RAMAZAN ŞİİRLERİ-II

A+
A-

Şiir ve Din : 9

RAMAZAN ŞİİRLERİ-II

Ramazan, dînî-mânevî atmosferin en yoğun şekilde kendini hissettirdiği ve yaşandığı bir zaman dilimi olarak dikkati çeker.

Ramazan ayının dinî ve sosyal hayatımızda silinmez damgaları vardır. O, kültürümüzün önemli bir parçasıdır. Her ramazanda güzel vatanımızın bütün ufkunu dinî, manevî bir atmosfer kuşatır. Bu, herhangi bir zorlamayla değil, kendiliğinden oluşur. Sanki bir ramazan mâneviyeti her yerde hissedilir.

Bizim bir “ramazan kültürümüz” vardır. Bunun şiire yansıması doğaldır. Nitekim klâsik şiirimizden günümüz edebiyatına kadar uzanan bir “ramazan edebiyatı” doğmuştur. Divan şiirimizde “Ramazaniye” denen kasîdeler vardı. Bu ayın faziletlerinden ve oruçtan bahsederlerdi. Cumhuriyet döneminde de ramazan ve oruç temalı şiirlerin yazılmaya devam ettiği görülür.

Kültür ve inanç olarak İslâmiyet’i bütün gönlüyle benimseyen ve seven Yahya Kemal’in, yetişme tarzı ve bulunduğu çevre itibariyle, dinin pratiği ve ibadet yönüyle ilgisi yok denecek kadar azdır. Ama o, şiirlerinde dînî hassâsiyetlere çokça yer verir. “Atik Valde’den İnen Sokakta” şiiri meşhurdur. Burada, bir Ramazan akşamında, müslüman bir muhitte oruçsuz olmanın hüznünü anlatır. Duygu ve sanat kadar, inançla da dolu olan bu şiirde, mü’min kardeşleriyle birlikte iftarın hazzını yaşayamadığı için hayıflanır, bu yüzden kendini adeta gurbette hisseder.

Şiirde, Ramazanın gelişiyle halkın yaşayışının nasıl değiştiği anlatılır. Ramazan birlikte esen mânevî havanın yalnız insanlara değil, semtlere ve sokaklara sindiği ifâde edilir. Şiir şöyle başlar:

İftardan önce gittim Atik-Valde semtine

Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine

Sessizdiler. Fakat ramazan mâneviyyeti

Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;

Şâirimiz bir ramazan günü akşam üstü iftardan önce Üsküdar’daki Atik-Valde’ye gider. Etrafı bir ramazan mâneviyetinin kapladığını hisseder. Hattâ bu mâneviyetin semt sâkinlerinin yüzlerine de vurduğunu görür. Fukara kızların bakkalda ekmek beklemesinden iftarın yaklaştığını anlar:

Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,

Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;

Bakkalda bekleşen fukarâ kızcağızları

Az çok yakında sezdiriyor top ve iftarı.

Şâirin gözlemi şöyledir: Sessiz bir telâş üzere olan semt halkının oruçlu olduğu benizlerinden anlaşılmaktadır. Üzerlerindeki giysilerden yoksul oldukları fark edilen kız çocukları sabırsızlıkla bir şeyler almak için beklemektedir. Bundan iftar topunun patlamak üzere olduğunu anlar. Herkes iftara yetişmenin telaşı içindedir. Nitekim topun patlaması gecikmez:

Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;

Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.

İftar topundan önceki kalabalıktan eser kalmaz. Şâirimiz, az evvel yüzlerindeki yorgunluktan ve üzerlerindeki elbiseden dolayı insanlara, kız çocuklarına acıma hissi duymuştu. Şimdi ise kerpiç evlerden gelen neşeli seslere şahit olur:

Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,

Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.

Yâ Rab nasıl ferahladı bu âlem, nasıl temiz!

Mütevazı kerpiç evlerin pencerelerinden bir mânevî hava yayıldığını hisseder. Bu hava, şâirimizi etkisi altına alır. Böyle bir ortamdan uzak olmanın üzüntüsünü duyar.

Yahyâ Kemal, şöyle düşünür: İftar topları patlayıp oruçlar açılınca aileler, çoluk çocuğuyla birlikte sofrada bir araya gelmişlerdir. Bir ibadet vecdiyle iftar etmektedirler.

Şâir, bu insanların namazla, oruçla, ramazanın feyzi ve bereketi ile benzersiz bir huzur ve güzelliğe ulaştıklarını hisseder. Buna ortak olamamanın hüznünü ise şöyle dile getirir:

Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.

Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı

Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.

Şâirimiz, bu evlerdeki neş’eye ortak olamamanın, daha doğrusu oruçlu olmamanın acısını yaşamaktadır. Fakat onu teselli eden önemli bir şey vardır. O da henüz bu tür güzel duygularını kaybetmemiş olmasıdır. Bu ise şükre değer bir haslettir:

Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime:
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:

“Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;

Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.”

                                *

Yavuz Bülent Bakiler çocukluğunun ramazanlarını anlatır. Evlerinde Kur’an okunduğunu, komşu hanımların geldiğini hatırlar. O zamanlar, iftar minârelerden okunan ezanla veya atılan topla açılmaktadır. Bu ânı çocuklar daha büyük bir heyecanla beklerler. Şâir, o günleri hasretle anar:

Şiirin tamamı şöyledir:

ÇOCUKLUĞUMUN RAMAZANLARI

Ah Ramazan günlerinde gördüğüm sevgi
Büyük bir huzurla başlayan sabah.
Sonra durup durup tekrarladığım
Çocuksu çocuksu bismillâh

Bakardım her sabah kadınlar, kızlar
Bütün konu-komşu bizde.
Ve beyaz tülbentli ince bir kadın
Kur’an okuyor evimizde.

Beyaz papatyalar gibi beyaz tülbentli gelinler
İlâhîler okurlardı sonra derinden
Bir bulut geçerdi nemli, ıpıslak
Gelinlerin sürmeli gözlerinden…

Uhrevî bir âlemde başlardı nakış nakış
Bütün yüzlerdeki nurdan.
Ve tüter dururdu duâlarla yakılmış
O derin sofralarda buhurdan…

Büyürdü her akşam minârelerle berâber
Mâvi göklerdeki varlık.
Kulaklarım okunacak ezan sesinde
Ceplerimde çeşit çeşit iftarlık.

Halbuki ben o zamanlar –çocukluk bu ya-
Tutup herkesten gizli
Bozardım orucumu bir bardak suya
Ama kimseler bilmezdi.

Şimdi ne kadınlar, ne uzun saçlı kızlar
Ne o beyaz tülbentli gelinlerden eser var.
Duymuyorum yüzümde sıcak nefeslerini
Alıp götürdü artık serin bir rüzgar
Buhurdanlarla beraber o ezan seslerini

Çıkıp gitsem diyorum şimdi bir gece
Hiç kimse bilmese yerimi.
Ne olur yaşasam şöyle gönlümce
Yeni baştan çocukluk günlerimi