ŞA‘BÂN-ÜL MUAZZAM
Üç Aylar’dan ikincisi olan Şa‘ban ayına girmiş bulunmaktayız. Bu mübarek ayın hürmetine Cenab-ı Allah, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmayı nasib eylesin.
Receb ayına girdiğimizde, Merhum Tahir-ül Mevlevî’nin Receb-ül Ferd isimli yazısını sizlerle paylaşmıştık. Üstad’ın yine aynı dergide yayınlanan Şa‘bân-ül Muazzam yazısı da önemli detaylar içermekte. İlmî ve kültürel açıdan önemli ayrıntılara değinilen Şa‘bân 1339 / Nisan 1921 tarihli bu makaleyi sizlerin istifadesine sunuyorum.
ŞA‘BÂN-ÜL MUAZZAM
Üç Aylar dediğimiz[1] mübarek üç ayların ikincisi olan Şa‘ban-ül Muazzam geldi. Cenab-ı Hak, Ümmet-i Muhammed hakkında hayırlı eyleye.
Araplar arasında Şa‘ban ayının eski adının âzil olduğu, Bulûğ’ul Ereb’de ifade edilmekte ve Kamus Tercümesi’nin kaydıyla teyit edilmekte. Şu andaki ismi için yine Bulûğ’ul Ereb: “Ayrı ayrı hareket etmeleri ve kabileler halinde hareket etmeleriyle” diyor.
Kamus Tercümesi şu bilgiyi veriyor:
“…bilinen bir ayın ismidir ki Receb ile Ramazan arasındadır. Arab, bu ayda su talebi için yahut yağmacılık, çapulculuk yapmak için şubelere ve kollara ayrılmalarıyla Şa‘ban diye isimlendirdiler.”
Berat Gecesi
Bu ayın onbeşinci gecesi Berat Gecesi isminde mübarek bir gecedir. Duhan Sûresi’nin baş kısmındaki “Fîhâ yufragu küllü emrin hakîm” ayet-i celîlesindeki (fîhâ) zamirin, bu mübarek geceyi işaret ettiği bazı tefsir âlimleri tarafından beyan edilmiştir. Ezcümle Hüseyin Vaiz, tefsirinde şöyle der:
“Bazı tefsircilere göre bu ayetin üst tarafındaki ‘Leyle-i Mübâreke’ [mübarek gece], Şa‘ban’ın yarısındaki Berat Gecesidir. Mübarek olması da, o gece meleklerin nüzulü [yeryüzüne inmesi], duaların kabulü, kadayânın [olacak olayların] faslı, nimetlerin taksimi dolayısıyladır. Her yıl o gecede rızık ve ecel, ayrıntılı bir şekilde belirlenir.
Koyunlarının çokluğu ile meşhur olan Benî Kelb aşiretinin koyunlarındaki tüylerin sayısı kadar günahkârın Berat Gecesi bağışlanacağı, hadis-i şerif’te ifade edilmiştir.”
Tabiri caizse, kainatın geneline ait bir senelik manevi bütçe ve talimatnamenin tasdik zamanı olan Berat Gecesi hakkında, Merhum Hacı Zihni Efendi’nin Kitab-us Salat’ında şu satırlar bulunmaktadır:
“…O mübarek gecede rızıklar ve eceller, fakirler ve zenginler, azizler ve zeliller hakkında ‘Katımızdan bir emirle her hikmetli iş o gecede ayırt edilir’ buyrulmuştur. O mübarek gecede Cenab-ı Hak hayrı (سح) sahh eder yani yağmur gibi yağdırır. Beş gece vardır ki onlarda dualar geri çevrilmez: Cuma gecesi, Receb’in ilk gecesi, Şa‘ban’ın yarısındaki gece, fıtır [ramazan] bayramı gecesi, Kurban Bayramı gecesi.”
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur:
“Beş geceyi ihya eden, mutluluğa erer. Terviye gecesi[2], arafe gecesi, fıtır bayramı gecesi, kurban bayramı gecesi, Şa‘ban’ın yarısının gecesi.”
Yine bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:
“Şa‘ban’ın yarısı olduğunda, gecesinde uyanık, gündüzünde oruçlu olun. Zira gecenin bahşişine sınır yoktur.”
Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurmuşlardır:
“Şa‘ban’ın yarısı gecesi ve iki bayram gecesi kaim olanın kalbi, ezelî nur ile nurlanır.”
Surre-i Humâyûn
Berat gecesinin ertesi günü yani Şa‘ban’ın on beşinci günü, eski bir gelenek olan Yüce Saltanat’tan, Surre-i Hümayun Alayı oluşturulurdu. Önceleri Receb’in onikisinde yapılan bu tören, Surre’nin deniz yoluyla gönderilmesi ve buna binaen yolculuk süresinin kısalması dolayısıyla olmalı ki Şa‘ban’ın yarısında yapılmaya başlanmıştı.
Surre Alayı en son 333 seni-i mâliyesinde gerçekleştirilmişti. İnşaallah bir an önce tekrar yapılmaya başlanır.
Kamus Tercümesi’nde (صره) surre kelimesi için şu açıklama vardır: İçine akçe ve altın konulan kese.
Lehçe-i Osmanî’de ise şöyle geçmektedir: Hicaz’a resmî olarak gönderilen hediye, çıkın.
Eyyub Sabri Paşa’nın Mir’at’ül Harameyn’inde ise şu şekilde bilgi verilmektedir: “Harameyn’e gönderilen ilk surre, Abbasî Halifesi Muktedir Billah döneminde, yani 311 senesindedir. Muktedir Billah’ın gönderdiği surrenin miktarı 315.426 filori altını idi.
Mukteda Billah’tan tahminen 81 veya 82 sene önce Vâsık Billah tarafından da Mekke ve Medine’deki fakir kimselere ikramda bulunulmuş ise de her sene değil, yalnız hac esnasında ödenek gönderilmiştir. Mukteda Billah Abbasî’den sonra Çelebi Sultan Mehmet Han ikinci defa olmak üzere yeterli miktarda surre göndermiş ve bu yolda üçüncülük şerefine de Çelebi Mehmet’in Firdevs-i Aşiyan Necl-ü Necîl Şehr-i Yârîleri mazhar olmuştur. Üçüncü defa gönderilen surrenin miktarı 35.000 filori olup, bu miktarın her yıl gönderilmesi adet olmuştur.
Dördüncü kez de Sultan II. Murat göndermiş ve 855 yılında beşinci defa gönderilmiştir. 855 senesi gönderilen surrenin miktarı 801 kese altındır. 843 senesinde Acem şahlarından Şahruh da bir miktar surre göndermiştir.
886 senesinde Sultan II. Beyazıt Hazretleri, yarısı Mekke halkına diğer yarısı da Medine halkına olmak üzere senelik 14.000 altın surre göndermeyi adet edinmiş ve ondan sonra surrenin miktarı arta arta şimdiki duruma gelmiştir.”
Yine Mir’at-ül Harameyn’e bakılırsa görülür ki II. Beyazıt’ın 14.000 altınlık surresine şükrane olmak üzere Medine şairlerinden Şeyh Şahabeddin Ahbad b. el-Alîf
والشكر الحمد موجب ثناي خذو
وانثر النظم طيب لفظي در ومن“Şükrün ve hamdin gerekli olan tüm hallerini, bana dair yapılmış övgülerden alınız. Çünkü benim sözüm nazım ve nesrin en güzel incilerindendir”
matla‘ıyla yazdığı kasideyi, Mekke hatiplerinden Şeyh Muhyiddin Abdulkadir el-Irakî ile İstanbul’a gelip kasidesini takdim etmiş ve sağ oldukça almak şartıyla bin altınlık bir caizeye nail olmuştur.
II. Beyazıt’a kadar olan padişahlarımızın gönderdikleri surreler, teberruat ve tebrikat kabilinden idi. Fakat I. Selim devrinde iş değişti. Harameyn’e surre gönderilmesi, siyasi bir kimlik kazandı.
Malumdur ki Mısır kıtası, Eyyûbiler’den sonra kölemenlerin eline geçmiş, Hicaz toprakları da epeyce bir müddet Mısır önetimine tabi olmuştu.
Kölemenler, Hicaz âlimlerinin taraftarlığını kazanmak için onlara senelik bir miktar zahire gönderirlerdi. Harameyn’de de buna Sadakat-ı Mısrıyye derlerdi.
Sultan I. Selim, 923 tarihinde Mısır’ı alıp da Hâdim-ül Harameyn-i Şerîfeyn [Mekke ve Medine’nin hizmetkarı] olunca, Kölemenlerin gönderdiği zahire yardımını yollamakla beraber kendi bütçesinden de 200.000 altın ve 7.000 erdeb[3] zahire gönderdi. Hicaz’da Sadakât-ı Rûmiyye denilen Osmanlı Surresi’nden zahirenin miktarı Sultan II. Mahmut döneminde 180.000 erdebe, nakitin toplamı da Sultan II: Abdülhamid döneminde 3.503.610 kuruşa ulaşmıştı.
Bütçeye konulup da gönderilemeyen 324 mali yılı Surre-i Humâyûn ödeneği ise 3.640.272 kuruşa yükselmişti.
Eskiden Surre-i Humayûn, Dâr’us Saâde ağalarının sorumluluğunda ihraç edelirdi. Çünkü bu zatlara Harem-i Humâyun’un hizmet-i âsımesi nezaretinden başka bir de Harameyn-i Şerifeyn-i Mesâlih-i Evkâf-ı Şerîfe’si Nezâret-i Celîlesi ilave buyrulması ile çarşamba günleri orta kapının (Askeri Müze’nin karşısındaki Kuleli Kapı) haricinde Hass-ı Âhur tarafında set üzerindeki kasırda (şimdi mevcut değildir) Harameyn müfettişi ve muhasebecisi, mukâtaacısı, ruznamçeci, baş halife ve yazıcı efendilerden oluşan bir mecliste Dâr’us Saâde ağası hazır bulunarak Harameyn Evkâf-ı Celîlesi’ne ait olan hesap ile bunun ayrıntıları ve başka duruşmalar olurdu.
Surre-i Humâyûn, önceleri Üsküdar’dan kara yoluyla yollanıldığından çıkış töreni Receb ayının on ikisinde yapılırdı. Tören sırasında bulunması gereken kişilere bir gün evvel davetiyeler yazılır, surrenin Üsküdar’a gönderilmesi için Kireçkapı İskelesinde bir çekdiri[4] bulundurulması Kaptan Paşa’ya tebliğ olunurdu. Divan-ı Humâyûn ile döşeme ve süsleme icab eden yerlere döşemeler, perdeler konulur, ihtiyaç kadar çadır kurulurdu.
Receb’in on ikisinde hazır bulunması gelenek olan kişiler toplandıktan sonra Zât-ı Şâhane Mevkib-i[5] Humâyûn’a gelip, Kubbe-i Humâyûn’a girer ve Harem Ağaları’nın omuzlarında getirilen keseler ile bunlara ait defterler Mekke Emîri’ne hitaben yazılan Name-i Humâyûn, Padişah’ın huzurunda Kızlar Ağası vasıtasıyla Surre Emîri’ne teslim edilir, bu sırada kaftanlar giyilir, yerler öpülürdü. Bir taraftan da Kur’an-ı Kerim ayetleri ve na‘t-i şerîfler okunur, okuma esnasında yük devesi Ahur Kethüdası tarafından, yedek deve de Sarbanbaşı tarafından Kubbe-i Humâyûn önünde gezdirilirdi. Tilavet ve duadan sonra yük devesi Dâr-us Saâde Ağası tarafından dolaştırılırdı. Bu dakikalar, Ağa için gayet heyecanlı bir zaman idi. Çünkü yerine birisi atanıp görevinden uzaklaştırılacaksa yular, Ağa’nın elinde bırakılır ve deve ile beraber orta kapıdan dışarıya çıkarılıp Surre Emîni ile birlikte Hicaz’a yollanırdı. Yok, eğer vazifesinde kalacaksa, aldığı emir üzerine devenin gümüş zincirini Surre Emîni’ne, ipek yularını Sakabaşı’ya verir, vazifesinde kalacağının ilanı ile birlikte getirilen üstlükle birlikte sırma tel kaplı samur kürkü giyip Kubbe-i Humâyûn’a karşı yer öper ve Humâyûn Kapısı’na kadar alayı yolcu ederdi.
Atâ tarihinde, Alay’ın çıkışı şöyle tarif ediliyor:
Bu halde müezzinler, sultanı tekbirler ve tehlillere ağaz ederler ve o Harameyn Ağası, dişi devenin önüne düşüp orta kapıdan dışarı çıkıldıkta atlarına süvvâr oldukta önce Klavuz Çavuş, ondan sonra Divan Çavuşları, destar ve telleriyle ve kapıcı başı ağalar selîmî ve ferace ve divan pısatlı atlarıyla Harameyn hizmetçileri mücevvezeleri [resmi kavuk], bir müfettiş efendi resmi makamlarda giydiği kavuğu ve (…) ile Saray-ı Humâyûn Kethüdası ve Saray Ağası ve Kilerci Başı ve Haznedarbaşı ve Bâb’us Saâde Ağası, Selîmî Erkanı kürkleri ile ve Dâr’us Saâde Ağası Selîmî giydirilen samur kürk üstlükle beraber bir alay tertib edilir. Bu alayda Mahfil-i Şerif develeri sırasıyla ve Surre-i Humâyûn Katarları, katarıyla sevk edilerek yürüyüp Bab-ı Humâyûn’a bitişik Kapı Arası ve Defterdar Hazinesi olarak adlandırılan yıkılmış eski maliyeye bitişik Hasteler Kapısı önüne gelir, orada durup ve dua edilerek Saray-ı Humâyûn Ağası, Saray-ı Humâyûn Kethüdası ve Kilercibaşı ve Hazinedarbaşı ve ve Bâb-us Saâde ve Dâr-us Saâde Ağaları, söz konusu Hasteler Kapısından döner ve diğer alay takımı Bab-ı Humâyûn’dan çıkıp Alay Köşkü altından Hoca Paşa’ya ve oradan bahçe kapısına sonra kireç iskelesine varılır. Orada dua edildikten sonra, daha önceden hazırlanmış olan çektiriye[6] girilerek Üsküdar’a varılınca Surre Emini çektiri kaptanına – rütbesine göre – kaftan giydirir.
Mahya
Mahya; Aylık maaş, aylık anlamındadır.
Mahya Kandili; çifte minareli camilerde Ramazan Ayında asılan resimli kandil.[7]
Ahmet Vefik Paşa’nın kandil donanması diye tarif ettiği nurânî ve şâirâne aydınlık; Ramazan ayına mahsus olarak yapılır. İp demetlerinden oluşan sistem, Şaban’ın yarısından sonra minarelere bağlanır.
Malumdur ki çatı kirişlerini tutturmak için binanın en üstüne ve boylu boyuna konulan direğe de mahya denilir. Ramazan mahyasıyla çatı mahyasından birinin diğerine benzetilmesi yoluyla isimlendirilmiş olması muhtemeldir. Fakat hangisinin benzeyen, hangisinin benzetilen olduğu konusunda araştırmaya ihtiyaç vardır.
Araştırmacı yazar Ahmet Rasim Bey Efendi Menâkıb-ı İslam adlı önemli eserinde şu bilgileri veriyor:
“Şehrimizde her çocuk, oruç ayını minareler arasında kurulan mahya takımlarından hatırlar. O aziz gecelerde minareler arasında kurulan mahyalar ve mahyaların Sultan I. Ahmet döneminde icat edildiği de anlatılagelmektedir. Hatta bununla ilgili rivayete göre Fatih Camii Şerif’i müezzinlerinden Hattat Hafız Kefevi isminde bir zat, gayet sanatkârane bir çevre işlemiş ve bunu Padişah’a arz etmiştir. Resim ve yazıların dinimizin ahlaki prensiplerine uygunluğu çerçevesinde devam ettirilmesi hususunda Padişah da ferman yayınlamıştır.
Mahyacılarımızın naklettiğine göre bu sanatı ıslah edip belli bir düzene oturtup maharetli kimselerin yapabileceği hale koyanın Süleymaniye Camii Şerif’i mahyacıbaşılığında görev yapmış olan Abdullatif Efendi isminde biri imiş.
Usulden olduğu üzere mahya halatıyla yedenlerin ipleri ve kandillerin tertip ve düzeninde medhali olduğu söylenen mahya minaresindeki boncuk denilen kıvrık ipler (velhasıl bucurgat[8] takımı ) Şaban ayıının yarısından sonra gerilmesi usulden idi.
Şehrimizde ilk mahya, Sultan Ahmet Camii Şerifi’nde kurulmuş olduğu rivayetine nazaran da söz konusu camiinin inşaatının bitimi olan H. 1026 senesi bu güzide sanat için başlangıç tarihi kabul edilebilir.”
Yine Menakıb-ı İslam’ın diğer bir yerinde deniliyor ki :
“Oruç Ayı’nın gecelerinde Camii Kebir minareleri aralarında kurulan mahyaya dair bize fikir veren tarihi bilgiyi de Eyüp Camii hakkında verilen bilgiler içerisinde mevcut bulunan Hadigat’ül Cevâmi’den aktarıyoruz.
1136 tarihinde (Sultan III. Ahmet Dönemi) genellikle selâtîn camiilerine Ramazan-ı Şerif’lerde mahyalar yapılmak üzere o camiinin minarelerinin bağlantılarının kısa olup mahya yapılmaya tahammülü olmadığından ikişer şerefeli minarelere yeniden yapılmak üzere ferman çıkarılıp 1136 da tamamlanmıştır.”
Ahmet Rasim Bey Efendi’nin, faydalandığım ifadelerinden, ilk mahyanın 1026 tarihinde ve Sultan Ahmet Camii Şerif’inde kurulmuş olduğu anlaşılıyor. Fakat bu bilgiler ancak rivayet derecesinde kalıyor. Hele çevre işlemesiyle mahya kurulması arasında hiç de münasebet bulunmuyor.
Ben aciz kul, buna dair açık ve ikna edici bir belgeye rastlamadığım gibi, sorduğum kişilerden de yeterli bilgi alamadım. Rastlayan olursa; alıntı yaptıkları yeri bildirirler ve buna dair bilgilerini yazarlarsa, dergide yayınlar şükranlarımızı sunarız.
Gerçek şu ki Hadigat’ul Cevâmi‘de Sultan Ahmet Camii hakkında verilen bilgiler içerisinde; “Minarede ve camii içerisindeki mahyalar, camiinin eski vakfıdır” deniliyor. Lakin o eserdeki Ayasofya Camii’ne ait bilgilerinde; “…Damat İbrahim Paşa’ının sadrazamlığı döneminde, mahyası olmayan camilerde mahyalar yapılmak üzere Emr-i Humâyûn çıkarılıp; her camiinin mahyasının masrafı kendi vakfından görülüp ancak bu camii şerifin mahya masrafı Sultan III. Ahmet’in vakfından verilegelmiştir.”
Diyor ki; bu ifadenin netliğine karşı Sultan Ahmet Camii’ndeki mahya masrafının özel vakıflardan verilmesi, ilk mahyanın orada kurulmuş olduğuna delil olmuyor.
Tarih-i Ata’nın, “On birinci padişah Sultan II. Selim, dinî hizmetler kapsamında, Mevlid kandilinde Mevlîd-i Nebeviyye okumanın yanı sıra camii minarelerinin kandil ile süslenip hazırlanmasını emir buyurmuştur. Aynı talimatı, Mirâc Kandili, Berat Kandili ve Bayram Geceleri için de vermiştir. Sultan I. Ahmet Han Hazretleri de bu müstesna törene bir takım ilaveler ve başka görevler de tayin ettikten…” diyerek, Sultan I. Ahmet’in, minarelerin aydınlatılması hususuna bazı ilavesinden bahsetmesi, keza yine Hadigat-ül Cevâmi’nin, Kocamustafapaşa Camii’ne dair bilgilerinde; “Sünbülî Şeyhlerinden Necmeddin Hasan Efendi’nin (ö.1019), Mevlid Kandillerinde minarede kandil dikmek adeti olmakla, Sultan I. Ahmet Hazretleri görüp bundan haz ederek bütün camilerde kandil yanmak ferman olunmuştur” demesi, mahya geleneğinin onun döneminde başlamış olması hakkında bir tahmin yürütme imkanı veriyor ise de iddiasını ispatlayamıyor, hatta birinin verdiği malumatın eksik ve yanlışlıklarını diğerinin ortaya koymasıyla da mesele oldukça karmaşık bir hal alıyor.
Çünkü; Şeyh Hasan Efendi’nin Mevlîd-i Saadet gecelerinde Kocamustafa Paşa Camii Şerifi’nin minaresinde kandil yaktırdığını gören Sultan I. Ahmet, bütün camiilerin minarelerinin aydınlatılmasını istediğini, Hadigat’ül Cevâmi‘de ifade ederken, Tarih-i Ata; bu usulün II. Selim tarafından ortaya konulmuş olduğunu bildiriyor. Sonra, mahyası olmayan çifte minareli camiilerde mahya kurulmasının III. Ahmet döneminde ve Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı döneminde çıkartılan genelge ile gerçekleştiği Hadigat’ül Cevâmi‘de zikredilmektedir. Demek ki o dönemden önce mahya kurulan camiiler varmış.
Özetlersek, yüksek seviyede bir Osmanlı sanatı olan bu meselenin, uzmanlarınca halledilmesi zaruridir.[9]
Halâ da adet olduğu üzere mahyalar, oruç ayının on beşinci gecesine kadar yazı, ondan sonra resim olmak üzere kurulurdu. Kadir gecelerinde minarelerin külahından başlayıp aşağılara doğru kandiller sarkıtılır ve bu tarz aydınlatmaya “minarelere kaftan giydirmek” denilirdi. Bayram geceleri ise mahya hakkında bir sıra kandil çekilir ve bu nurani çizgi ile Ramazan’ın yolcu olduğunun mesajı verilirdi.
Yeniçeri Ağalarından birinin Süleymaniye minarelerinde gördüğü top arabası resmini fark etmeyerek kendine:
– Efendi! Mahyada ne yazılı?
diye sorduğu, anlatılan fıkralardandır.
Ağanın bakıp da görmediği o hoş nakışlara şairler de hayâlî bir nazar ile bakarlardı. Mesela Molla Gürani Mahallesinde oturan Hekimbaşı Ömer Efendi medresesinin kabristanında medfun olan Şeyh’ül İslam Çelebizade İsmail Asım Efendi; Şehzade Camii Şerifi’nin minarelerinde asılı gördüğü Zülfikar mahyasını memduhunun kılıcına benzetmiş, Nef‘ î’nin dönemin Padişahına;
Âferîn ey rûzgârın şehsüvâr-ı safderi
Arşa as şimdengîrû tîğ-ı süreyyâ peykeri
demesine vezin, kafiye, mana olarak nazire olmak üzere, o zamanın sadrazamı için;
Bu şeb-i ferhundede mâhiyeden Şehzadede
Seyredenler resm-i tîğ-ı Zülfikâr-ı HayderîDediler mahyayi devlet sadr-ı âsaf menkıbet
Eyledi âvize çarhda tîğ-ı nusret peykerî
beyitlerini söylemiştir.
Ben aciz kul da mehtaplı bir gecede, külahlarıyla, kandillerden nûrânî kemerleriyle iki mevlevî dervişi olarak hayalini kurduğum bir çift minare arasında gördüğüm Yâ Hazret-i Mevlâna yazısı dolayısıyla
Sanmayın mâhiyyedir ki mâha reşk-âver olup
Perteviyle kubbe-i gerdûnı tenvîr eylemişAtlas-ı çarh-ı berîne hâme-i zerrîn ile
Dest-i kudret nâm-ı Mevlânâ-yı tahrîr eylemiş
kıt’asını yazmıştım.
Önceki Şeyh”ül İslam Hayri Bey’in Evkâf Nezaretinde olduğu ve camii şeriflerden bazılarının elektrik ile aydınlatıldığı sırada mahyaların da elektrik ile yapılması hevesine kalkışılmış. Hatta Ayasofya minarelerine sabit bir Yâ Muîn levhası asılmıştı. Her gece aynı kelimeyi parlak bir şekilde gösteren bu usul, bizim gibi köhnepesend olanların zevkine uygun düşmedi. Çünkü bunda; gecenin cazibesine ait özellik ve şairane aydınlık olmadığı gibi manzarasında da bir yabancılık hissediliyordu.
Mahya konusu, çekilemeyecek derecede uzadı. Toparlama zamanı geldi. Sanat seviyesi oldukça yüksek ressam Ahmet Rasim Bey Efendi’nin yine Menâkıb’ül İslam adlı eserinde bulunan Bir Gece isimli şaheserinden, konumuz ile alakalı olan şu kısımları nakletmeden geçemeyeceğim.
“Şehrin bu gece levhalarının arasından bütün azametiyle semasına doğru çıkan binlerce şuâat-ı mütenazzıranın bahşettiği nîrengi-i şebbaneden dolayı, mehabet-i efruz yüce minarelerin bendmeyan münevvirleri arasındaki fevasılı birer heyula-yı esmer gibi kaim, kubbelerin rasas-ı inhinası ukûs-ı kandillerden benek benek manzur, vücud-ı meâbed beyaz badanaların irtifaatıyla mevcut Haliç bütün bütün ğavr[10] yatağına çekilmiş, derin bir imtidât-ı mazlum, fakat muhtasar birer sahil-i nûpeydâ ile mahsûr. Zemîn-i yesarına hakim iki şâhika-i ma‘lûmesinden birine tırâz-ı arş-ı muallâ olan elvâh-ı kutsiyeden Muhammed Rasûlüllah ezelî nüshası nâzil, birinde ark-ı ruhsârı muhtardan feyz almış kıvrım kıvrım parlayan bir gül.
Ne ruhânî bir gece. Semada tarf tarf nakışlar ve resimler parlıyor. Heybetli bir şemsiye, dört gözlü kadim bir havada köprü, bank-ı tevhîd-i mü’minîn arasında kutlu kutlu yükselerek etrafı inha-yı ulûhiyete sığınmış bir Estağfirullah, goncaları açmış bir gülbin-i[11] rahmet tâ uzaklarda, ihtimal ki bulgurlu sırtları üzerinden tulu etmiş muazzam bir yıldız görünüyor.”
Yevm-i Şekk
Kapalı havada Şaban’ın yirmi dokuzuncu günü yevm-i şekk’tir. Ramazan hilalinin, havanın kapalı olması sebebiyle Şaban’ın otuz ya da yirmi dokuz olması ihtimalinden kaynaklanan ortadaki bu gerçek duruma, ilmî yönden kendisinde müsavi olan, yani Ramazan veya Şaban’dan olduğu bilinmeyip kendisinde şüphe olan gün demektir.[12]
Yevm-i şekk niyetine seyre çıkarken cânan
Sıkboğaz etti basıp şahne-i ramazan
beytine bakılırsa, o gün İstanbul’da bir gezinti ve ve bıçak-ı sîlîmî[13] olmak üzere bir bir çakıntı yapılırmış. Eski ayyaşlar arasında ipçi ve bıçakçı diye iki tabir vardır. İpçi; mahya iplerinin gerildiği on beş Şaban’da, bıçakçı ise Ramazan ayının girmesiyle – bayram günü yine başlamak üzere – işret âlemini terk edenler için kullanılırdı. Rind şairlerden birinin
Ben bu gece niyetliyim ol havan-ı visale
Zahid yürüsün şüphe ile rûze-i şek tut
beytinde rûze-i şek olarak tabir ettiği yevm-i şek orucunun kerahet oluşu ve olmayışı hakkında özel hüküm vardır.
Şaban kelimesi eskiden Osmanlı Edebiyatında aşık manasında kullanılırmış. Bu gün terk edilmiş olan bu kullanım şu beyitlerden öğreniyoruz:
Tera efkende ve dildâde keştim
Sana ben Türkçesi Şaban’ım ey dost
Ve:
Şa‘ban’ım o mihrûye ki ismi Ramazan’dır
Eşk-i terim ânın içün üç aylarda revandır
Şaban’ın yirmi altıncı günü, Osmanlılar için de tarihi bir gündür. Çünkü meşhur Gülhane Hatt-ı Humâyun’u 1255 senesinin aynı gününde (13 Teşrin-i Sani 1839), Sadrazam Reşit Paşa tarafından Gülhane Meydanında Arslanhane’nin önünde okunmuştur. Bu gece kandil yakılması ve donanma yapılması hakkında – 48 mühürlü bir dilekçe ile – arz-ı halde bulunulmuş, bunun üzerine irade-i seniyye ile bu talep yerine getirilerek resmi bir kimlik kazanmıştır.
[1]Şa‘ban’ım o mihr-i yeke ismi Ramazan’dır
Eşk-i terim ânın içün üç aylarda revandır
[2] Terviye:Terbiye vezninde, Zilhicce’nin sekizinci gününün adıdır.
[3] Erdeb: Bazı Arap ülkelerinde de kullanılan ve miktarı yerine göre değişen, İstanbul’da dokuz kiloya yakın hububat ölçüsü. Büyük MisalliTürkçe Sözlük, İlhan AYVERDİ, Ötüken Yay. C.I., s.864. (Ç)
[4]Çekdirî: Kürekle çekilen bir kayık türü. (Ç)
[5] Mevkib: Atlı veya yaya olarak büyük bir zatın yanında yürüyen, ona refakat eden heyet, takım, alay. Büyük MisalliTürkçe Sözlük, İlhen AYVERDİ, Ötüken Yay. C.II., s.246. (Ç)
[6]Çektiri: Büyük kayık. (Ç)
[7] Lehçe-i Osmani, Ahmet Vefik Paşa.
[8] Bucurgat: Ağır şeyleri kaldırmak için manivela ile döndürdükleri bir alet. (Kamus-ı Türkî, s.306). (Ç).
[9] Meclis-i Maarif azasından Ziya Bey Efendi tarafından kaleme alınan Maarif Nezaretince yayınlanan İstanbul ve Boğaziçi ismindeki önemli eserin 426. sayfasında da mahya hakkında şunlar anlatılmaktadır: “Esma Sultan 1138 senesinde doğmuş idi. Bayram geceleri minarelerde kandil yakılmasının emredilip adet haline gelişi o senenin icraatlerindendir. Selâtin Camiileri minarelerine mahya konulması ise 1134 de başlamış idi. Hatta Takvim’üt Tevarih’te bu husus hakkında “Vaz‘ı mahiye hâder mecmû‘ı cevâmi-i şerif-i selâtîn-i ba‘dâz îkâd-ı minare binâ-i sa‘id abâd’ deniliyor.
[10] Ğavr: Çukurun en dibi.
[11] Gülbin: Gül fidanı.
[12]Kitab’us Salat, Hacı Zihni Efendi.
[13] Silim: Gümüş,sırma, maden.