etmemesi ve hatta görüşmeyi dahi kesmesi önemli bir rahatsızlık unsuru oluşturmuş gibidir. Üstelik “münkirân”ın tıpkı Şems-i Tebrîzî hakkında olduğu gibi söz konusu duruma sebep bildikleri Şeyh Salâhaddîn’e karşı da gittikçe şiddetlenen bir tarzda düşmanlık 419 ve nankörlük etmeleri Mevlânâ’nın kendilerinden daha da uzaklaşmasına sebep olmuştur. 420 Böylelikle manevi anlamda mesnedsiz kalan münkirler, Hz. Mevlânâ’nın Şeyh Salâhaddîn’e yüksek derecedeki muhabbetine şâhid olduklarında421 hatalarından döndükleri (tevbe ve istiğfar) suçlarının bağışlanması ve yeniden vuslat elde edebilmek için Mevlânâ’nın ve Şeyh Salâhaddîn’in kapısında baş koyarak yalvarıp yakardıkları belirtilir. Nihayet merhametlerine422 mazhar oldukları ve böylelikle tevbelerinin kabul edildiği, tıpkı eskiden olduğu gibi Mevlânâ’nın ve Şeyh Salâhaddîn’in teveccühüne ve sohbetine nâil oldukları belirtilmektedir. 423
Kaynaklarımız Şeyh Salâhaddîn’in Mevlânâ tarfından seçilmişliğini vurgularken bu husûsun başlangıcını424 sûrî bir hâdise taçlandırırlar.425
Rivâyete göre Mevlânâ “semâ’ ve şûr (heyecan, cûş ü hurûş)” galebesinde iken Şeyh Salâhaddîn’in dükkanı civarından geçer ve dükkandan gelen çekiç seslerinin hoşluğundan “şûrî-i aceb/olağanüstü bir heyecan” kendisinde zâhir olur, “çarh vurmaya” başlar. Bu durum gayb aleminden bir işaretle Şeyh Salâhaddîn’e malum oldukta, Şeyh dükkandan dışarı çıkıp Mevlânâ ‘nın kademine baş koymuş ve kendinden geçmiştir. Mevlânâ kendisini tutup lütuf ve merhamette bulunur (semâ’a davet eder). Şeyh “Benim Mevlânâ’nın semâ’ına tâkatim yoktur” şeklindeki ifadesiyle riyâzet ve mücâhede dolayısıyla bedenindeki güçsüzlük dolayısıyla mazeret arz edip eman ister. Diğer taraftan çıraklarına altın varakları parça parça olsa dahi çekiç darbını kesmemelerini tenbihler. Böylelikle Mevlânâ öğleden ikindiye kadar semâ’ ile meşgûl olmuş ve nihâyet gûyendeler gelip gazel okumaya başlamışlardır. Şeyh Salâhaddîn ise tek bir altın varağının dahi zâyî olmak şöyle dursun dükkanının altın varaklarla dolduğunu ve hatta çıraklarının kullandığı edevâtın da altına dönüştüğünün müşâhede etmiş, elbiselerini yırtarak dükkanın yağmalanmasını emretmiştir. 426 Eflâkî, hadiseyi böylece tahkiye ettikten sonra Şeyh Salâhaddîn’deki tahavvülü şu şekilde ifâde eder:
“Hemen dünya ve ahiret dükkânının serinden (sevdasından) vazgeçip Hüdâvendigâr’ın sohbetine (koştu) gitti. Mevlânâ Hazretleri Mevlânâ Şemseddîn Tebrîzî (Allah zikrini yüceltsin) hakkında gösterdiği aşk oyunları ve inayetleri, onun mazharı muzhiri (olan) (Şeyh Salâhaddîn hakkında da gösterdi.) O velâyeti (Şems’in velâyetini Salâhaddîn’de de) müşâhede edip hemen (onu) yüceltmeye ve ağırlamaya (ta’zîm ve tefhîme) başladı. Kararsız olan temiz ruhu Salâhaddîn ile sükûnet buldu. Tam on yıl onunla karşılıklı ünsiyette ve musâhabette (sohbette) bulundu. (Şeyh Salâhaddîn) Hazret’in halifesi oldu.”427
“Mevlânâ hazretleri Şemseddîn Tebrîzî’yi aramaktan boşaldıktan ve onun sırlarını kendi nefsinde görmeye başladıktan sonra Şeyh Salâhaddîn hazretlerini yanına aldı ve onu arkadaşlara başbuğ olarak seçti; kendi Halifesi, meclislerinin enîsi ve halvetinin nedimi yaptı; onun vücuduyla sükûnet buldu. Müritler her ikisinin sohbetinden faydalandılar.”428
Şems-i Tebrîzî’nin nihâî gaybetinin ardından gerçekleşen bu hadise akabinde Mevlânâ’nın kendisine hem-dem seçtiği, sohbeti ve mazhariyyeti ile sükûnet (ârâm) bulduğu429 Şeyh Salâhaddîn’i aynı zamanda mürîdânın teslîki vazifesine memur ettiği ve başta oğlu Sultan Veled olmak üzere cümle mürîdânın teslîki ile Şeyh Salâhaddîn’in meşgul olduğu anlaşılıyor. Sultan Veled, babasının kendisine lütuf ve teveccühünün eseri olarak telakkî ettiği bu husustaki iftihar edilecek itâat ve inkıyâdını dile getirir ve hakîkate/marifete dair pek çok şey elde ettiğini ifade ederek minnetini belirtir.430
Buna ilave olarak Mevlânâ “ilâhî gayret” anlayışı gereği dervişlerin Şeyh Salâhaddîn’e müntesib olma yönünden himmetlerini cem’ etmeleri ve hatta tarikat âdabı gereği huzûrunda diğer şeyhlerin adını dahi anmamaları hususunda da tenbîh ve tavsiyede bulunmuştur.431 Bu husus Şeyh’in doğrudan Sultan Veled’e de belirttiği bir durumdur.432 Hatta Sultan Veled Şeyh’in huzurunda meviza ve marifete dair kelâm ettiğinde tıpkı Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî’nin mülâkât ve sohbetleri neticesinde husule gelen vahdeti anımsatır tarzda Şeyh’in kendisinden geçerek fenâ bulması ve Sultan Veled’in ağzından Şeyh Salâhaddîn’in konuşması yönündeki talebine muhatap olduğunu belirtir.433 İlave olarak bu hususu kabulünü oldukça samimi ifadelerle dile getiren Sultan Veled şöyle söyler:
“Sonunda malum oldu ki hakikat (bu mefhum), sözle anlaşılamaz,
Söz, dedikodu, yola perdedir; vuslat yolunda dedikodu, bir hiçtir, ise yaramaz,
Dedikodu; varlıktır, benliktir ve perdedir ancak; varlığı seçen, benliğe bürünen, ölüdür,
Yalnız varlıktan olmayan, benlikten gelmeyen söz, zevkten, safâdan ve mestîden başka bir şey değildir,
Fakat böyle söz de pek nadirdir; bunu bil de böyle sözü Hakk Teâlâ’dan dinle, insanoğlundan (meydana düşmüş varlıktan) değil.”434
Dahası Sultan Veled “aklî ve naklî ilimlere dâir kîl ü kâl”den geçmek suretiyle gönlünde söz dalgalarının coştuğunu ifade eder.435
F. Lewis, Sultan Veled’in Şeyh Salâhaddîn’e mürîd olması; vaaz, nasihat ve marifet gibi hususlardan Şeyh tarafından alıkonması ve hatta “gerçek Şeyh’in sadece kendisi olduğu, başka Şeyhlere dönüp bakmaması” yönünde uyarılmasını; Şeyh Salâhaddîn’in manevi otoritesinin suretâ pekişmesi ve babası makamına layık görülen Sultan Veled’in Şeyh’in otoritesini perdelememesi şeklinde değerlendirir gözükmektedir. Bize kalırsa bu türden bir yaklaşım hatalıdır. Nitekim bizzat Sultan Veled tarafından oldukça samimi şekilde ifade edilen durum daha sonra Çelebi Hüsâmeddîn zamanında da tekrarlanmıştır. Sultan Veled babasının halifelerine ve kendisine Şeyh olmak üzere teklif ettiği zevâta bi-hakkın teslim olmuş gözükmektedir. bu hususta hiçbir zaman entrikalara ve mücadele içine girişmemiştir. Babasının kendisi hakkında ifade ettiği “o bir arslandır, ne yapacağını bilir” şeklindeki itimadını asla boşa çıkarmamış, oyuna gelmemiş ve “babasının şehzadelerine en fazla riayet eden kimse” olarak Mevlevî nasıl olunur cümle aleme göstermiştir. Bu durum onun mücadeleden kaçtığı şeklinde yorumlanamaz çünkü ortada mücadele yoktur.436
Şu halde Mevlânâ kendisi ile bir cinsten bulunmak ve aynı hakikatin tezâhürüne sahip olmakla Şeyh Salâhaddîn’i kendisine hem-dem edinmiş, tıpkı Şems-i Tebrîzî misâli ehl-i beytinden addetmiş; Şems’in Konya’ya gelişi ve gaybetinden sonra ise, Şems’in varlığında temâşa ettiği mazhariyeti Şeyh Salâhaddîn’de bulmuştur.437 Bu meyanda henüz Mevlânâ’nın hakikati ve hazreti derecesine yakınlık kesbedememiş bulunan dervîşânın teslîki vazifesini de Şeyh Salâhaddîn’e bırakmıştır. Söz konusu vazife Şeyh Salâhaddîn’den sonra Çelebi Hüsâmeddîn tarafından deruhte edilecek ve Mevlevî gelenekte, bu ilk örneklerden hareketle resmî seyr u sülûk usûlünün tatbîkinde “Makâm Çelebisi”ne niyâbeten ser-tarîk (tarîkatçı dede) veya ser-tabbâh (kazancı dede, aşcı dede) vazîfe alacaktır.438
Mevlevî geleneğe mesned teşkîl etmesi bakımından Şeyh Salâhaddîn Zerkûb’da tezâhür eden sûfî tavır ve buradan hareketle seyr u sülûk anlayışının tesbîti önem arz eder. Kaynaklarımız, bu hususta muhtelif değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.
Sipehsâlâr Şeyh’in “zühd ve vera’ hususunda benzersiz, mücâhede ve takva hususunda ise emsalsiz” bulunduğunu “yakîne dair ilimleri ve ilâhî marifetin mecâz değil niyâz yoluyla kendisinde husûle geldiğini” belirtir ve “sıdk ehlinin makamlarının en yücesinde menzil tutmuş coşkun/taşkın bir deniz ve kâmil bir fakîr” olarak nitelendirir. İlave olarak “Kerem eteğine -ki habl-i metîn ondan ibarettir- sıkıca yapışan gönül sahibi kâmil kimseler cümlesinden olurdu. Daima nefsini murâkabede tutar ve az sözle çok ve derin manalar buyururdu. Eskiden beri (İbtidâ-yı hâlinden beri) güvenilirliği ve dindarlığı hususundaki hassasiyeti (emânet ve diyânet) ile meşhurdu” bilgisini verir.439
Eflâkî, Şeyh’in gayet “müttakî ve mütedeyyin” olduğunu dile getirirken “şerîatların zâhir inceliklerini (dekâyık) muhafaza” “Rahmân’ın emrini terk etmekten kaçınma” hususundaki hassâsiyetini belirtir.440 Diğer taraftan çeşitli nakiller dolayısıyla her an Hakk ile bile olduğunu vurgular.441 Dolayısıyla tıpkı Şems-i Tebrîzî hakkında yapılan vurgu misali Hz. Peygamber’e (s.a.v.) zâhir ve bâtın itibariyle tam mütâbaat anlayışı Şeyh Salâhaddîn hakkında da dile getirilmektedir. 442
Diğer taraftan Şeyh Salâhaddîn, müşâhedelerinden, daha ziyâde Horasan-Mâverâünnehr 443 sûfîlerince ifade edilen ve Sultânü’l-Ulemâ-Muhakkik Tirmizî geleneğinde de zaman zaman rastladığımız nûr lemeâtına ve renk sembolizmine dayalı bir üslupla bahsetmektedir. Nihâyetinde ise “İlâhî nurlar deryasına öylesine gark olmuştur ki o nurlardan hiç bahsedemez, haber veremez ve onları tasavvur edemez” 444 hale gelmiştir. Söz konusu durum “fakr- tâmm/fenâ-yı tâmm” makâmı olup hem Mevlânâ’nın ve hem de Salâhaddîn Zerkûb’un şeyhi olan Muhakkik Tirmizî’de açık-seçik/ıyân olmayan bu hal Şeyh Salâhaddîn’de son derece âyân beyân hale gelmiştir.445 Mevlânâ bu hususa şu şekilde işâret eder:
“Pişmiş ol (kemâl bul) da başkalaşımdan (tegayyürden, bozulmadan) kurtul. Yürü, Burhan-ı Muhakkık gibi nur ol.
Kendinden kurtuldun mu tamamıyla Burhan olursun. Kul yok oldu mu sultan kesilirsin.
Bunu apaçık görmek istersen Salâhaddin gösterdi, gözleri görür bir hale getirdi, açtı.
Onun (Allah’ın) nuruna sahip olan her göz, fakrı onun gözünden ve yüzünden gördü.”446
Neticede Şeyh Salâhaddîn on yıl müddetle bir taraftan Mevlânâ ile musâhabet ederek ona hem-dem ve âyine olmuş, tıpkı Şems-i Tebrîzî ile olduğu gibi aralarında vahdet husûle gelmiş; diğer taraftan da halîfesi ve nâibi olarak mürîdânın teslîki ile iştigâl etmiştir.447
Kaynaklarımız âhir ömründe mizâcında bir değişim meydana gelerek rahatsızlandığını naklederler. 448 Sipehsâlâr’ın sembolik ve üstü kapalı bir dille şu şekilde işaret eder:
“Bir gün ansızın ayn-ı kemâle erişmiş ve irâdesi dışında gönül sahîfesine bir nakış yazılmıştı. Kendine geldiğinde söz konusu hâlin vukûundan ızdırâb duyan Şeyh Hakk Teâlâ’ya tazarru’ edrek “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da hataya düşersek bizleri muâhaze etme!” 449 âyetini okumuştu. Kendi Şeyhine (Mevlânâ’ya) sıgındı ki “Sen’den Sana sığınırım” (hadisinde ifade edilen mana) bundan ibârettir. Te’yîd-i Sübhânî Şeyh’in (Mevlânâ’nın) inâyetine (muvâfık sûrette) gerçekleşti. (Ya da Mevlânâ’nın inâyetine bağlı bulunduğundan) Onu tekrar o (içine düştüğü) halden emniyet ve selamet diyarına; üns ve kerâmet yurduna mütemekkin kıldılar. Amma mübârek cismine bir zafiyet ve hastalık sirâyet etti ve rahatsızlığı da uzun sürdü. Şeyh Hz. Hüdâvendigâr’dan emânet bedenden naklolunmak, bâkî saraya (ahret yurduna doğru) sefere çıkmak hususunda inayette bulunması için yardım istedi. Hadsiz hesapsız tazaarru’ ve yakarıştan sonra (Mevlânâ) icâzet verdi ve üç gün iyâdetine gelmedi. Bu hâlden Şeyh’e yakînen malum oldu ki göçme vakti gelmiştir.”450
Böylelikle Mevlânâ’nın mu’tâd olarak iyâdetine giderken intikâlinden birkaç gün önce, bizzat Şeyh’in dünyadan göçmek hususundaki kendi talebi ve ricâsı üzere ziyarete son vermesi Şeyh’in intikâl vaktinin geldiğine işâret kabul edilmiştir.451 Üç gün sonra Şeyh Salâhaddîn 657 yılı Muharrem ayı başında (gurresinde: ilk günü veya gecesi) (29 Aralık 1258) intikâl etmiş 452 ve Sultânü’l-Ulemâ’nın türbesi dâhiline, hemen yanı başına sırlanmıştır.453
Şeyh Salâhaddîn’in zâhiren fevt olması dolayısıyla Mevlânâ’nın son derece rikkat gösterdiği, Konya’nın ileri gelenleri ile birlikte cenâzenin teşyîi hususunda gerekli her türlü tazîm ve izzetin sergilendiği kaynaklarımızca belirtilir ve gerek hastalığı döneminde ve gerekse intikali akabinde inşâd ettiği gazeller, mersiyeler kaydedilir.454 Diğer taraftan Şeyh Salâhaddîn cenâze merâsiminin vuslatı işaret etmek üzere düğün edâsıyla tertib edilmesini vasiyet etmişti ve arzu ettiğ şekilde olmuştur. Bu husus Mevlânâ’nın intikâlinde daha da belirgin hale gelecek, Mevlevî gelenek cenaze merasimlerini matem yerine düğün edası ile gerçekleştirecektir. Nitekim Mevlânâ’nın vuslat gecesi “şeb-i arûs” olarak telakkî edilmiştir.455
Şeyh’in evlâd ü ıyâlinin ve veresesinin varlığını biliyoruz. Fakat daha sonra Mevlevî tarihinde kendilerine dair malumat elde edemedik. Hatta veresesinin satın aldığı bir bağın bedelinin ödenmesi ile ilgili bir hususta Mevlânâ’nın Celâleddîn Karatayî’ye yazdığı mektup Mektûbât’ta kayıtlıdır.456
452 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 179.
453 Şeyh Salâhaddîn’in merkadi kitâbesi şu şekildedir:
الله الباقي ھذه تربة شیخنا
شمس العارفین علم الھدي و الیقین ملك الابدال كامل الحال و
القال امن القلوب الطالب المطلوب نورالله الاعظم برھان الاقوم
سلطان البصیرة طاھرالسیرة والسریرة بحرالاسرار الالھیھ ترجمان الرموز
الغیبة امام التقوي محرم غرائب النجوي بایزیدالعصر جنیدالزمان
صلاح الحق والدین ابوالمفاخر فریدون بن یاغیبسان
القونوي الذھبي قدس الله سره في غرة شھرالمحرم سنة سبع و خمسین و ستمائھ
Allah Bâkî’dir. Burası Şeyhimiz, Ârifler Güneşi (Şems), Hidâyet ve Yakîn Alemi (Bayrağı) Abdâl’in Meliki, Hâl ve Kâl (Söz)de Kemâl Sahibi, Talep Eden ve Talep Olunan Kalplerin Emniyet ve Huzuru, Allah’ın En Yüce Nuru, En Sağlam Burhân, Basîret Sultanı, Ahlakı ve Yaratılışı Temiz, İlâhî Sırlar Denizi, Gaybe Dair Remzler Tercümanı, Takva İmamı, Eşsiz İlhamlar ve Sırlar Mahremi, Asrın Bâyezîd’i, Zamanın Cüneyd’i Hakk ve Dîn’in Salâhı (Salâhu’l-Hakk ve’d-Dîn), Yağıbasan Oğlu Ebu’l-Mefâhir Kuyumcu Ferîdûn’un Türbesidir -Allah Sırrını Mukaddes Eylesin- Altı Yüz Elli Yedi Senesi Muharremi’nin İlk Günü’nde (İntikâl Etti). Bk. A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 357.
454 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 118; Eflâkî, V, 31.Mevlânâ’nın Şeyh’in intikali dolayısıyla inşâd ettiği bir mersiye için bk. Dîvân-ı Kebîr, Gazel Nr. 2364. Ayrıca Sultan Veled’in de Şeyh Salâhaddîn için bir mersiyesi mevcuttur. Bk. Sultân Veled, Dîvân-ı Sultân Veled, haz. Feridun Nafiz Uzluk, Uzluk Basımevi, s. 450-451, İstanbul 1941 (1358).
455 İbtidânâme, b. 2432-2443. Karşılaştırınız: İbtidânâme, b. 6776-6802; Eflâkî, V, 31.
456 Mevlânâ Celâleddîn, Mektuplar, s. 125.