ŞABÂNÎ KAYNAKLARINDA HZ. MEVLÂNÂ VE MEVLEVÎLER – Mustafa TATCI
ŞABÂNÎ KAYNAKLARINDA HZ. MEVLÂNÂ VE MEVLEVÎLER
Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATCI
tatci@gazi.edu.tr
Giriş
Şabâniyye, Şabân-ı Velî (d. 1499 Taşköprü / ö. l569 Kastamonu)’nin tesis ettiği Halvetiyye erkânının ana kollarından biridir. Hayreddin-i Tokadî tarafından yetiştirilen büyük bir gönül terbiyecisi ve pîr olan Şabân-ı Velî, aşka, irfana, terke, cezbeye, halvete, devrâna ve zikr-i daimîye dayanan bir erkânın kurucusudur. Tarîkat sâliklerinin hedefi vahdet-i vücûttur. Öğrencileri tarafından Hz. Pîr diye anılan Şabân-ı Velî, Anadolu’da yaşayan gelmiş geçmiş en önemli aşk ve manâ adamlarından birisidir. Hz. Pîr’in, sevgiye ve bilgiye dayanan felsefesi, yetiştirdiği 360’tan fazla halîfesi vasıtasıyla Kastamonu’dan Anadolu’ya; Balkanlara; Yemen, Hicaz, Fas, Mısır, Tunus ve Cezayir gibi Arap ülkelerine kadar yayılmıştır.
Şabân-ı Velî medreseden gelen bir mutasavvıf olmakla birlikte, eser yazmaktan çok, insan yetiştirmeye önem vermiş; bu çerçevede sağlığında pek çok âşık ve ârif kişi yetiştirmiştir. Bu kişilerin içinde Hz. Pîr’in felsefesini anlatan kalem erbâbı irfân sahipleri de bulunmaktadır.
Bazı araştırmacılar tarafından Türk Edebiyatı tarihinde “zümre edebiyatı” kavramı içinde değerlendirilen bir Alevî/Bektaşî ve Melâmî Edebiyatı vardır. Tıpkı bu zümre edebiyatları gibi Halvetîler tarafından da bir büyük edebiyat meydana getirilmiştir. Ehl-i beyt sevgisi, aşk, irfân ve vücût birliği anlayışları ve diğer pek çok yönden Alevî/Bektaşî ve Melâmî Edebiyatlarıyla benzerlikler gösteren Halvetî Edebiyatı, nev’i şahsına münhasır bir özellik göstermediği için esasen zümre edebiyatları içinde değerlendirilemez.
Halvetiyye erkânının henüz bütün yönleriyle incelenmeyen en önemli kollarından birisi şüphesiz Şabâniyye’dir. Bu araştırmada, söz konusu erkân içinde meydana gelen edebiyattan ziyade, bu erkâna mensup kişilerin yazdığı eserlerden hareketle, daha dar bir konu olan “Şabânîler’in düşünce dünyalarında Mevlânâ ve Mevlevîler”incelenecektir.
Böyle bir araştırma, doğal olarak birkaç yönden önemlidir. Her şeyden önce ele alınan bu konu Hz. Mevlânâ ile ilgili yeni bilgileri ihtiva etmektedir. Yine, bu çalışma, başka bir erkânın mensuplarınca Hz. Mevlânâ ve Mevlevîler’in nasıl algılandığını ortaya koyacak niteliktedir. Nihayet, bu araştırma, iki ayrı tasavvuf yolunun birbirleri hakkındaki düşüncelerini ortaya koyacaktır. Fakat, her şeyden önce bu araştırmada cevaplamaya çalışacağımız temel konu, -Şabâniyye örneğinden hareketle- bir tasavvuf okulunun Mevlânâ ve Mevlevîlik algılamasınıortaya koymaktır.
İncelediğimiz kadarıyla bu erkân içinde Şabân-ı Velî’den sonra yetişen Ömer Fuâdî (ö. 1636), Karabaş-ı Velî (ö. 16859, Mehmet Nasûhî (ö. 1718), Hasan Ünsî (ö.1723), Enfî Hasan Ağa (ö. 1724), İbrahim Hâs (ö. 1762), Kuşadalı İbrahim Efendi (Ö. 1846) gibi erenlerin eserlerinde Mevlânâ ve Mevlevîlikle ilgili görüşlere rastlanılmaktadır. Bu çalışmamızda konu adı geçen zatların eserlerinden hareketle ele alınacaktır. Yine araştırmamızda Enfî Hasan Ağa (ö. 1724)’nın yazmış olduğu Tezkiretü’l-Müteahhîrin‘indeki Mevlevîlerle ilgili bölümden bahsedilecek; İbrahim Hâs’ın Dîvân-ı İlâhiyat’ındaki Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinin tesiriyle yazılan “Kulak urgıl ne söyler sana eşyâ/Fehm-dâr ol anı ey merd-i dânâ” beytiyle başlayan kasidesi üzerinde durulacaktır. Nihayet araştırmamızda, bir yandan Mevlevîlik araştırmalarına katkıda bulunacak yeni bilgiler verilirken diğer taraftan bir sûfî tarîkatinin kaynak bir kişi olarak Mevlânâ’ya ve Mevlevîlere bakış açısı tesbit edilmeye çalışılacaktır.
Şu bilinmelidir ki, Şabâniyye mensuplarına göre Hz. Mevlânâ, marifet ilimleri noktasında İbn Arabî’yle birlikte en önemli referanslardan birisidir. Bunun sebebi, Mevlânâ’nın bir hakikat adamı olmasıdır. Hz. Mevlânâ’ya karşı beslenen bu muhabbet tarih boyunca sürmüş ve Şabânîler sonraki dönemlerde yetişen pek çok Mevlevî dervîş ve dedesine de aynı muhabbetli tavrı göstermeye devam etmişlerdir.
Ömer Fuâdi’den Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
Ömer Fuâdi (d.1560/ö.1636) Şabâniyye silsilesinde altıncı postnişîndir. Kastamonu’da yaşayan Fuâdî, müftü yardımcılığı yaparken Şeyh Muhiddin Efendi’ye intisâp ederek on yedi yıllık hizmet sonucunda sülûk çıkararak irşâd ile vazifelenmiştir.
Başta Hz. Pîr’in Menâkıbı olmak üzere yazmış olduğu otuza yakın edebî ve tasavvufî eserleriyle bu silsile içinde en velûd kalemlerden birisi olan Şeyh Ömer Fuâdî, eserlerinde Hz. Mevlanâ’nın özellikle Mesnevî’sinden hareketle bazı tasavvufi hâl ve makamların izâhını yapmaktadır. Bunlardan Menâkıb-ı Şeyh Şabân-ı Velî adlı eserinde, Şeyh Şabân-ı Velî’nin hayatını, kerâmetlerini ve kendisinden sonra gelen beş halîfenin hayatını anlatmaktadır. Fuâdî’nin bu ve diğer eserlerinde tanık olarak kullandığı kaynakların başında Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si gelmektedir. Bu tanıklar ele alınan konuyla ilgili incelikleri yansıttığı için önemlidir.
Fuâdî’ye göre meşayıhın falcılıkla, büyücülükle, kitaba bakmakla ve halka bilicilik satmak gibi şeylerle ilgisi yoktur. Nitekim bu konuyla ilgili olarak Mevlânâ’dan bir tanık getirerek şöyle der:
“Husûsâ bir kimesne meşâyîh ve evliyâdan geçinip fe-ammâ falcılık edip ve kur’a salıp ve kitaba bakıp ve anınla halka bilicilik satıp ve yâhûd ameli vefk ve remil ile olsa meşayihdan değildir. Yalancıdır ve kâhinler hükmündedir. Cidden ana itimad olunmaya. Nitekim Hazret-i Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (k.s.) buyururlar:
“O ne bir yıldızdır, ne bir remildir, ne de uykudur. Tanrı’nın vahyidir. Allah doğrusunu bilir.“
Yine, “Dünya sevgisi cümle hataların başıdır.” hadîsini değerlendiren Fuâdî, tâliplerin yoldan kalmasına ve muratlarına vasıl olamamasına sebep olan dünya mahabbetini değerlendirirken Hazret-i Mevlânâ’nın: “Dünyâ ne kumaştır, ne gümüştür ne çocuktur ve ne de kadındır.Dünyâ Allah’tan gâfil olmaktır.” beytini örnek olarak verir.
Mârifet sahiplerinin bildiği üzere, Hak sâliklerinin maddî ve manevî yokluklardan geçmeden fenâfillah ve bekâbillah makamlarının zevkini tam olarak yaşamadan hakikate ve hakikatin sırlarına ulaşılamayacağını belirten Fuâdî, bu meyanda Hz. Mevlânâ’nın “Azalmadıkça azdan daha az olamazsın; âşıkların sıfatıyla sıfatlanamazsın.” dediğini söyler.
Ehlullahın remizlerle ve işaret diliyle söylediklerini gönül gözü ve can kulağı açık olanlar anlayabilir. Nitekim Hz. Mevlânâ bu manâda şöyle der: “Eşeğin kulağını sat, başka bir kulak satın al. Bu sözü eşeğin kulağı anlayamaz.“
Fuâdî, Hz. Pîr’in Menâkıbnâme’sinde, Mevlevî dervîşlerinden derlediği bazı bilgiler de vermektedir. Bunlardan birisi Kastamonulu Urgancızâde Mehmed Efendi’dir. Bu zât Hacca gitmek için yola çıkmış, fakat niyetini gerçekleştiremeyince üzülmüştür. Reşid Vilayetinde bir meczub Urgancızâde’ye Şabân-ı Velî’nin âsitânesine ziyarete gitmesini, bunun hacca gitmek gibi olduğunu izhâr-ı kerâmet ile belirtmesi üzerine, Urgancızâde, “Haccım bu makamda imiş” diyerek kastamonu’ya gelip Hz. Pîr’e ziyarete gitmiştir. Menakıpname’de bu kerâmet şöyle nakletmektedir:
“Hazret-i Mevlânâ dervîşlerinden Kastamonulu Urgancızâde demekle mâruf Mevlevî dervîş Mehmed –sellemehullah- rivâyet eder ki: Bir dervîş-i sâdık ile refik olup Hacc-ı şerife giderken Reşid vilâyetine uğradığımızda o şehirde keşifle meşhûr o diyârlı bir meczûba rast gelip yoldaşım o meczûbdan nefes almak için tefâülen eyitdi ki; hakîr hacc-ı şerife müteveccih oldum. Acabâ seferim mübârek olup ve bu sene bana hacc-ı şerîf müyesser olur mu, dedikde, “Uğur hayr olsun!” diye izhâr-ı himmetle cevâb eyitdiler. Ba’dehu hakîr için dahi tefeül edip bu dervîş hakkında ne buyurursun, deyince yüzüme bakıp, “Buna Şabân Efendi’nin himmeti yeter!” buyurdular. Kangı Şaban Efendi’nin denildikde, kendi diyarları Kastamonu’da medfûn olan Şabân Efendi buyurdular. Bi-emrillâhi Taâlâ hakîr hasta olup bu sene Hacc-ı şerif müyesser olmadı. Yine Kastamonu’ya geldim. Haccım bu makamda imiş diye Şabân Efendi âstânesinde dervîşleriyle halka-i zikrde ve sair safâ mahallerinde tekmil-i hâl için şevk ü zevk ve zikr ü fikr ile olgunlaşmaya gayret ettim.”
Beyt
Ka’betü’l-uşşâk bâşed în makâm
Her ki nâkıs âmed în câ şod tamâm“
(Bu makâm âşıkların Ka’be’sidir. Buraya noksan gelen, tamamlanmış olarak döner.).
Menâkıbnâme’den öğrendiğimize göre, gerek Hz. Pîr’in ve gerekse silsileden gelen –mesela Karabaş-ı Velî gibi- diğer azîzlerin sûfi eğitiminde gözettikleri hususlardan birisi de, sâliklerin meşrepleridir. Gerçi bütün vahdet-i vücûtçular meşrebe saygıyı esâs kabul etseler de, bu özellik Halvetiyye’de daha da belirgindir. Fuâdî’nin İshak Kadıoğlu Dervîş Ali Çelebi adında bir zattan naklettiği bir menkabe Hz. Pîr’in uygulamaları için güzel bir örnektir. Bu menkabede, Şabân-ı Velî’nin Tokat vilayeti halîfesi olan zat Hasan isminde bir dervîşi irşâd edip, irşâd alâmeti olan kisveyi giydireceği sırada duyduğu bir sesle töreni yarıda kesmiştir.Hasan Efendi daha sonra Mevlevî adâbına göre sülûk çıkarıp sikke giymiştir. Fuâdî bu hadiseyi şöyle nakletmektedir:
“İshâk Kadıoğlu Dervîş Ali Çelebi rivâyet ederler ki Şabân Efendi Hazretleri’nin hulefâsından biri Tokat semtinde kendi hankâhında kuvvet-i ilmiyyeli Hasan Dede nam bir dervîşine kisve verip başına giydirmek üzereyken, “Giydirme!” diye gaibden bir avâz gelir. Aziz dahi bu avâz şeytanî midir, yoksa Rahmanî midir diye araştırdı. Murakabesinde Rahmanî olduğunu feyz-i Hak’la bilip ve kisve vermekden fariğ oldukdan sonra, o dervîşle Kastamonu’ya Hazret-i Sultanı ziyarete gelip savmaalarında buluşduklarında bu hâli haber verince, Hazret-i Sultan buyurdular ki: “O âvâz eden bendim. El-hamdülillah, kulağın var imiş, işitdin!” deyince “ya niçin men’ ettiniz?” dediklerinde:
Bu dervîş, Monla Hünkar dervîşlerinden. Ehl-i tekmîl olup anların kisvesi nasîb olacakdır. Sonra çıkarmak lazım olmasın diye men’ ettim, buyurdular. Fi’l-vâki bi-emrillah öyle zuhur edip Dervîş Hasan’ın kâmil-i Mevlevî ve âlim-i Mesnevî olduğu ve Sultan’ın bu kelâmı meşhurdur.“
Menâkıbnâme’de burada zikrettiğimiz beyitlerin dışında Mesnevî’den alınan başka beyitler ve Mevlânâ ile ilgili başka nakiller de vardır.
Diğer taraftan Fuâdî, “Gülâbiyye” (Gül suyu) adıyla kaleme aldığı risalesini, sebeb-i telifte açıkladığı üzere, “Gül-i gülzâr-ı irfân ve bülbül-i gülistân-ı Mesnevî” diye nitelendirdiği Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde geçen:
Gerçi gül be-güzeşt ü gül-şen şod harâb
Bûy-ı gül-zârem be-yâbem ez-gül-âb
(Gerçi, gül soldu ve gülşen harâb oldu. Gül bahçesinin kokusunu gül suyunda bulayım.) beytinden esinlenerek yazdığını söyler. Gülâbiyye’de ayrıca tasavvufî bazı incelikler, Mesnevî’den alınan beyitlerle izâh edilmektedir.
Fuâdî’nin Mevlânâ ile ilgili bir başka yorumunu da Hâbiyye adlı eserinde rastlıyoruz.
Ez-kerâmât-ı bülend-i evliyâ
Evvelâ şi’rest ü âhir kimyâ
(Yüce velîlerin kerâmetlerinden şiir önce, kimyâ sonra gelir.)
Beytinden hareketle şiiri tıpkı Mevlânâ gibi velîlerin kerâmetlerinden kabul eden Fuâdî, eserinin “Mukaddimet-i Beyânü’ş-Şuarâ el-Kibriyâ” başlıklı bölümünde maârif bahçesinin gülüne benzettiği Hz. Mevlânâ’dan şöyle bahseder:
Bu hâle mazhar olan şâirândır
Merâtibçe kamusu ârifândır
Rumûz-ı hâl-i aşkı remze kâdir
Dahı esrârını da hırza kâdir
Ki Mevlânâ demişdir Mesnevî’de
Bunu fehm et er isen ma’nevîde
Ez-kerâmât-ı bülend-i evliyâ
Evvelâ şi’rest ü âhir kimyâ
Bu bâzârın bular gevher-furûşu
Satanlar işbu bâzâr içre hûşu
Verip cânı bular cânân alırlar
Azîz-veş Yûsuf-ı Ken’ân olurlar
Görünür kiminin kâli mecâzî
Mecâz ehli sanır hâli mecâzî
Hakâyık ehli fehm eder hakîkat
Dakâyık ehli eder anda dikkat
Mecâz ehli eğer söyler mecâzî
Hakîkat ehli işitmez mecâzı
Hakîkat ehli söyler hem hakîkat
Hakîkat ehli fehm eder hakîkat
Mecâzî dinlemez ehl-i hakâyık
Görünür her mecâz ana dakâyık
Mecâza verme her yerde vücûdu
Eğer olduysa Hakk’ın sana cûdu
Kimin zâtında var hûş-ı hakîkat
Hakîkat işidir gûş-ı hakîkat
Kimin kalbinde var ise kemâli
Görünür ana mir’âtında hâli
Kimin rûhunda yoğısa maârif
Olumaz kimsenin hâline vâkıf
Çünki mir’ât-ı dile mün’akis oldu irfân
Görünügeldi hemân hâl ü kemâl-i ihvân
Görmek istersen eğer ehl-i kemâlin hâlin
Kendi âyineni et Fuâdî her ân
Hakîkat mısrına sultân-ı âdil
Velâyet ehli şâirdir anı bil
Kimi Attâr kimi Mâlik-i Dînâr
Zer-i aşkda bular sarrâf u ayyâr
Kimi Tayyâr kimisi dahı Ammâr
Bularındır bu bâzâr içre bâzâr
Fenâ sûkuna geldi çünki Attâr
Bekâ dükkânı içre etdi bâzâr
Celâlüddîn ki Mevlânâ-yı a’lem
Ricâlullah içinde rûh-ı a’zam
Maârif gülşeninde zâtıdır gül
Olupdur Mesnevî şâhında bülbül
Niye raks etdi bildin mi o cânı
Sadâ-yı kudsî olmuş kût-ı cânı
Veled Sultân anın sırr-ı azîmi
Ki feyz etdi ana ilm-i alîmi
Halefdir ana zâtı vü kelâmı
Veled dense sezâ şânına nâmı
Buların biri Sadrüddîn-i meh-tâb
Hakâyık âleminde kutbü’l-aktâb
Edipdir Konya’yı nûruyla enver
Bu nûruyla Celâlüddîn’e benzer
Anın sırdaşıdır hem Mesnevî’de
İkisi bir kemâl-i ma’nevîde
Muslihüddin-i Vahyî’den Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
Şabânî erenlerinden Muslihüddin Vahyî Kastamonu’da XVI. yy. sonları ile XVII. yy. başlarında yaşamıştır. Vahyî, mi’râc kavramını tasavvufî açıdan yorumlayarak seyr ü sülûku anlattığı Mi’râcü’l-Beyân(yazılışı: 1014/1605) adlı eserinde Mesnevî’den iktibaslarda bulunur. Eserinin bir yerinde velîlerin manevî gücünden bahsederken Mevlânâ’nın:
Evliyâ-râ hest-i kudret ez ilâh
Tîr-i refte bâz gerdâned zi-râh
Yani, “Velîler, gücünü Allah’tan aldıklarından, atılan oku yolundan geri döndürürler.” beytinden örnek verir.
Karabaş-ı Velî’den Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
Halvetî-Şabânî erkânını İstanbul’a getiren Karabaşiyye kolunun kurucusu ve yaşadığı asrının yenilikçisi kabul edilen Karabaş-ı Velî lakaplı Şeyh Ali Alâaddin Atvel (d. 1611-12/l020, Arapkir/ öl. l686/l097, Mısır) her sâliki, kendi meşrebi ve tarîki üzere irşâd eder, onu, hâl ve tavrını değiştirmek için zorlamazdı. Bu sebeple başka erkânlarda sülûk edip de tatmin olamayan tâlipler de huzûruna gelip kendisinden bey’at talep ederdi. O, bu zâtların bey’atlarını kabul etmez, ancak bey’atsız olarak onları irşâd ederdi. Bu tutum, Şabaniyye azizlerinin sadece meşreplerini ve teslik tarzlarını değil, diğer erkânlar karşısındaki tutumlarını da göstermektedir.
İbrahim Hâs’ın yazdığı Hasan Ünsî Menâkıbnâme’sinde Mevlevî şeyhlerinden Sîneçâk Mustafa Efendi ile ilgili olarak anlattığı şu olay, bu görüşü destekler niteliktedir:
“Şeyh Karabaş Ali Efendi Hazretleri’nin evsâf-ı kerîmelerindendir ki, dergâh-ı şerîflerine bey’ata geleni redd etmek yok idi. Ve nice ehl-i hevâ ve nice füsekâ gelip bey’at dilerler idi. Anlara, siz fâsıksınız demezler idi. Bey’at verirler idi. Ol fâsık veyâ ol ehl-i hevâ, az zamân içinde tâ’ib ve müstağfir olup harâret-i derd-i aşk ile sa’y-i belîğ içre kümmelînden olup hilâfet ile bir diyâra gidip anda irşâda oturmuşlardır. Böyle çok vâki olmuşdur. Ve dahi Mevlevî şeyhlerinden Sîneçâk Şeyh Mustafâ Efendi, Şeyh Karabaş Ali Efendi Hazretleriyle görüşürler idi. Bir gün Sîneçâk Mustafâ Efendi eyitdi ki:
“Sultânım ben Mevlevîliği bırakıp sizin hizmetinizde olayım; bana bey’at verin.” dedi. Hazret-i Şeyh El-Hâc Ali Efendi ana buyurdular ki:
“Sen Mevlevî’sin, sana Mevlevî tarîkini bırakdırmak olmaz. Her bir tarîkden murâd, sûret-i tarîk değildir. Belki murâd, Allah’ı bilmekdir. Herhangi tarîkden olursan ol, bizim ile görüşürsen sana irşâdmümkündür.” dedi.
Sîneçâk Mustafâ Efendi dahi Hazret-i Şeyh’e bâtınen bendelik ile sohbetlerinde olup irşâd olmuşlardır ve Hazret-i Şeyh ona buyurdular ki:
“Sen yine Mevlevî tarîki üzere Allah kullarını irşâd eyle.” deyip izin vermişlerdir.“
Karabaş-ı Velî, bu zat dışında Kâdiriyye’den, Bektaşiyye’den ve diğer bazı erkânların halîfe ve dervîşlerinden huzuruna gelenleri irşâd etmiş ve irşâdlarına izin vermiştir.
Karabaş-ı Velî’nin yazmış olduğu eserlerden birisi de “Risâle-i Devrân”dır. Halîfelerinden Bolulu Mustafa Efendi tarafından tercüme edilen bu risâle, Allah’a zikrin nasıl yapılacağını ve bu arada kıyâmî (devrânî) zikrin caiz olduğunu açıklamak için yazılmıştır. Şeyh’in bu eseri yazarken delil gösterdiği muhakkiklerin biri de şüphesiz Mevlânâ’dır. Mâlum olduğu üzere, Mevlevîlikte zikir cehrî olduğu gibi semâ da devrâna dayanmaktadır.
Mustafa Manevî’den Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
Mustafa Ma’nevî, Karabaş-ı Velî’nin oğludur. XVII-XVIII. asırlar arasında İstanbul’da yaşamıştır. M. 1702 tarihinde vefat eden Manevî’nin mezarı, Doğancılar’daki Nasûhî Dergâhı’nın hazîresindedir. Müfessir, muhaddis, şair bir mutasavvıftır. Tasavvuf eğitimini babası Karabaş-ı Velî ve Üsküdarlı Nasûhî Efendi’den tamamlamıştır. Vahdet-i vücûdâ ârif olan Manevî’nin şiirlerinde tıpkı babası gibi İbn Arabî ve Mevlânâ’nın etkisi açık bir şekilde görülmektedir. O, İbn Arabî övgüsünde yazdığı bir gazelinde, Mevlâna’nın, İbn Arabî hakkında; “Dedi Mevlânâ ana pes sad-hezârân âferîn/İns ü cinne arş u kürse mâverâ Şeyhü’l-arab” dediğini ve yine bir murabbaında, “Kutb-ı âlem Mesnevî sâhibi Mevlânâ” ifadeleriyle medhettiği Hz. Mevlânâ’nın, Hz. Peygamber övgüsünde Enbiyâ Suresi’nin 7. âyetine atfen “Mustafâ mâ-câe illâ rahmeten li’l-‘âlemîn” (Mustafa, âlemlere ancak rahmet olarak gönderilmiştir.) dediğini belirtir. Burada Mevlânâ’dan alınarak delil olarak zikredilen ifadeler, muhakkak Mustafa Manevî’nin rahatlıkla söyleyebileceği ifadelerdir. Ancak O bu ifadeleri genel kabule mazhar olan Mevlânâ’dan alarak kullanır. Söz konusu manzumede geçen dörtlük şöyledir:
Küntü kenz’ün mahzenidür Li-ma’allah mazharı
Mebde’-i dünyâ vü âhirdir şefâ’at menba’ı
Kutb-ı âlem dedi Mevlânâ-yı sâhib-Mesnevî
Mustafâ mâ-câe illâ rahmeten li’l-‘âlemîn
Nasûhî Efendi’den Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
Şabâniyye’nin Karabaş-ı Velî’den sonra İstanbul’da yayılmasına ve bir kültür olarak günümüze kadar yaşamasına vesile olan Mehmed Nasûhî Efendi (ö. 1718) irşâd görevine geldiğinde bugün Toygar’da mevcut olan dergâhını yaptırmış ve buranın açılışı sırasında (M. 1687), Nâyî Osman Dede’nin de kayınpederi olan çok sevdiği Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Gavsî Ahmed Dede’yi (ö. 1697) davet etmiştir. Nasûhî Efendi’nin özel zevklerinden birisi de devrânlarındazâkirlerinortasında –sonradan minyatürlere de yansıyan- bir Mevlevî semazeni döndürmek idi. Özellikle mübârek gecelerdeki âyinlerde kelime-i tevhîd çekildikten ve cumhûr ilâhîsi okunduktan sonra, Şeyh , ayrı bir ilâhî ile ayağa kalkar, arkasından topluluk da ayağa kalkar ve “Vefâ Devri” denilen, “Hû” ism-i şerifi çekilerek icrâ edilen devre başlanırdı. Halkadakiler, dizi kolu safı alarak câmi içinde devrederler, biraz sonra el ele vererek yüzleri halkanın içine gelmek suretiyle “Hû, Hû, Hû!” diyerek sağdan sola, zâkirler tarafindan okunan ilâhîlerin ahengine uyarak devrâna devam ederlerdi. Bu esnâda zâkirler ve güzel sesli olanlar, halkanın ortasında ayrı bir halka olarak na’tlar okurlardı. Bazen de dışardan gelmiş Mevlevî dervîşleri varsa onlar da şeyhe niyâz ederek, önünde baş keserek halkanın ortasında semâ ederlerdi. Biraz sonra, devrânda olanların sol kolları soldaki zâtın omzuna atılır, sağ kolları da sağdaki zâtın beli hizâsına temâs ederek halaka sıklaştırılır, devrân hâlinde hizb-i esmâya başlanırdı. Bu, oldukça sür’atli olarak sağdan sola devam ederdi. 15-20 dakika kadar devâm eden devrân, şeyhin işâretiyle durur, tekrar iki diz üstüne oturulur, yani âyinin ilk vaziyetine dönülürdü. Devamında şeyh “İlla’llâh!” diyerek âyini durdururdu. Neticede, bir aşr-ı şerif tilâvet edilirdi. İşte bu şekilde icra edilen devrân sırasında halakaüstten bakılınca ortadaki Mevlevî dervîşiyle birlikte devrân bir çiçek gibi görünürdü. Nitekim Nasûhî bir mektubunda Mevlevî ve Halvetî/Şabânîlerden oluşan cemiyet-i uşşâkdan söz eder.
Diğer taraftan Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Kutb-ı Nâyî Osman Dede’nin (ö. 1729) “Mi’râciyye”yi bestelemesini de, Üsküdarlı Nasûhî vesile olmuştur. Türk mûsikîsinin şâheserlerinden olan Mi’râciyye; Segâh, Müstear, Dügâh, Nevâ ve Hüseyni makamlarında, beş bölüm olarak bestelenmiştir. Nevâ bölümünün on sekiz mısraının bestesi eksiktir. Her bölümün başında dördü Arapça, biri Farsça beş tevşîh vardır. Arapça dört tevşîh Nasûhî’nin, Farsça tevşîh ise, Hz. Mevlânâ‘nındır. Eserin diğer güftesi ve bestesi Osman Dede’ye aittir. Bu bestenin yapılmasıyla ilgili olarak şu rivâyet anlatılmaktadır:
“Bir Regâib kandilinde bir çok İstanbul meşayıhı Üsküdar’daki Seyyid Nasûhî Dergâhı’nda toplanırlar. İçlerinde Nasûhî’nin pek sevdiği Nâyî Osman Osman Dede de bulunmaktadır. Nasûhî Efendi böyle bir manzûmenin bestelenmesi için Osman Dede’den iltimâs etmiş; Dede, bu arzu üzerine Mi’râc kandiline kadar geçen süre içinde eserin hem güftesini hem de bestesini tanzim, meşk ve tâlim etmiş. Eseri Mi’râc gecesi ilk defa dervîşleriyle birlikte Nasûhî Dergâhı’nda kıraat ve icrâ etmiş. Bu eser o günden beri bazı Mevlevîhânelerde, Halvetî ve Kadirî dergâhlarında okunmaktadır. Nevâ faslı Üsküdar Mevlevîhânesi Postnişîni Ârif Dede’nin vefatından sonra okutulmuştur. Bugün okuyan yoktur. Diğer fasıllarını da okuyan kalmamıştır. Mirâciyye’yi şu anda okuyan birkaç kişi kalmıştır.”
Mi’râciyye hakkında Cemâleddin Server Revnakoğlu merhumun rivâyeti kısmen farklıdır: “Nâyî Osman Dede, Abdullah Salahî ve Üsküdarlı Mustafa Hâşim, bir gün Üsküdar Doğancılar’da Nasûhî Tekkesi’nde misafir olarak bulunmuşlar. Tekke’nin o zamanki şeyhi, Nasûhî Efendi’nin oğlu ve halîfesi Ali Alaeddin Efendi ile sohbet ederlerken içlerinden biri, “Bir mi’râciyye yazılsa da vilâdiye gibi kandîl gecelerinde okunsa!” demiş ve bunu hep birlikte Osman Dede’den niyâz etmişler. O da hemen dervîşçe boyun kesip, “Eyvallah!” diyerek güfte ve beste işini üzerine almıştır. Bir sonraki hafta güfte ve bestesiyle birlikte Mirâciyye’yi getirip, “Nutkunuzu hakladım, tedkîk-i mürşidâneleri fakîrâne niyâzımdır, sultânım!” diyerek diz öptükten sonra cihân değer eserini Şeyh Alaeddin Efendi’nin huzuruna ve nazarına bırakmıştır. Âyin-i şeriften sonra şeyh odasına ve hey’et karşısında bizzât sonuna kadar okumuş ve odada bulunanları rûhânî bir safâya gark eylemiştir. Bu fevkalade muvaffakiyet, herkesi ayrı ayrı sevindirdiğinden, “Bir de Regaibiyye yazılsa!” temennisinde bulunulmuştur. Bu feyizli hizmet, yine beraberce Abdullah Salâhî Efendi’ye verilmiş; o da Regaibiyye’yi güfte olarak yapmayı üzerine almıştır.” Mirâciyye’nin yazılması ile ilgili başka rivâyetler de vardır.
Üsküdarlı Nasûhî Efendi’nin yakın dostlarından birisi de, Mevlevî şairi İstanbullu Fasîh Dede’dir (ö. 1699). Galata Mevlevîhanesi Şeyhi Gavsî Dede’nin dervîşi olan Fasîh, bilindiği gibi, hoş-sohbet, nüktedan, melâmî/rind meşrep bir Mevlevîdir. Alkolik ve biraz da ağzı bozuk olduğu için pek sevilmez, hor görülürmüş. Abdülbaki Gölpınarlı, Şeyh’in, Dede’ye muhabbetini biraz da Dede’nin meşrebini yücelterek öne çıkarıp Nasûhî’yi de zâhid olarak tanıtıp kaynak göstermeden şu cümlelerle anlatır:
“Halvetiyyeden Nasûhîyye kolunu kuran Üsküdarlı Nasûhî de, Fasîh’i hoş görmeyenlerdendir. Fakat bir gece rüyâsında görür ki, Dîvân Yolu’nda pâdişâh çavuşları, “Savulun, açılın!” diye halkı kenara sürüyorlar. Kenara çekilenler de hemen niyâz vaziyetine geliyor. Nasûhî de kenara çekilir. Fakat pâdişâha niyâz edilmeyeceğinden, gelenin kim olduğunu merak eder, birisinden sorar. Adam, “Mevlânâ geliyor!” der. Nasûhî, derhâl niyâz vaziyetine gelir. Az bir müddet sonra Mevlânâ görünür. Kır bir ata binmiş, atı da Fasîh çekiyor. Uyanır, ertesi günü cumadır. Galata Mevlevîhânesi’ne gider ve mukabeleden sonra o vakte kadar hiç gitmediği bir hücreye, Fasîh’in hücresine gider. Tarîkat usûlünce görüştükten sonra. Fasîh, ilk söz olarak der ki:
-Nasûhî Efendi, yedekçiyi görmeden gelmediniz!
Zâhid bir zat olan Nasûhî’yle Fasîh’in arası, bu rüyâdan sonra pek iyidir. Kendisinden önce otuz dokuz kedisi ölen ve onları kefenleyip dergâh mezarlığına gömen, en sonra da, kara kedisiyle beraber ölüp beraber gömülen Fasîh, ölümünden önce na’şının, Nasûhî tarafından yıkanmasını vasiyet etmiştir. Bu vasiyeti bildirmeye ve Nasûhî’yi çağırmaya yollanan Dede, Doğancılar yokuşunun başında erenlere rastlıyor. Boyundan uzun asâsını yere vura vura inen Nasûhî, niyâza duran Dede’ye bakıp emri aldık diyor, geliyoruz! “
Nasûhî’nin Menâkıbnâmesi’ni yazarı Hasan Senâî, Hz. Nasûhî’nin Fasîh Dede’yle olan muhabbetinden bahseder; fakat, Gölpınarlı’nın naklettiği bu rüyâyı anlatmaz. Nasûhî’nin, Dede’nin vefat haberini mânen haber alıp cenâze namazını kıldırmak için Üsküdar’dan karşıya nasıl geçtiklerini şu cümlelerle ifade eder:
“Bir gün denizde büyük bir fırtına oldu. Lodos esmekte idi. Sabahleyin ziyâretlerine gittim. Biraz sohbetten sonra haremi teşrîf ve avdetlerinde, “Bizimle Galata’ya cenâzeye kim gider?” buyurdular. Orada hazır olanlar, “Yarım saat önce böyle bir sohbet yoktu. Şimdi ortaya çıktı. Böyle bir fırtınada Galata’ya gitmek mümkün müdür?” dediklerinde “Aslına sonra vâkıf olursunuz. Sevâb hâceti olan gider.” dedikten sonra, iki Dede ile gitmeğe karar verdiler. Yolda, ilerideki çınara kadar yürüdük. Hacı Paşa Hamamı önünde bir Mevlevî Fakîri ortaya çıktı. Ellerini öptü. Mevlevî dervîşi daha ağzını açmadan “Fasîh Dede ne zaman bekâya göçtü?” diye sordu. Dervîş de “Beni, Nasûhî hazretleri gasl etsinler. Namazımı kılsın!” diye vasiyyet etti. Sabahleyin Dervîş (Nâyî) Osman beni çağırdı. Vefat hadisesi Nasûhî Hazretlerine açıktır.” dedi. İstanbul’dan büyük bir kayık tedârik ederek geldim. Kayık hâlen Şemsî Paşa sahilindedir.” diye ilave etti. Şemsî Paşa’ya kadar beraber yürüyerek Galata’ya gittiler. Sohbet sırasında Nasûhî Hazretleri’nin: “Bizimle cenâzeye kim gider?” demeleri, Fasîh Dede’nin vefatına remzen işarettir. Dede’nin cenâze masrafını Nasûhî Hazretleri ödemiştir.“
Üsküdarlı Nasûhî Efendi, dervîşlerinin ve sair tarîkten bazı halifelerin mektupla sordukları sülûka ve ahvâle dair sorularına cevaplar da vermiştir. Bu cevabî mektupların bir kısmı çeşitli yazmalarda dağınık vaziyette durmaktadır. Söz konusu mektuplardan sadece Enderûn-ı Hassa’da Hazine-i Âmire Kahyası olan halifesi İbrahim Ağa’ya gönderdikleri bir araya getirilmiş ve “Mürâselât” veya “Vâridât-ı Kudsiyye” adıyla kitaplaştırılmıştır. Şeyh’in mektuplaştığı kişilerden birisi de Mevlevî Şeyhi Bostân Çelebî( ö. M. 1711)’dir. Nasûhî’nin Bostân Çelebî’ye yazdığı mektubun mahiyetini bilmiyoruz. Anlaşılan o ki, Nasûhî, yazmış olduğu Mevlânâ’nın Mesnevî’yle ilgili şerhleri ihtiva eden bir eserini Karabostân Çelebî’ye bir tezkireyle birlikte göndermiştir. Karabostân Çelebî de, bu eseri mütaleada bulunup görüşleriyle birlikte teşekkür bâbında bir cevap yazmıştır. Nasûhî’nin söz konusu Mesnevî ile ilgili eserinin hangisi olduğunu bilmiyoruz. Bostân Çelebî’nin Nasûhî’ye gönderdiği mektup şöyledir:
“Medine-i Konya’da Âsitâne-i Hazret-i Mevlânâ’da seccâdenişîn-i irşâd olan reşadetli eş-şeyh el-Hâc Bostân Çelebî Efendi (H. 1117/M. 1705) k.s. hazretlerinin Kutbü’l-ârifîn Şeyh Nasûhî Efendi Hazretleri’ne irsâl buyurdukları tahrîrat-ı şerîfeleridir.
*
Rumûz-amûz-ı debîstân-ı hakîkat, fazîletli, kerâmetli şeyh efendi hazretlerinin mecmûa-i esrâr-ı maârif olan nâdî-i füyûzat-ı mebâdîleri ibrîz-i hâlis deâvatla mutallâ kılınıp keyfiyyet-i hâtır-kerâmet-i mü’essirleri istifsâr olunur. Hemvâre bâlâ-nîşîn-i mihrâb-ı sa’âdet olup temâşâ-künân-ı çemenzâr-ı “cezbetun min cezebâti’r-Rahmân” olmaktan hâlî olmayalar. Bundan akdem mektûb-ı belâgat-mashûbları vürûdu mazmûn-ı müsellimü’s-sübût meveddet-i ezeliyyeyi te’kîd edip fevka’l-mülâhaza memnûn olmuşuzdur.
İmdi, “Teavenû ale’l-birri ve’t-takvâ.” (İyilikte ve takvâda yardımlaşın.) emrine imtisâlen teveccüh-i kalbiyyeden ferâmûş buyurmayıp gâh u bî-gâh tahrîk-i silsile-i muhabbete bâdî olan terâsül-i miyânede der-kâr olmak mütevakki’dir.
Bâkî hüva’llah.
“Hâlen mahmiyye-i Üsküdar’da izzetli, fazîletli, eş-Şeyh NasûhîEfendi Hazretleri’nin meclis-i Enverlerine:
Hüve’l-alîm,
Bi-hamdihi Sübhanehu ve Taâlâ
Rehber-i tarîk-ı hüdâ, delîl-i sebîl-i ihtidâ, izzetli faziletli eş-şeyh Nasûhî Efendi Hazretlerinin menba’-i mâü’l-hayât-ı füyûzât olan nâdî-i kerâmet-i mebâdîleri savbına tuhaf-ı tehayâ-yı girânmâye-i ithâf ve ihdâsı siyâkında hâtır-sâf ve mizâc-ı letâfet-ittisâfları tefahhus olunur. Hemvâre safâ-yı derûn ile rehnümûn-ı ehl-i sülûk ve rehnümâ-yı rehrevân-ı sa’lûk olmakdan hâlî olmayalar.
Benim şerefmendim efendi,
Ma’lûm-ı erbâb-ı irfân ve meczûm-ı ashâb-ı îkândır ki, şems-i âsumân-ı yakîn ve sırr-ı ism-i a’zam-ı Rabbü’l-âlemîn burhân-ı zümre-i asfiyâ, kurre-i uyûn-ı evliyâ nekâve-i sülâle-i Sıddîk, sultân-ı kalem-rû, tahkîk-i cedd-i emcedimiz Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (k.s.a.) feyyâze-i zebân-ı bedîü’l-beyânlarından vürûd eden âb-ı zülâl-i latîf, ya’ni külzüm-i ilm-i bî-pâyânlarından mütelâkî-i sâhil-i nâsût olan emvâc-ı sutûr-ı Mesnevî-i şerîfi hâvî olduğu ma’ânî-i ledünniyyenin idrâkinde akl-ı cüz’i kâsır ve şu’ûr-ı pür-kusûr-ı beşerî dekâyıkını ihâtadan hâsirdir. Nitekim buyururlar:
Sırr-ı men ez- nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûş-râ ân nûr nîst
Lâkin mâlâ yüdriku küllehu lâyetrük küllehu (Tamamını idrâk etmeyen, tamamen terk etmez.) muktezâsınca teberrüken ve teyemmünen mahâfil-i fukarâda ve mecâlis-i uşşâk-ı bî-ser ü pâda muhât ve fehûm olduğu mikdâr deryâdan katre ve hurşîdden zerre nakl olunmak muharrik-i himem ve tâlibân-ı tarîkat ve bâis-i itminân-ı ahâlî-i hakîkat olmağın Cenâb-ı şerîfleri dahi halâl-i va’z-ı tezkirde şâhid-i kelâm-ı dürer-bârların ıkdü’l-leâlî-i ebyât-ı Mesnevî-i şerîf ile tahliyeye isti’zân buyurmuşlar. Ni’me’l-matlûb.
İmdi, ba’deizîn tarafımızdan kendinizi me’zûn bilip makarr-ı ma’ânî-i Kur’ân-ı Kerîm ve hülasâ-i ahkâm-ı hakîm olan Mesnevî-i şerîfin ebyât-ı saâdet-âyâtından sadede münasebet birkaç beyt-i şerîf îrâd buyurup zümre-i müstemi’înin gûş-ı hûşların cevâhir-i hikem ile tezyîn ve takrîz edip şerh ü beyân-ı esrâr-ı evliyâda riâyet-i iktisâd ve ifrât u tefrîtden hazer eyleyeler. Ve bu fakîri dahi deavât-ı hayriyyelerinden behrever buyuralar.
Bâkî minne’l-hulûs.
Mine’l-fakîr, eş-Şeyh el-Hâcc Bostân ibn Hazret-i Mevlânâ (k.s.a.).”
*
Mehmed Nasûhî, hemen bütün eserlerinde sık sık Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sine müracaat etmektedir. Bu eserlerinden, bilhassa şeriatla hakikati kaynaştıran tasavvufa ve seyr ü sülûka dair yazdığı er-Risâletu’r-Ruşdiyye fi’t-Tarîkati’l-Ahmediyye‘deki çoğu tanık, Mesnevî’den alınmıştır. Beşiktaşlı Fahreddin Efendi’nin sorularına cevap vermek üzere kaleme alınan eser, bir mukaddime; nefs, tevhîd ve zâtın hakikati hakkındaki üç fasıl ve bir hâtimeden ibarettir. Rüşdiyye’nin, sülûka dair yazılmış kitaplar içinde gerek üslubu ve gerekse kompozisyonu itibariyle müstesna bir yeri vardır. Eser, Şabâniyye erkânındaki sülûk anlayışını ortaya koyması açısından önemlidir. Nasûhî Efendi bu eserinde nefs, tevhîd ve zât’ın bilgisiyle ilgili mevzuları işlemektedir. Diğer taraftan bu eser, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden tanıklar getirmesi yönüyle, bir nev’i Mesnevî şerhi de kabul edilebilir. Burada Rüşdiyye’deki tasavvufî konuların Mesnevî’den alınan beyitlerle nasıl tahlil edildiğini göstermekte yarar vardır:
Nasûhî’ye göre bir kişinin sâlik olup Hakk’a sülûk edebilmesi için bir kâmil insanın telkinine ihtiyaç vardır. Ona göre telkîn, kalpten Allah’ın dışındakileri söküp atma vasıtasıdır. Meyvesi acı bir ağacı kesmeden, yerine meyvesi tatlı bir ağaç dikilmez. Bu noktada Nasûhî sâliki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin söylediklerinden ibret al, diye uyarır ve Mesnevî’den şu beyitleri delil olarak gösterir:
“Mânâ ehli ile bir arada bulun ki hem iyilik bulasın, hem de fenâya vâsıl olasın
Sen taş, kaya, mermer olsan da bir gönül sahibine ulaştın mı mücevher olursun.”
Mevlânâ (k.s.) Hazretleri de şöyle demiştir:
“Pirin eli gâiplere yetişmez zannetme! Onun eli Allah’ın elinden başkası değildir.
Gâiplere böyle bir hil’at verildiğine göre, hazır bulunanlar şüphesiz, gâiplerden daha iyi durumdadır.“
Nasûhî’ye göre, gerçek velîler, Hz. Peygamber’in vârisleri olduğu için onlara uyulması, bu yolun soğuk nefeslilerinden de kaçılması gerekir. Ahmediyye’de, bu konuda Mevlânâ (k.s.) Hazretleri’nden şu beyitler tanık olarak alınmıştır:
“Tatlı sözlü câhil kimsenin dostluğundan uzak dur, onu az dinle. Çünkü o, eski (yıllanmış) bir zehir gibidir.“
“Ahmaklardan kaç, İsa’nın kaçtığı gibi. [Çünkü] ahmağın arkadaşlığı çok kan dökmüştür.“
“Köye gitme, köy, adamı ahmak yapar, aklı nursuz ve işlevsiz kılar.“
“Köy nedir: Erişmemiş, taklide ve hüccetlere sarılmış şeyhtir.“
“Aşağılık adam, selim bir kişiyi etkilemek için dervîşlerin sözlerini çalar.“
“Onda Tanrı’dan ne bir koku, ne de bir eser vardır. Oysa Şit’ten de beşerin babası (Adem)ndan da iddialıdır.“
“Söz hususunda Bâyezid’i beğenmeyip küçümser. Oysa onun iç dünyasından (varlığından) Yezîd utanır.”
Tarîkat-i aliyyenin ilk şartı tevbedir. Nasûhî’ye göre tevbe, kalbi nefret, hile, kurnazlık, haset, kin, aşırı istek ve ölümü unutma gibi kötü duygulardan temizlenmektir. Bu husus Mevlânâ’nın şu sözleriyle açıklanır:
“Tevde ediniz, çünkü Allah tevbeleri kabul edendir. O’nun emrini tutunuz; çünkü o, ne güzel emîrdir!”
“Tevbe biniti acayip bir binittir: Bir anda feleklere yükselir, feleklerde döner dolaşır.“
Tarîkatın şartlarından diğer bir şart da, doğruluk ve kararlılık üzere olmaktır. Mevlânâ Hazretleri şöyle demiştir:
“İstediysen, ciddiyeti gözetmek gerek. Ciddiyet hata etmez; böyle haber geldi.”
“İster ağır olsun, ister aceleci olsun; sonunda arayan bulur.”
“Birinin semtinin başına oturursan, sonunda sen de birinin yüzünü görürsün.“
“Bir kuyudan her gün toprak kazarsan, sonunda temiz suya ulaşırsın.“
“Peygamber dedi ki, bir kapıyı çalarsan, sonunda o kapıdan biri çıkar.“
“Sen her iki elinle sürekli arayışta ol. Çünkü aramak, iyi yolda kılavuzdur.“
Tarîkatın şartlarından bir diğeri, tecrittir. Tecrit, Allah’tan alıkoyan her şeyden vazgeçmen, kalbî ve şeklî ibadete devam etmendir. Nasûhî’ye göre, tecridin yedi mertebesi vardır. Şeyh bunları birer birer tarif eder ve umumiyetle Hz. Mevlânâ’dan alıntılar yaparak misaller verir. Bunların ilki şeklî tecrittir ki, dünya ziynetlerini, fazla yemeyi, içmeyi, giyinmeyi ve meskeni bırakmaktır. Mevlânâ Hazretleri konuyla ilgili olarak şöyle demiştir:
“Az yemek ye, bu kadar pisboğaz olma. “Kulû” (yiyiniz)yu okuduğunda “tusrifû” (israf etmeyiniz)yu da oku.“
“Dağarcığını (karnını) ekmekten boşaltırsan, onu yücelik cevherleriyle doldurursun.“
“Can bebeğini şeytan sütünden uzak tut. Sonra da onu meleklere ortak et.“
Tarîkat-ı aliyyenin şarlarından bir diğeri de; Allah’ın emrine teslim olmaktır. Mürîdin bu tarîkat-ı aliyye yolundaki ilk adımı, binanın sağlam temeller üzerine kurulması için, doğruluk ve teslimiyet üzere olmasının gerekliliğidir. Tasavvuf erbabı demiştir ki, “Usûlsüz olmadan vüsûl olmaz.” Müridin nefsini ve kalbini bir kâmile teslim etmesi gerekir. Eğer müridin bir üstâdı yoksa, o, asla iflâh olmaz.” Mevlânâ Hazretleri de şöyle demiştir:
“Kendisinden yardım göreceğin bir yoldaş ara. O bir olanı arayanlar, hem gönül ve hem derttir.“
“Fakat her sapkını yoldaş sanma. Uyuyan gafilleri, uyanık ve bilinçli sanma.“
“Defalarca gittiğin yolda bile kılavuzun olmazsa yolunu şaşırırsın.”
“Bilen bir pir seç. Çünkü bu yolculuk, pir olmadan, âfet, korku ve tehlike doludur.”
“Senin hiç görmediğin bir rehberdir o, yalnız başına gidip de tutsak olma; rehberden yüz çevirme.“
“Kılavuzsuz yol giden için, iki günlük yol yüz yıllık olur.“
Nasûhî, nefsin mertebelerini işlerken nefs-i levvâmenin mülhimeye dönüşme halini Mevlânâ’nın Molla Câmi tarafından şerhedilen bir beytiyle izah eder:
“Ey bizim sevdası güzel aşkımız, ey bütün hastalıklarımızın tabibi, şâd ol.“
Molla Câmî bu beytin şerhinde şunları söylemiştir:
“Ey aziz! Bil ki aşk, sevincin ta kendisidir; aşk kime yâr ve yakın olursa, dünya derdinin başına toprak çalar ve sevinç içinde kalır, üzüntüyü unutur. Hatta öyle bir mertebeye erişir ki, her üzüntünün varlığını inkâr eder. O hâlde, sâlik o zaman aşkla dirilir ve güzel bir hayat bulur. Bütün kalbi marazlardan kurtulur. Çünkü aşk usta bir manevî tabiptir. Aşktan haberdar olmayan, doğru yolu göremeyen bir kör ve sağıra benzer. Çünkü aşk, doğru yoldur.”
Şeyh, nefs-i mutmainnenin şerhinde de, bu makâmın zuhûratının ledün ilmi, makamının tevhîd-i sıfât olduğunu söyler. Duaların çoğu bu makâmda olur. Zira nefsin geriye kalan kısmındandır. Ledün ilmi, irfânî bilgidir, tevhîddir. Bu ilimle, ârif, irfânî bilgiye ulaşır. Ârifin ilminin sonucunda Mevlânâ Hazretleri’nin “Yakınlık Kaf (Dağı)’ının Simurguyum, kudret elinin şahiniyim. Hikmet denizinin dalgıcıyım. İnsan ve cinlerin özlerini bilirim.” dediği gibi, vuslat âlemine doğru ruhânî bir uçuş gerçekleşir.
Ledün ilmi, Rablığın (Rubûbiyyet’in) sırrıdır. Rabb’ın a‘yânlar sûretinde zâhir olmasıdır. Bu sûretler, onun varlığıyla var ve onunla sâbit taayyünleriyle zâhir olan zâtıyla kâim Rabb’ın mazhariyetidir. Bu nedenle bütün varlıklar Allah’ın Rablığına bağlıdırlar. Hak onlar içindir. Hakikatte Rablık ancak Hak’la olur. A‘yânlar kendi başlarına ezelde yoktular.
Sehl (r.a.) demiştir ki: “Rablığın bir sırrı vardır. O sır ortaya çıkarsa Rablık ortadan kalkar. Böylece varlığını sürdürdüğü şey ortadan kalkmış olur.” Velhâsılı, hâlinde fânî ve Hakk’ı müşâhede etmede bâkî olan kâmil sâlikin nefsinin seçme ve Allah’tan başkasıyla da ünsiyet etme hakkı yoktur. Zira kime kerâmetler verilirse, o kimse onları gizler, ifşâ etmez. Çünkü Rablık sırrını ifşâ etmek küfürdür. Mevlânâ Hazretleri de şöyle demiştir:
“Hak kuyusundan (kadehinden) içen ârifler, nice sırlar bilirler de gizli tutarlar.”
“Kime işin sırrı öğretildiyse mühürlenmiş ve ağzı dikilmiştir.”
“Dudağında kilit, gönlünde sırlar vardır. Dili suskun, gönlü seslerle dolu.”
“Gayb sırrını öğrenmeye ancak dilini söylemekten alıkoyan lâyıktır.”
“Böylece sultanın sırrını kimseye söylemeyerek şekeri sineğin önüne dökmez(sin).”
“Su kuşundan başkası denize uygun değildir. Anla; Allah doğrusunu daha iyi bilir.”
Yine, “Cenâb-ı Hak, mürşidin ve bütün fakirler hakkında hüsn-i zan besle. Kulun şakî olmasının en açık delili, fakirleri hakîr görmesi, nefsinin kötülüğüne ve cibilliyetinin alçaklığına yanlış bir şekilde inanmasıdır.” diyen Nasûhî, Mevlânâ Hazretleri’nden şunları nakleder:
“Bu aşağılık dünya heves ve aşkından dolayı kadınlar gibi nefsin zebunu olmak…”
“Gönle ve gönül ehline yabancılık, şahlara hilekârlık ve tilkilik…”
“Senin verdiğin bir şeyi alıp kabul ederse, ona dilenci dersin. Yoksa (almazsa), hilekâr ve düzenbaz dersin.”
“[İnsan içine] karışırsa açgözlüdür [dersin]. Yoksa [insanlardan uzak durursa] aşırı kibirlidir dersin.”
“Ya da eşimin ve çocuklarımın nafakasıyla uğraşıyordum, diye münafıkça özür beyan edersin.”
“Ey falan, himmetinle bizi hatırla da işin sonundan velîlerden olalım [dersin].”
“Bu sözü de derdinden ve yüreğinin yanmasından dolayı söylemedi. Uykulu uykulu saçmaladı ve tekrar uykuya daldı.”
Nasûhî Efendi’nin halîfesi Abdullah Rüşdî’ye ithafen kaleme aldığı Arapça bir eseri de “er-Risâletu’r-Ruşdiyye fî’t-Tarîkati’l-Muhammediyye” adını taşımaktadır. Şeyh, bu eserinde de seyr ü sülûku anlatmaktadır. Risâle, bir mukaddime; nefis, tecrîd ve rûh konularının ele alındığı üç fasıl ve bir hatimeden ibarettir. Tıpkı Ahmediyye’de olduğu gibi eserin hemen hemen bütün tanıkları Hz. Mevlânâ’dan alınmıştır.
Hasan Ünsî’den Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
Hasan Ünsî, 1645 senesinde Taşköprü’de doğmuştur. Küçük yaşlarında İstanbul’a gelerek medrese öğrenimi görmüş, yirmi yaşında müderris olmuştur. Arapça ve Farsça’yı iyi bilen genç müderris, 1665’li yıllarda Ayasofya Câmii’nde Mesnevî-i Şerîf okutmuştur. Bu sırada aşka düşmüş ve müderrislikten ayrılarak Şabânî Şeyhi Karabaş-ı Velî’ye intisap etmiştir. 1664 tarihinde seyr ü sülûktan mezun ve erkân-ı Şabâniyye’yi İstanbul’da “Aydınoğlu Tekkesi”nde icra etmek üzere hilâfetle memur olmuştur. Devrinde İstanbul meşâyıhının en saygınlarından olan Hasan Ünsî, zühd ve takvâya önem veren hâl ve irfân sahibi bir sûfi, keşif ehli bir kâmildir. Münzevî yaşamayı seven ve ömrünü sürekli riyâzet ve mücâhede ile geçiren Hasan Ünsî, 9 Kasım 1723 Pazartesi tarihinde vefat etmiştir. Bir Dîvân-ı İlâhiyât ile sohbetlerinden oluşan Kelâm-ı Azîz ve Risâle-i Ahadiyyet adıyla derlenmiş iki eseri vardır. Menâkıbı ise öğrencisi İbrahim Hâs tarafından yazılmıştır.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Hasan Ünsî daha yirmi yaşına girmeden İstanbul’da Ayasofya Câmii’nde Mesnevî-i Şerîf okutuyordu. Meclisine pek çok âlim gelir, onların sorularına cevaplar verirdi. İbrahim Hâs’ın Menâkıb’ından öğrendiğimize göre bu yıllarda bazı softalar tasavvuf karşıtı düşüncelerini küfürlü bir üslupla ifade ediyorlar, mesela Mevlevîlerle “levlevîler” diye alay ediyorlardı. Hasan Efendi Ayasofya’daki medresede, böyle bir zamanda hücrenişîn idi. Fakat O, içinde yaşadığı olumsuz ortamdan etkilenmediği gibi bilakis Mesnevî’nin de etkisiyle tasavvufa yöneldi. Fakat Onun bu dönemine ait bilgilerimiz son derece sınırlıdır.
Ünsî’nin eserlerinden sadece Kelâm-ı Azîz‘de tarîkatlerin anlatıldığı bölümde Mevlevîlikteki esmâ uygulamasıyla ilgili olarak şu değerlendirmeler yapılmaktadır:
“Bütün tarîkatlarda amaç birdir. Hepsinin gayesi Hak’tır, başka bir şey değildir. Ancak farklılık, şekil, âyîn ve esmâlarındadır. Bazı tarîkatlerde esmâ on ikidir. Ekserisinde yedidir. Mevlevîlikte ikidir. Bazı tarîkatlerde esmâ yoktur, evrâd vardır. Kıyâfetleri birbirinden farklıdır. Bunları giymek izine tâbidir. Hepsi de gerçektir ve yerli yerincedir.”
İbrâhim Hâs’dan Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
XVIII. asırda İstanbul’da yaşayan Şabânî erenlerinden birisi de İbrâhim Hâs’tır. Dönemin ünlü mutasavvıflarından olan Hasan Ünsî (ö. 1723) tarafından yetiştirilmiştir. Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı araştırmaları için son derece önemli ve kaynak eserler kaleme alan İbrâhim Hâs, Yûnus üslûbuyla yazdığı şiirleriyle ve sûfîlerle ilgili tezkiresiyle tanınmaktadır. Mutasavvıf, M. 1762 senesinde vefat etmiş ve Gülhane Parkı’nın batı yönünde Alayköşkü karşısında bulunan Aydınoğlu Dergâhı hazîresine gömülmüştür.
İbrahim Hâs, Mevlânâ’yı okumuş, çağdaşı olan Mevlevîleri yakînen tanımış ve eserlerinde bu zatlara yer vermiş bir sûfidir. Yazmış olduğu Velîler Tezkiresi’nde, Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled’le ilgili bir rivâyeti şöyle nakleder:
“Rivâyet olunur ki, Şeyh Sultân Veled Hazretleri, Hazret-i Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî (k.s.) Hazretleri’nin oğludur. Adı Bahâeddîn’dir. Gâyet ululardandır. Şeyh Seyyid Burhâneddîn Muhakkik-i Tirmizî ve Şeyh Şemseddîn-i Tebrizî’ye çok hizmetler eylemiştir. Şeyh Selâhaddîn-i Zerkubî ki, hatununun babasıdır; tam irâdetleri vardı.
Hz. Mevlânâ oğlu Sultân Veled Hazretlerini medh edip haklarında şöyle buyurmuşlardır:
“Bahâeddîn! Benim bu âleme gelmem senin zuhûrun içindir.”
Birgün Hz. Şems-i Tebrizî Konya’yı terk etmişlerdi. Hz. Mevlânâ’nın Şems’e arzuları günden güne arttı.
Bir gün Sultân Veled’e buyurdular ki:
“Sen Dimeşk’a git. Yanında pek çok altın ve gümüş götür. Şems’i talep eyle. Orada Sâlihiyye’de meşhûr bir kervânsarây vardır. Doğruca oraya var. Şemseddîn’i orada bulursun. Güzel yüzlü bir Frenk oğlanı ile satranç oynar. Şemseddîn galip olursa oğlandan bir altın alır. Eğer oğlan galip olursa, Şemseddîn’e bir sille vurur.
“Ey Veled! Zinhâr ki hâtırına nesne getirmeyesin. O oğlan bu tâifedendir. Ama kendisini bilmez. Şemseddîn’in murâdı onu İslâm’a getirmek, kendisini kendine bildirmektir. Zira, o oğlan kutb olsa gerektir. O altın akçayı Şemsedddîn’in ayağının arasına içine dök ve ayağını Anadolu tarafına çevirip hizmetine bel bağla.”
Mevlânâ’nın sözleri bitti. Sultân Veled babasının mübârek ayağına yüz sürüp, bir nice kimselerle Şam’a doğru yola çıktı. Bir müddet sonra Şam’a geldiler. Sâlihiyye’de kervansarâyda Hz. Şemseddîn’i bir zamanın güzel yüzlü bir Frenk oğlanı ile satranç oynar buldular.
Sultân Veled yoldaşlarıyla birlikte Şemseddîn’in önünde baş koyup tekâpû ettiler. Sonra Veled, babası Celaleddin-i Rûmî’nin emri gereği yanındaki altın ve gümüş paraları mübârek ayaklarının arasından döktü ve ayaklarını Rûm tarafına çevirdi. Sonra hepsi birden el kavuşturup durdular.
Bu hareketleri dikkatli bir şekilde izleyen Frenk genci Şems’in ululuğunu bildi ve kendinin yaptıklarından utandı. Hemen başını açıp, insâf makâmında durup, imân getirdi ve diledi ki, her nesi varsa yağmalattırıp dağıta!
Şemseddîn gencin elinden yapışıp bırakmadı. O genç şöyle dedi:
“Ömrüm oldukça senden ayrılmam. Emrine fermânberim!”
Hz. Şems o gence şöyle cevap verdi:
“Ey genç, sen yine Frengistan’a git. O diyârda nice imâna gelecek azîzler vardır. Onları îmân ile müşerref eyle ve o cemâate kutup ol!”
Sultan Veled bu konuşmalar bitince Şems’e, Hz. Mevlânâ’nın selâmını ve kendine özlemini haber verdi. Hazret-i Şemseddîn de bu selâm ve arzuya dayanamadı, kalkıp Konya’ya geri döndü. Sultân Veled kendi atını Şemseddîn’in altına çekti. Atın önünce ta Konya’ya gelinceye kadar yayan yürüdü.
Şemseddîn buyurdu ki:
“Bahâeddîn! Süvâr ol (ata bin)!”
Sultân Veled buyurdular ki:
“Şâh süvâr, bende süvâr. Bu asla revâ olmaya! (Sultan atlı, hizmetçisi atlı. Böyle bir şey olamaz!)
Böylece Konya’ya geldiler. Hazret-i Mevlânâ ile görüştüler. Sultân Veled’i babası Hz. Mevlânâ’ya anlattılar ve çok muhabbet gösterdiler. Sonra Hz. Şems buyurdular ki:
“Benim iki nesnem vardır. Birisi ser, birisi sır. Serimi, yani başımı Hz. Mevlânâ’nın yoluna fedâ eyledim. Sırrımı da Sultân Veled’e bağışladım. Eğer Bahâeddîn’in ömrü Nûh Peygamber’in ömrü gibi olaydı, cümle ömrünü de bu yola sarf edeydi. Bizimle yaptığı bu sefer sırasında elde ettiklerini kazanamazdı. O, bu seferde nasibini aldı. Ümîddir ki, sizden de nasipler bula.”
Şems’in dediği gibi gerçekten de sultan veled babasının bütün manevî mirasının sahibi olmuştur.
Birgün Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn oğlu Veled’e şöyle dedi:
-Bahâeddîn! Eğer dilersen cennette olabilirsin. Nasıl mı? Her kişi ile dost ol ve kimseye kin tutma.
Sonra şu beyti okudu:
Önde olmak istersen hiç kimseden önde olma
Merhem gibi mum (yumuşak) ol, diken olma
Hiç kimseden sana kötülük gelmesin istiyorsan
Kötü söyleyici, kötü öğretici, kötü düşünceli olma.
Sultan Veled H.712/M.1312’de Receb-i şerîfin onunda perşembe gecesinde vefat etti. Kabirleri Hz. Pîr’in merkad-ı şerîflerinin yanındadır.”
*
Yine İbrahim Hâs, Tezkire’sinin bir başka maddesinde Mevlânâ’nın: “Yetmiş üç mezheb ile birim.” dediği vahdet-i vücût düşüncesinin inceliklerini ihtiva eden şu hatırasını nakleder:
“Sirâceddîn-i Konevî Konya’da makâm sâhibi bir zat idi. Hz. Pîr’in münkirlerindendi ve Onun adını duymak istemezdi.
Bir gün Sirâceddin’in yanında, “Mevlânâ, ben yetmiş üç mezheb ile birim.” demiş dediler. Sirâceddin bunu duyunca köpürdü. Yanındaki dânişmendlerden birine:
“Sen Mevlânâ’ya git, herkesin içinde ona, sen şöyle şöyle demişsin, de. Eğer “doğrudur.” derse, yüzüne karşı söv ve kırıcı sözler söyle.”
O dânişmend, Mevlânâ’nın huzûruna gelip:
“Sen yetmiş üç mezheb ile birim demişsin, gerçek midir, diye sordu.”
Hz. Mevlânâ buyurdular ki:
“Gerçektir! Dedim.”
O dânışmend, Mevlânâ’ya dönüp ağzına geleni söyledi, sövdü.
Hazret-i Mevlânâ dânişmendin söylediklerini dinledi ve buyurdular ki:
“Bu senin söylediğin şeylerle de birim!”
O dânişmend utanıp gitdi.”
*
İbrâhim Hâs, sûfiyâne şiirlerini iki ayrı Dîvân-ı İlâhiyâtta toplamıştır. Bu Dîvân’ının birinci cildinin ilk şiiri Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinden mülhem kaleme alınmış bir kasidedir. Gerçi İbrahim Hâs’ın söz konusu kasidesi Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden vezin, kafiye ve şekil açısından farklı olsa da, muhteva itibariyle ilk on sekiz beyitle örtüşmektedir. Belki de muhtevaya bakarak İbrahim Hâs’ın şiirini bir nazire kabul etmek mümkündür. Diğer taraftan -bildiğimiz kadarıyla- tasavvuf edebiyatımızda Hz. Mevlânâ’nın “Dinle neyden kim hikâyet etmede/Ayrılıklardan şikayet etmede” beytiyle başlayan manzumesinin nazîresi yok gibidir. İbrâhim Hâs’ın şiiri Mevlânâ’nın tesirini göstermesi bakımından önemlidir. İbrahim Efendi, bu manzumesinde Hak’tan ayrı kalan gönlünün derdini anlatmakta ve eşyânın hakikatini dile getirmektedir:
Kulak urgıl ne söyler sana eşyâ
Fehim-dâr ol anı ey merd-i dânâ
Firâkından hikâyet yâd ederler
Cüdâlıkdan rivâyet eyler inşâ
Bu dertden girye-kârdır cümle mevcûd
Kamu firkatdedir sugrâ vü kübrâ
Kadîmî hasretinden zâr u nâlân
Şikâyet eyler ayrılıkdan ihfâ
Kanı bir bağrı pâre pâre pür-hûn
Sihâm-ı yâr ile bir merd-aşnâ
Bulaydım derdime bir mahrem-i râz
Edeydim derd-i dilden ana îmâ
Bu derdden şerha şerha sîne-hâhım
Edem bu şerh-i derdim ana ifşâ
Kanı bu tîğ-ı aşkdan bir zahmdâr
Gözüme her dem içre oldu tûtyâ
Bu aşkdan yareli bir yâr bulaydım
Der idim yaremi ben ana tenhâ
Kanı bu derd ile bir mest ü mecnûn
Belâ-yı dost ile şûrîde şeydâ
Bana bir sînesi mecrûh gerek kim
Derûnum yaresinden diyem ana
Şikâyet eyler idim bu firâkdan
Gireydi elime bir derdli cânâ
Hikâyet iştiyâkımdan ederdim
Göreydim firkat ile bir Dilârâ
Bu derdim yaresin kime edem fâş
Kime dersem ‘adâvet eyler icrâ
Kime şerh edeyim bu zahm-ı sînem
Kime diyem bu derd-i yâri şâhâ
Perîşân hâtırım bu zahm-ı yârden
Bana bir çâre kandan erer âyâ
Edemem fark gül ü hâr bülbülânı
Aceb dîvâne hayrânım ser-â-pâ
Şeb ü rûzu bilemem fasl edemem
Fenâ-ender-fenâda oldum ifnâ
Katı Mecnûn-ı mestem derd-i ‘aşkdan
Yürürem dîvâne baş açık rüsvâ
Nedir bu gönlümün derdi bilinmez
Belâ-yı derd-i aşkdır bana me’vâ
Hâs İbrâhîm kime desin bu râzı
Bulunmaz bana bir mahrem ü sevdâ
*
İbrahim Hâs, büyük sûfilerin aşk, irfân ve vahdet-i vücûdla ilgili sözlerini “Kelîmat-ı Pîrân” adlı bir eserde toplamıştır. Bu risâlenin bir yerinde Hâs, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin kısaca hayatından bahsettikten sonra “Hazret-i Mevlânâ buyurmuştur ki,” diyerek şu sözünü nakleder:
“Ben, âşıkların gördükleri bu cisimden ibaret değilim. Belki ben, mürîdlerin bâtınında, onların benim sözlerimden anladıkları bir zevk ve güzelliğim. Allah, Allah! Sen o demi bulup o zevki tattığında, bunu ganimet bil ve şükret ki, ben oyum.”
Aynı eserin bir başka yerinde de, “Dervîş günah işler mi?” şeklinde sorulan bir soruya, Mevlânâ’nın :
“Dervîşin karnı acıkmadan yemek yemesi büyük günahtır. Zira, enfüse kuvvet ve ruhsat verir, ” diye cevap verdiği belirtilmiştir.
Doğanî Hacı Baba’dan Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
Karabaş-ı Velî’nin hac esnasında Medine’de hilâfet verdiği kişilerden birisi de Bolulu Doğanî Mustafa Baba’dır. Enfî Hasan Ağa’nın ve oğlu Senâyî Hasan Efendi’nin bildirdiğine göre bu zat, Doğanî (veya Mısırlı) Hacı Baba ismiyle şöhret bulmuştur. Hacı Baba, Suriye ve Mısır’da on sene kadar irşâd ile uğraşmış, Karabayır yoluyla Edirne’ye gelmiş, burada bir zaman Sultân Selîm Câmii hücrelerinde, daha sonra H. 1112/M. 1701 senesinde Uzun Kaldırım diye bilinen yerde Elçi İbrâhim Paşa tarafından yaptırılan tekkede yaşamıştır. Telif ve tercüme eserler de yazan Hacı Baba, Edirne’de (H. 1169/ M. 1755) tarihinde vefat etmiş, Şûle Câmii’nin haziresine defnedilmiştir. Enfî Hasan Ağa’nın yazdığına göre, Mevlevî Nesîb Dede, Doğanî Hacı Baba’nın yakın dostları arasındadır ve Hacı Baba tarafından uyandırılmış Mevlevîlerdendir. Hasan Ağa Tezkire’sinde konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Merhûm Nesîb-i Mevlevî hazretleri dahi kendi tarîkati üzere andan (Doğanî Hacı Baba’dan) agâhlık tahsîl edip, huzûr-ı kalb-i dervîşî bulmuşdur. Bu Fakîr, kendileriyle üç sene kadar Edirne’de hem-sohbet olup, azîm du’â-yı hayrına mazhar olup, çok esrârına mahrem olmuş idim. Ve merhûmun aslâ bir mahalden bir habbe geliri olmadığından mâadâ bir şeyden ta’ayyüşü yok idi. Gâyet, fakr-ı sûrîsi var idi ki, bazı vakit fukarâya bir lokma nân-ı azîz almağa iktidârı yok idi. Ve halka sûret-i gınâda görünüp, ahvâline kimseler vâkıf olamazdı. Ve ol hâlde iken, yine muhtacîne bezl etmekden ve fukarâ ve müsâfirîni it’âm etmekden hâlî değil idi. Ve dâimâ hamd ü şükr vird-i zebânı olup, bir an ahvâline kimseyi agâh etmezdi. Gâyetde sabûr idi. Ve ale’t-tevâlî (peşi peşine) el-hamdüli’llâh alâ külli hâl ve ni’metihi (Her halimizden ve nimetinden dolayı Allah’a hamd olsun) demdemesiyle müterennim olup, gınâ ve istiğnâsı var idi. Ve bir bî-gıll u gış-ı derûn u bîrûnı sâf u sâfî ve sûfî hem muhlis ve hem muhlas olup, sâdık ve muttakî ve müteverri’ ve zü’l-huşû’ ve’l-huzû’ ve mütevâzi ve bî-kibr ü kîn ü riyâ ve sekîne ve vakâr ıssı olup, şuhûd-ı Hakkânî sâhibi edîb ve halîm ve ârif ve mestûr idi. Ma’rifet-i tevhîde ekseriyâ sükût eder, ehlinden hıyn-ı iktizâda ketm etmezdi. Gâyet fenâsı var idi. Ve fenâyı fenâya vermiş bir zât-ı mükerrem idi. Bu Fakîr (Enfî Hasan), birgün andan nasîhat taleb etdim. Bana dedi ki: “Her an ale’t-tevâlî kendüyi yok bil; Hakk’ı var bil. Ve bilmeği dahi andan bil.” Dedi.”
Enfî Hasan Ağa’dan Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
Enfî Hasan Ağa, aslen Moralı bir ailenin çocuğu olarak -tahminen- 1660 yılından sonraki bir tarihte İstanbul’da Tophâne’de dünyaya gelmiştir. Enderûn’da hânendebaşı olarak çalıştığı sıralarda Üsküdarlı Nasûhî Efendi’ye bağlanmış ve tasavvuf terbiyesinden geçmiştir 1724 tarihinde vefat eden Ağa’nın mezarı Edirnekapısı dışındaki kabristanda olup, yeri belli değildir. Lâle Devri’nin ünlü bir tanburîsi, bestekârı ve hanendesi olan Hasan Ağa, bestekârlığıyla tanınmıştır. Bilhassa Sultan III. Ahmed’in 1720 senesinde şehzâdeleri için Okmeydanı’nda tertip ettiği sünnet düğününde seksen ile yüz kişi arasında değişen sâz ve ses topluluğunu başarıyla yönetmesi mûsikî tarihimizin belki de en büyük, en muhteşem toplu program örneği olması açısından tarihe mâl olmuştur. Ancak yakın bir zamanda yayınlanan “Tezkiretü’l-Müteahhirîn” adlı eserinden öğrendiğimize göre, Hasan Ağa’nın aynı zamanda Şabâniyye erkânında yetişen tezkire yazarı bir sûfi olduğu anlaşılmıştır. Onun, XVI-XVIII. asırlarda İstanbul, Bursa, Edirne gibi yerlerde yaşayan mutasavvıf ve meczûplarla ilgili yazdığı tezkire, gerek kendisi ve gerekse döneminin sûfileriyle ilgili yeni bilgiler vermesi açısından fevkalade önemlidir.
Hasan Ağa, meşhur mutasavvıf şâir Senâî Hasan Efendi’nin de babasıdır. Ağa, “Tezkiretü’l-Müteahhirîn”i XVI. yüzyılın sonlarında ve XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde, çoğu bizzat kendisi tarafından tanınan kişilerden derlenen bilgi ve belgelerden hareketle yazmıştır. Eserde madde başı olarak 43 şahsın menkabevî hayatı ele alınmaktadır. Bu kişilerden bir kısmı ise Mevlevîleri ihtiva etmektedir. Eserde yer yer Mevlânâ ve Mevlevîlerle alakalı bilgilere de rastlanmaktadır ki, bunlardan en dikkati çekeni, meşhur Lemezât-ı Hulvî’nin yazarı Hulvî Mahmûd Efendi’nin (ö. 1652, İstanbul) kendi eserindeki hayat hikayesinden iktibas edilen mahlas alışıyla ilgili anekdottur. Hulvî, şiirlerinde kullandığı mahlası Mevlânâ’nın Dîvân’ından tefeül ederek bulduğunu şu cümlelerle anlatır:
“Hulvî tahallüs etmeye sebep, şöyle vâki’dir ki, tahsîlim evânında nev’an eş’âr ve ebyât ile takayyüd üzere idim. Üstâdımız Şeyh Ali Semerkândî tarîkasından Hızır Efendi (rh.a.) gazellerimi görüp, alâ cerâ’l-âde (âdet olduğu şekilde) her şâirin bir mahlas ile imtiyâzı vardır. Size de lâzımdır, dediler. Bu Fakîr de ol günlerde Dîvân-ı Hazret-i Mevlânâ’yı iştirâ eyledim ve Hocama arzeyledim. Onlar dahi “Bâreke’llah râyegân olmuşsuz.” diye bazı gazel-i şerîflerini tefeül edip, her birimizin hâline münâsip gelirdi. Ol hîn “Gel Helvacızâde, sana Hazret-i Mevlânâ’dan mahlas ricâ edelim deyip, fâtiha ve ihlâsla dîvânı tefeülen keşf etdiler. Kerâmât-ı aliyyeleri ile hikmet-i Hudâ rübâiyyâtı gelip ve sahîfe evvelinde bu rübâî vâki’ oldu:
Men kâne ulviyyen kad câe hulviyyen
Tervîhim ma’nânen elvânen elvânen
Fi’l-vâki’ garîb vâki’ oldu. Ol zemândan beri Hulvî diye şöhret müyesser ve gazel ve mesnevî demek himmetleriyle mukarrer oldu.”
Enfî’nin eserinde XVII. ve XVIII. asırda yaşayan bazı Mevlevîlerle ilgili bilgiler de vardır. Bunlardan birisi Galata Mevlevîhânesi Şeyhi Arzî Mehmed Dede’dir. Enfî Hasan Ağa, Arzî Mehmed Dede hakkında şunları söyler:
“Merhûm Arzî Mehmed Dede Efendi Ayıntâb vilâyetinde vücûda gelip, ol belde ulemâ ve fuzelâsından tahsîl-i ilm-i şerîf edip, sevdâ-yı arzû-yı menâsıb-ı dünyâ ve hevâ-yı câh rütbe-i ulyâ hâtırında bir mertebe cây-gîr ve ol kadar kalbine te’sîr eylemiş ki, def’ine imkân ve terkine dermân olmayıp, bilâhare terk-i diyâr ve gurbet ihtiyâr edip, dârü’s-saltanati’l- aliyyeye hicret ve bir medresede birkaç gün ikâmet edip, ba’dehu fuzelâ-yı mevâlîden Kara Mûsâ Efendi’ye dânişmend ü mu’îd ve akvâl ve ef’âli pesendîdeleri olup, iltifâtlarını mezîd eyleyip, bu esnâda ahibbâdan bazıları kitâb-ı Enmüzecü’t-Tıb sâhibi Hekîmbaşı Emîr Efendiye azîm ta’rif edîp, ilm-i Arabî ve Fârisî’de bî-nâzir diye tavsîf etmişler. Onlar dahi evlâd ü emcâdına muallim etmeye tâlib ve kendilerine hem-dem ve müsahib olmaya râgıp olup, tevsît-i şüfe’â ile saâdethânelerine nakl ü hareket ve ma’mûr olduğu hizmeti edâya şurû’ ve himmet olunup, beynlerinde ol kadar ülfet ve muhabbet oldu ki, refâkatleri olmadan sâhibhâneden bir yere gitmezlerdi. Yevmen mine’l-eyyâm (günlerden bir gün) hitâben:
Arzî Efendi! Sizinle Sivasî Efendi Hazretlerini ziyârete gidelim, deyip, sem’an ve tâaten (baş üstüne) denildikde, hem-râh olup, ziyâret-i şerîfelerine varılıp, yed-i beyzâları takbîl ve telsîm eyledikten sonra, meclîs-i mütemâdî olup, hükm ü ahkâmdan nice ma’lûmları olmayan esrâr-ı gavâmizden tefhîm ve ta’lîm buyurdular.
Hîn-i vedâda Arzî Çelebi:
“Şu cüzler yakında size lâzım olur.” deyip, iki cüz-i şerîf verdiler.
“Âyâ! Ne ola?” diye aceleyle odasına gelip, mütâlaa ederler. Meğer Mesnevî-i Şerîf’e şerh yazarlar imiş. Ol şerhden iki cüz imiş. Ta’accüb edip:
“Bu cüzler benim neme lâzım olur. Ammâ meşâyıh-ı izâmın kelâm-ı hikmet-âyâtı elbette vücûd-pezîr olsa gerekdir.” deyip, âkıbet emre müterakkıb olur. Lâkin Hazret-i Sivasî’nin ifrât-ı muhabbeti derûnunda ol mertebe cây-gîr olur ki, bî-sabr u bî-karâr hizmetlerini ihtiyâr etmek niyyeti ile dergâh-ı şerîflerine varıp, yed-i şerîflerini takbîl etdiği gibi:
“Arzî Çelebi! Bize intisâb ve bizden bey’at ile şerefyâb olmak üzere geldiniz; lâkin sizin feth ü feyziniz Sultânü’r-Rûm Mevlânâ Celâlü’r-Rûmî Hazretleri rûhaniyyetlerinden olup, an-karîb tarîklerinde bir şeyh-i azîmü’ş-şân, nâdire-i devrân olacaksın,” buyurdular. Ve kıyâm edip, elimi mübârek ellerine alıp, bahçenin bir köşesinde fındık ağaçlarının vasatına cülûs buyurup ve “Otur!” diye işâret buyurdular.
“Dahi yakın gel.” dediler.
Ol kadar yakın oldum ki, dizlerim mübârek dizlerine mülâsık oldu. Mübârek ellerini bağlayıp ve mübârek gözlerini yumup, hitâp edip, buyurdular ki:
“Mâsivâyı bil-külliyye kalbinden ihrâç ve teveccüh-i tâm ve bu hey’et ile bize muvâfakat eyle.” dediler.
Fi’l-vâki’ bir sâat nücûmu kadar teveccüh-i tâm olunup, bana bir hâl galebe eyledi ki, avâzım oldukça bir kerre:
“Yâ Allah! deyip, mağşî aleyh olmuşum. Hâlim tenezzül bulup sahve geldiğimde, Hazret-i azîz yine ol hey’et ve keyfiyyet üzere müteveccihler. Ba’de zamân mübârek gözlerini açıp, Arzî Çelebi:
-Tarîkat-i Halvetiyye’den mahrûm olmayasın, diye “Allahu nûru’s-semâvâti ve’l-ard (Allah, göklerin ve yerin nûrudur. Nur, 24/35)” pertevinden bir lem’a i’tâ olundu.
Duâ ve senâ ile fâtihâ okuyup, veda’ edip, odalarına vardıkda, derûnunda Galata Mevlevîhânesi’nde şeyh-i seccâdenişîn olan Âdem Efendi Hazretlerine bir incizâb-ı tâm zuhûr edip, bi’z-zarûre kalkıp, Galata Mevlevîhânesi’ne varıp, Şeyh Efendi’nin dest-i şerîflerini bûsedip, işâret buyurdukları makamda cülûs edip, hemân ol sâat kalbinde bir tasarruf zuhûr edip, ol anda kendilerden intisâb ve libâs ve külâh-ı şerîf ile şeref-yâb ve bir hücrede mekîn ve ol günde kırâat-ı ceylin hizmetini ta’yîn buyurdular.
Mezkûr Âdem Efendi Hazretleri târih-i hicretin 1063/1652 senesinde vefât edip, yerine Arzî Mehmed Efendi post-nişîn olmuşlardır. Onlar dahi 1075/1664 senesinde merhûm olup, ikisi dahi Galata Mevlevîhânesi’nde medfûnlardır. (Rh. aleyhimâ) (k.s.).”
Tezkire’de haklarında bilgi verilen diğer Mevlevîler de şunlardır:
Sabûhî Ahmed Dede:
“Merhûm Sabûhî Ahmed Dede Efendi, YenikapıMevlevîhânesi’nde şeyh olup, ulûm-ı Arabiyye ve Fârisiyye’de ve şi’r ü inşâda yegâne-i zamân ve mümtâzü’l-akrân, müteşşeri’ ve müttakî, mezânne-i kerâmet ve ilim ve fazlı Mesnevî-i Şerîfe tahrîr eylediği şerhden fehm olunur. Âlem-i seyâhatinde sibâ’ ve arslanlar ile ülfeti meşhûr-ı âlemiyândır. Hicretin 1054/1644 senesinde merhûm olup, yerine Şeyh olan el-Hâc Ahmed Dede Efendi sâlih ü âbid ve müttakî ve müteşerri’ kırk sene ba’de’t-teheccüd edâ-yı salât-ı tesbîh eylediği meşhûr ve mütevâtirdir. Aslâ kendinden mâlâya’nî kelâm ve lehv ü mîzâh sudûr etmemiş. Hicretin 1078/1667 senesinde merhûm olup, ikisi dahi Yenikapı Mevlevîhânesi’nde türbe-i şerîfede medfûnlardır.”
Abdî Dede:
“Kâsım Paşa Mevlevîhânesi şeyhi Abdî Dede Efendi Hazretleri’nin veled-i emcedleri Seyyid Halîl Efendi âlim ve âmil ve fâzıl ve menkûlât ve ma’kûlâtta kâmil ü müteşerri’ ve zâhid ve hoş sohbet bir zât-ı âli-kadr idi.”
Arnavûd Süleymân Dede:
“Merhûm Arnavûd Süleymân Dede tekmîl-i mevâdd-ı ulûm etmiş, fâzıl ve müteşerri’ ve zâhid ve âbid ve târik-i dünyâ ve mücerred-i pâk ve seyyâh-ı Arab ve Acem ve Beşiktaş Mevlevîhânesi kendine tevcîh olunup, bir iki seneden sonra hüsn-i ihtiyâr ile fâriğ olup, Hazret-i Mevlânâzâde Çelebi Efendi, kadrini bilmekle tekrar Galata Meşîhatına gönderip, emirlerine imtisâlen kabûl eyleyip, yine bir iki seneden sonra hüsn-i ihtiyâr ile fâriğ olup, Kâsımpaşa Mevlevîhânesi’nde âhir ömrüne yine bir hücrede inzivâ ihtiyâr etti.”
Yusuf Dede:
“Beşiktaş Mevlevîhânesi şeyhi uşşâk-ı Rasûlullah’dan, merhûm Yusuf Dede Efendi muhabbet-i Rasûlullah ile dâimâ bükâ eylerdi.”
Sîneçâk Arnavud Osman Dede:
“Sîneçâk Arnavud Osman Dede yüz yaşından mütecâviz, sâlih ve ehl-i şer’, zâhid pîr-i kâmil idi.”
Dervîş Mehmed Dede:
“Yenikapı Mevlevîhânesi’nde sâkin Şehzâde Dervîş Mehmed Dede halîm, selîm, münzevî bir zât-ı âlî idi. Menkuldür ki:
“Gürûh-ı dervîşân-ı Halvetiyye ve muhibbân-ı Mevleviyyeden iki çelebi her mukâbele günlerinde Yenikapı Mevlevîhânesi’ne mezkûr Dervîş Mehmed’in hücresine varıp, kelâm-ı nasîhat-âmiz ve sühân-ı hikmet-engîz ve ma’rifet hâlet-i hayyizinden müstefid ve hisse-mend olurlar imiş. Bir mukâbele günü, yine hücresine varırlar, mahall-i vedâ’da buyururlar ki:
“Biz vatan-ı aslîmiz olan âlem-i ervâha da’vet olunduk. Sizleri Hudâ’ya ısmarladım ve birine hitâben: Sana bir nâsihat ve vâsiyetim var. Sem’-i cânla istima’ eyle. 1055/1645 târîhinde meşâyıhdan biri bu şehre kutb olacakdır. Senin tarîkatda ve hakîkatda kemâlin ondandır. Gaflet etmeyesin.” deyicek, ol refiki:
“Bizim hissemiz yok mudur, dedikde:
“Muhabbetin mikdârı sen de hissedâr olursun, diye cevâb verir. Sahîh ve sâlim vedâ’ edip, mukâbele-i âtiyede vardıklarında hemân ol gece vefât etdiğini haber verirler. Hemân kabrine gidip, rûh-ı şerîfi için Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân kırâat edip ve hayır du’âlar ederler. Ol Çelebi, vâkıâ 1057/1647 senesinde sevk-i inâyet-i ilâhiyye ile dâmen-i Hazret-i Abdulahad en-Nûrî’ye dest-i irâdet ile istimsâk ve mâ’-i tahûrı bey’at ile çirk-i mâsivâdan pâk olmak saâdetine nâil ve fâiz olundu. Mezkûr Şeyhzâde Dervîş Mehmed hicretin 1048/1638 târîhinde vefât edip, Yenikapı Mevlevîler Mezâristânı’nda medfûndur (k.s.).”
Bostân Çelebi Efendi:
“Bostân Çelebi Efendi, hicretin 937/1530 senesinde Konya şehrinde vücûda gelip, âlem-i tufûliyetde tahsîl-i ilm-i zâhir edip, ba’de’t-tekmîl tahsîl-i ilm-i bâtına sa’y ü sülûk edip, nice ve nice merâtib-i âliyyeye usûlden sonra, seccâde-i cedd-i a’lâları olan Hazret-i Mevlânâ’ya cülûs edip, müddet-i medîd meşîhatten sonra, sinn-i şerîfleri seksen üçde iken irci’-î emrine icâbet eyleyip, hicretin 1012/1603 senesinde vatan-ı aslîleri olan âlem-i lahûta teşrîf buyururlar. Türbe-i şerîfi Hazret-i Mevlânâ’da medfûnlardır (k.s.).”
Kuşadalı İbahim Halvetî’den Mevlânâ ve Mevlevîlik Yorumları
XIX. asrın önemli Şabanîlerinden birisi de Kuşadalı İbrahim Halvetî’dir. İstanbul’da yaşayan Kuşadalı, 1847 senesinde Şam’da vefat etmiştir. Büyük bir âlim olduğu halde, öğrencilerine yazdığı mektuplarından ve bir nutkundan başka yazılı eser bırakmamıştır.
Kuşadalı dervîşlerinde zikir halinde vecd hali ve coşku tecelli edince aşkı yutkunmamalarını, bunun yerine “ağlaya ağlaya tilavet ve semâ-i Mevlânâ etmelerini” tavsiye etmekte ve şöyle demektedir:
“İmdi, sâlik zikir hâlinde aşkını yutkunmamalı. Lisanı ağzına sığmaz oldukta darb-ı zikir ve semâ-i Mevlânâ ve tahta demek yerin bulup edivermeli, başkalarının kil ü kâline ilişmemeli, Allah’ı öylesine çok zikredin ki, size mecnûn desinler.”
SONUÇ
Bilindiği gibi tarîkatler temelde insanı Hakk’a ve hakikate ulaştırma gayesiyle var olmuş kurumlardır. Tarîkatlerin asıl amacı budur. Tesbih, tekke, kıyafet ve sair adâp ve erkân ve usûle ait olan unsurlar gaye değil, vasıtadırlar. Bütün hakikat yollarının gayeleri talip olanları Hakk’a ulaştırmak olunca, aralarındaki fark, sadece uygulamada olacaktır. Bütün pîrler ve erkânlar varlığın birliği gerçeğinden hareketle insanın dirliğini esas almışlardır. Aralarında ayrılık-gayrılık olmadığı gibi, bilakis tevhidi tesis etmeye çalışmışlardır. O halde, görünen farklı uygulamaların tek sebebi kalmaktadır ki, bu da meşreptir.
Evet, insan meşrep sahibidir!
Pîrler de bu meşrepleri kendi gönül dünyalarında cem’ eden kişilerdir. Tabiri caizse pîrler, meşreplerin yansıdığı birer aynadırlar.
Özde birlik düşüncesi olunca, tarîkatlerin birbirleri hakkında çelişkiye düşmeleri de söz konusu olamaz. Fakat tarihî perspektiften baktığımızda bu esastan zaman zaman uzaklaşılıp tarîkat ehli kişiler arasında fikir çatışmalarının yaşandığı da görülmektedir. Bu çatışmaların, tarikatin vaz ettiği düşüncelerden değil, o tarike mensup kişilerin ortaya koydukları düşüncelerden kaynaklandığı söylenebilir.
Bu gerçeklerden ötürü, tarîkatlere bir de tarihî perspektiften bakılmalı ve onların birbirleriyle münasebetleri incelenmelidir.
Bu çalışma, böyle bir düşünceden hareketle, -Şabânîler penceresinden Mevlânâ ve Mevlevîlerin nasıl göründüğünü incelemek gayesiyle- yapılmıştır. Benzeri çalışmalar Bektaşîler, Zeynîler, Rufaîler, Uşşâkîler, Melâmîler (vs.) esas alınarak da ortaya konulabilir.
Yapılacak olan bu araştırmalardan önemli neticelerin çıkacağı âşikârdır.
Şu bir gerçektir ki, incelediğimiz Halvetî/Şabânî erenleri zaviyesinden Hz. Mevlânâ ve sonraki Mevlevîlerle ilgili olarak hiçbir olumsuz kanaate rastlamış değiliz. Hemen bütün yetkin Şabânîlertarafından Hz. Mevlânâ’nın eserleri okunmuş, şerh edilmiş, bir aşk ve irfan kaynağı olarak insan-ı kâmil yetiştirmede referans kabul edilmiştir.
Hz. Mevlânâ, Ömer Fuâdî’nin:
“Celâlüddîn ki Mevlânâ-yı a’lem
Ricâlullah içinde rûh-ı a’zam”
dediği gibi, “rûh-ı a’zam” olarak görülmüştür.
Halvetiyye/Şabâniyye uygulamalarındaki esaslardan birisi de meşrebe saygı olup, her sâlikin kendi erkânı üzere irşâd edilmesidir:
“Sultânım, ben Mevlevîliği bırakıp sizin hizmetinizde olayım; banabey’at verin.” diyerek sülûkunda tatmin olamayan Sîneçâk Mustafâ Efendi adlı bir Mevlevî dervîşinin Karabaş-ı Velî tarafından kendi erkânı bıraktırılmadan irşâd edilmesi, bunun tipik bir örneğidir.
Yine, Ömer Fuâdî’nin anlattığı bir menkabede Şabân-ı Velî’nin Tokat şehrine gönderdiği bir halîfesi, Hasan isminde bir dervîşi irşâd edip, irşâd alâmeti olan kisveyi giydireceği sırada Hz. Pîr’in sesini duyar. Halife töreni yarıda kesip bu zatın nasibinin Mevleviyye’den olduğunu söyler. Hasan Derviş bilahare Mevlevî adâbına göre sülûk çıkarmıştır. Yukarıda kısaca anlatılan bu hadise de göstermektedir ki, Şabâniyye meşreplere son derece saygılıdır.
Bilindiği gibi Şabâniyye-i Halvetiyye’de zikir kuûdî ve kıyâmîolarak uygulanır. Kıyâmî zikirleri dönerek uygulandığı için bu erkân mensuplarına “Devrânîler” de denmiştir. Gerçekte devrân uygulamalarının sembolik anlamı Mevlevîlerin semâ âyininin sembolik manâsından farklı değildir. Üsküdarlı Nasûhî’nin gerek Gavsî Dede’ye ve gerekse Mevlevîlere olan muhabbeti devrân törenlerine yeni bir uygulama getirmesiyle neticelenmiştir. Şöyle ki pazartesi ve perşembe günleri veya özel günlerde düzenlenen devrânlarda Kuledibi Mevlevîhânesi’nden gelen Mevlevî semâzenler de bulunmuş, devrân ortasında dönen bir semazenle zikir meclisi sanki güneşin etrafında dönen felekler gibi yeni bir şekil kazanmıştır.
Gerek Mevlevîlik ve gerekse Halvetîlik Türk tasavvuf mûsikîsinin en önemli kaynaklarındandır. Mûsikîsiz semâ düşünülemeyeceği gibi devrân da düşünülemez. Bu iki erkân mûsikî açısından da birbirleriyle tarih boyunca alış veriş içinde olmuşlardır. Bu alış verişin en güzel örneklerinden birisi de büyük Mevlevî bestekârı Nâyî Osman Dede’nin bestelediği Mirâciyye’nin arkasında Nasûhî Efendi’nin olmasıdır.
Bizim bu çalışmada cevabını aradığımız temel konulardan birisi de, başka bir tasavvuf okulu tarafından Mevlânâ ve Mevlevîliğin nasıl algılandığını ortaya koymak idi. Ayrıca araştırmamızın sonucunda Mevlânâ’nın ve Mevlevîliğin yalnızca kendi bünyesinde oluşan terminolojiyle değil, Mevlevîlik dışında oluşan terminolojiyle de incelenip çözümlenmesinin gerektiği anlaşılmıştır. Nasûhî Efendi’nin Risâle-i Ahmediyye ve Muhammediyye’sindeki şerhler, bunun en tipik örnekleridir.
*
Tasavvuf yolları, esasen kendi aralarında çelişkili, birbirlerinden farklı düşüncelere sahip kurumlar değildir. Özü Kur’an’a dayalı olan bütün erkânlar, insanı hakikate götüren birer kurum olarak bilinmelidir. Herhangi bir tasavvuf kurumunda yanlış bir uygulama varsa buradaki dejenerasyon ferdîdir. Bu sapma, ne Hz. Mevlânâ’ya, ne Hacı Bektaş-ı Velî’ye ne de bir başka tasavvuf büyüğüne mâl edilebilir. Basit düşünceli insanların hiçbir incelemeye tabi tutmadan bu kurumları birbirlerine düşman birer fitne kazanı gibi görmesi doğru değildir. Nihayet Halvetî/Şabânîler gözüyle ele alınan Mevlevîlik başka erkânlar açısından da incelense aynı netice çıkacaktır. Bunun aksine, Mevlevîler gözüyle de bu böyledir.
Zira, bütün hakikat erbâbı aynı bahçenin gülleridir.
BİBLİYOGRAFYA
Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983
Bahri Güngördü, Nâyî Osman Dede’nin Mi’râciyyesinin Türk Mûsikîsindeki Yeri, İTÜ. SBE., YLT., İstanbul 1993.
Bursalı M. Tahir, Kibâr-ı Meşâyıh u Ulemâdan On İki Zâtın Terâcim-i Ahvâli, İstanbul 1317.
Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, (Tıpkı Basım Haz. M. Tatcı-C. Kurnaz), Ankara 2000.
Enfî Hasan Hulûs Halvetî, XVI.-XVIII Asırlarda İstanbul Velîleri ve Delileri-Tezkiretü’l-Müteahhirîn, İstanbul 2007.
Erdem Memişoğlu, Fatih Ser-Türbedârı Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinden ve Abdülaziz Mecdi Tolun Bey’den Seçme Hatıralar ve Rivayetler, Ankara 2004.
Fasîh, Dîvân, (Haz. Mustafa Çıpan), İstanbul 2003.
Gençay Zavotçu, Türk Edebiyatında Hâbnâme ve Ömer Fuâdî’nin Hâbiyye Risâlesi,Kocaeli 2007.
Harîrîzâde Kemâleddin, Tıbyânü Vesâili’l-Hakâyık fî-Beyânı selâsili’t-Tarâik, Süleymaniye Ktp. İbrâhim Ef. Bl. Nu: 432.
Hüseyin Vassâf, “Karabaş-ı Velî Hazretleri”, Cerîde-i Sûfiyye, C. III., Sayı. 86.
Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, C. IV-V, (Haz. Ali Yılmaz-M. Akkuş), İstanbul 2006.
İbrahim Ağa, Mürâselât (Nasûhî’nin Mektupları), Marmara Üniversitesi. İF. Ktp. Tasnif dışı Yz.
İbrahim Hâs, Dîvân-ı İbrâhim el-Hâs, C. II, Berlin Ktp. Nüshası: Ms. or. oct. 3447. (Marburg).
İbrahim Hâs, Dîvân-ı İbrâhimü’l-Hâs, C. I, İstanbul Arkeoloji Müzesi Ktp Nüshası, Yz. Nu: 1164
İbrahim Hâs, Menâkıbnâme-i Hasan Ünsî, (Haz. M. Tatcı), Ankara 2002.
İbrahim Hâs, Risâle-i Kelîmât-ı Pîrân-İnsân-ı Kâmil Sözleri, (Haz. M. Tatcı-İ. Özay), İstanbul 2004.
İbrahim Hâs, Risâle-i Mukâleme-i Hâs-Tasavvufî Konuşmalar, (Haz. M. Tatcı), Ankara 2005.
İbrahim Has, Tezkiretü’l-Hâs-Velîler Tezkiresi, Süleymaniye Ktp. HM. Ef. Bl. Yz. Nu: 4543.
İbretî (Büyükçekmeceli Şeyh Mustafa), Dîvân-ı İlâhiyât, (Haz. M. Tatcı), İstanbul 2005.
Kerâmeddin Efendi, Şeyh Muhammed Nasûhî, Hayatı, Eserleri, Dîvânı ve Mektupları,(Haz. K. Edip Kürkçüoğlu), İstanbul 1996.
Kerim Kara, Karabaş-ı Velî, İstanbul 2003.
- Nazmi Özalp,Türk Mûsikîsi Tarihi, İstanbul 2000.
- Serhan Tayşi, “Karabaş Ali Efendi”,Sahabeden Günümüze Allah Dostları, İstanbul 1995.
Mahmud Cemâleddîn el-Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemezât-ı Ulviyye, (Haz. M. Serhan Tayşi), İstanbul 1993.
Mehmet Önder, Yüz Yıllar Boyunca Mevlevîlik, Ankara 1992.
Mehmet Sarı, Sabûhî Şeyh Ahmed Dede Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Türkçe Dîvânının Tenkitli Neşri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Ün. Sos. Bil. Enst. Ankara 1992.
Mevlânâ Celâleddîn-i Belhî, Mesnevî-i Ma‘nevî (Haz. Reynold Alleyne Nicholson), 6. Baskı, Tahran ts.
Muslihüddin Vahyî, Mirâcü’l-Beyân, Ankara 2000.
Mustafa Rumi Efendi, Dîvân, (Haz. M. Tatcı), Ankara 1988.
Mustafa Tatcı, Üsküdarlı Muhammed Nasûhî ve Dîvânı, İstanbul 2004.
Mustafa Tatcı-Cemal Kurnaz, Tasavvufî Gelenekte Miyârlar ve Karabaş-ı Velî’nin Miyârı, Ankara 2001.
Nihal Yazar, Halvetiliğin Şabâniyye Kolu Menâkıb-ı Şabân-ı Velî ve Türbenâme, Ankara 1985.
Ömer Fuâdî, Risâle-i Gülâbiyye, Süleymaniye Ktp. HM. Ef. Bl. Yz. Nu: 2287.
Rahmi Serin, İslam Tasavvufunda Halvetîlik ve Halvetîler, İstanbul 1984.
Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, İstanbul 2003.
Reşat Ekrem Koçu, “Ali Alâeddin Efendi, Karabaş Velî”, İstanbul Ansiklopedisi, C. II, İstanbul 1959.
Revnakoğlu, “Mirâciyye Nasıl Kaleme Alındı”, Yeni Tarih Dünyası, İstanbul 1954.
Sadettin N. Ergun, Türk Mûsikîsi Antolojisi, C. I, İstanbul 1943.
Sâdık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye, Tarîkatler ve Silsileleri, (Haz. İ. Gündüz), İstanbul 1995.
Safranbolulu Mehmet Emin Halvetî, Âşıklara Ayna ve Terazi, (Haz. M. Tatcı), Ankara 2003.
Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye-Mevlevîlerin Tarihi, (Haz. C. Zorlu), İstanbul 2003.
Senâîzâde Hasan Efendi, Menâkıb-ı Şeyh Nasûhî-i Üsküdârî, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Ef. Bl. Nu: 4573.
Senâîzâde Hasan Efendi, Menâkıbnâme, Millet Ktp. AE. Bl., Yz. Nu: 1104.
Süleyman Erguner, Kutb-ı Nâyî Osman Dede ve Rabt-ı Ta’bîrât-ı Mûsikî, Marmara Üniversitesi, SBE., YLT., İstanbul 1988.
Süleyman Köstendili, Bahrü’l-Velâye, Berlin Devlet Ktp. Nu: 1683.
Şeyhi Mehmed Efendi, Vekayi’ül Fudalâ, (Haz. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.
Ünsî Hasan Şabânî, Dîvân-ı İlâhiyât, (Haz. M. Tatcı), İstanbul 2004.
Ünsî Hasan Şabânî, Kelâm-ı Azîz-Tasavvufî İncelikler, (Haz. M. Tatcı-C. Kurnaz), Ankara 2001.
Üsküdarlı Muhammed Nasûhî, Hz. Peygamber Yolunda Tasavvuf Eğitimi-Er-Risâletu’r-Ruşdiyye Fi’t-Tarîkati’l Ahmediyye, (M. Tatcı- M. Yıldız), İstanbul 2005.
Üsküdarlı Mustafa Manevi, Dîvânçe-i İlahiyât, İstanbul 2003.
Yaşar Nuri Öztürk, İslam Düşüncesinde Bir Dönüm Noktası: Kuşadalı İbrâhim Halvetî, İstanbul 1994.