SADREDDİN KONEVÎ’DEN MEVLÂNÂ’Y A İSLÂM ÇEVRESİNDEKİ EDEBİYATIN GELİŞME SEYRİ
SADREDDİN KONEVÎ’DEN MEVLÂNÂ’Y A İSLÂM ÇEVRESİNDEKİ EDEBİYATIN GELİŞME SEYRİ
Yrd. Doç. Dr. A. Necla PEKOLCAY
Siyâsî ve bilhassa içtimâi hâdiselerin te’siriyle oluşup-gelişen İs lâm tasavvufunun Anadolu’da yerleşmiş Türkler arasında ayrı bir yeri vardır. İslâm ahlâk veya kültürüne, yâhut her ikisine de sâhip şeyhlerin kurdukları tekkeler, Anadolu halkı için birer eğitini ve öğretim merkezi olmuştur.
İslâm tasavvufunu yönlendiren Selçuk Anadolu’su şeyhleri, İslâmî ve edebî bilgileriyle, ;bu dönem İslâmî Türk edebiyatının da istikametini daha ziyâde tasavvufa çevirmişlerdir.
Bu bildiride, târihî ve içtimâi âmiller üzerinde durulmayacak, Muhyi’d-in İbnü’l-Arabî’nin terbiyesinde yetiştiği bilinen Sadreddin Konevî ile ona çok kıymet verdiği kaydedilen Mevlânâ’nın tâkîbettiikleri yoldan kısaca söz edilecektir.
Vahdet-i vücut konusunu şeyhinin görüşü açısından değerlendiren Sadreddin Konevî’nin, öğrenmek için devamlı sual sorması usûlü, onun tasavvufta sür’atle büyük bir mesâfe alışının sebebi gibi görünmektedir. Hayâtının bâzı safhaları hakkında değişik bilgiler verilmekle beraber, Şeyhi Ekber ile arasındaki konuşmalar, hemen bu konudaki her kaynakta dile getirilmektedir. Ayrıca, Şeyh Sadreddin Muhammed b. İshâ’k el-Konevî’nin zâhirî, bâtınî, aklî ve naklî ilimlere hakkı ile vâkıf olduğu kaydedilmekte, Hoca Nasreddin Tûsî v.b. ile bu konularda sual ve cevaplar vâkî olduğundan bahsedilmektedir. Ondan bu yolda istifâde edenler arasında Mevlânâ Kutbeddin Şîrâzî, Şeyh Fahreddin Irâkî, Şeyh Sadreddin Fergânî’nin isimleri de geçmektedir. Gerçi mutasavvıflar arasında sual sorarak öğrenme sâdece Sadreddin Konevî’ye mahsus değildir; fakat, kat’edilen mesâfe içinde, sorulan soruların fayda sağlama derecesini ayarlama ayrı bir yetenek ve metod işidir ki, Şeyh Sadredin’in her ikisine de sâhip olduğu görülmektedir. Kaynaklarda kaydedilmiş bulunan bu muhâverelerden ‘birini kendisi şöyle anlatıyor: “ (Şeyh Ekber) ol sözlerden bâzın iâde ederdi … Ayıtdum:“Benüm bir hâcetüm dahî kalmışdır. Sana vâkî olan tecellî-i zâtî ki, ba’de hicâb yokdur dahî ekmele ansuz müstekar yokdur bana dahî hâsıl ola.” Şeyh, benüm suâlümi kabûl eyledi ve ayıtdı: “Ol ki istedün, mebzuldür…” (Nefâhatü’l-üns trc., s. 633).
Konevî’nin, ihtisas meyânında sohbet ettiği büyük zâtlardan biri de, kayıtlara göre, Mevlânâ’dır. Sual ile muhakemeye ve doğruyu bulmaya sevketme usûlünü Mevlânâ’da da görüyoruz. Bilhassa, zıddı ile isbat metodu dâhilinde birçok edebî san’atın gerçekleştiği Mesnevi, kişileri İslam tasavvufunun ışığında İslamiyet’e yöneltmiş en kuvvetli eseridir. Doğruluğun geniş yer tuttuğu eserde, şeytana uymamak, yâni nefsi zararlı arzulardan temizlemek lüzûmuna birçok değişik vesilelerle işâret edilmiştir. Hırs ve tama’ın insanı kolayca yanlış yollara sevkedeceğinden bahsedilmiştir. Örnekler vermeye çalışalım :
Sad hezârân dâm ü dânest ey Hüdâ
Mâ çü mürgâm-ı harîs ü bî-nevâ
“Ey Allâlhım, (bu dünyâda) yüzbinlerce tuzak ve tâne vardır. Biz (gâfil insanlar) ise, aç ve haris kuşlar gibiyiz.” (371. beyit).
Mîrehânî her demî mârâ vü bâz
Sûy-i dâmî mî-revîm ey ser-firâz.
“Ey yüce Allâh, Sen bizi her dem bir tuzaktan kurtarmaktasın ama biz (yine) diğer ‘bir tuzağa gitmekteyiz. (373. beyit).
Mâ derîn enbâr gejndüm mî-künîm
Gendüm-i cem’ âmede güm mî-künîm
“Biz (bu dünyâ) anbarına buğday topluyoruz ama toplamış olduğumuz buğdayları da kaybediyoruz.” (374. beyit).
Burada bahis konusu olan, mânevî azığın kaybıdır; çünkü, gönlü Allâha vermeden yapılan ibâdetin değeri yoktur. Gönlü dünyâ arzularına meylettirerek, Allah’a yönelmekten men’eden de nefs-i emmâredir. Fakat, gâfil insan bunun farkında değildir.
Mûş tâ ejıbar-ı mâ hufre zedest
Ez feneş enbâr-ı mâ vîran şüdest
“Fâre anbarimızda delik açmış, onun hilesinden anbarımız harâbolmuştur.” (376. beyit).
Yâni gönle şeytan girmiş, onu ve mânevî azığı azar azar kemirmiştir.
Evvel ey can def’-i şerr-i mûş kün
V’angeh ender cem’-i gendüm Kûş kün
“Ey can, evvelâ farenin defi çâresine bak, ondan sonra buğday toplamaya çalış.” (377. beyit).
Ger ne mûşî düzd der anbâr-ı mâıst
Gedüm-i a’mâl-i çil sâle kücast?
“Eğer bizim anbarda hırsız fare olmasaydı, kırk yıllık amel buğdayı nereye giderdi?” (379. beyit).
Rîze rîze sıdk-ı her rûze çirâ
Cem’ mî-nâyed derin enbâr-ı mâ
“Sıdk ve istikamet azığı azar azar olsun anbarımızda niçin toplanmıyor?” (380. beyit).
Bes sitâre-i âteş ez âhen cehîd
V’an dil-i sûzîde pezrüft ü keşîd
“Demirden birçok kıvılcım sıçradı; yanmış gönül de (o kıvılcımları) çekip aldı.” (381. beyit).
Lîk der zulmet yekî düzdî nihân
Mî-nihed engüşt ber istâregân
“Lâkin karanlık içinde gizlenen bir hırsız var ki, kıvılcımların üstüne (söndürmek için) parmak basıyor.” (383. beyit).
Ger hezârân dâm bâşed her kadem
Çün tu bâ mâyı nebâşed hîç gam
“Ey Eğer Sen (ey Allâhım) bizimle berâber olursan (bizi muhafaza edersen) her adım başında binlerce tuzak olsa, bize gam yoktur.” (384. beyit).
Çün inâyetet büved bâ mâ mukîm
Key büved bîmî ezan düzd-i leîm?
“Senin inayetin bize mukîm olunca, o alçak hırsızdan (şeytandan) ne korkumuz olur?” (385. beyit).
Yukarıdaki beyitlerde doğru harekete ve gönlü temizlemeye gayret ettikten sonra, Allah’tan yardım dilemek lüzûmunu gösteren Mevlânâ, zıddı ile isbat metodu içinde, mü’min ve fâsıkı de şöyle vasıflandırır :
İn küned ez emr ü an behr-i sitîz
Ber ser-i istîzerûyân hâk rîz
“Bu (yâni mü’min, mahzâ emre itaat için, o (yâni fâsik), mücâdele ve gösteriş için yapar. Böyle ikiyüzlü adamların başlarına toprak saç.” (281. beyit).
Münâfık kimsenin sonunu da şöyle belirtir:
Mü’minanrâ bürd bâşed akıbet
Ber münafık mât ender Âhiret
“ Sonunda, mü’minler münafıklara galebe çalarlar; münâfıklar Âhiret’te mat (mağlûp) olurlar.” (284. beyit).
Sık-sık kıyâsa da yer veren Mevlânâ, bunu münâfık kelimesi üzerinde şöyle gerçekleştirmektedir:
Ziştî-i in nâm-ı bed ez harf nîst
Telhî-i an âb-ı bahr ez zarf nîst
“Bu çirkin lafz (yâni münâfık lafzı), harften dolayı (çirkin) değildir; (nitekim) deniz suyunun acılığı da kaptan (yâni kabı dolayısiyle) değildir.” (292. beyit).
Harf zarf âmed deru mânâ çü âb
Bahri mânâ indehü ümmülkitâb
“Harf zarf gibi, mânâ ise onun (o zarfın) içindeki su gibidir; Mânâ denizi ise, Allah indinde sâbit olan Ümmü’l-‘kitâb’dır.” (393. be yit) .
(bk. Ra’d sûresi, 39.: M eâlen: “Allah dilediğini mahveder, istediğini sâbit kılar. Ümmü’l-Kitâ’b ise O’nun indindedir.” ) .
Dünyâ ve din sıhhatini de şu tezatlar içinde ortaya koymuştur ki, beyitte hem âhenk, hem mânâ zenginliği vardır:
Sıhhat-i in hîs zi ma’mûr-ı ten
Sıhhat-i an hîs zi tahrîb-i beden
“Bu (yâni dünyevî) hissin sıhhati tenin mamurluğundadır; o (yâni din) hissinin sıhhati, bedenin tahrîbindedir.” (302. beyit).
Zîrâ dünyâ nimetleri ile gözü dolan kişi, dîne gereğince yönelemez; ancak, yöneldiğini zanneder.
Âl-i İmrân sûresi, 92.ye dayanan Mevlânâ, meâlen: “ Sevdiklerinizden infâk ve tasadduk etmedikçe, birrü hayra kat’iyyen nâil olamazsınız “mânâsında olan âyeti şu beyitlerle açıklamaya gayret etmektedir :
Kerd vîrân hâne behr-i genc-i zer
Ve’z heman genceş küned ma’mûr ter
“Biri, define için evini harâbeder; fakat, bulduğu hazîne ile o harâbeyi eskisinden ma’mûr ‘hâle getirir.” (304. beyit).
Âbrâ bübrîd ü cûrâ pak kerd
Ba’dezan cûrâ revan kerd âb-ı hord
“Biri suyu kesip derenin yatağını temizler; ondan sonra, dereye temiz ve içilecek su akar.” (305. beyit).
Postrâ bişkâft peykânrâ keşîd
Post-i tâze ba’dezaneş ber demîd
“Biri de deriyi yarıp, saplanmış oku çıkarır; ondan sonra, (yara iyileşip) yeni deri peydâ olur.” (306. beyit).
Meselenin sonunu da şöyle bağlamaktadır:
Kâr-ı bîçünrâ ki keyfiyyet nihed
İn ki güftem in zaruret mîdihed
“Kendisine nasıl ve niçin demlemeyen Allah’ın işine kim keyfiy yet vaz’edebilir? Bu söylediklerim zarûret icâbıdır.” (308. beyit).
Sonuç olarak :
1- Sadreddin Konevî’den Mevlânâ’ya uzanan İslâm tasavvufu çerçevesi içinde İslâmî Türk edebiyatında toplulukları Kur’an dâiresinde, öğretme ve eğitmeye, bilinçli bir inanca yöneltmeye mütemâyil bir üslûp gelişmiştir.
2- Tezat san’atının yer aldığı eserlerde zıddiyle isbat veya kıyas metodu göze çarpmaktadır.